tom hiddleston etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tom hiddleston etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Mart 2018 Salı

Thor : Ragnarok (2017)

Marvel filmlerini bayadır boşlamıştım, Black Panther'in gelişiyle bir silkindim ben de hadi dedim get back to your senses! Gerçi onu da gösterime girişinden ancak 3 hafta falan sonra izleyebildim ama. Neyse. Vakit geriye dönük eksiklerimi tamamlama vaktidir diye yola çıktım ve önceki gün en bir sevdiklerimizden olan Asgard'ın en son macerasına bakayım dedim.
Açıkçası ben - tabi o kadar ara verdikten sonra doğal herhalde diye düşündüm - Thor'u en son nerede ne halde bırakmıştık hiiiç hatırlamıyordum. En son Doctor Strange(2016)'i izlemiştim, böyle hayal meyal bir after credit sahnesi hatırlıyorum, Thor bira içiyor falan. Ama tam kadroda olarak en son Avengers: Age of Ultron(2015)'da görmüşüm birazcık didikleyince fark ettiğim üzere. Thor orada Asgard'ın yıkılacağına dair rüyalar gördüğünden ve olayı bir şekilde infinity stone'lara bağladığından hadi ben bir araştırayım geleyim modunda yola çıkmıştı. İşte Thor:Ragnarok'a da bu noktadan başlıyoruz.
Asgard hakikaten de Thor'un rüyalarında gördüğü gibi mahvolmak üzere. Ölüm tanrıçası Hela geri dönmüş, kendi hakkı olarak gördüğü Asgard tahtını geri almak için herkesle savaşıyor. Onu durdurmak için uğraşan Thor'un yanında canımız ciğerimiz bir tanemiz Loki'yi, yeni ve ilginç bir karakter olarak bir valkyrie'yi ve yeşil devimiz Hulk'ı izliyoruz. Ayrıca tabi Asgard'dan diğer tanıdıklar da cabası.
Ragnarok ne ki diyenleriniz varsa bu noktada üç beş bir şeylerden bahsetmek belki iyi olabilir. Ragnarok İskandinav mitolojisinde tanrıların kıyameti demek. Daha doğrusu bir döngünün son bulması, yeni bir döngünün başlaması manasında. Valkyrie ise yine İskandinav mitolojimizde Odin'in yardımcılarına verilen isim. Bunlar böyle ölen savaşçıların ruhlarını Valhalla'ya öte dünyaya taşıyan, kanatlı atlarına binen kadınlar. Thor'u Loki'yi Odin'i Asgard'ı biliyorsunuz artık onlara girmiyorum.
ver ordan led zeppelin'i karşiim cıstak cıstak
what the ragnarok! vat is heppıning?! diyorsunuz değil mi?
Thor: Ragnarok artık ismini taşıyan üç film içinde ilk film - Thor(2011) - gibi bir noktada hemen hemen. Ama sıkıntı ötesi ikinci filmden - Thor:The Dark World(2013) - kesinlikle iyi. Hatta bence ilk film en iyisiydi ya. Valla. Böyle yeni bir şey görüyorduk, eğlenceli bir şey, değişik bir teması vardı o ilk filmin. Ragnarok'ta da o eğlence hissi devam ediyor. Hem de -bence-en dikkate değer kötülerden birini hikayesinde taşımasına rağmen. Açıkçası ben bayıldım Cate Blanchett'in Hela haline. Hela, matematiksel olarak baktığınızda oldukça efektif bir kötü. Önüne gelen ne varsa saniye sektirmeden çat çut ediyor. Onunla aşık atmakta baya zorlanıyor bizim Asgardlılarımız. Dahası koca bir dünyanın - Asgard'ın - yıkılışını izliyoruz ama tüm bunlara rağmen film öylesine eğlenceli ve parlak ki, bittiğinde hem eğlenmekten keyif almaktan hem de izlediklerinizin doyuruculuğundan yorgun düşmüş oluyorsunuz. Ama bu güzel bir yorgunluk. Böyle ohh be ne güzel dövüş-mücadele-savaş sahneleri izledim yorgunluğu. Ve yine tabi GoTG ile zirve yapmış müziklerin kullanımı mevzuunun Thor uyarlamasının güzelliğiyle gelen o mutluluk. Bu sefer film için de tıpkı GoTG'de olduğu gibi bir dönem teması seçmişler mesela. Bir 70ler 80ler elektro-disko havası içinde film. Ki bence bu da güzel bir durum olmuş.
Hela Helaaa hey hey hey
işte bunlar görmek istediğimiz çizgi romanlar
Demem o ki bu acayip eğlenceli bir Marvel filmi. Thor külliyatının da ortalaması. Neyse ben eksiklerime devam edeyim, daha Ant-Man ile Spider Man:Homecoming'i izleyeceğim.

9 Mayıs 2017 Salı

Kong : Skull Island (2017)

Sene 1973. Amerika başkanı seneler süren eziyetin sonunda nihayet Vietnam'dan çekilme kararını açıklarken, canavarların gerçek olduğuna inanmayı bir türlü bırakmayan Bill Randa ve pür bilim aşkıyla teorilerinin peşinden koşan biyolog Houston Brooks, Güney Pasifik'teki bir adanın peşine düşer. Çevresi bir türlü aralanmayan, bitmeyen bir fırtınayla çevrili adaya ulaşmak üzere böylece kalabalık bir ekip yola çıkar: Landsat şirketinin ekibi ile birlikte gemide Randa ve Brooks'un yanısıra iz sürücü - yol bulucu olarak eski bir ingiliz ordusu askeri James Conrad, ortada ne döndüğüne dair burnuna gelen değişik kokuların peşine düşmüş savaş-karşıtı savaş muhabiri Mason Weaver ve tüm ekibin güvenliğinden ve helikopterle ulaştırılmasından sorumlu askeri ekip ki başlarında komutanları Preston Packard ile Vietnam'dan evlerine dönmeyi beklerken kendilerini bu adada bulan askerlerin oluşturduğu bir ekip bu. Geride kalan (ama kalmayan) savaşın herkesin dengesini bozduğu bir ortamda, üstünde yaşadıkları dünyaya çok da aitmiş gibi durmayan bu adada bu ekip, canavarların gerçek olduğuna ve var olduklarına kendi gözleriyle tanık olmaya başlar.
Kafatası Adası'nın kralı, devasa Kong'un hikayesi bu şekilde aslında hem değişik tatlar taşıyan hem de görsel olarak vay be dedirten bir seyirlik sunuyor gibi görünüyor. Arkasına aldığı fon Vietnam-hemen sonrası ama aslında adı Kong olmasa filmin resmen de bir Vietnam filmi. Çocukluğumda tvde izlediğim tüm o yeşil, yapış yapış ormanın nemini üstümde hissettiğim, kanlı, bol eziyetli savaş filmlerinin havasında. Görüntüler öyle, hikayenin anlatımı öyle. Hatta metnin içerdiği (veya içermeye çabaladığı) mesaj bile öyle: Savaş kötüdür, insanları vay ne hale getirir, şiddet kötüdür, şiddet hiçbir şeyin çözümü değildir, vs. Yani hani neredeyse bir Kral Kong filmi olmaktan çıkma noktasına gelecekken geri adım atıveriyor. O adımda da eski Kong hikayemizin ana fikrini tekrar etmeye çabalıyor. Biz insanlar çok kötüyüz, doğaya ve canlılara habire karışıp dengeyi bozuyoruz, bıdı bıdı. Ve tabiki en büyük mesajımız, en korkunç canavarın bile içinde bir sevgi parçası vardır, sevgi sevgi sevgi, herşeyin çözümü, hepimiz birbirimizi sevelim.
Teoride film tüm bu mesajları vermeye çalışıyor gibi görünüyor, orasını anlıyoruz. Klasik ekibimiz de elimizde. Hep bir incecik bluzla ortalarda koşturan bir adet sarışın, üstünden salon erkekliği akmasına rağmen sırf bu rol için kas yaptırılmaya çalışıldığı belli olan bir adet derin düşünceli esas oğlan, işin iç yüzünü bilip de tüm milleti az bilgiyle peşinden cehenneme sürükleyen kafadan çatlak şişman ve eli kameralı adam, savaşta olmasına rağmen esprili dolaşan kahraman amerikan askerleri. Herşey klişe gibi duruyor belki ama filmi izlerken keyif alıyorsunuz bu klişe olması durumundan. Çünkü bundan keyif almazsanız film başka da bir şey sunmuyor, sunamıyor. Elinde tüm imkan varken, görüntüler güzelken, hikayeyi oturttuğu düzlem, fon bir dolu güzellik sağlarken ve çılgıncasına bir oyuncu kadrosu varken, bir şeyler olmuyor. Hakikaten ilginç. Ben önce kesin benden dedim, üstüme alındım, bu aralar her şeyden sıkılıyorum ondandır dedim. Ama gördüm ki sonra büyük bir çoğunluk var beğenmemiş olan. Eh o zaman belki bir nebze haklıyımdır ben de dedim. Çünkü olmuyor film, bir şeyler tam oturmuyor. Bir türlü sarıp sarmalamıyor, karakterler havada öylece yüzüyormuş gibi önünüzden geçiyor. Ekibin aklı selimi ama eski askeri James Conrad rolünde Tom Hiddleston o kadar eğreti duruyor ki mesela, Tom'un suçu bile değil. Adamın, karakterin motivasyonu, geçmişi, içeriği ne hiçbir türlü fikrimiz olmayınca, eh Tom'un da o aksanı, inceliği (fiziksel olanını kastetmiyorum), düzgünlüğü hesaba girince kalıyor ortada. Samuel L.Jackson'ın komutan Packard'ı şimdiye kadar milyonlarca kere gördüğümüz savaşa gidip savaşın kendisi olup çıkmış manyak komutan olarak o kadar "stereotip"ki üstüne tek bir taş dahi koyulmuyor. Brie Larson'ın savaş karşıtı muhabiri Mason Weaver için ise diyecek hiçbir şey yok. Bu tür hikayelerde olabilecek en pasifize rolü, siz tutar da Oscarlı dramaların oyuncusuna, hem de iyi de bir oyuncuya verirseniz işler iyice karışır tabi. Kong ile sevgi bağı kurmalı hikayeye göre, sarışınımız rolü bu esasında. Ama rolde sırf Brie Larson olduğu için, karakter klişelerinden çıkıyor, daha iyi bir şeye evrilemeden ortada kalıyor, Lara Croft olacakmış da yarı yolda koca gorili görüp bir elimi değdireyim demiş gibi. Amerikan askerleri her zamanki gibi, bildiğimiz gibi. Ne eksiği ne fazlası. Ha ama her dokunduğu rolü çiçeklendiren insan John C.Reilly var ki bir Marlow olarak, herhalde tek izlenebilir karakter o.
Sanırım bu film için yapılabilecek en iyi şey sinemada devasa bir perdede, ne bileyim 3 boyutlu falan izlemek. Ya da evde duvarınıza falan yansıtabiliyorsanız, ses sisteminiz de varsa, öyle keyifli olur. Haberlere göre bu canavarlarin serisi gelecekmiş, daha önceki Godzilla ile beraber hepsi bir canavar evrenini oluşturacak şekilde. Onları artık isterseniz öyle izleyebilirsiniz, aklınızda olsun.
Bir de müzikler çok güzel. Malum, geçtiği dönem.



IMDb'de Kong: Skull Island-->http://www.imdb.com/title/tt3731562/

14 Mayıs 2012 Pazartesi

The Avengers (2012)

Haftasonu The Avengers'ı da görmüş oldum. Fragmanlar çıktıkça, hatta filmin yapım dedikoduları ortada dolaşmaya başladığında söylenip durmuştum. Ne saçma, bizimle dalga mı geçiyorlar, böyle bir fikir ancak bizim buralardan çıkar, hatta evet evet belki de bizim tv dizilerini hazırlayanlara falan sormuşlar kesin...türünden atıp tutuyordum. Meğerse hepsini yutmam gerekiyormuş.
The Avengers, Avatar'dan - hadi tamam Thor'dan da - sonra gördüğüm neredeyse en iyi 3 boyutlu gösterime sahipti bir kere. Kafanız gözünüz bozulmadan, yeteri kadar - aşırı değil - 3 boyutlu bir film izlediğinizi hissettiriyor, tatmin ediyor, beklentileri karşılıyor.
Diğer yandan, bu farklı farklı zamanlardan, evrenlerden, karakterlerden süper kahramanları mantıklı - bildiğiniz mantıklı - bir senaryo içerisinde ortaya koyabiliyor. Her birinin nereden nasıl ne için ortaya çıktığını, olaya dahil olduğunu, olaydaki rolünü yadırgamıyorsunuz. En önemlisi hepsi, hem karakterler hem de filmi ortaya koyanlar, kendilerini çok ciddiye almıyor ve bunu o kadar rahat bir halde kullanıyorlar ki hiçbir espri absürd durmuyor, hiçbir aksiyon yapmacık kalmıyor.
Stan Lee ve Jack Kirby'nin çizgi romanından uyarlandığını biliyoruz zaten. Ama işin içinde bir de Joss Whedon'ın olması ayrı bir nokta. Gerçi senaryoda - tüm iyi yönlerine rağmen - arada ufak tefek pürüzler de olmamış değil. Misal filmin aksiyon dışındaki sahnelerinde zaman zaman kopmalar yaşayabiliyorsunuz, bunu sinema salonunda daha da hissediyor insan. Çok kısa süreler için dikkatiniz dağılabiliyor, etrafa bakmaya başlayıp geri ekrana dönebiliyorsunuz. Bir de karakterlerin önceki maceralarına - son yıllarda peşpeşe vizyona giren filmlerine - aşina değilseniz konuya belli bir ölçüde hakim olabiliyorsunuz. Ben 2011'deki Thor'u ve 2008'deki ilk Iron Man'i izlemiştim yalnızca. Daha önceki Edward Norton'lı ve Eric Bana'lı Hulk'lara hiç bulaşmamış, Captain America'ya yan gözle bile bakmamıştım. Kara Dul'la, Nick Fury ile, Şahingöz'le ilk defa tanıştım zaten.
Yeni tanıştığım, daha önceden tanıdığım Avenger'lar arasında, filmin - pek çok yerde de yazıldığı gibi - en iyisi Hulk ve Mark Ruffola. Besbelli bir ifadeyle hem de. Ama bunun yanında bence Loki de şahane. Thor'da zaten acayip bir temele oturttuğu karakteri burada kusursuzlaştırmış Tom Hiddleston.
Velhasıl pek eğlenceli, dopdolu, göz doyurucu, mutlu edici, aksiyonla sarmalayıcı pek de hoş olmuş bir film var elimizde. Hani olur ya, çoluk çocuk toplaşıp gidin, izleyin, mısırınızı yiyin, kahkahanızı atın, yerinizden hoplayın.
Ha sonra da kalkıp gitmeyin ama. Yazılar bir geçsin, müzik bir yavaşlasın. İki dakika daha oturun ;)

12 Şubat 2012 Pazar

Neverland'den Akademi'ye Selam 1 - Midnight In Paris


-Cole Porter şarkıları şahanedir.
-Owen Wilson'ı hiç bu şekilde görmemiş, bu şekilde bakmamıştım. Ses tonu, konuşması, o yüz ifadelerini yapabilmesi...Önyargılı olmamak lazımmış.
-Esas adamımız Gil, film boyunca kendimi mi izliyorum hissi yarattı bende. Yaşadığı dönemden, zamandan, hayattan bir türlü mutlu olamama, hep geride bir zamanda yaşasa daha güzel olacağı düşüncesi, hep bir nostalji havası, eskiye özlem...Woody'nin bir yerlerde benimle görüşmüş olması ihtimali var mı, bilemiyorum.
-Marion Cotillard hep böyle güzel, zarif, pırıl pırıl olmaya devam edecek. Hiç gitmesin, bizi hiç bırakmasın. Ve de film boyunca giydiği her bir şeyi çok sevdim, biz de öyle gezsek ya.
-Gil ile Inez'in nasıl bir alaka sonucu bir araya gelmiş iki insan olduğunu anlayabilmek çok güç. Bu kadar farklı iki insanı - tamam senaryonun gelişmesiyle ayıracaksınız bu belli de - neden en baştan bir arada olduklarına dair tatmin edici bir açıklama yapmadan sunmak, akıl karı değil. Hayır aşık da olmuş olamazlar, sadece inanılmaz bir çekimle birbirlerini bulmuşlar desem. Inez iki saniye durup da Gil'i dinleyen, suratına bakan, onun varlığından hoşnut bir insan değil ki. Ben anlamadım. Ama senaryoya böyle bir ilişki gerekiyordu, yapmışlar.
-Hemingway, Fitzgerald, Picasso, Dali, T.S.Eliot, Matisse ve Degas'la karşı karşıya gelip, aynı ortama düşüp, muhabbet etseyim Gil kadar bile kendime hakim olabilir miydim, aklımı koruyabilir miydim bilmiyorum.
-Ama o Adrien Brody'nin Dali'si ne manyak olmuş :)
-Paris nasıl bir şehirdir böyle. Neden bu kadar güzeldir.
-Inez ve ailesini de anlıyorum bir parça. Yani tamamen Gil kafalı olsam da, onların şimdiki zamandan, içinde oldukları hayattan, bu zamanın sağladıklarından memnun olmaları da anlaşılabilir sonuçta.
-Mutlu olmak için, düşünmek için, gülmek için, tablo gibi sahneler izlemek için ve içten yüzler görmek için bir Woody Allen filmi izlenebilir. Bir kere daha görmüş oldum.
***Midnight In Paris En İyi Film dışında 3 adaylığa daha sahip : En İyi Sanat Yönetimi, En İyi Yönetmen ve En İyi Orijinal Senaryo. Bu üçünü bilmem ama - bence çok güzel bir film olmasına rağmen - en iyi film değil.

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...