jeremy renner etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
jeremy renner etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Haziran 2017 Salı

Arrival (2016)

Günlerden bir gün dilbilim profesörü Louise Banks yine her gün yaptığı gibi dersini anlatmaya gittiğinde üniversiteye, sınıftaki öğrencilere gelen mesajlardan dersi anlatamaz olur. Açar bir bakarlar ki haberlere, o olmaz dediğimiz, hadi canım sen de diye dalga geçtiğimiz şey olmuş, uzaylılar dünyaya gelmiştir. Dünyanın 12 ayrı noktasına 12 tane aynı görünüşlü uzay gemisi gelip, park etmiştir. Ama içlerinden hiç uzaylı çıkmaz, sadece belirli aralıklarla gemilerin bir noktasındaki bir kapı açılıp, insanların içeri girmesine izin vermektedir. Tüm dünya alt üst olur, her yerde insanlar dünyanın sonunun geldiğine, uzaylıların dünyayı istila edeceğine dair düşüncelerle ayaklanır, sokaklar karışır, ekonomi çökme noktasına gelir. Bu sırada bizim kireç yüzlü dilbilimcimiz ise çantasını koluna takmış, hiçbir şey olmamış gibi okula ders anlatmaya gitmektedir. Okulda kimseyi bulamadıkça da hiç bir tepki vermeden, sahildeki büyük büyük camlı evinde tek başına şarabını yudumlayıp, haberleri izler. Ama sonra tabi kapısına askerler dayanır, ülkesinin ona ihtiyacı vardır. Bir dilbilimci olarak, hadi tamam en iyisi işte o çemçik ağzına rağmen, gidip uzaylıların dilini çözmesi, dünyaya neden geldiklerini anlaması ve de anlatması gerekmektedir. Pek "bilimsel" bir teorik fizikçi ile birlikte helikoptere atlayan Louise, bir yandan bu tuhaf uzaylılarla iletişime geçerken bir yandan da kafasında gidip gelen, anlam veremediği görüntülerle boğuşmaya başlar.
Ted Chiang'ın yazdığı öykünün senaryolaştırılması ile önümüze gelen filmin konusu hemen hemen böyle özetlenebilir. Aday olduğu 8 daldan sadece "Sound Editing" kategorisinde Oscar ödülünü almasından da anlayabileceğimiz gibi, tüm film boyunca rahatsız edici, devamlı tekrarlanan saçma sesler silsilesi eşliğinde yeni çağın bilim kurgu anlayışına - bir kere daha - tanık oluyoruz. Eskiden, yani bizim daha taso oynadığımız ve Müge Anlı'nınkiler gibi programlara kimsenin ihtiyaç duymadığı zamanlarda, bilim kurgu ile görürdük her şeyi, tanırdık, ne maceralara atılırdık. Bilim kurgu ile hakikaten de yeni yeni şeyler icat olunurdu, ufkumuzun ötesine atlardık, hakikaten de olmaz dediğimiz şeyleri izlerdik. Aksiyon olurdu kıyamet gibi, esas kahramanlarımız havada uçan arabalarda oradan oraya atlardı, dokunarak yönlendirebildiğimiz ekranlar vardı, ışınlanarak galaksinin bir ucundan diğerine giderlerdi, 3 boyutlu mesajlar gönderirlerdi. Bilim kurgu, harbiden de bilimin kurgulanmasıydı. Bilimi kullanarak yapabileceklerimizi hayal ederdik. Diğer galaksileri, ışık hızındaki uzay gemilerini, zaman yolculuklarını, ışın tabancalarını, havada beliren bilgisayar ekranlarını,..hayal ederdik.
Ama işte bir gün gerçekten de yapabileceğimizi düşünmemiştik. Düşünmüştük de yani, belki tam olarak anlayamamıştık yapabileceklerimizi. Şimdi artık ne hayal ettiysek yaptık (tamam hala ışınlanamıyoruz ama zaman yolculuğundan kıllanmıyor değilim). Ama hayallerimizi elde etmiş olmamızla birlikte bir şeyler de değişti. Pek çok değişti aslında. Sanki artık bilim kurgunun o altın çağındaki gibi değiliz, yapabileceklerimizin farkında olduklarımızdan dolayı artık çok da çılgın gelmiyor hayal etmek. Hal böyle olunca da hayal etmenin bir cazibesi kalmamış gibi. Aç olan topluluklar sadece karnını doyurmaya çalışırken, karnını her türlü doyurabilen topluluklar sanat yapmaya, oturup düşünmeye başlar boşluktan dolayı gibi, bilim kurgu da artık işin felsefesine yönelmiş durumda. Artık her şeyi nasıl olsa üç beş yıla kalmaz yaparız diye bildiğimizden belki de, yaparsak ne olur diye düşünmeye başlamış gibiyiz. Işınlanırsak nerede hangi aksiyonu yaparız, hangi maceraya atılırızı bıraktık. Artık ışınlanırsak bunun ruh sağlımıza etkisi ne olur diye düşünüyoruz, dünya ekonomisine katkısı ne olur, nerede hangi insanı nasıl etkiler.
Bu nedenler artık dünya dışı yaşam ile ilgili senaryolarımız da vurdulu kırdılı, atlamalı patlamalı versiyonları bırakmış durumda. Neden buradalar, ne anlatmaya çalışıyorlar, onlar kim, nasıl hissediyorlar, nasıl düşünüyorlar diye sorguluyoruz artık. Aslında bu soruların hepsi de tek bir şeyi anlamaya yönelik, biz kimiz? Diğer yaşamların anlamını çözmeye çalışarak aslında kendi var oluşumuzu da anlamlandırmaya çalışıyoruz bir şekilde. Bilim kurgu senaryolarında artık tüm o uzayı, bilimi, teknolojiyi birer ayna gibi kullanıp, kendimizle ilgili bir şeyleri çözmeye çabalıyoruz.
Arrival işte tam da bunu yapmaya çalışıyor gibi görünüyor. Yani kabaca takip ettiği akım bu. Bilim kurgunun bu dönemde geldiği noktada filmin ana hatlarını bu"tarz" oluşturuyor. Ama alt metninde söylemeye çalıştığı başka bir şeyler de varsa - ki belli ki var - görmek istemediğiniz sürece rahatsız etmiyor. Ama bakın sadece o alt metnindeki mesajlar diyorum çünkü genelinde film bildiğiniz rahatsız edici. Ya da rahatsız edici kavramı tam olarak doğru değil, daha çok sıkıcı, bunaltıcı. Yönetmeninin de ifade ettiği gibi yağmurlu böyle iç bunaltıcı bir salı sabahı okula giderken otobüste camdan dışarı bakarken böyle yarı uykulu yarı ayık kafayla hayal ettiğiniz bir şey gibi. Her şey donuk, soluk, karanlık.
Diyeceğim o ki bence izlemenize gerek yok. Yepyeni bir şey söylemiyor, hani zamana ve insan beynine, seçimlerimizin yapısına dair bir-iki bir şey var belki ama inanın o 2 saatlik ruh bunaltıcı görüntülere katlanmanıza değmez. Ha ben çok seviyorum böyle dura dura, ekrana öyle baka baka düşüneyim de düşüneyim diyorsanız, orasını bilemem. Tutmayayım.

14 Mayıs 2012 Pazartesi

The Avengers (2012)

Haftasonu The Avengers'ı da görmüş oldum. Fragmanlar çıktıkça, hatta filmin yapım dedikoduları ortada dolaşmaya başladığında söylenip durmuştum. Ne saçma, bizimle dalga mı geçiyorlar, böyle bir fikir ancak bizim buralardan çıkar, hatta evet evet belki de bizim tv dizilerini hazırlayanlara falan sormuşlar kesin...türünden atıp tutuyordum. Meğerse hepsini yutmam gerekiyormuş.
The Avengers, Avatar'dan - hadi tamam Thor'dan da - sonra gördüğüm neredeyse en iyi 3 boyutlu gösterime sahipti bir kere. Kafanız gözünüz bozulmadan, yeteri kadar - aşırı değil - 3 boyutlu bir film izlediğinizi hissettiriyor, tatmin ediyor, beklentileri karşılıyor.
Diğer yandan, bu farklı farklı zamanlardan, evrenlerden, karakterlerden süper kahramanları mantıklı - bildiğiniz mantıklı - bir senaryo içerisinde ortaya koyabiliyor. Her birinin nereden nasıl ne için ortaya çıktığını, olaya dahil olduğunu, olaydaki rolünü yadırgamıyorsunuz. En önemlisi hepsi, hem karakterler hem de filmi ortaya koyanlar, kendilerini çok ciddiye almıyor ve bunu o kadar rahat bir halde kullanıyorlar ki hiçbir espri absürd durmuyor, hiçbir aksiyon yapmacık kalmıyor.
Stan Lee ve Jack Kirby'nin çizgi romanından uyarlandığını biliyoruz zaten. Ama işin içinde bir de Joss Whedon'ın olması ayrı bir nokta. Gerçi senaryoda - tüm iyi yönlerine rağmen - arada ufak tefek pürüzler de olmamış değil. Misal filmin aksiyon dışındaki sahnelerinde zaman zaman kopmalar yaşayabiliyorsunuz, bunu sinema salonunda daha da hissediyor insan. Çok kısa süreler için dikkatiniz dağılabiliyor, etrafa bakmaya başlayıp geri ekrana dönebiliyorsunuz. Bir de karakterlerin önceki maceralarına - son yıllarda peşpeşe vizyona giren filmlerine - aşina değilseniz konuya belli bir ölçüde hakim olabiliyorsunuz. Ben 2011'deki Thor'u ve 2008'deki ilk Iron Man'i izlemiştim yalnızca. Daha önceki Edward Norton'lı ve Eric Bana'lı Hulk'lara hiç bulaşmamış, Captain America'ya yan gözle bile bakmamıştım. Kara Dul'la, Nick Fury ile, Şahingöz'le ilk defa tanıştım zaten.
Yeni tanıştığım, daha önceden tanıdığım Avenger'lar arasında, filmin - pek çok yerde de yazıldığı gibi - en iyisi Hulk ve Mark Ruffola. Besbelli bir ifadeyle hem de. Ama bunun yanında bence Loki de şahane. Thor'da zaten acayip bir temele oturttuğu karakteri burada kusursuzlaştırmış Tom Hiddleston.
Velhasıl pek eğlenceli, dopdolu, göz doyurucu, mutlu edici, aksiyonla sarmalayıcı pek de hoş olmuş bir film var elimizde. Hani olur ya, çoluk çocuk toplaşıp gidin, izleyin, mısırınızı yiyin, kahkahanızı atın, yerinizden hoplayın.
Ha sonra da kalkıp gitmeyin ama. Yazılar bir geçsin, müzik bir yavaşlasın. İki dakika daha oturun ;)

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...