17 Şubat 2011 Perşembe

JOHNNY ANGEL

John Christopher Depp II, dünyanın bildiği adıyla Johnny Depp, 1963 yılının bir 9 Haziran gününde Kentucky-ABD’de doğmuş. İnternetteki milyonlarca ya da hatta milyarlarca mı demeli, kaynakta böyle yazıyor. Önemli değil, çünkü benim için “Johnny”nin tam olarak ne zaman doğduğunu ben dün gibi hatırlıyorum.
            Sene 2000. Aylardan ne onu tam olarak bilemiyorum tabi. Eve büyük ısrarlar sonucunda bir bilgisayar girmiş. Odamın güneş vurmayan bir köşesinde masanın üzerine kurulu bir HP. Henüz Windows 98 diye birşey var, hatta kasanın hemen üzerine yerleştirdiğimiz modem denen aletten Superonline bağlantısına ulaşırken telefon çevirme sesleri geliyor. Öyle ki internete giriyorsanız bütün ev ve alt-üst kattakiler öğrenmiş oluyor. Henüz Google milyar-trilyon dolarlık bir müessese değil, hotmailden eposta adresi almayı bilmiyorum, IRC’ı okumuşum ama bir türlü kafam basmamış, msn diye birşey yok, Mark Zuckerberg ise henüz lisede. Dolayısıyla bilgisayar ve internet kombinasyonunu yeni yeni keşfetme halindeyim. Babamın işyerinde cdlere yazdırdığı müzikleri falan dinliyorum evde. Hatta bilgisayarda izlediğim ilk müzik klibi Nathalie Cordone’un Hasta Siempre’si.
            Birşey daha keşfediyoruz o sırada babamla. O, Maltepe pazarından korsan film cdsi alabileceğini, ben de filmleri bu yolla sinemaya gitmeden de izleyebileceğimi. Çeşitli film isimleri yazıyorum gazeteden bakıp kağıda ve evden çıkmadan babamın eline tutuşturuyorum. Vizyondaki filmler oluyor bu sebeple henüz takip ettiklerim, eskilere-efsanelere giremiyorum. Bulabildiğini getiriyor o, ben de karanlık odamda bilgisayar ekranından izlemenin tadıyla tanışıyorum.
            “Sleepy Holow”u bu dönemde büyük ihtimalle gazetede görüp, korku filmi diye seçmiş olmalıyım. Ya da belki babam pazarda bulup getirmiş olabilir, bilemiyorum bu nokta karanlık. Aydınlık olansa o cdyi koyup izlediğim zaman. Evet korku filmiydi az buçuk. Kesik kafalar vardı etrafta, kesilip biçilen cesetlerle. Bir de başsız bir atlı vardı, gecenin karanlığında ortaya çıkan. Ama daha da ilginç birşey vardı. Ichabod Crane. Olayları araştırmak için köye gönderilen dedektif. Henüz o zaman bunun bir Washington Irving hikayesi (The Legend of Sleepy Hollow)olduğunu, 1820 senesinde yayınlandığını falan bilmiyorum. Film güzel, ilginç ama o başroldeki adam pek sarsak pek bir komik geliyor. Filmi izlerken onun hakkında düşündüğüm tek şey bu oluyor. Öyle ya zamanın ruhuna uygun olarak(o zamanlarki beğeni çizgim Hollywood gençlik filmleri tiplemelerinin oluşturduğu bir yükseklikte olduğu için) ne kafasına tas geçirilmiş gibi bir saç kesimi var, ne boyu posu, film zaten koyu, kaşının gözünün rengini de bilemiyorum. Eh bir de zaten Brad Pitt’i biliyorum o zamanlar ve karşımda bir Brad Pitt yok. Kısacası öyle görüntüsünden vurulacağım, ilgimi çekecek bir adam da yok karşımda. Doğal olarak o tür bir etkilenme hissetmiyorum. Hayır, hayır, daha kötüsü oluyor. Johnny’yi bir kere kanıma karıştırmış oluyorum bilmeden. Yavaşça, hissettirmeden nüfuz ediyor.
            En doğru tanımı budur. Johnny kanınıza girer. Öyle ahım şahım bir tipi yoktur en başta. Tamam göbekli, kel, dişleri dökülmüş veya çarpık çurpuk bir adam değildir ama bir ne bileyim best model da değildir. Sokakta gördüğünüzde ‘aman yarabbi’ demez gözleriniz. İlk bakışta yakışıklı bile gelmez. Daha doğrusu önbelleğiniz bilincinize öyle söyler. Ki bu sırada bilinçaltınıza mesajı yollamıştır Johnny. Üstünden dökülen karmançorman giysileriyle taranmamış saçlarının altından bakan gözleri ciddidir. ‘Seni ciddiye alıyorum.’ der gibi bakar ve neredeyse üstünüzdeki derinin, etin, kasın delindiğini hissedersiniz o bakışlarla. Ama o ağzında yuvarladığı kelimeleriyle, geriye çekilip büzülen çenesiyle de başka birşey daha söyler: ‘Kimin ne düşündüğü umrumda değil.’ Sizi sırf insan olduğunuz için sonuna kadar ciddiye alan o duruş, hayatı da sırf hayat olduğu için bir o kadar ciddiye almamaktadır. Bu yüzden defalarca ama defalarca aynı dersi öğretmeye çalışır. Ichabod Crane olup, kör inançlı insanlar arasında tüm engellere rağmen deney gözlüklerini takıp, cesetleri inceler. Dean Corso olup, korksa da merağının ve gerçeğin peşinden gider. Edward Scissorhands olup, kim ya da ne olduğuna, nasıl göründüğüne bağlı olmaksızın sevebilmenin güzel ve acı tarafını gösterir. “Bir bisiklet ve bir elma arasındaki farkı sana bir başkası söyledikten sonra yaşamanın ne anlamı var ki? Eğer bir bisikleti ısırıp,bir elmayı sürmeye kalkarsam,işte o zaman farkı anlarım.” der Axel Blackmar. Sorunlu ailesiyle aşkın önüne açtığı yeni ufuklar arasında bocalasa da annesinin ‘parlayan zırhlı şövalyesi’dir Gilbert Grape. Kızılderili Nobody’nin William Blake’i olur sonra, aklın vahşi batısında siyah beyaz yolculuklara çıkar. Gitarının melodisiyle ayrıma karşı tavrını koyan bir çingenedir Roux, aynı zamanda insanlığın işlediği günahlara ağlayan Cesar gibi. Buna rağmen günahlarına aşıktır Kont Rochester. Ama gene de ne yaparsa yapsın, ne olursa olsun dünyada, Sam şapkası ve bastonuyla Joon’u ve bizi gülümsetmeye devam eder; tıpkı Sir J.M. Barrie’nin gözlerimizi kapayıp, sadece ‘inanmamızı’ istemesi gibi.
            “Tuhaf olmaya çalışmıyorum. Sadece ne yapıyorsam onu yapıyorum.” der Johhny de. Mesajı gayet açıktır: Sadece kimsen o ol. Kimin ne dediğine, ne düşündüğüne bu kadar önem verme. Bu sebepledir ki karakterlerine içinden birşeyler katar. Artık onlar senaristin yazdığı veya yönetmenin söylediği karakterler değildir. Hepsi birer Johnny’dir. Bu yüzden sevilir Johnny de zaten, aşık olunur, hayran olunur, kıskanılır. İster istemez bilinir, o perdedeki adam aslında Johnny’dir. Ve söylemeye çalıştığı da ‘benim gibi olun’ değildir. ‘Kendiniz gibi olun.’ dur. ‘Başkalarının sizin hakkınızdaki yargılarına boyun eğmeyin. Ve en önemlisi siz de onları yargılamayın.’

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

eylülde

 Neden hep imkansızı istiyor ki canım? Oysa çok kolay olabilirdi. Elimi uzatsam alabileceğim mesafede duran şeyler. Çok kolay olabilirdi. He...