24 Ekim 2011 Pazartesi

Korkunç Ekim Korku Filmleri Serisi III : Nightwatch (1997)

"Halloween" münasebetiyle ilan ettiğim Korkunç Ekim'de yarıyı atlattık, 40'lı 60'lı yılların korku sinemasını geride bıraktık. Siyah-beyaz dönemin hem doğaüstü canavarlı hem de kanlı bıçaklı "horror"larını tecrübe ettikten sonra artık gönül rahatlığıyla renkli dönemin göbeğine 90'lara atlayabiliriz.
"Nightwatch" Danimarkalı yönetmen-senarist Ole Bornedal'in 1994 tarihli kendi yazıp yönettiği "Nattevagten" adlı filminden "hollywoodlaştırılmış" bir cinayet-polisiye-korku filmi. Güzel bir ayrıntı olarak ABD versiyonunu da Bornedal yönetmiş. Oyuncu kadrosu döneminin tepedekileri ve tepeye ulaşmakta olanlarından kurulmuş durumda : Henüz bir Obi-Wan olmasa da Trainspotting türü filmlerle keskin bir yol çizen umut vaat eden bir Ewan McGregor, medyum olmamış ama en iyi çağındaki bir Patricia Arquette, karizmatik kötü adam rollerine bürünmeye başlayan bir Josh Brolin ve ağır top Nick Nolte ile filmden 3 yıl sonrasında hayatının rolünü alacağının henüz farkında bile olmayan, tv dizilerinde tutunmaya çalışan bir Lauren Graham.
Hikaye aslında oldukça klasik ve bu klasikliğin hakkını her bir örgüsüyle pekiştirmeye çalışmış. Öyle ki tam da bu türün içermesi gereken herşeyi fazlasıyla içeriyor; önce cinayet durumu göze göze sokuluyor bu sırada olayın tamamen dışında olduğunu düşündüğümüz aklı beş karış havada bir grup gence dikkatimiz çekiliyor. Ardından incelikli ve temposu yerinde ayrıntılarla cinayet ve gizem, gençlerle bağdaştırılıyor. Araya gerilim, her türden dedektif, gençlik zırvaları, yanlış hesaplar, tahminler, kadınlar, ölüler ve kan revan da serpiştirildikten sonra esaslı bir ters köşeye yatırmaca ile mutlu sona ulaştırılıyoruz.
Yani, hukuk fakültesini bitirmeye uğraşan kankalarımız Martin ile James, sevgilileri Katherine ve Marie ile oldukça "average" bir hayat yaşamaktalar. Martin grubun sorumluluk sahibi, çalışkan köşesiyken James serseri rolünü doldurmakta. Martin'in Katherine'le gayet güzel ve ciddi giden bir ilişkisi varken, Marie'nin - ki bu bahiste kendisi birtanecik Lauren Graham oluyor - o resmen "jerk" olan James insanıyla neden bir arada olduğu veya böyle birşeyin olabilirliği gibi sorular ekrandan ve hatta diğer karakterlerin kendilerinden fışkırıp, bize kadar terennüm ediyor. Martin para sıkıntısına çözüm olması umuduyla bir tıbbi inceleme merkezinde (ismini uydurdum gibi oldu çünkü o işlevi gören bir yere bizde ne denir bilemediğim gibi, filmde de aynen böyle çevirebileceğim bir ifade şeklinde geçiyordu, mesuliyet kabul olunmaz.) gece bekçisi olarak çalışmaya başlıyor.
Ama James kişisi ne ediyor? "Ulan oğlum Martin hayat çok boş lan, her gece adrenalin peşinde koşuyorum ama bağımlı mı oldum ne, hissedemiyorum daha ya. Valla bak Martin, kanka, ben çok kötü oldum, hiçbir şey işlemiyor bana bir fight club mu yapsak?" havasında ortalıkta dolanıyor, derslerde gevezelik ediyor, sevgilisine pislikten de öte davranıyor, barlarda kavga ediyor, sokaklardan hayat kadını buluyor vs. Ha bir de Martin'e yok efendim bahse tutuşalım, yok efendim heyecan aksiyon olsun diye baltalama girişimlerine soyunuyor. Evet, farkındayım, gereksiz bir sorumluluk sahibi otoriter teyze modundayım, silkiniyorum.
Gençlerimiz öyle bir alemdeyken, şehirde bir yanda oldukça vahşi cinayetler terennüm etmekte. Hastalıklı bir ruh hayat kadınlarını vahşice öldürüp, bir de pislikçe şeyler etmekte. Polis peşinde ama nafile durumu tabi. Martin de çalıştığı yerdeki morga getirilen cesetler ve onlarla gelen polisler aracılığıyla olaya dahil oluyor bir süre sonra. Çünkü işe başladığından beri habire tuhaf şeyler oluyor. Kendini birden olayların ortasında ve hatta katil zanlısı olarak bulunca da iş, kanlı-sopalı bir hale bürünüyor.
alexander Gardner'ın çektiği Lewis Payne
idam edilmeden hemen önce
Kan miktarı, cinayetlerin vahşilik dozu, katil profili, ipuçları gayet yerinde. Film aynı işlevi gerçekleştirmeye çalışan "teen slash"lerin aksine adeta Hitchcock'a saygı duruşu gibi. Oyunculuklar şahane, senaryo doyurucu ve fazla düşündürmeden korkutuveriyor olay insanı. Özellikle bekçi odasının duvarında asılı olan Lewis Payne fotoğrafı öylesine etkileyici bir ayrıntı ki, filmin ardından hiçbir şey düşünmeseniz bile o fotoğraf gözünüzden gitmiyor. Bende daha tuhaf bir durum oldu gerçi. Fotoğrafı ilk gördüğüm anda resmen ürperdim, ben bu resimdeki adamı tanıyorum dedim. Ama resim de içindeki adam da nerden baksanız 50'lerden kalma bir James Dean filmine benziyordu. Adamın bakışında insanı etkileyen birşeyler var gibi geldi. Sonra yavaş yavaş bir oyuncuya benzettiğimi fark ettim, ama bunun beni rahatlatması gerekiyordu, aksine daha da merak ettim. Sonunda açıp, bakınca olayı çözdüm. Resim, Abraham Lincoln suikastındaki suçlulardan biri olan Lewis Payne'in hapiste çekilmiş haliydi ve ben de adamı tabiki filmde - The Conspirator'da - gördüğüm haline, onu oynayan oyuncu Norman Reedus'a benzetmiştim. Boşu boşuna heyecan yapmışım ya.
Film, Korkunç Ekim'e gayet yaraşır güzellikte. Ayrıca 20'lerindeki Ewan'ı gördüm iyi oldu. Yaşlandıkça bir tuhaf sarıya doğru yol aldı, nerdeyse İskoç'luğunu unutacaktım.
hıh tam o sağda arkada, zamanın odunsu cep telefonlarından biriyle konuşan 
Bir de bu son sahnelerde arka planda görünen uzun sarı saçlı dedektif abinin kim olduğunu bilmek isterim, çok mu şey isterim bilemedim. Sadece merak.

Korkunç Ekim'de önceki filmler:
House of Frankenstein (1944)
Psycho (1960)

The Middle Children of History

En son entryyi girdiğim çarşamba gecesinden beri olanlar ve hala olmakta olanlar yüzünden ve bir miktar da kendi kafa bozukluğumdan, şu son günlerde pek birşey demek, yazmak gelmedi içimden. Herşey o kadar karman çorman ki. Bir yerde birşey oluyor, başka yerlerde insanlar bir sürü şeyler söylüyorlar, yazıyorlar, çiziyorlar, birileri birilerini haksız buluyor, birileri de öbürlerini haksız buluyor. Olayın aslından, olması, hissedilmesi gerekenden kilometrelerce ötelere bakıyorlar, düşünüyorlar. Gereksizlik yapıyorlar, saçmalıyorlar. Herşey birbirine giriyor. Olduğundan da beter hale geliyor.
"Biz televizyon izleyerek, milyonerler, sinema tanrıları, rock yıldızları olacağımıza inanarak büyüdük ama olamayacağız. Hepimiz heba oluyoruz. Bütün bir nesil benzin pompalıyor, garsonluk yapıyor ya da beyaz yakalı köle olmuş. Reklamlar yüzünden araba ve kıyafet peşindeyiz. Nefret ettiğimiz işlerde çalışıyor, gereksiz şeyler alıyoruz. Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız. Bir amacımız yok; ne büyük savaş ne de büyük bir buhran yaşadık. Bizim savaşımız ruhani savaş ve bunalımımız kendi hayatlarımız..." diye yazmıştı bir zaman, Chuck Palahniuk usta. (Man, I see in fight club the strongest and smartest men who've ever lived. I see all this potential, and I see squandering. God damn it, an entire generation pumping gas, waiting tables; slaves with white collars. Advertising has us chasing cars and clothes, working jobs we hate so we can buy shit we don't need. We're the middle children of history, man. No purpose or place. We have no Great War. No Great Depression. Our Great War's a spiritual war... our Great Depression is our lives. We've all been raised on television to believe that one day we'd all be millionaires, and movie gods, and rock stars. But we won't. And we're slowly learning that fact. And we're very, very pissed off. ) Ama yanılmış. Çok büyük yanılmış. Bizim neslimiz de büyük bir savaş gördü, görüyor. Doğduğumuzdan beri neresinde durduğumuzu, nerde ve kimin arasında olduğunu bilmediğimiz bir savaşın içindeydik biz. Neden yapıldığını bile bilemedik, anlayamadık bir türlü. O yüzden tam ortasında durduğumuz şeyin, aslında tamamen dışımızda olan birşey olduğunu düşündük, öyle kabul ettik. Kabullenmedik ama, hiç üstümüze alınmadık. Ne olduysa "bilmediğimizden", "bilgisizliğimizden" oldu, görmüş gibi yaptık, sonra görmemiş gibi yaptık, ardından görmemiş gibi yaptığımız için birbirimizi tırmaladık, en sonunda da kararsız kaldık. Şu an kimse ne yaptığını, nasıl davranması gerektiğini bilmiyor. Geldiğimiz nokta bu.
Ben de bilmiyorum. Bilsem, bu dünya üzerinde nefes alan 7 milyondan biri olmazdım. Devam ediyorum o yüzden, izleyip, dinleyip, okuyup ne yapacağımı bilememeye ve kendi küçük, saçma dertlerimle daha çok ilgilenmeye. Siz de öyle yapıyorsunuz, hepimiz öyle yapıyoruz.
Bildiğimiz bir şey yok şimdilik çünkü başka. Birisi gelip, öğretene kadar yenisini.

19 Ekim 2011 Çarşamba

we were fated to pretend


I'm feeling rough, I'm feeling raw, I'm in the prime of my life. Let's make some music, make some money, find some models for wives. I'll move to Paris, shoot some heroin, and fuck with the stars. You man the island and the cocaine and the elegant cars.
Bazı şarkılar vardır hani, böyle tüm sözleri aklınıza, beyninizin her bir köşesine, her bir kuytusuna işler.
This is our decision, to live fast and die young. We've got the vision, now let's have some fun. Yeah, it's overwhelming, but what else can we do. Get jobs in offices, and wake up for the morning commute.
Melodisi kalp çarpışlarınız haline gelir, tüm vücudunuz o ritmle hareket ediyormuş gibi hissederken bir yandan, aslında müzik dışardan gelmiyordur, içinizdedir hani.
Forget about our mothers and our friends. We're fated to pretend. To pretend. We're fated to pretend. To pretend.
Sözlerle birlikte savrulursunuz, sözcükler harfler olur, dört bir yanınızdan tutar, kaldırır sizi havaya.
I'll miss the playgrounds and the animals and digging up worms. I'll miss the comfort of my mother and the weight of the world. I'll miss my sister, miss my father, miss my dog and my home. Yeah, I'll miss the boredem and the freedom and the time spent alone.
Sözler kanatlarınız olmuşken, müzikten bulutların içine uçarsınız. Yüzünüze çarparken melodinin o ferah rüzgarı, daha da çok gelsin diye hızlansın istersiniz sözlerden kanatlarınız.
But there's really nothing, nothing we can do. Love must be forgotten, life can always start up anew. The models will have children, we'll get a divorce. We'll find some more models, everyting must run it's course.
Bulutların arasındayken bağıra çağıra eşlik etmek istersiniz sözlere, bıraksınlar istersiniz sizi, kendi başınıza uçup, aralamak istersiniz bulutları.
We'll choke on our vomit and that will be the end. We were fated to pretend. To pretend. We're fated to pretend. To pretend.
Atlarsınız bulutlardan, yerde koşmak istersiniz kendi kanatlarınızla. İnsanlara karşı, diğer insanların yüzlerini görmeden, onlara bakmadan, aldırmadan, sırf kendiniz için bağırarak söylemek istersiniz her bir cümlesini.
Yeah, yeah, yeah...

18 Ekim 2011 Salı

Though lovers be lost love shall not


Hastayım. Haftasonundan beri boğazım acıdı, burnum aktı, kurudu, tıkandı, ağzımın içi yara oldu, belime sırtıma ağrılar girdi, gözlerim yandı, sulandı, sesim değişti, başım olduğu yeri beğenmedi...Bildiğiniz griple karışık tuhaf tuhaf şeyler oldum. Hala da devam ediyorum öyle olmaya. Derslere gidemedim. Hoş, dedikodu dışında birşey de kaçırmamışım zaten.
Hasta olunca burnum her zamankinden daha da tıkandığından, genelde daha doğrusu her bir zaman, uykuda problem çekerim. Gene değişmedi bu durum. Daha da kötüsü, hastayken bu az buçuk ateşlenme durumlarından dolayı saçma sapan şeyler düşünme ne bileyim saçmalık ötesi rüyalar görme, kokular, sesler duyduğunu zannetme hali oluşur ya. Yani en azından bende öyledir ve umarım bu bende bir sorun olduğunu göstermiyordur. İlkokuldayken çok pis ateşlendiğim zamanlarda hep aynı şeyi hissederdim mesela. Böyle durduk yere ağzımda bir tahta tadı olurdu. Sanki dilim de tebeşirmiş gibi hissederdim.
İşte böyle hastayken rüyalarım da olduklarından daha da saçmalaşma eğilimi gösterirler. Ki zaten yeteri kadar saçma değillermiş gibi. Üstüne üstlük bir de bu seferki olabilecek en üzücü rüyalardan biriydi gördüğüm. Çok korkutucu, gerilim dolu ya da işte çok sevdiğim insanların ölmüş olduğuna dair rüyalar görmüşlüğüm falan var, öyle birşey değil ama. Hakikaten kötüydüm bu kez.
Zar zor nefes alırken gecenin bir vakti sonunda uykuya daldığımda, bir mahalle ortamındaydım. Şimdilik herkese ve herşeye izleyici olarak bakıyordum. Yani rüyamdaki karakterlerden biri değildim. Efendim bu mahallede böyle lise çağındaki gençlerin oluşturduğu gruplar mevcut (Evet bir miktar "american teenage" etkileri yansımış, belli.). Çok etkili, popüler ve güçlü olanların oluşturduğu bir grup var. Bu gruptakiler böyle bildiğiniz kendini beğenmiş, salak kızlar ve erkekler. Grubun lideri gibi görünen oğlanın kız kardeşi bunlardan biraz farklıydı tabi. Onların, diğerlerinin bir miktar ukala olduklarının falan bilincinde ama gene de onları da seviyordu azıcık. Aklımdaki en belirgin sahne, iki yanı ağaçlıklı çimenli bir yolun böyle ağaçların üstünde yemyeşil bir gölge oluşturduğu ılık bir yaz günü olduğuydu. Yolun bir kenarındaki kaldırım çıkıntısına oturmuş o gruptan gençler vardı. Ortada da birşeyler oynayan, muhabbet eden diğerleri. Bu gruba uzaktan bakan bir başka genç vardı sonra. O da diğerlerinden, yani ezik, kendi başına dolaşan, utangaç ama işte çalışkan tiplerden. Buraya kadar oldukça tanıdık bir hikaye çizgisi aslında. Hatta direkt bir gençlik filmini kafamda baştan izliyor gibiydim.
Sonra anlaşılıyor ki bu ezik genç, gruptaki o aklı selim kıza aşık. Hem de çok fena. Ama gruptakiler onunla o kadar dalga geçme, ona zarar verme halindeler ki yanaşamıyor bile. İşin tuhafı, kız da çocuğun bu hallerini, denemelerini görünce yavaş yavaş ondan hoşlanıyordu. Hatta öyle bir zaman geldi ki o da aşık oldu bu çocuğa. Bir araya gelmeye çalıştılar ama grup dalga geçti, engellemeye çalıştı. Kızın abisi de karşı çıktı baya, dalga geçti ama sonunda kız gruba ve abisine patladı. Bağırdı, çağırdı ve hepsini sindirdi. Hatta sinemaya gittiler kız ve çocuk. O kadar mutlulardı ki kavuştuklarına, ben de resmen içimde hissettim o mutluluğu.
Güzel güzel böyle kavuştular, bir araya geldiler, herşey yoluna girdi. Sonra bir gün kızın evindelerdi, kızın annesi ve babası da vardı. Orasını algılayamadım pek. Hep birlikte yaşıyor gibilerdi. Neyse ev dediğim bir apartman dairesiydi ve sanırım 5.-6. katta falandı. Vakit öğlene yakındı, anne ve baba salondaydı. Çok ferah ve ışıklı olduğunu hatırlıyorum ortamın, pencereler kocamandı sanki. Kız da odanın birindeydi galiba. Çocuk salonda pencereyle masa arasında, ortadaki boş alanda dikiliyordu. Arkasından gökyüzü parlıyor gibiydi ama evin içi gölge olmuştu. Çocuk durdu, başını hafifçe kaldırdı, böyle değişik bir bakış attı. Kimseye, hiçbir şeye. O bakışı anlatamam ama size. Tarif edemem. O ana kadar ikisinin de mutluluğunu, o inanılmaz mutluluğunu içimde hissediyordum, süper bir duyguydu. Ama o bakış, o kadar değişikti ki. Sanki bir anda olabilecek en büyük mutluluğu yaşadım işte bu kadar der gibiydi. Ve atladı.
Evet pencereden aşağı bıraktı kendini. O şokla nasıl uyanmadım bilmiyorum. Aksine o atladığı anda birden kız oluverdim ve odadan salondaki pencereye, sonra da büyük bir hızla aşağıya koşturdum. O ana kadar rüyamda izleyiciyken o anda birden kız bendim ve hayatım boyunca koşmadığım kadar hızla, panikle merdivenlerden aşağı koştum. Çocuğun cansız bedenini kaldırımda, apartmanın önünde toplanmış kalabalığın ortasında kucakladım ve resmen kriz geçirdim. Nasıl, neden, neden, neden, diye ağladım da ağladım. En kötüsü gene de yeteri kadar üzgün hissedemiyordum. Çünkü bir yandan çocuğun atlamadan hemen önceki o bakışını görmüştüm. İçimde o kadar tuhaf bir boşluk hissi belirdi ki, hepsinin üstüne çıktı. Orda öylece kaldırımda dizlerimin üstüne çökmüş, içimdeki boşluğa bir anlam vermeye çalıştım.
Gene de uyanmadım. İçimdeki o müthiş boşlukla ve mutluluğun o kısa süren hayaletini yeniden tutmaya çalışırken, çocuğun ölümünün üstünden zaman geçmeye başladı. İnsanlar anma törenleri gibi birşeyler yapıyorlardı. Birlikte gittiğimiz sinemaya gittim ben de. Oturup, o boşluğa ve o bakışa bir anlam vermeye çabaladım. Bu arada deli gibi de uyanmaya çalıştığımın farkındaydım. Rüyadan kurtulmaya çalışıyordum çünkü, o kadar üzülmeye gelemem diye. O kadar sıkıntı duydum ki, sonunda tanıdığım birileri benimle çocuk hakkında konuşmaya ve teselli etmeye çalışırken kendimi uyandırdım.
Çok çok çok kötüydü. Uyandığımda gecenin 3'üydü ve terden sırılsıklam olmuştum. İçimdeki sıkıntı, zaten tıkalı olan burnumu hepten tıkadı, nefes alamadım bir süre doğru düzgün. Ne anlama gelebileceğini bilmiyorum, büyük olasılıkla hastalığın verdiği rahatsızlık duygusundan gördüm hepsini. Ama o bakış, bir türlü gitmiyor gözümün önünden.

17 Ekim 2011 Pazartesi

Korkunç Ekim Korku Filmleri Serisi II : Psycho (1960)

Korkunç Ekim Korku Filmleri Serisi'nin ilk kısmını 1944'ten "House of Frankenstein" ile yapmıştık. İkinci kısım için 16 yıl ilerliyoruz sinema zaman çizgisinde ve Alfred Hitchcock'un efsaneleşmiş yapıtı "Psycho"ya geliyoruz.
"It's only a movie."
Psycho, Robert Bloch'un aynı adlı kitabından Joseph Stefano tarafından senaryolaştırılmış. Hitchcock'un özellikle siyah beyaz çektiği filmin açılış jeneriği bir korku-gerilim filminin nasıl olması gerektiğini belirtir gibi adeta. Siyah beyaz yatay bantlar görünüp kaybolurken ekranda, aralarında beliren isimlere kitleniyoruz ister istemez. Çünkü arkadan öyle bir melodi geliyor ki kulaklarımıza daha film başlamadan teslim oluyoruz. (Sözkonusu Psycho Theme : http://youtu.be/pFHIZLvxJKY) Ardından ekranda tam yer-saat-mekan-tarih belirtilirken, kamera yavaşça havadan bir otel odasına yaklaşıyor ve Marion Crane ve Sam Loomis adlı iki sevgiliyle tanışıyoruz. Öğreniyoruz ki Sam karısından ayrılmış, çulsuzun teki. Bir hırdavatçı dükkanında yaşıyor ve çalışıyor. Marion ise bir emlakçıda yardımcı-sekreter gibi birşey.  Bir arada bir yaşam kurabilmeleri için gereken para o gün zengin bir müşterilerinin emlakçıya nakit 40 bin dolar getirmesiyle ortaya çıkmış oluyor.
Marion kaçak kadın modunda.
Parayı bankaya yatırmakla görevlendirilen Marion zarfı kaptığı gibi planı kuruyor, bavulunu toplayıp, arabasına atlıyor ve Sam'e doğru yola çıkıyor. Yolda polisle karşılaşıyor, arabasını değiştiriyor, polisi atlatmaya çalışıyor. Ve nihayet ismini gruplara bile vermiş olan Bates Motel'e düşüyor yolu çok yağmurlu bir gecede. Tepenin üstüne kurulu korkutucu evin gölgesinde 12 odalık bomboş bir motel burası. Norman Bates adındaki bir genç adam tarafından işletiliyor. İnce, uzun silüeti ve çocukça gülümsemesiyle Norman aslında ilk bakışta insanın kanının kaynadığı adamlardan. Büyük evde akli dengesi pek de yerinde olmayan yaşlı annesiyle yaşıyor.
Marion bir geceliğine orda kalmaya karar veriyor. Norman'ın getirdiği bir tepsiden birşeyler atıştırırken de muhabbet ediyorlar. Muhabbetin bazı yerlerinde Norman ani sinir, ani gülümseme gibi tepkiler gösteriyor. Marion'ın zaten kendi halinden dolayı sinirleri bozuk. Odasına çekiliyor, bu arada geriye dönüp, parayı iade etmeye karar veriyor. Bir duş alıp, yatacak.
Ve o meşhur duş sahnesi vuku buluyor. Eli bıçaklı katilin karanlık görüntüsüne, vücuda batmadığını gördüğümüz bıçağa ve çıplak kadının flulaştırılan görüntüsüne tanık olduktan sonra filmin diğer yarısı Özel Dedektif Milton Arbogast, Marion'ın kızkardeşi Lila ve Sam ile çıktığımız bir "aslında neler oldu" hikayesine dönüşüyor.
Hitchcock hayatım boyunca ciddi ciddi korktuğum tek filmin, Rebecca'nın, yönetmenidir hep söylerim. Bu yüzden Psycho'yu, hele ki bu kadar efsaneleşmiş bir sinema simgesini izlemeden önce önyargılarım ve korkularım vardı. Ya o kadar iyi değilse, ya ben anlamazsam, ya bana işlemezse? Daha da kötüsü ya sıkılırsam? Ki bunların hepsini tecrübe etmişliğim var, sözkonusu 1990'dan önceki filmler ve özellikle kült filmler olunca. Ama Psycho tüm korkularımı boşa çıkardı :p Tamam gene korkmadım ama gerildim, o gerginliği, "hayır dur oraya girme, yok dur oraya bakma" gerginliğini yaşadım. Neler olacağını tahmin edemedim, ters köşeye yattım tüm sonuçlarda. İşte bu yüzden de süperdi Psycho.
Bir de tuhaflığı vardı yalnız. Bu Norman Bates'i ekranda gördüğüm andan itibaren çok fena bir tanıyormuşum hissi, bir ailedenlik hissi, bir "ben bu insanı daha önce yaşadım" hissi çöreklendi üstüme. İçim ısındı sebepsiz, akrabamı görmüş gibi oldum film boyunca. Dedim ya tuhaf diye. Gerçi 50'ler sonu 60'lar başı elbise ve saç modası kadar tuhaf olamaz gene de. Hay yarabbim o ne öyle? Hayır 50'lerin o ince zevkine hayranımdır normalde, ya da 60'ların sonuna doğru ortaya çıkmaya başlayan o "çiçek çocuk" modası herşeyin üstündedir ama bu filmdeki gardırop seçimleri en az hikayenin kendisi kadar gerdi beni. Ve evet, bu kötü anlamda.
Bir de filmi izleyip, ekranı kapatıp, gidip duş almak nasıl bir lekeli aklın tezahürü, bilemedim. Anlayamadım kendimi.
Filmdeki sanat eseri Bates evi ve ona model olan 1925 tarihli Edward Hopper tablosu "House by The Railroad"
Daha fazlasını okumak isteyenler için : Psycho Film Facts
(Bir de böyle bir yer buldum yeni, iyiymiş, meraklısına : Best Horror Films)
(Korkunç Ekim Korku Filmleri Serisi I : House of Frankenstein (1944))

15 Ekim 2011 Cumartesi

Dehşetengiz Mitoslarda Bu Hafta : Polyphemus'u Kör Eden Odysseus ve Tanrıların Doğuşu

Geçen hafta anlatmıştım Dehşetengiz Mitoslara neden başladığımı (burda.). Bu haftaki mitoloji dersimiz çok fena doluydu. Bir yığın resim, kabartma, vazo, amfora, resim gördüm, inceledim, hikayelerini dinledim, okudum.
Hesiodos'un bronz başı
İlk önce Yunan şiirinin milattan önceki zamanlarındaki bir diğer ve çok önemli şairinin varlığından haberdar oldum : Hesiodos. Homeros'u bilirdim elbet, herkes gibi. Roma dönemindekilere de rast gelmişliğim vardı şairlerin, ama Hesiodos'la hiç karşılaşmamıştım. Ya da karşılaşmıştım da belki, kim olduğuna dikkat etmemiştim. Kendisi M.Ö.8.yy.da yaşamış. Anadolu'nun batı ve kuzeybatısına o zamanlar verilen isimlerden biri olan Aiolia'daki Kyme (İzmir-Aliağa'da bugün) şehrinden Boiotia'nın (ki burası da o zamanın kıta Yunanistan'ında merkezde bir bölge, Attika'nın hemen yanı) Askra şehrine göç etmiş. Babası Dios ticarette başarısız olunca, topraklarını iki oğlu Hesiodos ve Perses arasında paylaştırıp, herkes kendi yoluna demiş bir saatten sonra. Bu Perses bildiğiniz arıza kardeşmiş, Hesiodos da düzgün kardeş. Perses har vurup harman savurmuş elindeki avucundakini, borca düşmüş, mahkemelere taşınmış. Hesiodos da yardım etmiş vaktinde. Anladığım kadarıyla bu Hesiodos Antik Yunan edebiyatının biraz şey figürü, hani Homeros tüm o tanrıların, ölümsüz-ölümlü kahramanların destansılığını anlatırken, Hesiodos zenginleri ve sistemi yeren şeyler söylermiş nerdeyse. Hatta Azra Erhat da yazmış "konu edindiği dünya öyle başka bir dünyadır ki; iki ozanı (homeros-hesiodos) karşılaştıran bir yarışma olduysa gerçekten, Hesiodos'a bağımsızlık ve özgürlük ödülünü vermemek elden gelmez." diye. Çiftçilikte, ekip biçmekle, günlük işlerle ilgili şeyler anlatmış bol bol. Kendi de çobanlık yaparmış zaten. Çobanlık yaparken zaten şiir yazmaya başlamış. Zeus'un kızları Muse'ler (bizim tabirimizle ilham perileri) görünürmüş dağda Hesiodos'a, o da şiir yazarmış böylece. Elimize tastamam ulaşan iki eseri var, daha doğrusu onun olduğu düşünülen. Bir "Work and Days" diye eseri ki bahsettiğim üzere günlük işleri, çiftçiliği falan anlatıyor; bir de "Theogonie" yani adından da anlaşılacağı üzere - teoloji gibi yani - tanrıları anlatıyor.
"Doğrusu başlangıçta sonsuz uçurum (Kaos) vardı, sonra da Yer (Gaia) ve Aşk (Eros)...Gaia yıldızlı Gök'ü, Uranos'u doğurdu, kendisine eşit ve kendisini tamamen kaplayacak biçimde. Gaia' nın Uranos'la birlikteliğinden altı erkek yani Titan'lar altı kız yani Titanid'ler, tek gözlü Kikloplar (Cyclops tekili, Cyclopes çoğulu), yüz kollu Hekatonkheir'ler doğar. Bunlar öz babalarınca sevilmiyorlardı. Çocuklardan biri doğunca, Uranos onu Gaia'nın derinliklerine gömüyor ve huzur duyuyordu; oysa Gaia inildiyordu. Dolayısıyla Gaia bir kurnazlık tasarlar : Çocuklarını ayaklanmaya teşvik eder. Korku tümünü sarar. Bir tek Kronos annesine yardımcı olacağına söz verir. Annesinin yapımı bağcı bıçağıyla Kronos babasının cinsel organını keser ve denize atar. Ölümsüz tohumdan Afrodit doğar; bu ad köpükten doğmuş anlamındadır. Kronos, erkek ve kız kardeşlerini Gaia'nin derinliklerinden kurtarır. Uranos'un yarasının kanından Erinyalar ve Devler doğar."
Bir başka anlatımı da şöyle :
"Hesiodos’a göre başlangıçta yalnızca Khaos yani esneyen boşluk vardı. Sonsuz ve karmaşık Khaos bir gücülükten başka bir şey değildir, böyle olmakla kavranılamaz bir şeydir. Khaos’tan Nyks (Gece) ve Erebos (Yer altı ya da ölülerin bulunduğu dipsiz boşluk) oluşmuştur. Nyks, Khaos’un kızı, Erebos da oğludur, Nyks’den ve Erebos’tan Eros (Aşk) olmuştur, onun olmasıyla düzen ve güzellik karmaşanın yerini almıştır. Eros, Ether’i (Işık) ve Aitheros’u (Gün) oluşturmuştur. Bu arada “her şeyin sarsılmaz temeli” Gaia (Yer) ortaya çıkmıştır. Gaia da Uranos’u (Yıldızlı gök) oluşturmuştur. Daha sonra Gaia ve Uranos başta Okeanos olmak üzere pek çok varlığı oluşturmuşlardır, bu varlıkların başında Kyklops ve Titan’lar gelir. Gaia’yla Uranos’un çocukları Kronos ve Rea tanrıların başı Zeus’un ana-babasıdır. Kyklops denilen devler alnının ortasında iri bir gözü olan yaratıklardır. Dağlar kadar iri olan bu yaratıklardan sonra Titan’lar gelmiştir. Titan’lar da üstün güçleri olan varlıklardır, bunlardan tanrılar oluşmuştur." (Düşünce Tarihi, Afşar Timuçin)
Eleusis amforası, proto-attika işi,M.Ö.650. Eleusis Müzesi'nden.
Hesiodos'un da bahsettiği Gaia ile Uranos'un çocuklarından olan bir çeşidi de Kikloplar. En ünlüleri Poseidon ile bir Nymph olan Thoosa'nın çocuğu olan Polyphemus. Bizim Odysseus vakti zamanında Troia'daki savaştan dönerken, yolu bu kiklopun mağarasına düşmüş. Daha doğrusu kiklopların adası olarak bilinen adaya rast gelmiş gemisiyle ve adamlarıyla birlikte yiyecek ve içecek bulmak amacıyla keşfe çıkmış. Polyphemus'un mağarasındalarken, kiklop gelip mağaranın ağzını kocaman bir taşla kapamış ve Odysseus ile adamları içerde kalmış. Sonra her gün iki adamı yemeye başlamış Polyphemus. Bir gün bir koyununu aramaya çıkınca kiklop, Odysseus bir plan hazırlamış. Bir sopanın ucunu ateşte kızdırıp, bir kenara saklamışlar adamlarıyla. Polyphemus geri döndüğünde Polyphemus'a bir yemek hazırlamış ve Maron'dan aldığı şarabı ikram etmiş kiklopa. Polyphemus şarabı kana kana içmiş, yavaş yavaş uyuşup, uyuklamaya başlamış. Bu arada Odysseus'a ismini sormuş, o da "Hiçkimse (Nobody)" demiş (sanki Jim Jarmusch da Odyssey mi okumuş ne :p ). "Öyleyse bir dahaki öğüne seni yiyeceğim Hiçkimse" demiş Polyphemus da uykuya dalarken.
Atina siyah figürlü oinochoesi M.Ö.6.yy. Louvre Müzesi'nde şimdi.
O öyle dalınca, Odysseus da adamlarının yardımıyla kızgın sopayı tutup, kiklopun alnının ortasındaki tek gözüne sokuvermiş. Kör olan Polyphemus deliler gibi bağırıp, diğer kikloplardan yardım istemiş, "Hiçkimse beni kör etti!" diye. E tabi onlar da bu bizimle dalga mı geçiyor diye bakmamışlar haline. Ertesi sabah Odysseus yine o dahice fikirlerinden (hiç eksik olmaz o fikirleri zaten. Koskoca Troia yerle yeksan oldu senin yüzünden Odysseus mutlu musun şimdi ha? Deli oluyorum ben bu Ody'ye. Bir git, düşünme sen diyesim geliyor.) birini hayata geçirmiş. Kendini ve adamlarını, kiklopların koyunlarının altına bağlamış. Sabah da koyunlar otlatmaya çıkarılırken, Polyphemus özellikle sırtlarını yoklamış koyunların. Hani bu serseriler beni kör etti görmeyim diye, koyunlara binip gitmesinler gibisinden. Ama tabi hayvanların sırtında bulamayınca adamları, çıkartmış koyunları otlatmaya. Odysseus ve adamları kaçmayı başarıp, gemilerine atladıklarında Odysseus geriye bağırmış Polyphemus'a, "Ben hiçkimse değilim. Odysseus'um. Leartes'in oğlu, Ithaca kralı!" diye. O kadar zekice plan yap, kurtul, sonra ettiğine bak Ody. E adını öğrenen Polyphemus, babası Poseidon'a yakarmış tabi. Poseidon da deli olmuş Odysseus', eve dönüş yolunda fırtınanın belanın bini bir para olmuş Odysseus'a. Ama tabi kocaman bir destanın, Odyssey'in konusu.
Sperlonga Mağarası
Bu Polyphemus'un kör edilişi meselesine dair önemli bir heykel eser Sperlonga mağarası diye bir yerde bulunmuş. Sperlonga bugün İtalya'da Lazio'ya bağlı, Roma ile Napoli arasında bir sahil kasabası. Roma döneminde o zamanlar pek moda olan bir sahil kasabasında bir de dağlık yörede villa sahibi olma durumuna uygun düşerekten imparator Tiberius'un bir villası varmış. Villa kompleksi üç kısımdan oluşuyor; bir villanın kendisi odaları falan, bir de sahile yakın bir teras ile mağara. Mağara asıl anıt kısmını oluşturuyor. Girişin hemen arkasındaki bir kare tabanla iç mağara kısımlarından oluşuyor mağara da. Bu giriş kısmında dikdörtgen bir ada var, yemek odası olarak kullanılan. Burda durulduğunda iç kısımdaki heykellerin ve sanat eserlerinin görülebildiği şekilde yapılmış. Orda bulunan heykeller günümüzde Sperlonga Müzesi'nde görülebiliyor.
Odysseus ve adamları Polyphemus'u kör ederlerken, mağaradan bulunan heykel. Sperlonga Müzesi'nde.

14 Ekim 2011 Cuma

The Three Musketeers (2011)

Bu en son "The Three Musketeers" iki Resident Evil filmine imza atmış ve bir üçüncüsünü de hazırlamakta olan yönetmen Paul W.S.Anderson'ın üç silahşörler yorumu. 19.yy.ın ilk yarısında yaşamış olan Fransız yazar Alexandre Dumas'ın belki de en çok okunan ve sayısız kez uyarlanan macerası aynı zamanda. Dumas döneminin en sevilen yazarlarından biridir. 200 yıl sonra bile hala onun kurduğu olay örgüleriyle bezenmiş macera romanları, aksiyonun ve dramanın kralını sunmaya devam ediyor mesela.
Aynı adlı roman ilk kez 1844 yılında basılmış kitap olarak. 17.yy.ın başlarında Fransa'da, XIII.Louis'in silahşörlerinden olan Athos, Porthos ve Aramis'e D'Artagnan da katılınca, Milady de Winter'ın, Kardinal Richelieu ve Buckingham Dükü'nün de dahil olduğu macera dolu olaylar meydana geliyor. Sonrasında bir sürü sequel'i ve prequel'i de yazılan romanda en azından böyle. 2011 tarihli filmimizde de hemen hemen olay bu.
Film Avrupa haritasının üzerinde beliren ve zamanın halini açıklayan bilgilerle başladıktan sonra, bizim yüzyılımızı aratmayan ajan filmleri benzeri açılış sahneleriyle bize kahramanlarımız Athos, Aramis ve Porthos'u yazdığım sırada tanıtıyor. Ha tabi bir de Milady'yi. Gayet aksiyon ve komedi dozu yerinde başladıktan sonra, temiz birkaç sahneyle de ilave silahşörümüz D'Artagnan'ın köyünden Paris'e gelişini, Kardinal'in muhafızı Rochefort'u kendine düşman belleyişini falan izliyoruz. Kılıç dövüşleri, yoktan ortaya çıkan silah patlamaları, ihanetler, ajanlıklar, plan içinde planlar, mücevher odalarına konan lazerler, Da Vinci'nin mahzenindeki bubi tuzakları, uçan gemiler, ülkesine bağlı cesur şövalyeler, ergen krallar ve kraliçeler, güç peşindeki kardinaller, deli gibi dövüşen-atlayan-zıplayan-kandıran ladyler derken filmin tek bir saniyesi bile aksiyonsuz geçmiyor, tempo hiç düşmüyor.
Benim hatırladığım Athos John Malkovich'ti, bu yüzden ondan sonra gözüme girebilecek bir Athos varsa o da Matthew Macfadyen'di. Romanda çizilen babacan Athos portresinden biraz uzak bu filmde Athos ama Macfadyen sert ve kendinden emin duruşuyla gayet iyi Athos olarak. Aramis olarak Jeremy Irons'ı bilirim, Luke Evans bu filmde romana benzer şekilde rahiplikten bozma, devamlı okuyan ve sessiz, görünmez bir Aramis çizmiş. Gerçi pek o Macchiavellist halinden eser yok ama, o da oldukça iyi. Porthos olarak Ray Stevenson beklenenin de üstünde yakışıklı ve formda görünüyor. Benim bildiğim Gerard Depardieu ve Oliver Platt bildiğiniz göbekli, şişmanca, tüm o dövüşlerde kılıcını bile nasıl salladığını bilemediğimiz neşeli, grubun soytarısıydı. Stevenson soytarılık olayına hafifçe dokunuyor, hatta hiç dokunmuyor bu işi hizmetçileri Planchet rolündeki James Corden'e vermişler. Porthos'un fiziki güç ve devasa görünüm olayını öne çıkartmışlar. Ama kötü değil, o da gayet iyi. D'Artagnan rolündeki Logan Lerman'ı ilk ve son defa Percy Jackson olarak izlediğimden filmdeki D'Artagnan halini bir türlü üstüne yakıştıramadım ama elinden geleni yapmış. Orlando Bloom'a kötülük yakışmış bu arada. Buckingham Dükü olarak şeytani gülümsemeleri, mümkünse hiç eksik etmesin bizden. Milla Jovovich ise yüzyıllardır onu nasıl görüyorsak öyle olmaya devam ediyor, valla bir devletin onu işe alması lazım. Düz yola koysanız tırmanacak, takla atacak, ateş edecek, her yeri ele geçirecek bir hali var. Burada da Milady olarak üstüne geçirdiği 17.yy. korseli kabarık etekli elbiselerini hiç sallamadan sanatını icra ediyor, içine bol bol çekicilik katarak. Christoph Waltz'ı Inglorious Bastards'tan sonra Carnage'da izlemeyi umuyordum önce ama ilk bu geldi, o yüzden kendisini gene bir güç sahibi, daha fazla güç isteyen kötü adam rolünde görmüş oldum. Kardinal Richelieu olarak ne yapması gerekiyorsa onu yapmış.
Filme ben bayıldım evet, sinemada kaygısız, tasasız 2 saat geçirip, eğlenip, sonra da kafamı çok meşgul etmeyecek heyecanlı, güzel çekilmiş, güzel oyuncularla dolu keyifli bir film izledim sonuçta. Ama sanırım dünyadaki sinema izleyicileri tarafından çok beğenilmemiş. Hatta bolca tarihi aksaklıklara, hatalara takmışlar. Ateş püsküren, uçan gemiler olmuş, havada karayip korsanları sahneleri yaşanmış, egzotik silahlar kullanılmış çok mu? Film izleyicisine en güzelini vermek adına yapıyor bütün bunları. Tarihte neler olduğunu öğrenmek istiyorsanız açın Gordon Childe okuyun ya da belgesel izleyin. Dumas da demişti zaten "Tarihe tecavüz ettiğimi söylediler ama çok güzel çocuklar doğdu." diye. Senaristler de tarihi alt üst ettiler ama müthiş bir film çıktı ortaya.
Bu da kadınlar tuvaletinde rastladığım manzara. Ve evet, o bir çift siyah çorap.
Bir de bir kez daha Kentpark sineması salaklığını çektim filmde. İlk yarı boyunca görüntü üç boyutluya geçemedi bir türlü. Hatta kayıp duruyordu, insanlardan ikişer tane falan vardı. Altyazılar okunmuyordu birbirine girmiş şekilde. Ancak ikinci yarı düzeltebildiler uzun bir süre gözümüzü bozacak biçimde oynadıktan sonra görüntüyle.
Bu arada o Constance rolündeki Gabriella Wilde nasıl bir şey öyle ya?

My Dearest Nemesis {그놈은 흑염룡 } (2025)

 Baek Su Jeong kızımız liseye gidiyor. Küçük erkek kardeşi ve elektrikçi babası ile yaşıyor ve annesinin küçükken kaybettiklerinden okulda f...