18 Ekim 2011 Salı

Though lovers be lost love shall not


Hastayım. Haftasonundan beri boğazım acıdı, burnum aktı, kurudu, tıkandı, ağzımın içi yara oldu, belime sırtıma ağrılar girdi, gözlerim yandı, sulandı, sesim değişti, başım olduğu yeri beğenmedi...Bildiğiniz griple karışık tuhaf tuhaf şeyler oldum. Hala da devam ediyorum öyle olmaya. Derslere gidemedim. Hoş, dedikodu dışında birşey de kaçırmamışım zaten.
Hasta olunca burnum her zamankinden daha da tıkandığından, genelde daha doğrusu her bir zaman, uykuda problem çekerim. Gene değişmedi bu durum. Daha da kötüsü, hastayken bu az buçuk ateşlenme durumlarından dolayı saçma sapan şeyler düşünme ne bileyim saçmalık ötesi rüyalar görme, kokular, sesler duyduğunu zannetme hali oluşur ya. Yani en azından bende öyledir ve umarım bu bende bir sorun olduğunu göstermiyordur. İlkokuldayken çok pis ateşlendiğim zamanlarda hep aynı şeyi hissederdim mesela. Böyle durduk yere ağzımda bir tahta tadı olurdu. Sanki dilim de tebeşirmiş gibi hissederdim.
İşte böyle hastayken rüyalarım da olduklarından daha da saçmalaşma eğilimi gösterirler. Ki zaten yeteri kadar saçma değillermiş gibi. Üstüne üstlük bir de bu seferki olabilecek en üzücü rüyalardan biriydi gördüğüm. Çok korkutucu, gerilim dolu ya da işte çok sevdiğim insanların ölmüş olduğuna dair rüyalar görmüşlüğüm falan var, öyle birşey değil ama. Hakikaten kötüydüm bu kez.
Zar zor nefes alırken gecenin bir vakti sonunda uykuya daldığımda, bir mahalle ortamındaydım. Şimdilik herkese ve herşeye izleyici olarak bakıyordum. Yani rüyamdaki karakterlerden biri değildim. Efendim bu mahallede böyle lise çağındaki gençlerin oluşturduğu gruplar mevcut (Evet bir miktar "american teenage" etkileri yansımış, belli.). Çok etkili, popüler ve güçlü olanların oluşturduğu bir grup var. Bu gruptakiler böyle bildiğiniz kendini beğenmiş, salak kızlar ve erkekler. Grubun lideri gibi görünen oğlanın kız kardeşi bunlardan biraz farklıydı tabi. Onların, diğerlerinin bir miktar ukala olduklarının falan bilincinde ama gene de onları da seviyordu azıcık. Aklımdaki en belirgin sahne, iki yanı ağaçlıklı çimenli bir yolun böyle ağaçların üstünde yemyeşil bir gölge oluşturduğu ılık bir yaz günü olduğuydu. Yolun bir kenarındaki kaldırım çıkıntısına oturmuş o gruptan gençler vardı. Ortada da birşeyler oynayan, muhabbet eden diğerleri. Bu gruba uzaktan bakan bir başka genç vardı sonra. O da diğerlerinden, yani ezik, kendi başına dolaşan, utangaç ama işte çalışkan tiplerden. Buraya kadar oldukça tanıdık bir hikaye çizgisi aslında. Hatta direkt bir gençlik filmini kafamda baştan izliyor gibiydim.
Sonra anlaşılıyor ki bu ezik genç, gruptaki o aklı selim kıza aşık. Hem de çok fena. Ama gruptakiler onunla o kadar dalga geçme, ona zarar verme halindeler ki yanaşamıyor bile. İşin tuhafı, kız da çocuğun bu hallerini, denemelerini görünce yavaş yavaş ondan hoşlanıyordu. Hatta öyle bir zaman geldi ki o da aşık oldu bu çocuğa. Bir araya gelmeye çalıştılar ama grup dalga geçti, engellemeye çalıştı. Kızın abisi de karşı çıktı baya, dalga geçti ama sonunda kız gruba ve abisine patladı. Bağırdı, çağırdı ve hepsini sindirdi. Hatta sinemaya gittiler kız ve çocuk. O kadar mutlulardı ki kavuştuklarına, ben de resmen içimde hissettim o mutluluğu.
Güzel güzel böyle kavuştular, bir araya geldiler, herşey yoluna girdi. Sonra bir gün kızın evindelerdi, kızın annesi ve babası da vardı. Orasını algılayamadım pek. Hep birlikte yaşıyor gibilerdi. Neyse ev dediğim bir apartman dairesiydi ve sanırım 5.-6. katta falandı. Vakit öğlene yakındı, anne ve baba salondaydı. Çok ferah ve ışıklı olduğunu hatırlıyorum ortamın, pencereler kocamandı sanki. Kız da odanın birindeydi galiba. Çocuk salonda pencereyle masa arasında, ortadaki boş alanda dikiliyordu. Arkasından gökyüzü parlıyor gibiydi ama evin içi gölge olmuştu. Çocuk durdu, başını hafifçe kaldırdı, böyle değişik bir bakış attı. Kimseye, hiçbir şeye. O bakışı anlatamam ama size. Tarif edemem. O ana kadar ikisinin de mutluluğunu, o inanılmaz mutluluğunu içimde hissediyordum, süper bir duyguydu. Ama o bakış, o kadar değişikti ki. Sanki bir anda olabilecek en büyük mutluluğu yaşadım işte bu kadar der gibiydi. Ve atladı.
Evet pencereden aşağı bıraktı kendini. O şokla nasıl uyanmadım bilmiyorum. Aksine o atladığı anda birden kız oluverdim ve odadan salondaki pencereye, sonra da büyük bir hızla aşağıya koşturdum. O ana kadar rüyamda izleyiciyken o anda birden kız bendim ve hayatım boyunca koşmadığım kadar hızla, panikle merdivenlerden aşağı koştum. Çocuğun cansız bedenini kaldırımda, apartmanın önünde toplanmış kalabalığın ortasında kucakladım ve resmen kriz geçirdim. Nasıl, neden, neden, neden, diye ağladım da ağladım. En kötüsü gene de yeteri kadar üzgün hissedemiyordum. Çünkü bir yandan çocuğun atlamadan hemen önceki o bakışını görmüştüm. İçimde o kadar tuhaf bir boşluk hissi belirdi ki, hepsinin üstüne çıktı. Orda öylece kaldırımda dizlerimin üstüne çökmüş, içimdeki boşluğa bir anlam vermeye çalıştım.
Gene de uyanmadım. İçimdeki o müthiş boşlukla ve mutluluğun o kısa süren hayaletini yeniden tutmaya çalışırken, çocuğun ölümünün üstünden zaman geçmeye başladı. İnsanlar anma törenleri gibi birşeyler yapıyorlardı. Birlikte gittiğimiz sinemaya gittim ben de. Oturup, o boşluğa ve o bakışa bir anlam vermeye çabaladım. Bu arada deli gibi de uyanmaya çalıştığımın farkındaydım. Rüyadan kurtulmaya çalışıyordum çünkü, o kadar üzülmeye gelemem diye. O kadar sıkıntı duydum ki, sonunda tanıdığım birileri benimle çocuk hakkında konuşmaya ve teselli etmeye çalışırken kendimi uyandırdım.
Çok çok çok kötüydü. Uyandığımda gecenin 3'üydü ve terden sırılsıklam olmuştum. İçimdeki sıkıntı, zaten tıkalı olan burnumu hepten tıkadı, nefes alamadım bir süre doğru düzgün. Ne anlama gelebileceğini bilmiyorum, büyük olasılıkla hastalığın verdiği rahatsızlık duygusundan gördüm hepsini. Ama o bakış, bir türlü gitmiyor gözümün önünden.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...