10 Mayıs 2011 Salı

Steven Pressfield'dan "SON AMAZON" : Tal Kyrte, Son Özgür Kadınlar

Son Amazon (Last of the Amazons), Steven Pressfield'ın Savaş Dalgaları ve Ateş Geçitleri romanlarından sonra bir kez daha Antik Yunan'a göz alıcı bir yolculuk gerçekleştirdiği romanı.Bilge Kültür Sanat'ın çıkardığı kitabın Türkçesi Sinem Sancaktaroğlu Bozkurt'tan.
M.Ö.1250 dolaylarında bugünkü Yunanistan,Türkiye ve Kırım ile Rusya'nın güneyini içerisine alan bir coğrafyada, sayfalar üzerinden de olsa bozkırın kadınlarıyla birlikte at üstünde uçmanıza sebep oluyor kitap. Yunanlıların Amazon ismini verdiği ancak kendilerine Tal Kyrte (özgür ulus) diyen bu özgür kadınlardan biri olduğunu tahmin ettiğimiz Çiroz Ana'nın anlatımıyla başlıyor Pressfield destanına. Çiroz Ana'nın etrafında olan kızlara hitap ettiği konuşma, diğer bir Amazon kadınının öyküsünü aktarıyor. Atina'da savaş esiri olarak kalmış ve bir ailenin iki kızına dadılık yapmış Selene'nin kaçması ile onu yakalamak üzere peşine düşen bir Yunan birliğinin Atina'dan Amazon topraklarına yolculuğuna konuk oluyoruz sonra. Ancak bu sırada da birlikteki eski kıdemli askerlerin aracılığıyla da bir yandan Selene'nin de katıldığı Atina kuşatmasına dair o destansı öyküyü de dinliyoruz.
Çeşitli Antik dönem tarihçilerinin bahsettikleri savaşçı kadınların Atina'ya saldırılarından yola çıkan Pressfield, bu konudaki diğer pek çok şöhretli ismi de(Antiope,Hippolyta,ve şu sıralar Henry Cavill'in ete kemiğe büründüreceği Theseus gibi.) hikayesinin ana yerlerine yerleştirerek alternatif bir tarih yazıyor belki ama bu o kadar da kötü birşey değil. Kitabın sonunda kendisinin de söylediği gibi gerçekte var olduklarını söyleyemediğimiz gibi, var olmadıklarını da söyleyemiyoruz.
Kitabın içerisinde yaratılan destanla birlikte kaybolurken, bir yandan da Pressfield'ın tarafsızlığını koruma çabalarında yer yer delikler açtığını görebiliyor insan.Bir kadın olarak ister istemez Amazonların tarafında düşünürken insan,yazarın da düzdüğü methiyelere,kadınların özgürlüğüne dair attığı söylevlere de kaptırıveriyor kendini.Bir yerde artık öyle bir hale geliyor ki durum, kadınla erkeğin eşitliği-eşitsizliğinden, yerleşik yaşamın göçebe yaşamla savaşına,uygarlıkla vahşiliğin ayrıldığı çizgiye dolanıyor.
Öte yandan Pressfield'ın o döneme ait, her adımda aktardığı detaylar inanılmaz. O anlatırken Atina'nın her bir taşını, çift ağızlı baltasını sırtından çeken her bir Tal Kyrte kızını, uçsuz bucaksız bozkırda özgürce koşturan atları, hilal şeklindeki kalkanları gözünüzle görüyor, elinizle dokunsanız hissedecekmiş gibi oluyorsunuz. Bazı eleştirilerde kitabın olayı fazlasıyla kanla ve vahşilikle aktardığına dair şeyler belirtilmiş ama sonuçta öyle bir dönemi (ya da en azından öyle olduğu sanılan bir dönemi-hiçbirimiz gidip görmediğimize göre bilen olabilir mi?) anlatmak için kullanılabilecek yöntemlerden birinin de bu olduğu su götürmez. Hem zaten Spartacus:Blood and Sand'i bile izlemiş bir canlı türü olarak artık hiçbir şeyden kanlı diye bahsedilebilineceğini sanmıyorum.
"Kana kan, Demire demir" ve "Eleuthera, Hürriyet demektir."

David Baggett ve Shawn E.Klein'dan "HARRY POTTER VE FELSEFE"

"Harry Potter ve Felsefe" David Baggett ve Shawn E.Klein'ın editörlüğünde 17 yazar-felsefeci tarafından yazılan 16 makaleden oluşan bir Harry Potter felsefesi kitabı.Türkçesi Gökçen Ezber tarafından çevrilmiş ve Güncel Yayıncılık'ın Açık Felsefe dizisi dahilinde 2005'te yayımlanmış.
Çoğunluğu ABD'deki üniversitelerde akademisyen olan yazarlar, sırayla HP dünyasındaki çeşitli olayları ele alıyorlar.Hogwarts'taki 4 ev gibi kitapta da konular 4 ayrı ev başlığı altında toplanıp,dahil oldukları konulara göre inceleniyorlar.

Cesareti temsil eden Gryffindor başlığı altında 'Harry'nin Dünyasındaki Karakterler' cesaretleri,toplumsal konumları ve kişilik özelliklerine göre ele alınıyorlar.Adaleti ve çalışkanlığı temsil Hufflepuff başlığı altında 'Rowling'in Evreninde Ahlak Anlayışı' masaya yatırılıyor.Sosyal adalet,kişisel arzular,sihrin bilimle ilişkisi ve cennet-cehennem konuları irdeleniyor.
Hırsı temsil eden Slytherin başlığında 'Knockturn Yolu ve Karanlık Sanatlar' gözden geçiriliyor.Özellikle sevdiğim bir konu olan Slytherin Neden Hogwarts'ın Bir Parçası sorgulaması yapılıyor.Slytherin evinden yola çıkarak tüm karakterleri de kapsayan genel bir kötülüğün doğası incelemesi yapılıyor.En son da mantığı ve zekayı temsil Rawenclaw başlığında 'Çeşitli Metafizik Konular' kitaplardan da oldukça güzel örneklerle tartışılıyor.Platform Dokuz Üç Çeyrek,zaman yolculuğu ve kehanet konuları oldukça ciddi felsefik altyapılar dahilinde açıklanmaya çalışılıyor.

Kitap her ne kadar hem HP dünyası sakinleri hem de bu dünyaya ciddi ciddi Muggle kalanlar için yazılmış olsa da işini oldukça iyi toparlamış.Sadece Muggle yazarlarının sırf sözkonusu makaleleri yazabilmek için bahsedecekleri bir kitabı okumuş veya filmini izlemiş oldukları çok belli oluyor.Hatta HP dünyasına dahil olduklarını söyleyen yazarlarının bile çoğunda kitapların hepsinin okunmamış olduğu,çoğu ayrıntının bilinmiyor olduğu göze çarpıyor.Sarfettikleri cümleler,bahsettikleri olayın önünü arkasını,içeriğini anlamamış olduklarını gösteriyor çoğu makalede.Ancak gene de kitaplardan yola çıkarak verdikleri örneklere dair yaptıkları felsefik açıklamalar,tartışmalar ve bilimsel kanıtlara varan titiz araştırma sonuçları oldukça kayda değer.
Bir de elimdeki şubat 2005 tarihli birinci basıma ait ciltteki yazım yanlışlarını saymazsak tabi.
Kitaptan oldukça güzel bölümler şöyle:

  • Aslında çocuklar birer filozof olarak doğuyorlar.Çocukların bu anlama tutkusunu kesinlikle,"Neden?"soruları karşısında bunalan yetişkinlerin çabaları engeller.
  • Cesaret doğru olanı yapmaktır ve bu her zaman kolay değildir.Cesaret fiziksel açıdan güvenli olanı ya da sosyal açıdan kabul edileni yapmaktansa,ahlaki açıdan gerekli görüneni yapmaktır.Cesaret,kişinin kendisi için en iyi olanı yapmasındansa,genel olarak en iyi olanı yapmasıdır.
  • Büyük filozof Aristoteles,cesaretin,tehlike karşısında verdiğimiz tepkinin iki uç noktasının tam ortasında yer aldığını belirtir:korkaklığın ve budalaca bir atılganlığın arasında kurulan bir dengedir cesaret.
  • Cesaret bir erdemdir.Güven ise bir tavır.
  • Ayn Rand,insanlardaki kötülüğün,gerçeklerden kaçış ve düşünmeye karşı direniş sonucunda oluşan zihinsel sisin ve kaosun doğal bir sonucu olduğunu söylemiştir.
  • Hoş olmayan gerçekleri görmezden gelmek için duyduğumuz "güçlü dürtü","gerçeğe giden yolda hayallere kapılmamızı engeller".Böylesine bir kendini aldatma,kendi benliğimizde bir "birlik ve denge"oluşturmamızı sağlar ve bizi "olmak istediğimiz ile gerçekte olduğumuz" arasındaki tehlikeli uçurumdan korur.
  • Aslında,Aristoteles'in de belirttiği gibi,bir dost,kişinin öteki benliğidir.
  • Descartes şöyle der:Duyularımızın bazen yanıltıcı olduğunu fark ettim;bu da bize,gerçekliğe ulaşmaya çalıştığımız yolda duyularımıza tam olarak güvenemeyeceğimizi açıkça göstermektedir.".Eğer Descartes bu yanılgılar konusunda haklıysa,gerçek olarak kabul ettiğimiz birçok şeyin salt görünenden ibaret olduğunu da kabul etmemiz gerekmektedir.
  • Descartes'in söylediği gibi:"uykuda olmakla uyanık olmak arasında kesin ayrımlar bulunmamaktadır."
  • Öte yandan düşlerin yalnızca birer görüntü olduğunu ve gerçeklerle bir olmadığını da biliriz;bu yüzden düşler bize bilgi veremez.
  • Yanılmak ya da salt görünene aldanmak için,kişinin öncelikle var olması gerekmektedir.
  • Nozick'e göre Deneyim Makinesi'ni tercih etmemizin bir nedeni,belli şeyleri yapmak istememiz,fakat bunlara ilişkin tek bir deneyime sahip olmak istemeyişimizdir.
  • "Belli bir biçimde olmak isteriz,belli bir insan olmak isteriz."
  • Burada söylenebilecek en genel şey,önyargının kimsenin haketmediği bir davranış biçimi olduğudur.Kısaca söylemek gerekirse,herkes ahlaki saygıyı hak ettiği için,önyargıdan kaynaklanan bir ayrımcılıktan uzak durmak gerekmektedir.
  • "Kayıtsızlık ve ihmal,düpedüz sevmemekten daha fazla hasar yaratır çoğu kez."(...)Benzer biçimde,bireylerine yöneltilen önyargıya kayıtsız kalan,belli düzeyde bir adaletsizliğe göz yuman bir toplum da,düşmanları karşısında kendisini güçsüz hissetmeye mahkum bir toplumdur.(...)Kayıtsızlık,toplumdaki bireyleri bir arada tutan bağları sinsice ve sessizce kopartarak,bizi kendi ilgisizliğimiz ve sevgisizliğimiz içinde boğmaya çalışır.
  • Tam anlamıyla insan olmak,doğru şeyleri yapmak,doğru şeyleri sevmek ve doğru şeylerin peşinde koşmaktır.
  • Ahlaki anlamda kötülük,iradenin özgür seçiminden doğar.Büyük değerler dururken daha küçük değerleri seçtiğimizde,yoksunluklarla karşılaşırız.
  • Bir Ölüm Yiyen bile iyilik yapmaya karar verebilir ve iyi insanlar da kesin olarak kusursuz varlıklar değildir.
  • Büyümenin bir gereği de,önümüzdeki koşulları ve durumları açıkça görmektir.
  • Kötülüğün maskesi düştüğünde karşımızda ölümü görürüz,yaşamı değil.Kötülük kolay bir seçim olarak göründüğünde,Cedric Diggory'yi hatırlayın.
  • Boethius'a göre,kişi kendi karakterini,yaptığı seçimler ve gerçekleştirdiği eylemlerle belirler.
  • Cisimlenme daha çok bir tür karadelik ya da bunun büyü dünyasındaki karşılığı olan bir kanal aracılığıyla yapılan yolculuktur.Karadelikler uzay ve zamandan oluşan birer tüneldir;iki farklı uzay ve zaman ortamını birbirine bağlar.
  • Zaman,bir güç değildir-evren yalnızca,farklı uzay ve zaman çerçevelerinden oluşmuş bir yapıdır.
  • Bertie Botts'un Fasulyeleri gibi,ılımlı deterministler de farklı görüşlere sahip olabilmektedir,fakat genellikle şuna benzer bir görüş benimserler:özgür irade,kişinin dilediğini yapmasıdır.Eğer kişi dilediğini yapabiliyorsa,eğer hiçkimse ya da hiçbir güç buna engel olamıyorsa,bu durumda özgür bir eylem gerçekleşmiş demektir.
  • Kısacası Harry Potter'ın dünyası gerçek kehanetlerin gerçek olduğu bir dünyadır.Peki kehanetler özgür iradeyi tehdit eder mi?Evet eder;dinsel önbilgi özgür iradeyi nasıl tehdit ediyorsa,kehanetler için de aynı şeyi söyleyebiliriz.
  • Aquinas ve Ockham'ın belirttiği gibi,Tanrı'nın bireyin özgür seçimine ilişkin önbilgisi,o seçimin kendisini biçimlendirmediği sürece,kişinin seçimi üzerinde gerçek bir baskı yok demektir.
  • Harry Potter'ın dünyası tıpkı bizimkisi gibi,gerçek kararları aslında bizim verdiğimiz,güç ve gizem dolu bir dünyadır.

7 Mayıs 2011 Cumartesi

Oturan Mühendisin En İyi 10 Dans Sahnesi

Gün boyu eller klavyede,wordün,pdfnin içinde kaybolan bünye haliyle sandalyeye yapışmış kısmını kaldırmak istiyor bir saatten sonra.Yoksa bir tür "Black Swan'daki Natalie Portman ayak parmakları" vaziyetine girmemek içten bile değil sandalye ile.Neyse, insanın canını çektiren sahneler geriye sayımı gerçekleştireyim dedim bu vaziyette.İlk anda aklıma gelen 10 dans sahnesinden oluşan bu liste kişisel hafızam kısa süreli olduğundan dolayı en fazla son 20 yıllık filmleri hadi bilemedik 10 yıllık filmleri içerebilir,ben anlamam,çok birşey beklememek lazım.

10) Save The Last Dance (2001)-->Son sınav dansı
Filmin tamamı benim için önemlidir de gerçi bir sahne seçmek gerekirse:


9)Becoming Jane (2007)-->Jane ve Lefroy'un son balo dansı
Her defasında mideme taş koymuş gibi yapan,bacaklarımı tutmaz hale getiren birkaç sahneden biridir bu.
Onun için gidersin oraya,büyük umutlarla.Ararsın,yoktur.Beklersin,beklersin,umutların tükenir,yok olur.Tam vazgeçtiğin anda sana geri döner,yaşamın da içine geri dolduğunu hissedersin, o da hisseder.

Ne yaptın sen bize Jane...

8)HP&The Deathly Hollows Part I-->Harry&Hermione Dansı
Biliyorum,ama utanmıyorum.Herşeye rağmen,ne olursa olsun,gerçek arkadaşlığın aslında ne demek olduğunu,en karanlık anların önüne geçebilecek,herşeyi aydınlatabilecek böyle birşeye sahip olabilmenin ne demek olduğunu anlattığı için...


7)Step Up 2 The Streets (2008)-->Yağmur altında son dans
İşte sırf heyecan,hareket.En saf haliyle,hap niyetine 21.yy.dansı.

Benim göbeğim-bel çevrem de bir gün böyle olabilir mi diye düşünmekten,hayallere dalmaktan kendini alamıyor insan:)

6)Swing Kids (1993)
Akıllara zarardır bu...


5)Frida (2002)-->Tango
Söze gerek var mı ki?

4)The Mask of Zorro (1998)-->Tango
Artık tango mu paso doble mi ben bilemem.Tek bildiğim bu müziği her duyuşumda tüylerimin diken diken olduğu ve Catherine Zeta-Jones'un bir daha hiçbir zaman bu kadar güzel olmadığı,olamadığı.

3)Dirty Dancing Havana Nights (2004)-->Salsa Yarı Finali
Tüm film,Küba,Romola,Diego,herşey...Aslında bu filmin ikinci en sevdiğim dansı ama ilkini şimdilik anmayalım.
Youtube'daki bu sahneye ait tüm videolar embed edilemez olduğundan dolayı sahneden bir resimle linki veriyorum: http://youtu.be/A414fDJeljw







2)Moulin Rouge (2001)-->Roxanne
Küçüktüm,ufacıktım,ağlattılar,içim dışıma çıktı.Ama bir bunu unutmadım.

Her masal mutlu mu olacak...

1)Dirty Dancing Havana Nights (2004)-->Silver Screen Dance(böyle geçiyor valla)
Dediğim gibi,herşeyini sevdiğim filmin en iyi dansı budur.Biraz art niyetle 18+ görülebilir ama değildir.Diğer sahnelerden ayıran onların üstüne taşıyansa Heitor Pereira'nın o inanılmaz, bu notalar dünya üzerinde bir araya gelmiş olamaz dedirten melodisi.
Yine aynı şekilde-sanırım tüm Dirty Dancing görüntülerine uygulanan birşey bu-embed yapılamaz olduğundan sahneden bir resim ve link:http://youtu.be/zJLfHXMnHP8




Hadi bakalım oturmaya devam öyleyse:)

5 Mayıs 2011 Perşembe

"Mind is a razor blade"

Bugün çiseleyen yağmurun kararttığı gökyüzü eşliğinde dersten eve dönerken otobüste sebepsiz yere aklıma şu sahne geldi:

(-Oh, Tanrım!Bu inanılmaz!
-Evet! Bu bir hayalinin gerçeğe dönmesi.
-Ee, yanında kimin olmasını istiyorsun?...Git.Tamamdır. Git.
-Hey! Güzel şut.
-Güzel bacaklar... birazcık sütün gibi.
-Görüşeceğiz.
-Görüşeceğiz....Hey, Peyton!Sensin.
- Ne?
-Hayallerim gerçeğe döndüğünde,yanımda olmasını istediğim kişi sensin.Sensin, Peyton.)
6 sene soluksuz,ardından bir sene de baştan sona izlemenin neticesinde beynim kendi anılarımmışçasına çeşitli sahneleri geri çağırabiliyormuş demek ki.
İlginçtir bu "tüm hayallerin gerçek olduğunda yanında olmasını istediğin kişi" konusu.Tam herşey işte şimdi oldu,dilediğimin de üstünde mutlu oldum dediğiniz anda gözünüzün buluştuğu kişi kim olmalıdır?Sadece çok sevdiğiniz,aşık olduğunuz,hayatınızın kilit anlarında yanınızda olduğunun farkına vardığınız kişi mi olmalı?Yoksa o andaki bakışlarınıza aynı bakışlarla karşılık verebilecek,sizin "o anınızı" aynı şekilde anlayabilecek olan kişi mi olmalı?Yani bir anlamda hayaller gerçek olduğunda yanınızda olmasını istediğiniz insan sizin için mutluluğun kaynağı olan mı yoksa o mutluluğu sırf sizin için önemli olduğundan dolayı kendi mutluluğuymuş gibi karşılayabilecek olan mı?
Bu noktada beynimin çağırdığı bir diğer görüntü de şu oluyor:Dawson's Creek'in 6.sezonunun ilk bölümü "The Kids Are Allright"ta tüm yaz görüşmemelerinin ardından Dawson,doğumgünü hediyesini vermek üzere Joey'nin yurt odasına geliyor ve şu lafları ediyor:
Hayallerimi gerçekleştirmenin bana yakıştığını söylemiştin ya?Bunu düşünüyordum ve sen olmasaydın hiçbir hayalimi yaşayamazdım herhalde.Kendimi sürekli gerçek üstü durumlar içinde buluyorum ve her seferinde beynimin arka taraflarında küçük bir ses "Joey beni görse ne düşünürdü?" diyor.Sanırım herkes kendisini zorlayan ve daha ileri gitmelerini sağlayan birine sahip.O kişi benim için sensin.Belki bu yaz konuşmamış olabiliriz.Kim bilir? Belki giderek daha da az konuşacağız.Ama itiraf etmeliyim Joey, bunu hissetmiyorum.Çünkü nereye gitsem sen de benimlesin.Doğum günün kutlu olsun.
(Orijinali:You know what you were saying before, about how living my dream agrees with me? I've been thinking about that and I want you to know that I probably would not be living any dream at all if it weren't for you. I mean, more and more I keep on finding myself in these incredibly surreal situations and every time... I always kind of, in the back of my head just think, "what would Joey think if she could see me right now?" You know, I guess everyone has someone who challenges them and makes them shoot for something just beyond their reach. You're that person for me. So, yeah, maybe we didn't talk this summer, and who knows, maybe we'll find ourselves talking less and less as time goes on and life gets more and more in the way, but... I gotta say, Jo, I don't feel it. 'Cause you're with me everywhere I go. Happy birthday.)
Hayallerin gerçek olduğunda bunları gerçekleştirmeni sağlayan biri de olmalı yani.Onun varlığı bu hayalleri gerçek kılmalı,sen bile inanmazsan o inanmış olmalı.Sırf "senin hayallerin" oldukları için onlara değer vermiş olmalı.Nereye gitseniz,ne yapsanız,kafanızın içinde,mantığınızın gerisinde bir yerlerde sesini duyduğunuz biri olmalı.
O hayalleri sırf bu kadar olağanüstü,sırf bu kadar "başarılmış" yapan da onları "o" kişiyle paylaşacak olduğunuzu bilmek bu durumda.Ama bu da şunu düşündürtüyor:Mutlu olduğunuzda,herşey gerçekleştiğinde yanınızda birini istiyor musunuz?Mutluluğun göğsünüzü yırtarcasına sizi aşıp,havalara fırlattığı o durumda olduğunuzu hayal ettiğinizde yanınızda birinin olduğunu görebiliyor musunuz?Gözlerinizi kapayıp,o ana gittiğinizde ilk kimi görüyorsunuz?O ilk saniyede,delicesine mutlu olduğunuz o ilk saniyede size aynı şekilde taşan bir mutlulukla baktığını gördüğünüz kişi kim?
Sanırım ufak çapta mutlu hissedince kendimi aklıma geldi sadece.
"Çünkü nereye gitsem sen de benimlesin."

4 Mayıs 2011 Çarşamba

AWAY WE GO (2009)

Sabit Uyarı: Bu ibarenin olduğu her bir film anlatısı-incelemesi,önceki senelere aitti.O yüzden "yok spoiler dı,yok efendime söyleyim film kritiğiydi başıydı sonuydu", yer alabilir, içinde geçebilir, birşeyler olabilir. Ben anlamam, demedi demeyin.


Aile kurmak zor zanaat. Ne yapacağına, nasıl yaşayacağına veya belki de nasıl yuvarlanıp gideceğine karar vermek daha da zor zanaat. 
Burt ve Verona'nın öyküsü de bir anlamda bu sorularla boğuşmalarının eğlenceli, sıcak, bolca da komik versiyonlarından biri. Dağınık ama telaşsız, dertsiz bir ev görüntüsünden şişmiş bir karın görüntüsüne geçişle başlıyor film böylece. Burt ve Verona 30larını yarılamak üzere iki sevgili. Aslında tam bir "birlikte hayat" kurmuşlar, sadece evli değiller. Burt'e kalsa hemen evlenecekler ama Verona istemiyor. Sadece evliliği gerekli görmüyor. Burt sigortacı, Verona ise kendi çizim ajansı gibi bir şeyde çalışıyor. Hamileliğinin altıncı ayında Burt'ün ailesi Belçika'ya yerleşeceklerini söyleyince, tüm plan alt üst oluyor. Verona'nın anne-babası ölmüş (neden bilmiyoruz), bu yüzden bebeği büyütürken yanlarında olacaklarına güvendikleri büyükanne ve büyükbaba figürü de gideceklerini söyleyince çiftimiz bir parça umutsuzluğa bir parça da kendilerini sorgulama durumuna düşüyorlar.
Bunun sonucunda da onları şu an yaşadıkları yere bağlayan bir şey kalmadığını anlayıp, çocuklarını nerede büyütmek istediklerine dair düşünmeye başlıyorlar ve yollara düşüyorlar. Verona'nın eski patronunun yanına Phoenix'e, Verona'nın kız kardeşinin yanına, Montreal'deki üniversite arkadaşları bir ailenin yanına ve en son olarak da karısı tarafından terk edildiğini haber verdiği için apar topar Burt'ün erkek kardeşinin yanına Miami'ye uzanan yollarında tuhaf hatta kaçık insanlarla, nasıl çocuk yetiştirileceğine dair saçma sapan deneyimlerle, dünyanın adaletsizliğiyle, ilginç aile tipleriyle, terk etmenin ya da edilmenin çirkin yüzüyle karşılaşıyorlar. Yolla birlikte yeni şeyler görüyorlar, yeni tecrübeler ediniyorlar ama hep aynı kalıyorlar. Çünkü hikayenin başından beri birbirine aşık, birbirinden asla kopmayan bu çiftin farkında olmadan anlatmaya çalıştığının da aslında bu olduğunu görüyoruz. Onlar kendilerinin düşündükleri gibi beceriksiz ya da çuvallamış değiller, değişmelerine, değiştirmelerine gerek yok çünkü zaten dünyaya getirecekleri çocuk için de birbirleri için de mükemmeller. 
Yönetmen Sam Mendes sakin ama tablo gibi yol görüntüleriyle yolculuğu aktarıyor film boyunca. Burt ve Verona'nın aşkınıysa tutkulu ya da aksiyonlu bir halde almıyoruz bünyemize. Onlar kadar sakin, onlar kadar gerçek ve samimiyet dolu olarak hissediyoruz. Başrollerde The Office'den bilinebilecek John Krasinski ile Saturday Night Live'ın en yeteneklilerinden Maya Rudolph var. Ama yetenekli oyuncular geçidi film boyunca Catherine O'Hara, Jeff Daniels, Maggie Gyllenhaal ve Josh Hamilton gibi isimlerle sürüyor. Away We Go bir buçuk saatlik, sıcak, sakin, gülümsetici ve belki bir parça da düşündürücü bir film. George Harrison'ın filmde duyulan sesinin söylediği gibi "Tell me, what is my life without your love,Tell me, who am I without you, by my side".
Bu arada soundtrackinin de ayrı bir güzel olduğunu söylemek gerek.

2 Mayıs 2011 Pazartesi

BEN MASUMUM! (BÖLÜM 4-SON)

Birinci,ikinci ve üçüncü bölümlerde anlattıklarımı böylece bitirmiş oluyorum.Bu vesileyle de tekrar etmiş oluyorum:Böyle olmamım suçlusu tamemen bu filmler.Ben masumum!

16)Stargate (1994)

Zaten Indy'den hızımı almışım,kopmuş geliyorum,üstüne bir de bu yapılır mı?Hayallerin gerçeğe dönüşmesi,ete kemiğe bürünmesi gibi birşey o yaştaki bir çocuk için.Howard Carter efsanesi gibi bir dekorda bulunan gizemli bir nesne,Mısır'ın herşeyi tozu toprağı kumu,sadece öğrenmek için uğraşan yaşlı bir teyze,kimsenin iplemediği ama herşeyi ortaya çıkaracak olan zeka-Dr.Jackson ve 90'ların popüler olayı-kafayı yemiş-kendi problemleri olan eski asker.Eski Mısır'ı da ortaya çıkaran güçlerin yeni hakimiyet alanı olan galaksiye açılan bir yıldız geçidi.Ardından gelen birçok dizinin,devam filminin ilham kaynağı olmasına rağmen artık pek az kişi Stargate'i gerçek Stargate'i hatırlayabiliyor.Ben de çok denedim izlemeyi o diğerlerini ama hiçbir şey gerçek olanın,o ilk olanın tadını vermiyor,izleyemedim bir türlü.Yıllarda da hep bir gazetenin ön sayfasından şekiller görmeyi,birleştirebilmeyi hayal ettim durdum.Bana etkisi:Artık dizginlenemez hale gelmiş saplantı.Dr.Daniel Jackson olmak gibi anlamsız bir istek.Çok zor koşullarda ulaşmaya çalıştığım kaynaklarla kendi kendime hiyeroglif okumayı öğrenebileceğim düşüncesi.Beni de evden bir milyon ışık yılı uzağa götür ey Yıldız Geçidi!

17)Indiana Jones Üçlemesi (1981,1984 ve 1989)

Hala düşünürüm,o adamı elinde kamçısı ve başında şapkasıyla görmemiş olsaydım o yaşımda,şimdi hayatım nasıl olurdu acaba?Daha mutlu olur muydum?Herşey daha kolay olur muydu?

18)Tosun Paşa (1976)

Haddi hesabı yok.Mısır valisi,Yeşil Vadi,konaklar,hamamda kavga,...Bana etkisi:Abimin taklitte annemi geçmiş olduğu gerçeğini öğrenmem.Tabi bir de her yol Mısır'a...

19)Bloodsport (1988)

Van Damme seneler sonra buralarda BBG evlerinde madara olmadan önce kalplerimizdeki yeri buydu,böyleydi.Gerçi olsun ben inatla unutuyorum o hadiseyi,hep eski Jean-Claude'u hatırlamaya çalışıyorum.Gözümde büyüttüğüm asil bir dövüşçü var nihayetinde,gün gelecek büyüyeceğim ve onun gibi kötü adamları benzeteceğim.Bana etkisi:Bodur ve çelimsiz olmanın olduğun yerde sıçrayıp,uçan tekme atabilmeye engel olmadığını kanıtlama serüveni ve sonucunda arka üstü yere çakılma-her defasında.

20)Braveheart (1995)

Çocuk aklıma yanlış fikirlerin-özgürlük,mücadele,cesaret,iskoçya-girmesinin başlı başına sorumlusu.Highlander'ın sunduğu İskoçya simgesi ne kadar fantastik ve heyecan verici olduysa Braveheart'ınki bir o kadar tokatlarcasına gerçek gelmişti.Gözümü kapadığımda hala Wallace'ın elinden düşen o mendili görebiliyorum mesela.Bana etkisi:Freedooooooooooooooom!diyeyim siz anlayın.

1 Mayıs 2011 Pazar

The Runaways (2010)


Rock'n Roll, 1940'ların sonuyla 50'lilerin başına denk düşen yıllarda Amerika'da ortaya çıkmış bir müzik türü. İlk başlarda blues, country, jazz ve gospel gibi türlerin etkilediği bir karışımdan oluşmuş olsa da o zamandan bu yana geçen 60 yılda, 20'nin üzerinde türe bölünerek en fazla dinlenen ve satan müzik türü olmayı başardı.
Runaways grubu ise "She started dancing to that fine fine music/Her life was saved by rock and roll" dediğinde yıl 1976'yı gösteriyordu.The Runaways bu sırf (15-16 yaşlarındaki) kızlardan oluşan rock grubunun kuruluşunu ve bir anlamda birkaç yıl içerisindeki ani yükselişi ile dağılışını anlatıyor. Asi ve sert kızımız Joan Jett elinde elektrogitarıyla hep hayalini kurduğu müziği yapmak için fırsat kollayarak ortalıkta takılırken, bir gece zamanın ünlü ama kaçık ruhlu prodüktörü Kim Fowley'la karşılaşıyor ve derdini anlatmayı başarabiliyor. Fowley, diğer bir aynı yaştaki bateri çalan Sandy West ile Joan'ı bir araya getiriyor ve Runaways'ın temelleri atılmış oluyor. Basçı Lita Ford ve gitarist Robin ile de grup nerdeyse tamamlanıyor. Vokalleri ilk başta Joan yapıyor olsa da Fowley, zamanın ruhuna uygun olması için bu kızların ön sırasına bir tane de sarışın bir bomba niyetine bir eleman geçirmek amacıyla Cherrie Currie'yi buluyor.
Amerika'nın orta ve alt sınıfının 70'lerin sonundaki hali içinde dağılmış aileler, ilgisiz anneler,alkolik babalar,uyuşturucu,şöhret ve rock müziğin neon ışıklarla ve dumanlı görüntülerle dansı ortaya seriliyor böylece hikayede. Başıboş gençlerin ani gelen şöhret ve istediğini yapma ortamında nasıl ani yükselişler ve düşüşler yaşadıkların gibi klasikleşmiş konuların etrafında dönmesinin yanında film çoğunlukla yaşanmış gerçek durumları gösteriyor, yer yer değiştirilmiş ayrıntılarla. Cherrie Currie'nin yaşadığı o yıllara dair yazdığı Neon Angel kitabından uyarlanan senaryo gerektiğinde yavaş gerektiğinde hızlanarak rock ruhunu yansıtmaya çalışıyor, tabiki 70'lerin rock'ından bahsediyoruz. Led Zeppelin'in Stairway To Heaven'ının, Queen'in Bohemian Rhapsody'sinin, Sex Pistols'ın Anarchy in the UK'nin ve The Ramones'in olduğu yıllar.
Runaways hakkında daha önce birçok program ve film hazırlanmış ancak böyle sansasyonel oyuncularla çekilen ilk anlatım bu seferki. Kim Fowley karakterinde Michael Shannon belki durumu iyiye çevirmeye çabalasa da Dakota Fanning'in baygın bakışları Cherrie Currie'yi yeteri kadar hissettirememenin yanında Fanning'i resmen dayanılmaz kılıyor. Kristen Stewart'a ise tarafsız bakmak - tüm filmografisini izlemiş bir sinefil olarak en azından benim açımdan- mümkün değil. Film birşeyler anlatmaya çabalıyor, gösteriyor ama gene de en iyi kısımları oyuncuların kendileri tarafından yapılan performanslar oluyor. Bu yüzden en azından kulaklarımızda Cherry Bomb'ın lezzeti kalarak bitirelim.

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...