3 Nisan 2016 Pazar

Pride and Prejudice and Zombies (2016) saçmalığı

kaynak: FancyDress
Herhalde sene 2010 falan, emin değilim. O günlerde Tunalı'daki 6 katlı D&R'da dolanırken bir kitaba denk gelmiştim, Aşk ve Gurur ve Zombiler diye. Elime aldım bakmak için ama kahkahayı da koyverdim. Yani Jane'in kitaplarından, hayatından, etinden sütünden, suyunun suyundan yararlanmaya çalışmaları artık alıştığım bir durumdu ama böyle bir fikir de yeniydi hani. Ulan acaba mı demedim değil, acaba iyi midir fena değildir belki falan dedim. Ama azcık inceleyince anlaşılmıştı, bunu da bir kitap diye basmışlardı işte yapacak birşey yoktu. Çok da sallamadan geçtim gittim.
Ta ki geçen sene Douglas Booth'un instagramında haberlere rastlayana kadar. Yeminle şoka girdim ya. Hadi kendini bilmezin biri (Seth Grahame-Smith) yapmış bir delilik, hatta resmen bence kendini eğlendirmek için yazmış ama siz ne akla hizmet buna onca para döküp film yapıyorsunuz? Hayır o yapımcılar falanlar filanlar kitap çok manyak sattı eh filmi de kazandırır mı ki diye para hırsıyla kollarını sıvıyor da, bu oyuncular nasıl kabul ediyor böyle bir şeyin içinde yer almayı? Hayır hiçbiri de öyle eften püften, kenarda köşede kalmış, ev kredisinin son taksidinin zamanı geçmiş insanlar değil ki mecburiyetten girişsinle bu işe. Bir tanesi, son dönemde - belli ki arkası sağlam- her bir şeyde oynamaya başlayan Lily James. Bir diğeri iyi kötü de olsa habire kendine rol bulan Sam Riley. Öbürü kendini Ben-Hur olarak bile bulmuş olan Jack Huston. Charles Dance, Matt Smith (doktooooor! ah doktor!), Lena Headey ve benim de işlerini takip ettiğim Douglas Booth gibi oyuncular yani. Ay ben mi çok büyütüyorum bu insanları, çok mu ciddiye alıyorum acaba. Onlar da mı eğlenelim diyorlar mesela. Amaan iki güler eğleniriz sonra da hoop paramızı alırız mı diyorlar.
kaynak:ScreenRant
Ne bileyim böyle saçma bir durum işte. Valla boşa giden 1 buçuk saatimi geri istiyorum. Hayır neden izlemeye devam ettim onu da bilmiyorum. Yani şöyle düşünün, herşey kitaptaki gibi birebir hatta cümleler falan. Ama arada zombiler çıkıyor. Jane'in o virgül manyağı cümlelerini ellerinde kılıç, zombi deşerken bir yandan da söylemeye çalışıyorlar tüm ciddiyetleriyle. Darcy'nin Elizabeth'e ilk teklifini mesela, Collins'in evindekini hani, birbirleriyle ölesiye dövüşürken yapıldığını hayal edin. Aa durun hayal etmenize gerek yok, aynen çekmişler. Ya var ya. Neyse.
kaynak:ArchitecturalDigest
Gerçi Sam Riley'yi onca saçmalığın içinde bile izlerken demedim değil, şöyle esaslı bir uyarlamasında hiç de fena bir Darcy olmazmış ondan. Ya da Douglas Booth'tan gayet de olmuş olurdu Bingley. Elizabeth içinse ben oldum olası kimseyi yakıştıramadım, ona birşey diyemeyeceğim o yüzden. Herkes bir şekilde işini kotardı perdede de tvde de. Ama benim o satırları okurken aklımda canlanan şeye hiçbiri uyamadı.
Demem o ki böyle saçmalıkları hep yapıyorlar, yapacaklar da. Benim düştüğüm hataya düşmeyin. Sırf Jane'le ilgili ucundan kıyısından bir şey diye, bir bakayım demeyin.

Grazia Deledda'nın "Sardinya Efsaneleri"

kaynak: Wikipedia
Sardinya yanda gördüğünüz gibi İtalya'nın batısında bir ada. Akdeniz'de en büyük Sicilya, sonra Sardinya (sonra da Kıbrıs). İtalya'ya bağlı bir özerk bölge olarak geçiyor normalde günümüzde. Kendi içinde bir dolu kültürü, farklı dili barındırıyormuş ben yazanların yalancısıyım. Şuncacık yer zaten neresinden baksan ada diyor insan ama bu İtalyanca'nın yanında kendi dilini konuşan insanlar mutlu mesut yaşıyor gibi görünüyor orada (çok saçma, neden savaşmıyorlarsa değil mi?). İklim zaten Antalya gibi, içerilerde biraz bir karasal iklim gibi. Etrafta kaleler, şatolar, ohh. (http://www.regione.sardegna.it/)
Grazia Deledda teyze
kaynak:Wikipedia
Bu oldukça kendine özgü bir kültüre sahip gibi görünen şirin adanın bu kültürü insanlarının biriktirdiği bir dolu efsaneyi de barındırıyor. Barındırıyormuş yani Nobel ödülü sahibi Grazia Deledda öyle diyor. Oturmuş 13 efsaneyi de yazmış, Ama bunlar öyle uzun uzun, kocaman efsaneler değil. Öyle birşey beklemeyin, ben bekledim yanıldım. Genelde 2-3 sayfalık hikayeler bunlar, hatta Madam Galdona resmen 2 paragraf. Konu çeşitliliği sıfır. Hatta bazen çok tanıdık gelebilen şeylere de rastlayabiliyorsunuz. Eh böyle hep aynı şeyi hem de birkaç sayfada bir tekrarlaya tekrarlaya anlatınca 101 sayfa bile olsa kitap insana bıkkınlık veriyor. Yani insan doğduğu büyüdüğü yere bağlı olabilir evet, oranın kültürü falan da daha şahane gelebilir olur öyle şeyler insanın objektif olabileceği konular değil belki bunlar. Ama hakikaten sormak istiyorum Deledda'ya saçma olmamış mı bu? Yani insana ilginç gelebilecek hiçbir şey yok. Kendisi bile anlatırken sıkılmış sanki, böyle böyle işte deyip deyip geçivermiş. (Gerçi 1936'da ölmüş kadına da laf etmiş gibi oldum ama.)
Yani ben elimdeyken kitap sık sık dedim kendime ben niye böyle şeyler okuyorum ya diye. Valla ben niye böyle şeyler almış olarak buluyorum kendimi? Neyse, okuyun demeyeceğim ben, ama gene de siz bilirsiniz.
(Bendeki Can Yayınları'nın mart 2011 tarihli 1.basımı, Kemal Atakay İtalyanca'dan direkt çevirmiş. Arkasında 8,5 tl yazıyor. KitapYurdu'nda netten 8,05 tl görünüyor.)

Gotik Serisi:
1-gotik edebiyatın başlangıç noktası, Horace Walpole'un "Otranto Şatosu"
2-Friedrich Schiller'in Hayaletgören'i
3-Ann Radcliffe'ten "Sicilya'da Bir Aşk Hikayesi"
4-Friedrich de la Motte Fouqué'nin "Undine"si
5-E.T.A.Hoffman'ın "Gece Tabloları" 
6-ilk dişi vampir, Joseph Sheridan Le Fanu'dan Carmilla

7-Robert Louis Stevenson'dan "Dr.Jekyll ve Mr.Hyde ve Diğer Fantastik Öyküler"

31 Mart 2016 Perşembe

Robert Louis Stevenson'dan "Dr.Jekyll ve Mr.Hyde ve Diğer Fantastik Öyküler"

"(...)Hakikaten de hatalarımın en beteri, mizacımda yatan sabırsız bir neşelilik haliydi. Pek çoklarına memnuniyet verebilecek ama benim başımı dik tutma ve toplum içinde ağırbaşlı görünme yönündeki güçlü arzumla bağdaştırmakta zorlandığım bir özellikti bu. Haliyle zaman içinde memnuniyetimi gizlemeye başladım ve derin düşüncelerin hakim olduğu yaşa erişip de etrafıma bakınmaya, kaydettiğim aşamaları, dünya üstündeki yerimi değerlendirmeye başladığımda, hayatımda muazzam bir ikiliğe kendimi çoktan adamış durumdaydım. Benim suçlu olduğum türden istikrarsızlıklara pek çok kişi normalde ifşa olurdu ama ben, kendim için belirlediğim saygın hedeflerden dolayı o istikrarsızlıkları neredeyse ölümcül bir utanç duygusuyla sakladım. Dolayısıyla beni olduğum gibi yapan şey; hatalarımdaki belli bir kötüye gidiş değil, emellerimin hoşgörüsüz yapısıydı.(...)Kısmi keşfiyle bile beni perişan eden bir hakikatti bu; insan aslen bir değil, iki idi.(...)Gördüm ki bilincimde rekabet eden iki tabiatımdan hakikaten biri olduğum söylenebilse bile, bunu mümkün kılan şey aslında temelde her ikisi birden oluşumdu.(...)Bunların her biri, diyordum kendi kendime,farklı kimlikler içinde barındırılabilse, hayat tüm katlanılmazlıklarından arındırılabilir. Adaletsiz olan, namuslu ikizinin emelleri ve pişmanlıklarından kurtulup kendi yoluna gider; adaletli olansa gitgide yükselen yolunda sebat ve güvenle ilerleyerek kendisine keyif veren iyilikleri yapar. Üstelik artık ondan ayrılmış olan kötünün eliyle yarattığı utanç ve pişmanlığı yaşamak zorunda da kalmaz. Birbiriyle uyuşmaz tomrukların böyle aynı demette desteklenmesi; bilincin ıstırap dolu rahminde bu zıt ikizlerin daima çekişmesi, insanlığın lanetiydi. O halde nasıl ayrışacaklardı?"
Doktor Henry Jekyll'ın bu düşüncelerle başladığı bilimsel çalışması onu sonrasında Londra'nın kasvetli sokaklarına ve insanlarına korku salan karmaşık olayların ortasına düşüverir. İnsanın doğasını çözdüğünü düşünen Doktor Jekyll aslında en temelinde bakıldığında tamamen bencilce bir uğraş içinde gibi görünüyor. Ama bu çabası ne kadar bencilce olursa olsun bana o kadar anlamlı geliyor ki. Ara ara ben de bahsederim ya içimde iki ayrı ben var sanki habire çarpışıp duruyoruz diye, elimde olsa ben de Doktor Jekyll gibi doğamdaki bu iki ayrı kişiliği tamamen ayrı bedenlere ayırmak isterdim. Tıpkı doktorun nedenleriyle aynı nedenlerden. Doktor Jekyll ne kadar neşeli, idealleri olan, iyilik peşinde koşan bir adamsa; Mr.Hyde da bir o kadar sabırsız, bencil, fevri. Bir arada, aynı bedende olduklarında belki çoğunlukla doktorun iyi mizacı ve mantığı bir orta yol bulduruyor ama bu bulduğu orta yolda ilerlemesi süresince Hyde'ın içerden dürtüklemelerine maruz kalıyor ve iç dengesizliği, tatminsizliği, mutsuzluğu bir türlü gitmiyor. Belki bu iki ayrı kişiliği ayırırsa her ikisini de birbirinden kurtarmış olacağı için her ikisi için de saf mutluluğu elde edebileceğini düşünüyor.
R.L.Stevenson abimiz,
üstünden başından yüzünden
resmen sempatiklik akıyor abimizin
ama değil mi a dostlar
kaynak:Author's Stream
Ama kitap sadece bu hikayeden oluşmuyor. "Ceset Hırsızı" ve "Olalla" isimli iki ayrı hikaye daha var. Stevenson'ın bu üç hikayesinde de doğaüstü öğelerle yarattığı gotik ortama şahit oluyoruz. Ceset Hırsızı yapısı itibariyle daha iyiydi bana göre. Ulaştığı nokta da daha keyifliydi. Olalla biraz baygın geldi bana, esas oğlanımızın sayfalarca aşkına terennümlerini dinliyoruz. Dr.Jekyll ve Mr.Hyde ise beklediğimden çok farklıydı. Ben hep fiziki yapı hem de içerik olarak daha farklı bir şey hayal etmişim bu hikayeyi senelerdir duyduğumda. Oysa Stevenson'ın yazdığı haliyle hikaye benim hayal ettiğim o aksiyondan, kavga gürültüden oldukça uzak mesela. Daha karanlık bekliyordum, Stevenson daha kasvetli bir anlatım seçmiş belki ama gene de o kadar karanlık değil. Hikayenin felsefesini, o hesaplaşmaları, sorgulamaları aktarıyordur diye ummuştum mesela okumadan önce. Öyle de değil, çok fazla suya sabuna etli sütlüye dokunmadan hikaye bizi hafifçe kaydırarak dolaştırıp bırakıyor. Yani kitap aslında, kapağının insanın aklında uçuşturduğu kadar bir gizemli bir macera ortamı bile yaratmıyor esasında. Stevenson şahane bir konu bulmuş, onu getirip yerleştirdiği zemin de şahane. Ama bunu öyle bir işliyor-işlemiyor-ki aslında yapacağı etkinin sadece binde birini yapıyor. Yalnız bu çok bilmiş halimle resmen 200 yıllık edebiyat klasiğini gömmeye uğraşıyorum ya, kendimi mi tokatlasam sen de kim oluyorsun arkadaşım diye kendi saçlarımı mı yolsam bilemedim.

(Efenim böylece 10 kitaplık gotik serisinin 7.kitabını da geride bırakmış oluyoruz. Benim elimdeki Can Yayınları'nın ocak 2012 tarihli 1. baskısı, Duygu Akın çevirisiyle. Arkasına 12 tl yazmışlar. KitapYurdu'nda netten 9,75 tl görünüyor ama bir çok başka basımı bir çok başka yerde var. Seçin beğenin alın, okuyun.)

Goodreads'te Dr.Jekyll ve Mr.Hyde
http://robert-louis-stevenson.org/

Gotik Serisi:
1-gotik edebiyatın başlangıç noktası, Horace Walpole'un "Otranto Şatosu"
2-Friedrich Schiller'in Hayaletgören'i
3-Ann Radcliffe'ten "Sicilya'da Bir Aşk Hikayesi"
4-Friedrich de la Motte Fouqué'nin "Undine"si
5-E.T.A.Hoffman'ın "Gece Tabloları"
6-ilk dişi vampir, Joseph Sheridan Le Fanu'dan Carmilla

28 Mart 2016 Pazartesi

Doğu Yücel'in "Varolmayanlar"ı

Dünya tuhaf tuhaf olaylara sahne olurken, dışarıda fantastik filmlerden fırlamış gibi duran yaratıklar dolaşıyor ve insanlar nereden çıktığı belli olmayan bir dolu değişik şeyle uğraşmak zorunda kalıyorken sonunda tüm bunlara sebep olan adamla ya da dünyayı buraya getiren süreçle ilgili herşeyin yazılı olduğu günlükler bulunur. Gazetelerin Kıyamet Günlükleri adını verdiği bu günlükler genç bir adamın, her gün işine aynı dakikada giden, her yaptığını belli bir sırayla yapan, sevgilisiyle arkadaşlarıyla yemek yiyen, muhabbet eden bir adamın düzenli hayatı olarak başlar. Ama bir noktada bu "aşırı" düzenli hayata bir şeyler olmaya başlar. Genç adam tamamen farklı bir dünyayla tanışır ve kendi geçmişinin derinliklerine doğru yol alır. Yolu ilerledikçe her şey daha da arap saçına dönmeye başlar.
Doğu Yücel'in bu yazdığı 3.kitap sanırım ama benim okuduğum 2.kitabı. "Hayalet Kitap"ı bundan 4 önce anlatmışım (burada), şimdi okuyunca o zaman yazdıklarıma çok salak buldum kendimi ya neyse. 4 yıl ama sanki çook uzun zaman olmuş gibi, o yazıyı yazan benden çok farklı biriymiş gibi. Öff gene kendi şeyime daldım, ne diyordum, Varolmayanlar.
Genç bir adamın adım adım kocaman ve farklı bir dünyayı keşfedişini anlattığı günlükler şeklinde yazmış Doğu Yücel Varolmayanlar'ı. Adını bilmediğimiz, kendisinin de söylemediği bu adam ilk başta aslında hepimizin geçtiği o yolda, düzgünce, hiç bir sorun olmadan ilerliyor. Hemen hemen hepimiz kabul görür bir üniversitede okuyup, bitirip, işe girdik ve toplumun bizi kabul edeceği şekilde yaşamaya çalıştık bu adam gibi. Sonra da her sabah aynı saatte kalkıp, aynı işlemleri tekrarlayıp, işimize ulaştık, tüm gün anlamsızca çabaladıktan sonra yine aynı saatte aynı şeyleri yapmak üzere yataklarımıza girdik. Genç adam da böyle, ta ki o rüyayı görüp o kırılma noktasını yaşayana dek. Kahramanımızın bu alabildiğine düzenli hayatı bundan sonra tepetaklak oluyor, Sıfırlar'la Varolmayanlar'la hayalperestlerle ve kendisiyle tanışıyor.

Böyle bakınca ben ölürüm biterim bu kitaba demiştim, ilk başta. Her şeyiyle en mükemmel karışım gibi duyuyordu. Anlatış şekliyle (günlükler), anlatım tarzıyla (bizimle aynı sistemi yaşamış bir yazarın dilinden, bildiğimiz Türk genci işte ağzı işte) ve söylemleriyle (hayalgücümüz sahip olduğumuz en önemli şey, bunu elimizden almaya çalışıyorlar) mükemmel duruyordu. Güzel de başladı zaten. Doğu abinin genç adamın kırılma noktasına kadar olan kısmı anlatışı o kadar mükemmeldi ki bir an karşınızda kanlı canlı olarak kendinizi, dostlarınızı, işten tanıdığınız tüm o insanları buluyorsunuz. Sonrasında kovalama sahnesi türünden yazdığı kısımlar daha bir şahane. Resmen şimdi gitsem de yanına abi inanamadım mükemmel olmuş yok böyle birşey diye sarılsam dedim. Ama sonra ufaktan bir şeylerin beni rahatsız ettiğini fark etmeye başladım. Hikayenin gelişim aşamasında, Varolmayanlar'ın, kuralların falan anlatıldığı yerlerde aslında tam da ifade edemediğim bir şeyler vardı beni rahatsız eden. Kahramanımızın erkek olmasından kaynaklı diye düşündüm önce, bakış açısı, her bir şeyi buram buram tersti yani ama sadece bu kadarlık bir şey değildir dedim. Sanki bazı şeyleri anlatmayı seçtiği yolları beğenmemişim gibi. Bilemedim. Sonra hikayeyi sonuca getirirken de bir kayboldum, toparlayamadım, bünyem kabul etmedi mesela. Bütününe baktığımda bu yüzden, kitap önce mükemmel bir yere çıkartıp sonra birden değil de yavaş yavaş yere indiriyor gibi geldi beni. Ama (bakın dikkat edin bu kocaman bir ama) daha önce de dediğim gibi Varolmayanlar aslında çok daha büyük bir söylemi içeriyor. Üzerine çok daha düşünülmesi gereken bir şeyler söylemeye çalışıyor. Kendinizi buluyorsunuz o satırlarda (bu kitabı elinize aldıysanız zaten siz de büyük ihtimalle bir Varolmayansınızdır çünkü diye düşünüyorum ben), boğazınıza bir şeyler düğümleniyor.
"Hayalcilerin bir özelliği de diğerlerini düşünmeleridir, fazlasıyla, hastalık boyutunda düşünmeleridir. Diğerlerini düşünmek, muhtaçlar için bağış kampanyaları düzenlemek anlamında değildir. Çok daha küçük detaylarda diğerlerini düşünmekten bahsediyoruz. Mesela takside, taksi şoförü sana bozulur diye kulaklıkla müzik dinleyememektir. Ya da bozuk paran olmadığı için bakkalı daha fazla uğraştırdığından dolayı kısa süreli acı çekmektir. Yürüyen merdivenlerde sağda dursan bile aşağıdan yürüyen birine azcık mani olurum da geçmesini zorlaştırırım diye korku duymaktır. Sonuçta biz varolmayanlarız, bu varoluşa uymadığı için hiçliği tercih eden, dünyayı hayallerle boyamayı hayal eden bir avuç sersem hayalciyiz. Neden bir gerçekçinin birkaç saniyesine mal olmaktan çekinelim ki diye soruyor olabilirsin. Ama mevzu o kadar basit değil. Biz varolmayanlar, sıfırlar ya da hayalciler...Şu an hapsedildiğimiz bu gerçekliği güzelleştirmek istiyorsak karşılaştığımız insanların, onlar gerçekçi olsa bile, hayatlarınız zorlaştıracak hareketlerde bulunmak istemeyiz. Onlar bizim hayatlarımızı kabusa çevirmekte beis görmemiş olabilirler ama biz, hem onlar hem kendimiz için dünyayı düzeltmekle, varoluşu tamir etmekle yükümlüyüz. Onun için, gerçekçilerin kapattıkları kapıyı açana kadar her an en ufak harekette bile etrafımızı düşünmemiz gerekir. Hayalperest kırılganlığıdır bu; kendi hazzından çok başkasını düşünmek..."
 Anlıyorsunuz, hah tamam işte demek ki bundanmış, bende bir sorun yokmuş diyebiliyorsunuz mesela. Ya da daha beter oluyorsunuz, o zaman hiç mi umut yok diyorsunuz, hiç mi umut yok bu gerçekçi dünyaya uyum sağlayabilmem, onların arasında mutlu olabilmem için.
Ama gene de iyi geliyor bir şekilde Varolmayanlar. Üzerine düşünecek ve yazacak ve hayal edecek daha çok şeyler verdiği için.

(Bende kitabın aralık 2011 tarihli 3.baskısı var Doğan Kitap'tan, herhalde Ankamall'deki D&R'dan almıştım. 24 tl yazıyor arkasında, 4 sene önce aldığımda. Şimdiyse netten sipariş ettiğinizde Babil'de, D&R'da, KitapYurdu'nda 19,60 tl'ye geliyor.)

Twitter'da Doğu Yücel
Instagram'da Doğu Yücel
http://www.doguyucel.com/

26 Mart 2016 Cumartesi

timor et audacia

“I have accepted fear as part of life – specifically the fear of change... I have gone ahead despite the pounding in the heart that says: turn back....”
demiş Erica Jong. Bugün yine sevdiğim insanlar, pek değer verdiğim insanlar gazı verdi bir güzel yine, 'sen çok zekisin sen çok akıllısın istedin mi her şeyi yaparsın bu insanların hepsini cebinden çıkarırsın sadece kendine inan bak yaptıkların çok cesurca korkmana gerek yok endişe etmene de gerek vazgeçme git oralara' diye. Hadi bakalım.

25 Mart 2016 Cuma

if i could turn back time

Bugün sabahtan beri evin dışındaydım. 8 buçukta evden adeta uçarak son anda binmeyi başardığım trenle başlayan yorucu günüm akşamın 10'unda kurstan arkadaşın arabayla bırakmak gibi bir mucizesine denk gelerek sona erdi. Günün ortasında bir ara, okuldaki, sunum yaptığım dersten çıkmış, kurs saatine kadar boş sınıfta oturmuş tekrar yapayım derken ve uykum çok pis bastırmışken radyoda birden o sesi duymaya başladım. Böyle çook eski bir dostumu görmüş gibi. Böyle çook uzun yılların ardında bıraktığım "ben" olduğunu bildiğim ama artık tamamen başkası gibi gelen birinin hatırası gibi. Bir değişik oldum, sabah da çünkü 10 yıl önce her günümü geçirdiğim, hayatımın devasa bir parçasını oluşturan, üniversitenin oralarda yürümüştüm. Tandoğan'dan çıktım, Maltepe'de her günümüzü geçirdiğimiz Simmit'i arayarak gözlerim yürümeye devam ettim. Ama her yer değişmişti, tüm dükkanlar tüm kafeler. Simmit de dayanamamış belli ki yıllara. Başka başka şeyler gelmiş her bir yana. Fakültenin arka kapısından yan tarafına dolandım, ön kapının oraya çıktım sonra. Sıhhiye Köprüsü'nün üzerine doğru yürürken içimde kocaman bir boşluk açılmış gibi hissettim. Birileri anılarımı almış gibi hissettim elimden, birileri tarihimi, hatırladıklarımı, beni ben yapan şeyleri teker teker elimden alıyormuş gibi hissettim. O, dersten çıkıp tamamen ayaklarımız bizi götürdüğü için gittiğimiz ufacık kafede oturduğumuz zamanlar tamamen bir başkasının hayatı gibi geliyor şu an. O müzik kutusu, o plastik saplı cam bardaklardaki çaylar, o patatesli poğaçalar, ben aç aç bakınca ufak kurabiyelerden ikram eden amca, yeşile pembeye boyalı duvarlar,..O kadar kötüydüm ki bu sabah oradan yürürken. Yeniden o anlardan birine dönebilmek için neler vermezdim. Yine orada oturup algoritma ödevi yapmaya, kod yazmaya çalışmaya, lab raporu hazırlamaya, Xilinx'i Visual Studio'yu çalıştırmaya çabalamaya bile razıyım. Sadece istiyorum ki 10 yıl öncesine dönebileyim, yanımda Cey karşımda Gönül oturuyor olsun, arkamızdaki müzik kutusundan derinden bir Duman çalıyor olsun.
İşte öyle bir ruh halinde geçen günün ortasında çalmaya başladı şarkı. Bu sefer daha da öncesine gittim ben. Öyle ya 2001'miş çıkışı şarkının. Nasıl dinlediğimi, neler düşündüğümü, neler hayal ettiğimi hatırlattı notalar bir bir üzerime yığılırken. Sadece diyeceğim o ki çok güzel şarkıdır bu. Herkese ayrı bir şey anlatır.

22 Mart 2016 Salı

“I wish it need not have happened in my time"

Fellowship of The Ring'te Frodo görevinin tüm ağırlığını ilk defa düşündüğünde, önünde, hepsinin önünde uzanan, yaşadıkları dünyanın üzerine çökmekte olan kapkaranlık gecenin ilk defa farkına vardığında şöyle bir şey demişti: “I wish it need not have happened in my time". Bunun üzerine söylenecek bir şey yok ya, Gandalf gene de söylemişti: "So do I, and so do all who live to see such times. But that is not for them to decide. All we have to decide is what to do with the time that is given us.”
Ben de öyle diyorum Frodo gibi, keşke benim zamanımda olmasaydı, keşke böylesi bir zamanda, her şeyin kötüleşeceği, daha karanlık bir çağın şafağında yaşamıyor olsaydım. 1914'te yaşayan insanlar da, 1939'da yaşayanlar da böyle düşünmüş müydü bilmiyorum. Dünya hepsinden sağ çıktı aslında, hepsini atlattı, insanlar hep bir şekilde devam etti. Frodo da yaşadı elbet yüzüğü lavların arasına gönderdikten sonra. Ama nasıl yaşadılar o gördüklerinden, o zamanlardan sonra?
Belki de Gandalf biraz olsun haklıdır.

21 Mart 2016 Pazartesi

{2013 Oscarlarından} Argo (2012) - Cahil İranlılar'a film çeviren kahraman Amerikalılar

This is the Persian Empire known today as Iran. For 2,500 years, this land was ruled by a series of kings, known as shahs. In 1950, the people of Iran elected Mohammad Mossadeqh, a secular democrat, as Prime Minister. He nationalized British and U.S. petroleum holdings, returning Iran's oil to it's people. But in 1953, the U.S. and Great Britain engineered a coup d'etat that deposed Mossadeqh and installed Reza Pahlavi as shah. The young Shah was known for opulence and excess. His wife was rumored to bathe in milk while the shah had his lunches flown in by Concorde from Paris. The people starved. The shah kept power through his ruthless internal police; the SAVAK. An era of torture and fear began. He then began a campaign to westernize Iran, enraging a mostly traditional Shiite population. In 1979, the people of Iran overthrew the shah. The exiled cleric, Ayatollah Khomeini, returned to rule Iran. It descended into score-settling, death squads and chaos. Dying of cancer, the shah as given asylum in the U.S. The Iranian people took to the streets outside the U.S. Embassy, demanding the shah be returned, tried and hanged.
Ve filmimiz konsolosluğa (büyükelçilik mi konsolosluk mu ben bilmem artık) delicesine saldıran İranlıların görüntüsü ile açılıyor. İçerde yakaladıkları herkesi esir alıyorlar. Ama 6 çalışan bu cehennemden sıvışıp, Kanada büyükelçiliğine sığınıyor. Dışarıda kaos, ölüm naraları, her köşe başında infaz varken, tüm İran yükselen bir Amerika nefretiyle dolarken bu 6 Amerikalı, Kanada büyükelçiliğinde kaderlerini beklemeye başlar.
kaynak: Slate
Film eski CIA ajanı Tony Mendez'in yazdığı biyografisinden uyarlama. Gerçekten de 1980'de CIA'in Kanada ile birlikte gerçekleştirdiği operasyon, Argo isminde bir bilim kurgu filmi çekiyormuş gibi İran'a gidip, oradaki 6 kişiyi film ekibi gibi ülkeden çıkardıkları gerçek bir operasyon. Ha tam olarak filmde anlatıldığı gibi olmamış ama sonuçta böyle bir şey yapmışlar, hakikaten film gibi. Yani ne bileyim yıllardır izleyip duruyoruz ya hollywoodun olağanüstü olarak anlattığı bazı şeyleri, ama işte bazı şeyler de gerçekmiş diyor insan.
Hikaye için yaşadığımız şaşkınlığı bir de bu film nasıl en iyi film oscar'ını almış diyerek yaşıyoruz. Çünkü her ne kadar eli yüzü düzgün bir film olsa da, izlemesi keyifli, yeri geldiğinde heyecanlı yeri geldiğinde eğlenceli olsa da, filmin olağanüstü parladığı bir nokta yok. Oyuncuların ekstra bir performansı yok, filmin söylediği, söylemek istediği çok önemli, çok yeni birşey yok. Hani bazı akşamlar hiçbir şey yoktur da hep beraber tvye bakarken bir aksiyon filmine denk geliriz, izleriz, biter ya çayımızı içerken, öyle bir film. Ha gömmüyorum filmi, öyle demedim. Beğendim, izlemekten keyif aldım, hatta bu filmi izlediğim günlerde çok da iyi geldi. Ama dediğim gibi, öyle bir film.

IMDb'de Argo
History vs. Hollywood'da filmin gerçek hikayesi

Suffragette (2015) - Feminizm mi o da ne?!

1900'lerin ilk yıllarında, Britanya'da, güneş batmayan imparatorlukta sefaletin içinde bir çamaşırhanede çalışan Maud Watts'ın tek derdi üç beş kuruş kazandığı parayı, aynı çamaşırhanede çalışan kocası Sonny'nin kazandıklarıyla birleştirip, küçük oğulları George'un karnını doyurmaktır. Annesi de orada çalışmış, Maud o çamaşırhaneye doğmuştur zaten, başka bildiği bir hayat yoktur. Kullandıkları maddeler ve çalışma koşullarından dolayı zaten yaşam süreleri de kısadır çamaşırcıların. Önünde olsa olsa bir 10 yıl ancak vardır Maud'un. Öyle yaşar. Ama dünyada, Britanya'da birşeyler olmaktadır, kadınlar etrafta bağırmaktadır oy hakkı için. Çamaşırhanede ve iki göz odada geçen hayatının içinde Maud için üzerine düşünülecek şeyler değildir bunlar. Ama çamaşırhanede Violet Miller işe başlar ve Violet, kadınlara oy ve eşitlik gibi konularda savaşan Suffragette hareketinin oldukça aktif, dik başlı üyesidir her ne kadar her akşam kocasından dayak yemeyi ihmal etmese de.Violet sayesinde tanıştığı bu yeni dünya ve fikirlerin içine çekilir Maud ne olduğunu anlamadan.
Suffragette bu şekilde Maud'un üzerinden o dönemde Britanya'daki kadın hareketini anlatmaya çabalıyor. Bir kere izlemesi biraz zor, çok durağan bir akışı var. Büyük büyük oynayan kimse yok, her bir oyuncu kameranın önünden adeta birer duvarın içine hapsedilmiş, üstüne kireç atılmış gibi geçiyor. O duvarın içinde sessizce attıkları çığlıkları hissetmemiz için belki de. Kimse ajitasyon yapmıyor, kimse durumunu anlatmak için kendini parçalamıyor. Sessizce kendi yolunda duruyor ve biz o duvarlarla birlikte o çığlıkların bize çarptığını anlıyoruz.
Filmin kendi içinde tutarlı olan hikayesinin tarihi arkaplanına baktığımızda ise çok farklı bir senaryoyla karşı karşıya kalıyoruz. Açıkçası Suffragette hareketi ile, bunun dünyadaki, hatta Türkiye'deki paralelleriyle (tüh bu kelimeyi kullanmayaydım! ama başka bir kelime de olmuyor yerine, neyse kısmet artık) ilgili hemen hemen hiçbir şey bilmiyordum. Sanırım böyle kocaman bir çoğunluğuz biz, ilkokuldan itibaren kız erkek hepimiz aynı mottoyu ezberleyip, yol ediliveriyoruz. Ne o işte, kadınlara seçme ve seçilme hakkı şu tarihte verilmiştir, bu tarih işte dünyadaki birçok gelişmiş ülkeden daha erkendir, biz şahaneyiz bir harikayız yaşasın biz! (Unuttuysanız, ki okulda öğrettikleri pek çok şey gibi bunu da unuttuğunuzu-unuttuğumuzu biliyorum, wikipedia). Sanki öyle birden bire, gökten iner gibi, meclis durmuş hadi kadınlara da bu hakkı veriverelim demiş gibi. Ne öncesi ne sonrası var bu bilgimizin. Verilmiş mi, verilmiş verilmiş. O zaman sorun yok. Böyle bildik biz.
kaynak: Michigan Daily
Ama meğerse dünyada neler olmuş, burada neler olmuş? Yalnız bir şey diyeceğim, elimde olmadan sinirimden gülüyorum bunları yazarken. O kadar saçma geliyor ki böyle bir ülkede şu an kadın hakkı falan filan diye yazmak. Allahım yarabbim ben neyden bahsediyorum acaba diye bir gülmedir alıyor yarım saattir. Ah ama napıyorum ben gülmek hiç yakışıyor mu bir kadına, ne densizlik ne hadsizlik! İçime şeytan mı kaçtı nedir, aa ama zaten kadın olarak şeytanın ta kendisi oluyorum ya ben, daha neyin sorgusu bu. Zaten 30 yaşıma gelmiş kadınlık görevlerimin hiçbirini yerine de getirmemişim ne evlenmek ne çocuk, ana da olmadığıma göre kadın da sayılmam, kız mıyım kadın mıyım bilmem çok afedersiniz. Neyse en azından bombayla falan ölemeyen kadınları da erkekler gerektiği gibi öldürüyor çok şükür, hiç dert etmeme gerek yok kendimle ilgili.
kaynak: History Today
O değil de aslında Abi Morgan'ın yazdığı senaryo da esasında tam olarak durumun içeriğini bize yansıtmıyor-muş, okuduğum kadarıyla öyle anladım ben. Britanya'da bu seçilme olayı zaten belli bir kesimin, hadi ben diyeyim zengin perukluların siz diyin kelli felli aristokratların burjuvaların elinde olan bir şeymiş. Yani erkeklerin de hepsinde bu hak yokmuş. En azından kadın-erkek diye değil, zengin-fakir diye ayrım varmış buna da şükür! (Te Allahım!). Kadınların bu konudaki ilk hareketi de yine aslında bir kısım kadına bu hakkın verilmesi yönündeymiş. Yani tam olarak bizim bugün anladığımız türden bir hareket değil gibi görünüyor filmin anlattığı dönemdeki olaylar. Ama tabi çok okumak ve yine okumak gerek. Ben hızlıca bir göz gezdirmemin yalancısıyım (ulan valla şu minos saraylarını, hitit sanatının iciğini biciğini okumaktan vaktim olsa okuyacaktım yeminle).
Yalnız Carey Mulligan'a bitiyorum biliyor musunuz? (bir de Romola Garai'ye :>)
kaynak: Time Out


evde

Neyse bugün de eve sağ salim ulaştım. Sabahtan binbir panikle evden kütüphaneye ulaştıktan sonra baya bir çalıştım, ettim ama hesapladığımdan önce bitti. Yani sanırım aceleye getirdim, çok üşüdüm çünkü kütüphanede bir de acıktım. Ve zaten hastayım cumadan beri, burnum foşur foşur. Her burnumu sildiğimde kulaklarım çatırdıyor. Boğazım biraz düzelir gibi, antibiyotik ve nurofen işe yaramış olabilir o konuda. Ama hastayım. Sanırsam o sebeple ayrıca üşüdüm ama soğuktu be valla. Özellikle okuma salonu yani, buz gibi. Ordan çıktığım anda tuvalete falan giderken, fotokopi makinelerinin olduğu yer falan sıcacık, salon resmen buzhane. Kitaplar ekşimesin diye mi acaba?! Her neyse duramadım öyle daha fazla. Geri döndüm eve işim bitince. Yatıyorum valla şu an, İtalyanca kursuna da gidemedim. Saraylardan, metal kapların kabartmalarından, demirden tahtadan, çatalhöyük'ten, eponym listelerinden öğk geldi. O yüzden filmleri yazayım hazır yatarken. Bu arada resmen nefes alabilmek için film izliyorum da. Hani boş zamanlarımda film izlerim müzik dinlerim derler ya, boş olmayınca müzik dinlenmiyor mu derdim hep. Nasıl yani müzik her an olabilen, refleks gibi bir şey değil mi derdim. Hah şimdi onun gibi, film izlemek de nefes almak gibi oldu bana. Bu ortamda panik atak geçirmeme engel olan tek şey film izlemek şu anda.
Kısa kestim tamam, sadece ben evdeyim diyecektim, bugün yine doğuda genç insanlar boşu boşuna öldü ama ben eve sağ salim gelebildim.

20 Mart 2016 Pazar

aklımı mı kaçırıyorum kafayı mı sıyırıyorum

İnsanlar nelerle uğraşıyor ben neyle uğraşıyorum? Valla içim böyle taştı taşacak. Şu ortamda, ruh halinde hiç önemi yokmuş gibi gelen ödevleri yetiştirmeye uğraşıyorum. Çünkü yapmazsam karşılarına çıktığımda hocaların tepkisini hayal edebiliyorum. Çünkü sanırım onlarla aynı evrende, boyutta yaşamıyoruz. Ama son bir haftadır, işte malum şeyden beri evden çıkamıyorum, gitmem gereken yerlere gidemiyorum, hayatımı sürdürmemi sağlayan şeyleri yapmak için bulunmam gereken yerlerde bulunamıyorum. Son bir haftadır kütüphanede çılgınlar gibi kitapları karıştırıyor olmam gerekiyordu, gidemedim, gidemiyorum. Yarın, salı günkü dersten önceki son şansım kütüphaneye gidip, sunumumu bitirebilecek materyale ulaşabilmem için. Ama yarını da olabilecek en salak gün haline getirdiler. Yarın tüm gün deliler gibi o kütüphanede oturup, milyonlarca şeyi incelemem, okumam, sonra da sunum hazırlamam gerekiyor ama nasıl gideceğimi bilmiyorum. Gitsem nasıl döneceğimi ya da. Hatta gittim diyelim tüm gün orada açlıkla nasıl baş edeceğimi de. Çünkü yemek yemek için merkezi bir yere gitmem gerekiyor ve gitmemeliyim. Olur da şansım yaver gider patlamazsa hiçbir yer, bu sefer de olayların çıkması olasılığı çok yüksek. Ki bu durumda da eve dönmek için tüm o cehennemin içinden geçmem gerekecek. Ha bir de aslında 3 kütüphane var işime yarayan ve gereken ama diğer ikisini aklımın ucundan bile geçiremiyorum, oralara ulaşmak için resmen Er Ryan'ı Kurtarmak oynamam lazım. Bulundukları yer de Hitler'in karargahı gibi birşey. O yüzden geriye tek olasılık kalıyor, o kütüphanede de az birşeyler var. Şahane bir durumdayım yani. Hocam valla daha fazla bulamadım, bir şekilde hayatta kalmak için kütüphaneye gidemez, araştırma yapamazdım derim artık. Hayır gerçekten kafayı üşütmek üzereyim. Yarın için yüz tane senaryo oluşturdum kafamda, nerden nasıl binerim, hangi araçla giderim, nerden birşeyler atıştırabilirim, ya kütüphaneye saldırırlarsa ne yaparım, otobüs mü tren mi, hangisinden kaçmak daha kolay olur, o parkın oradan geçmeden nasıl kursa giderim, peki ya köprüyü ne yapacağız o daha yaş iş, peki hadi kendimi mayın tarlasına attığıma değmezse bulamazsam kütüphanede yeteri kadar materyal? Hayır anlamıyorum ki niye artık herşeyi dijitalleştirmiyorlar inatla? Gazeteler bile kağıt olarak yayınlanmayı bırakıyor tek tek, bu kütüphanelerin derdi ne?
Ne yapacağım bilmiyorum. Herkes her gün işlerine okullarına gitmeye devam ediyor değil mi, benim derdim de neyse. Ama yarın da çok sakat ya.

eylülde

 Neden hep imkansızı istiyor ki canım? Oysa çok kolay olabilirdi. Elimi uzatsam alabileceğim mesafede duran şeyler. Çok kolay olabilirdi. He...