26 Kasım 2019 Salı

İlginç Ama Sıcacık, Eğlenceli Ama Aksiyonu Bol Bir Hikaye, 32 Bölümlük The Tale of Nokdu

20 yaşındaki Jeon Nok Du, kısacık hayatı boyunca kalabalıklardan uzak, ufak bir adada, annesi babası ve abisiyle basit bir yaşam sürmüş bir genç adam. Annelerini bir süre önce kaybeden iki erkek kardeşi babaları hep bir şekilde dünyadan uzak büyütmeye çalışmış. Nokdu hep bir merak içinde olmuş bu yüzden. Bir yandan fırsatı olsa da bu adadan bir gidip dünyayla tanışabilse diye bakıyor, bir yandan da dövüş sanatları ustası Hwang'dan şahane dövüşmeyi öğreniyor. Tabi Hwang'ın minik kızı ile büyüdüğünde evlenmesi şartıyla ikna etmiş dersleri almaya.
Bir gün suikastçiler geliyor Nokdu'nun ailesinin evine. Onları öldürmeye çalışıyorlar. Ustasının da yardımıyla bir şekilde suikastçıları def ediyor Nokdu ama abisi yaralanmış oluyor. Bunları kim niye gönderdi, kendi halinde bu ailenin peşine kim düşer böyle diye sorularla kafası dönen Nokdu, kaçan yaralı bir suikastçının peşinden başkente doğru gidiyor. Ustası, minik kızı ve Nokdu'nun babası ile abisi de mecburen adadan kaçıyor ve başkente doğru Nokdu'yu bulma amacıyla yola çıkıyor. Suikastçının peşinden ipuçlarını toplayan Nokdu ise kendini dul kadınların yaşadığı/sığındığı bir kadın köyünde buluyor. Erkeklerin girilmesine izin verilmeyen köyde tüm cevaplarının olduğunu düşünen Nokdu ise giriveriyor kadın kılığına ve dalıyor köye yeni dul kalmış, intihar etmesi için onu zorlayan kayınbabasından kaçmakta olan Lady Kim olarak.
Böylesine ilginç bir başlangıçla olaya dalan "The Tale of Nokdu", Güney Kore'nin KBS2 kanalında 20 eylülde başladı yayınlanmaya ve 25 kasımda bitti. Toplamda 32 bölüm olarak görünüyor ama yarımşar saatlik bölümler bunlar. Yani biz ona 16 bölüm diyelim. Hikayesini iki senarist yazmış görünüyor, birinin önceki işlerinden biri "Love in The Moonlight". Onun da yarısında falanım, bayadır açıp devam edemedim, vakit olmadı ama acayip sevimli bir dizi. Onun hikayesi de böyle bir "cross-dressing"e dayanıyor. Biz ne diye çevirebiliriz bunu, hımm. Sanırım karşı cinsin kılığına girmek olabilir. Kore dizilerinde bu acayip sık rastlanan, pek çok şekilde kullanılan bir tema, zaten şimdiye kadar fark etmişsinizdir. Çünkü oldukça eğlenceli ve olasılıklara açık bir konu, genelde iyi diziler çıkıyor bu tür içinde. Ama şimdiye kadar - en azından benim görebildiğim kadarıyla - hep kadınların erkek kılığına girmesi şeklinde yola çıkıyordu hikayeler. Bu dizide olan durum çok daha nadir bir hikaye yani. Bir erkeğin kadın kılığına girmesi durumu sanırım pek çok kültürde hala biraz tereddütle yaklaşılan bir hikaye şekli olduğundan pek de görmek mümkün değil. Oysa kadınların erkek kılığına girmesi hem anlatması hem de fiziken gerçekleştirmesi daha kolay konular ortaya çıkarıyor.
Bu yüzden buradaki başrolümüz Nokdu'yu canlandıran Jang Dong Yoon'un yaptığı, başardığı şey muazzam. Kadın kılığına girdiğinde hem fiziken alabildiğine inandırıcı görünüyor, hem de davranış ve duruş olarak da canlandırdığı kadına bürünebiliyor. Ama en önemlisi, aynı 60 dakikalık hikaye anlatımı süresi içinde hem kadın olarak acayip inandırıcı, hem de erkek haline geri dönerek müthiş yakışıklı/seksi olabiliyor. Sadece görüntüsü ile de değil, dediğim gibi tavırlarıyla, konuşmasıyla, yürüyüşüyle değişiveriyor. Üniversitede ekonomi okurken kendini birden bire oyunculuk dünyasında bulan bu genç adama bu yüzden hayran kaldım ben. Daha önceki hiçbir işini izlememiştim, ilk defa burada izledim. Dizinin daha ilk tanıtım afişleri yayınlandığında aslında kalakalmıştım. İzlemeye başlayınca da iyi ki izlemeyi seçmişim dedim.
Dizi bu şekilde aslında çok ciddi veya korkutucu başlamıyor, yani suikastçılar falan önce bir aksiyon oluyor ama yine de alabildiğine yumuşak başlıyor. Komedi unsurları çok daha baskın bu ilk yarıda. Dizinin jenerik müziği bile öyle bakınca. Nokdu'nun kadın kılığına girmesi, kadınlar köyü, oradaki kadınlar, bitişikteki gisaeng evi ve gisaengler (bu gisaeng konusu bana çok karışık geliyor, yani tam olarak durdukları nokta ne sınırları-içerikleri ne biraz muallakta gibime geliyor ama şuradan okuyabilirsiniz), köyün valisi(ne denir bilemedim) gibi bir şey olan adam, Nokdu'nun ustası, ustanın kızı falan herkes kocaman bir komedi şovu oluşturuyor. Esas kızımızı oynayan Kim So Hyun bile daha önce görmediğim kadar komedi yapıyor.
Ama tabi bu kocaman komedinin içinde fark ettirmeden böyle soğanın katlarını açar gibi tek tek sırlar önümüzde belirmeye başlıyor. Sırlarla ve onların cevaplarıyla birlikte böyle ufak ufak dram unsurları işin içine giriyor. Yine de öyle tepetaklak atlamıyor hikaye dramın içinde. Komedisini hafif hafif azaltmaya başlayarak, aksiyonunu artıyor önce. Gerçi zaten daha ilk dakikalarından manyak bir aksiyon göstereceğini hissettiriyor dizi ama bu noktadan itibaren iyice anlıyoruz. Hakikaten dövüş sahneleri çok emek verilmiş, çok iyi çekilmiş. Çok iyi bir dublör ekibine sahip bir ekip izliyoruz. Gerçi tüm oyuncular harika iş çıkarıyor. Hikayenin "kötü"sünün (hatta kötülerinin) ortaya çıkarılışı ve ters köşeleri, karakterlerin motivasyonlarındaki komplekslik de senaristlere alkış getirirken, bunları yansıtan oyunculara daha büyük alkış getiriyor.

Peki böylesine iyi bir işi 10 puanlık olmaktan alıkoyan ne olabilir? Hikayenin önce bu kadar komedi olarak başlayıp, yumuşak bir geçiş yapmasına rağmen yine de bu derece drama, tarihi taht kavgaları, saray entrikaları olayına dönüşmesi. Kore'nin tarihi dizilerinin böyle bir handikapı oluyor maalesef. Nasıl başlarsa başlasın hep bir şekilde ağır drama bağlıyorlar. Sanki başka türlü hikayeyi ilerletmelerinin yolu yokmuş gibi. Bakın acayip seviyorum ben tarihi dizileri-filmleri. Hangi ülkenin-kültürün tarihi olduğunu ayırt etmeksizin severek izliyorum. Kore tarihi de çok ilginç zaten, değişik de geliyor, tüm o giysilerle geleneklerle konuşmalarla birlikte acayip şenlikli oluyor. Ama hep olayı saray entrikasına bulanmış trajediye sokuveriyorlar. Bir bakıyorsunuz herkes kılıçtan geçiriliyor, herkes 60 dakikanın her dakikası ağlayıp duruyor. Aşıklar gün yüzü görmüyor, taht kapanın elinde kalıyor. Tüm tarihi dizileri bu hale getiriyorlar. Yani bakın finalde istedikleri kadar mutlu son yapsınlar - ki yaptıklarını izledim daha önce birçok örnekte - yine de o mutlu sona gelene kadar öyle bir içimizi dışımıza çıkarıyorlar ki dramadan, ihanetten, hıyanetten, trajediden; zaten o sona ulaşırken yarı yolda bitmiş oluyoruz.
Hikayenin zaten tarihi olarak konumlandığı dönem, tam da böyle ortalığın karmançorman olduğu bir zaman dilimi. Joseon döneminin 15.kralı olan Gwanghaegun dönemindeyiz. Yani 1608 ile 1623 arasında bir yerde olmamız gerekiyor. Ama Gwanghaegun 1608'de tahta çıkmasına rağmen 1598'den itibaren aslında kararları alan, yöneten kral olarak çalışmaya başlıyor. Bu durumda 1598'e 20 ekliyoruz ve 1618'e geliyoruz. Yani dizimiz 1618'de başlıyor diyebiliriz. Kore dizilerinde ve filmlerinde baya bir canlandırılmış bir kral aynı zamanda. Daha geçenlerde yayınlanan "The Crowned Clown" dizisinde de onun dönemi anlatılıyordu. O da manyak başlayan bir diziydi, gözlerim yuvalarından fırlaya fırlaya izliyordum ama sonra bir yerde koptum, gerisini de izleyemedim hala.
Pek tartışmalı bir kral bu Gwanghaegun. Annesi kraliçe değil de "royal consort/concubine" yani bizim tarihe göre cariye olduğu için hem babası-kralın hem de soylu ailelerin pek sıcak bakmadığı bir kral olmuş hep. Japon istilası, Manchu istilası gibi kötü olaylarla dolu bir döneme de denk gelmiş. Bu yüzden tüm siyasi grupların krallığına karşı çıktığı/desteklediği çalkantılı bir dönem olmuş bu. Hükümranlığı bir darbe ile son bulduğu için de uzun yıllar böyle bir kral olarak hatırlanmış. Son yıllarda tarih daha çok incelendikçe gayet bilge bir kral olduğu ve aslında ülke için çok iyi işler başardığı fark edilmeye başlanmış. 
sizce de acayip hipnotize edici görünmüyor mu ya?
İşte Nokdu'nun masalında da bu böyle hissettiriyor. Çok gelecek vaat ederek başlayan, acayip eğlenceli, keyifli başlayan, öte yandan gizemleri, aksiyonu çok yerinde bir hikaye çok iyi oynayan oyuncularla birlikte uçuşa geçiyor. Ama sonra, hani böyle 8.-9.bölümlerden sonra yine o bildik tarihi hikayemize bir bağlanıyor. Tarihi dramada dolanıyor, gözüne gözüne vuruyor. Entrikaysa entrika, yürek dağlamaksa parçalamak, uçuşan kılıçlarsa dönen ninjalar diye diye bir ilerliyor. Ama...bundan sonrasını söylemeyeceğim, spoiler vermek olmasın :)
İşte bu yüzden de bence 9 puanı hak ediyor. Çünkü aslında o kadar da büyük bir hatası yok dizinin. Sadece böyle aralarda bir yerde bir Moon Lovers'a bağlayacak diye elim yüreğimde tuttuğu için beni, ondan dargınlığım, bir puanı kırmalarım. Yoksa şahane de dizi olmuş vallahi.

22 Kasım 2019 Cuma

Asurca, Akkadca, Çiviyazısı, Mısır Hiyeroglifleri ve Gılgamış'ın Hikayesi

Böyle şeylere rastlayınca hem çok mutlu oluyorum, heyecanlanıyorum. Hem de pek bir mutsuzluk, umutsuzluk çöküyor üstüme. Çünkü vay be insanlar neler yapmış diyorum. Vay be insanlar nelerle uğraşabiliyor diyorum. Öğrenilecek ne kadar çok şey var yandım diyorum. Ben tüm bu çalışmalara nasıl yetişirim diyorum. Dahası ben taa en başından beri bu tür şeylerle ilgilenebilme lüksüne sahip olamadım ahh ahh diyorum. Neyse, oralara dalmıyorum yine. Diyeceğim şu ki böyle şeyler var, takdire şayan. Neler mi?
Chicago Üniversitesi'nin "Oriental Institute"si yani ne diyelim biz ona - Doğu Enstitüsü 90 yıllık bir çalışmanın ardından Asurca sözlüğü yayınlamış. Düşünsenize, ne çalışma! Şuradan pdfleri indirebiliyoruz. Satın da alınabiliyor da kağıt hali, pdfi indirmek bedava.
Londra Üniversitesi'nin "School of Oriental and African Studies"i de yani Doğu ve Afrika Çalışmaları Kürsüsü/Okulu/Bölümü falan diyebiliriz, Gılgamış Destanı ve çeşitli Babil metinlerini kendi dillerinde okunmuş halde yayınlamış web sitesinde. https://www.soas.ac.uk/baplar/recordings/ adresinden dinleyebiliyorsunuz. Dinlerken bir yandan okunan metnin orijinaline (yani romanize edilip yazılmış orijinaline) ve ingilizce çevirisine de bakabiliyorsunuz.
Bir de British Museum'un Orta Doğu Departmanı'nda çalışan Asurolojist Irving Finkel'den nasıl çiviyazısı yazacağınızı öğrenebileceğiniz videolar var. Bu amca aslında baya ünlü. British Museum'un youtube kanalında resmen dizi yapmış durumda.



Son olarak da Mısır hiyerogliflerinin açıklamalı bir listesini indirebileceğiniz bir adres var: Burada.

(Bir de dayanamadım bunu da göstereyim. Open University'nin youtube kanalında 10 dakikada İngilizce'nin tarihini anlatan video serisi var: https://www.youtube.com/playlist?p=PLA03075BAD88B909E)

Çin Ay Takviminin Aylarının Her Birine Bir Çiçek Fincanı

Met'te (The Metropolitan Museum of Art yani) böyle bir eser var. Varmış yani, ben gittiğimden hiçbir şey hatırlamıyorum tabi bin yıl oldu gideli ama sonradan web sitesinde koleksiyonlarda rastladım. Yılın 12 ayını temsilen, her bir fincanın (şarap bardağı-fincanı olarak geçiyor ama bilemem ben) üzerinde bir çiçek resmi yapılmış. Hangisi hangi ayı temsil ediyor bilemiyorum (açıklama da yok), ama çiçekler şöyle:

(Fotoğraflar Met'in web sitesinden: https://www.metmuseum.org/art/collection/search/52872)

Bu fincanlar Çin'de yapılmış. 1644–1911 arasında süren Qing Hanedanı dönemine aitler  ve 1622–1722 arasını kapsayan Kangxi Dönemi'nin işaretini taşıyorlar (Çin porselenlerinde böyle bir işaret - mark - mevzusu var, girmeyelim). Her birinin diğer tarafında bir de bir cümlelik bir deyiş/söz/şiir gibi bir şey yazılı. Çok hoşuma gitti duruşları. Daha doğrusu bir şekilde "zamanı" temsil ediyor oluşları ve bunun yanında bu kadar güzel durmaları beni yakaladı hemen.
British Museum'ın web sitesinde de tek tek hepsinin fotoğrafları var ama onların çözünürlüğü daha düşük gibi geldi bana, o yüzden yukarıdakileri koydum (British Musuem).

Met'in açıklamasında çiçekler sırası söylenmeden şöyle belirtilmiş:
Erik çiçeği
Şeftali çiçeği
Şakayık çiçeği
Kiraz çiçeği
Manolya
Nar çiçeği
Nilüfer ya da orkide
Armut çiçeği
Gülhatmi
Kasımpatı
Gardenya
Gelincik

British Museum'daki açıklamaya göre ise Lunar-yani ay takvimine göre sıralanan çiçeklerin isimleri de şöyle:

  1. Kış tatlısı çiçeği/Kalikantus/Kadeh çiçeği (Ya bu çiçeğin bizde bir karşılığı yok benim anladığım. Orijinali Wintersweet diye geçiyor, ocak ortasından şubat başına kadar açıp, tatlı talı kokarmış). Met'in erik dediği oluyor bu durumda.
  2. Kayısı çiçeği. Met'in şeftali dediği.
  3. Yaban elması ya da şeftali çiçeği
  4. Şakayık çiçeği
  5. Nar çiçeği
  6. Nilüfer
  7. Orkide
  8. Sinameki/Çin tarçını çiçeği
  9. Kasımpatı
  10. Gül
  11. Erik çiçeği
  12. Nergis
Yazdığına göre bu türden bir fincan setini böyle bir arada-eksiksiz bulabilmek çok zormuş. Çok güzel değiller mi ya?

18 Kasım 2019 Pazartesi

16 Bölümlük Kocaman Bir Hayalkırıklığı : Melting Me Softly

1999 yılındayız. Esas oğlanımız Güney Kore'nin bir tv kanalında acayip başarılı bir show programı yapımcısı-yönetmeni olan Ma Dong Chan için her şey mükemmel gitmektedir. Başarılı anne babasının serveti sayesinde üst tabakadan bir hayat sürmekte, erkek kardeşi gelecek vaat eden bir müzisyen olarak boy göstermekte ve kız kardeşi de güzelliğinin baharında çok mutlu bir hayata doğru yelken açmaktadır. Ma Dong Chan da 32'sindedir, aktörleri kıskandıran bir yakışıklılığı vardır. Yaptığı show programının sunucusu olan Na Ha Young ile evlenmek üzeredir ve işinde de aldığı ödüllerin haddi hesabı yoktur.
Esas kızımız, Ma Dong Chan'ın programında çalışan korkusuz Ko Mi Ran ise üniversite son sınıfta, 24 yaşında bir Çin Dili ve Edebiyat öğrencisidir. Ailesinin maddi durumu pek de iyi değildir, küçük erkek kardeşi de bir miktar zihinsel engellidir. Ama çok çok mutlu ve sevgi bir dolu ailedir onunkisi. Ko Mi Ran'ın da bir sürü umudu vardır zaten, bu şekilde sıkı çalışmaya devam edip çok para kazanacak, ailesiyle yaşayabileceği bir ev alacaktır.
Sene 99, fotoğraf makinesini ters çevirip kendimizi çektiğimiz zamanlar
Fakat bir gün Ma Dong Chan bir profesörün haberini alır. Canlıları dondurma işlemi yapan ve başarılı olduğunu iddia eden bu profesörün yeni deneği olmaya karar verir, show programı için bir bölüm olarak çekecektir bunu. Profesör ile anlaşır, kendi dışında bir denek ile birlikte 24 saatliğine dondurma kapsülüne girecek ve bundan program yapacaktır. Tabi kimse yanaşmaz böyle bir şeye. Sonunda Ko Mi Ran ikna olur ve ikisi 24 saatliğine dondurulur. Ancak kaderin oyunu, her şey birbirine girer ve nasıl olduysa olur, Ma Dong Chan ile Ko Mi Ran tam 20 yıl sonra uyanır donmuş uykularından.
Daha önce sinema ve tvde hatırı sayılır derecede işlendiğini gördüğümüz bu insan dondurma deneyine dair hikayemiz böyle başlıyor. Güney Kore'nin tvN kanalında 28 eylülde başladı yayınlanmaya, dün 17 kasımda da bitti (https://mydramalist.com/34063-let-me-melt). Toplam 16 bölümde 1999'dan 2019'a adeta ışınlanmış gibi olan iki karakteri ve onlar uykudayken devam eden hayatla karşılaşmalarını izledik. Esas oğlanımız olarak Ji Chang Wook'u izlemeyi 2 yıldır beklediğimiz için hep beraber, balıklama atladık bu diziye. Ama bu gözler böyle eziyet, bu kafa böyle işkence çekmemişti sevgili kore dizisi manyağı dostlarım. Sırf aşığız diye de bu kadar cefa çekmemize sebep var mıydı sorarım.
Hiç sormayın :)
Yukarıda anlattığım gibi fantastik-bilim kurgu temelli bir hikaye ortaya koyarak başlıyor dizi ama anlattığı bir şey yok aslında. Kocaman bir karmaşa. Aşırı iyi karakterler var elimizde halbuki. Tek tek izlendiğinde çok güzel sözler söyleyebilen, çok iyi alt metinleri olan karakterler. Dahası manyak iyi oyuncuların hayat verdiği karakterler. Ama hepsini bir araya getiremiyorlar bir türlü. Senarist sanki kişilik bölünmesi yaşıyor dizi boyunca. Karakteri çok iyi yazıyor, sonra bir bakıyorsunuz salak saçma bir bölüm izlemişsiniz. Ortada bir olay yok, hikaye yok, söyleyecek bir sözü, bir derdi yok dizinin. Yani aslında var düşününce, çok da damara basacak şeyleri var ama söyleyecekmiş gibi yapıp söyleyemiyor. Çünkü ortada bir yazım yok. Bu kadar insan gibi oyuncunun böyle bir saçmalığa nasıl olup da dahil olduğunu anlamak mümkün değil. Herhalde hiçbirine izletmiyorlardı bölümleri edit'ten çıktıktan sonra. Hadi onu geçtim, her hafta elinize aldığınız senaryoyu okuduğunuzda da mı anlamadınız ortada hiçbir şey olmadığını? Akıl alır gibi değil.
Başrollerimiz arasında bir kimya yok mesela sonra. Aslında var gibi, ama aslında yok. Çok ilginç değil mi? İşte bir senaryo yazımı insanı ne hale düşürüyor en güzel örneği. Ma Dong Chan karakterine çok iyi bir kişilik çizmişsin ama üstünü dolduracak bir şey yok, JCW sadece cazibesini, teatralliğini kullanarak günü kotarmaya, boşlukları doldurmaya çalışıyor. Ko Mi Ran'a kapı gibi güçlü, atılgan ama pervasızca olmayan, dürüst ama boşa konuşmayan bir karakter vermişsin. Gel gör ki bu iki karakteri bir araya getirdiğinde hikayeyi taşımıyor. Aslında bir arada çok iyiler, ellerinde iyi bir senaryo olsa şahane olacaklar ama bu hikayeyi götüremiyorlar. İkisinin aşkı, şusu busu için hiçbir şey hissetmiyorsunuz, hissettiremiyor dizi.
Oysa böyle ara ara ışık çakmaları gibi parlayan mükemmel yan hikayeler izletiyor. Ko Mi Ran'ın engelli kardeşi ile olan hikayesi böğrümüzü deliyor. Ma Dong Chan'ın kardeşleriyle olan her şeyi, bu 3 kardeşin yer aldığı her sahne mükemmel mesajlar taşıyor. Hele insanın hayatının nasıl geçtiğine, yaşlanmaya, hayatın bizi nerelere götürdüğüne dair o kadar güzel noktalardan yakalıyor ki hikaye, tam da hah işte bu dizinin rayını bulacağı şey de bu diyorsunuz ama devam ettiremiyor tabiki. Halbuki o Go Go 99 programının çekimlerini yaptıkları bölümde resmen içim dışıma çıktı ağlamaktan. O kadar güzel anlatmış, o kadar güzel çekmişlerdi.
Ahh arada gülmekten bayılmadık da değil
Komedi tarafında da acayip iyi şeyler başarıyordu mesela - neredeyse. Profesör ile Ko Mi Ran'ın kardeşinin dinamikleri mükemmeldi. Ko Mi Ran'ın eski sevgilisini oynayan Shim Hyung Tak yine şahaneler yaratmış (daha 6-7 ay önce Touch Your Heart ile tanıştım bu oyuncu ile, orada da çok iyiydi), sahnesi olsa da gelse diye bakıyorsunuz, keşke gene hayal kursa da absürt absürt izlesek diyorsunuz.
Ama genelinde böyleydik
Ama yine de neresinden tutarsak tutalım elde kalıyor dizi. Ve suçun tamamı senaristte. Onun yazdığı şeylerden yönetmen de oyuncular da ancak bu kadar çıkarabilmiş ortaya (çünkü yönetmeni A Gentleman's Dignity'yi - benim en bir favorim olan diziyi - yapan yönetmen, ona laf edemeyiz). Oysa ne özlemiştik be JCW'yi. Yazık oldu.

16 Kasım 2019 Cumartesi

7 Bölümlük İlk Sezonuyla Bir II.Dünya Savaşı Dizisi : World on Fire

1939 yılının ortalarındayız. Bütün Avrupa fırtınadan önceki sessizliği yaşıyor. Büyük Savaş'ın üstünden ancak 20 yıl geçmişken kimse yeni bir savaşın eşiğinde olduklarına inanmak istemiyor. Britanya'da genç aşıklar Lois ve Harry'nin hayatı, Harry'nin devlet görevlisi olarak Varşova'ya gönderilmesi ile tamamen değişiyor. Varşova'daki Tomazsezki ailesi 3 çocukları ile birlikte sevgi dolu hayatlarını yaşıyor. Paris'te yakışıklı doktor Webster gündüzleri Amerikan hastanesinde hayat kurtarırken, geceleri Paris'in meşhur kulüplerinde jazın dibine vuruyor, müzisyen Albert'e sırılsıklam aşık oluyor. Berlin'de, yükselen karanlığın kalbinde Rossler ailesi oğullarını Hitler'in ordusuna göndermişken, küçük kızlarını etraflarındaki tehlikeden korumaya çalışıyor. Rossler'ların yan komşusu Amerikalı gazeteci Nancy ise sezdiği şeyin peşinden koşarken kan dondurucu gerçeğe rastlıyor: Polonya askeri üniforması giymiş Alman askerleri Polonya topraklarına dolaşıyor. Ve malum gün, 1 Eylül 1939'da Alman uçakları Polonya'nın ufak bir kasabasına, hiçbir şey olmayan Wielun'a saldırıyor. Herkesin hayatı geri dönülemeyecek bir şekilde o gün sonsuza kadar değişiyor.
Peter Bowker'ın yazdığı-yarattığı bu hikaye 29 Eylül-10 Kasım arasında Britanya'nın BBC One kanalında 7 bölümlük bir dizi olarak yayınlandı. Haberini önceden gördüğüm için bekliyordum (bu period dramalar için özellikle takip ettiğim site Willow and Thatch, tavsiye ederim), ilk bölümün internete yüklendiğini gördüğümdeyse resmen havalara uçtum. Hafta hafta takip ettim ve bu bir dolu karakterin hikayesine tutuldum. Evet biliyorum II.Dünya Savaşı filmlerinden-dizilerinden gına geldi hepimize, artık anlatılmadık neresi kaldı, neyi kaldı diye düşünüyoruz. Ben de öyle diyordum, ama nasıl yaptıysa senarist Peter Bowker farklı bir şey göstermeyi başardı bu gözlere. Savaşın başlamasıyla hayatların nasıl değiştiğini, farklı farklı ülkelerdeki, şehirlerdeki insanlara tüm bunların nasıl dokunduğunu anlatıyor dizi. Normal hayatınıza devam ediyorsunuz, günlük ne yapıyorsanız onları yapıyorsunuz, sonra bir gün her şey değişiyor. Yaşadığınız şehir harabeye dönüyor, yıkıntıların arasında hayatta kalıyorsunuz. İşinizden çıkıp, evinize dönüyorsunuz bir akşam ve evinize Nazi askerleri el koymuş, içeride parti yapıyorlar haliyle karşılaşıyorsunuz. Tanıdığınız herkesi, kardeşlerinizi, oğullarınızı denizin ötesine savaşa yollamış halde uyanıyorsunuz bir sabah. Tüm bunları o sadelik içinde, sanki gerçek olmamış bir masal gibi anlatmayı başarıyor. Renk paleti ve müzikleriyle, karakterleriyle bir masal, ama korkunç olduğunu ekran kararıp, yazılar geçmeye başlayana kadar anlamadığınız bir masal gibi izliyorsunuz.
Böyle bir masal izlerken tabi karakterlere, oyunculara büyük iş düşüyor. Tüm yaratılan atmosferin içinde kaybolmamaları gerekiyor. İlk defa izlediğim Jonah Hauer-KingJulia BrownZofia Wichlacz'a hayran oldum. Bu üçü dizinin hayatları birbirine bağlanmış üç gencini oynuyor. Onların yanında Sean Bean'i ise elimde olmadan korku dolu gözlerle izledim bir sezon boyunca. Valla her bölümde ha gitti ha gidecek diye çekine çekine. Adam travma yarattığı için hepimizde, napalım. Şaka bir yana, ben özellikle Harry'nin annesi rolündeki Lesley Manville'e bittim. Hem onun karakteri oynayışına, hem de karaktere yazılanlara. Ama özelikle bu karakterin yazımına. Söylediği her sözü, onları söyleyişi, oturuşu, duruşu, bakışı ile harika bir karakter kattı hayatıma.
Aslında savaş olmasa dönemin görüntüsü çok güzel
Dizi bu 7 bölümlük ilk sezonunda 1939'un ortalarından başlayıp, 1940'ın haziranında Paris'in düşmesinden sonrasına kadar olan zaman dilimini anlatıyor. Varşova'nın kuşatılmasından, Dunkirk'e, Paris'in düşüşüne kadar her bir şehirde, tüm bu karakterleri izliyoruz. İkinci sezon onayı aldığı haberi geçenlerde geldi, hatta yayın tarihi bile belli. Zofia Wichlacz instagramında nisanda kendi doğumgününde yayınlanacağını duyurdu. Senarist Peter Bowker da bir konuşmasında 6 sezon düşünüldüğünü söyledi. Yani 1939'dan 1945'e kocaman bir öykü izleyeceğiz gibi duruyor, her şey yolunda giderse.

13 Kasım 2019 Çarşamba

Keşke sonsuza kadar devam etseydi : 18 bölümcük Agent Carter

İzleyip bitireli neredeyse bir seneyi bulacak sanırım ama ben o gün bu gündür etrafta bağırarak, yolda herkesi durdurarak söylemek istiyorum: Agent Carter'ı izleyin! Ben çok ama çok, ama nasıl da çok sevdim bu diziyi! Doğruya doğru, MCU'nun şimdiye kadar izlediğimiz fazlarındaki en sevdiğim karakter Captain America'ydı ama ilk filmde Peggy Carter'ı izlemek keyif vermiş olsa da çok takılmamıştım. Hikaye beni çılgınca sarmalamıştı (benim gibi çelimsiz-bücür-dikkat çekmeyen bir insan, bilimin manyak bir çözümüyle tüm sorunlarından kurtulabiliyor, şahane bir insana, hep hayalini kurduğu o insana dönüşebiliyordu, aman yarabbi Doktor Erskine neden beni de iyileştirmeden gitmiştin?!). (Captain America:The First Avenger(2011)'den bahsediyorum çocuklar.) İkinci Captain America filmi The Winter Soldier(2014) daha da deliceydi benim için, Sebastian Stan'e oldum olası bayılırım zaten. Haliyle yine çok gözümde değildi Peggy hikayesi. Bu filmden bir yıl sonra dizinin geldiği haberini görünce haliyle en fazla bir "period-tarih" dizisi olduğu için heyecanlanırım, ilgimi çeker diye düşünmüştüm. Çok acele etmemiştim izlemek için. Keşke etseymişim. Neler kaçırmışım bunca zaman.
Agent Carter 2015-2016 arasında iki sezon olarak toplam 18 bölüm olarak yayınlanmış. Peggy Carter'ın Captain America kaybolduktan (First Avenger'ın sonunda hani denize uçakla daldıktan sonra) hayatına nasıl devam ettiğini anlatıyor temelde. Savaş sonrası NY'da erkek egemenliğinin zirvesinin yaşandığı yıllarda, işini çok da iyi yapan bir ajan olarak kötülere karşı savaşına devam etmesini izliyoruz. Bunu yaparken tabiki topluma, kültüre karşı da savaşıyor ve yanında Stark ailesinin sadık yardımcısı Jarvis var (evet Jarvis kanlı canlı bir adam). Bir de tabi gidip gelen, serseri mayın, gönüllerin dahi çocuğu Howard Stark. Peggy Carter rolündeki Hayley Atwell'e burada aşık olmamak mümkün değil. Yani hayran kalmamak. Ne öyle çıtkırıldım görünüyor, ne de erkeksileşiyor. Tamamen güçlü ama baştan ayağa zarif halini koruyor. Hızla giden bir kamyonun üstünde kalem eteğiyle tekme atarak dövüşüp, kötü adamı perişan ettiği sahnelerde mesela hiçbir şey tuhaf gelmiyor (vallahi dalga geçmiyorum, samimiyim burada). Ya da doğru bildiğinden şaşmayıp, dürüstçe yapılması gerekenleri söylediğindeki duruşunu huşu içinde izlerken buluyoruz kendimizi. Gayet de doğal geliyor bunu ondan görmek. Yeri geliyor tamirci tulumunu giyip, alet çantasını eline alıp, gece operasyonuna gidiyor. Sanki daha önce bunu yapan bir dolu karakter izlemişiz gibi, hiç yadırgamıyoruz. Hayley Atwell üzerine öyle bir ruh geçiriyor, öyle bir Agent Carter'a bürünüyor ki ekrandan acayip bir enerji fışkırıyor.
yakıyor
Ben ancak geçen sene açıp izlediğimde hiç de 18 bölüm gibi gelmemişti bu yüzden. Sanki her şeyi 2 saatte izledim bitti gibi geldi. Tadı damağımda kaldı. Yetmedi. Daha yok mu nerede nerede diye kocaman açılmış gözlerle etrafa bakakaldım. Her şeyi o kadar yerindeydi ki. İzlemelere doyamadım. Geçtiği dönemi şahane anlatıyordu. Her bir bölüm hiç sıkılmıyordum. Hani olur ya çoğu diziyi izlerken birçok bölümde hah bu da böyle doldurma bölümü dersiniz, ha işte öyle dediğim hiçbir bölümü yoktu. Komedi dozu da gizemi de macerası da aksiyonu da hep yerindeydi. En önemlisi yapmaya çalıştığı şeyi gözüme gözüme sokmuyordu. Yani elimizde bir kadın kahraman varken hadi bunu kullanalım dememişler, hadi yaptığı şeyleri aaa bak nasıl da başardı çünkü kadın! kadın! diye bağırıp duralım dememişler.
Howard Stark ile Peggy
ajanlarımız
komşu kızı Dotty ve şahane yardımcı Jarvis
Her şey o kadar doğal, o kadar ayarında, tıkırında duruyor ki, öyle izleniyor ki. Başından sonuna, ilk sezon ilk bölümden ikinci sezon finaline kadar şahane bir hikaye anlatıyor, keyifli karakterler izletiyor. Giysiler çok güzel, müzikler çok güzel, arabalar süper :) Tanıdığımız, gençliğimizden kalan birçok oyuncuyu da görebiliyoruz hem. Chad Michael Murray'yi ajanlardan biri olarak, Bridget Regan'ı Peggy'nin komşusu olarak izliyoruz. Jarvis rolünde James D'Arcy acayip yerinde bir "kahramanın kankası". Yalnız ilginç de tanışıklıklar edinebiliyoruz. Mesela dizinin ilk bölümlerinde ajanlardan biri olan Daniel Sousa karakterini izlerken böyle devamlı bir yahu bu adam ne kadar da doğal duruyor diye düşünüp duruyordum. Doğal dediğim böyle şimdi pencereden kafamı uzatsam sokaktan geçecek gibi. Hani oyuncular hep böyle daha değişik gelir ya, yabancı oyuncular yani, ya da ülke dışına çıktığınızda insanlar daha değişik gelir ya. O his var ya hani. Hissedersiniz. Hah işte Sousa karakterini oynayan oyuncu da habire böyle gelip duruyordu bana. Ulan elin Amerikalı oyuncusu, bu his de nereden geliyor diye kendimi savsaklıyordum. Sonra sonra kimdir bunlar diye bakarken gördüm, babası Arnavutmuş :) İnsanlar hakkında yanılmam çocuklar. Dünyanın en büyük saf-salağı olabilirim ama en büyük de "his-edicisiyim". Ona göre.
Ben aşırı çok sevdim bu diziyi ve Ajan Carter'ı. Keşke oturup gene çekelim deseler. Peggy'yi Captain America'nın ikinci filmde döndüğü zamana kadar izlesek.

7 Kasım 2019 Perşembe

10 Günde Barselona-Paris-Amsterdam : Bölüm 4 - Amsterdam

Yazımın bu son bölümünde sanki o akşam orada hiçbir şey olmamış gibi, sanki o akşam normal bir şekilde uçağa binip dönebilmişim gibi davranacağım. Kötü hiçbir şey olmamış gibi anlatacağım Amsterdam'ı ve bitireceğim. Çünkü canım çok yanıyor.
Tamam.
Amsterdam Centraal tren istasyonu bu

Montelbaanstoren kulesi bu uzaktan görünen

meşhur Dam meydanı
Paris'ten de Amsterdam'a trenle gittik. Paris Nord istasyonundan 10:25'te bindik, saat ikiye doğru Amsterdam Centraal istasyonunda indik. Bu bilete de kişi başı 35 euro verdik. Yine hava kapalı ve buz gibiydi Paris'ten bindiğimizde. Amsterdam'da ise hava nedense daha ılık geldi.
Amsterdam'da istasyondan kafanızı çıkarıp şöyle bir baktığınızda hemen o farklılığını hissedebiliyorsunuz. Mimari, köprüler, kanallar, insanlar, bisikletler...daha istasyondan adımınızı attığınız anda daha önce gördüğünüz hiçbir yere benzemeyen bir yerde olduğunuzu anlıyorsunuz.
Biz istasyondan 15 dakikalık yürüme mesafesinde olan otelimize yürüdük önce. Motel One Amsterdam-Waterlooplein'de kaldık ve keşke 4 günü Barselona'da ve o evde heba edeceğimize burada, bu otelde daha çok kalsaymışız dedim. Diğer kaldığımız yerlerden midir bilmem, burası gözüme cennet gibi göründü. Şaka bir yana o kadar salak saçma yerde kalınca normal bir otele tabiki dibim düştü. Girişteki dekora, koltuklara, 24 saat açık bara bayıldım. Odamıza bayıldım, odadaki banyoya bayıldım. Ama tek bir gece yatabildik burada ve onda da sabahın köründe kalkıp, çıkmamız gerekiyordu.
Otelin konumu, dediğim gibi istasyondan kolaylıkla yürünebilir bir yerde. Otelden de yürüyerek tüm kenti gezebilirsiniz, sadece güzel bir havada. Çünkü Amsterdam'ın o zaman zaman çisil çisil yağmurlu, puslu, zaman zaman yerleri göle çeviren şarıl şarıl yağmurlu havasında bu yürüyüş keyiften çok eziyet oluyor.
benim olsun lütfen - 1
İlk gittiğimiz gün hemen otele yerleşip, kendimizi dışarı attık. Otelden diklemesine, daha doğrusu yatayda, yol tutturduk şöyle bir kent hakkında ilk izlenimlerimizi edindik. Binalar, o resimlerde hep gördüğünüz binalar var ya, onlar gerçek :) Ve fotoğraflardakilerden daha da güzeller. Kent topluca bir masaldan fırlamış gibi (bunu Prag'ı, Floransa'yı, Nürnberg'i görmüş bir insan olarak söylüyorum bakın). Her bir binayı fotoğraflamak istiyorsunuz, her bir kanalda köprünün tam ortasında durup her tarafınızı çekmeye çalışırken buluyorsunuz kendinizi. Yapmayın. Keyfini çıkarın. Bir de bisikletlere dikkat edin. Bu şehirde bisiklet terörü var. Her yerden fırlıyor, kanun benim diyerek üstünüze geliyorlar. Hayatımda bisikletlilerden hiç bu kadar nefret etmemiştim. Pisler. Hıh.
O akşamüstü ilk işimiz meşhur pankekçilerden birine koşturmak oldu bu arada. Gitmeden önceki araştırma aşamasında resmen delirmiştim pankekçilerin görüntülerine. Dekorlar, mekanlar şahane göründüğü gibi pankekler de manyak görünüyordu. Biz Pancakes Amsterdam'ın Negen Straatjes şubesine gittik (https://pancakes.amsterdam/about/locations/negen-straatjes). İçerisi acayip sevimli, üst katta oturduk biz. Herkes bizim gibi turistti zaten, başka başka milletlerden. Üst katla ilgilenen garson abi de alabildiğine sempatikti, kendi kendine şarkı söyleyip dans ederek dolanıyordu. Biz bir tuzlu bir de tatlı aldık, ortaklaşa yedik. Tuzlu dediğim sebzeliydi ortasında da pesto sosu vardı. Tatlı dediğim de çilekliydi ortasında yoğurt sosu ile geldi. Yanlarında da çay ve latte aldık. Toplamda 34,45 euro ödedik. Hesabı ödedikten sonra da garson abi geleneksel Hollanda tahta ayakkabısı şeklinde anahtarlıklardan verdi, müşterilere hatıra olarak veriliyor böyle.
O gün öğleden sonra ve akşam boyunca kenti karış karış yürüdük açıkçası. Waterstones diye bir kitapçıya girdik mesela, çok mutluydum orada. Bizde çevrilip, basılmamış bir dolu kitapla tanıştım. Ayrıca diğer kitapçı ve kırtasiye malzemeleri de çok tatlıydı. Merkezdeki tüm alışveriş sokaklarına daldık, tüm pahalı butiklere, turist mağazalarına girdik. Amsterdam Cheese Company'de peynirler denedik - çalışan gençler pek iyiydi :p -, Dam Meydanı'nda Cafe Zwart'ta oturup içkilerimizi yudumladık (TripAdvisor). Ama dediğim gibi hava berbattı. Bunların hepsini ıslanarak, üşüyerek, kendimizden bezerek gerçekleştirdik.
Ertesi gün sabah kahvaltı için bir randevumuz vardı oraya gittik ama ondan sonra tüm gün bavullarımız otelin deposunda beklerken vakit geçirmek ve akşamki Anne Frank Evi'ne girme saatimize kadar sokaklarda dolanmak zorundaydık. Tam bir eziyetti o gün. Hava zaten kötü. Habire bir kafede mekanda da oturamayız yani. Vakit geçirmek için kanal turu yaptık. Ama iyi ki de yapmışız, çok keyifliydi. 13,50 euro kadardı bizim seçtiğimiz. Bu turların tekneleri hemen istasyonun karşısındaki büyük Damrak isimli kanalda duruyor, oradan seçip binebilirsiniz (bizim bindiğimiz https://www.stromma.com/en-nl/amsterdam/).
benim olsun lütfen - 2
Akşam sekiz çeyrek için Anne Frank House'a bilet almıştık. Girme saatinizden bir dakika bile önce içeri sokmuyorlar kesinlikle. Oraya vardığımızda ölmüş, bitmiştik. Tuvalete sıkışmıştım, üstümüzden sular akıyordu yağmur hiç durmuyordu. Yine de tüm diğer insanlarla birlikte sersefil halde bekledik müzenin önünde. Tam sekiz çeyrekte kuyrukla birlikte içeri alındık. Tüm çantaları, şemsiyeleri girişte bırakıyorsunuz. Sonra audioguidelarla birlikte ilerlemeye başlıyorsunuz. Burayı anlatmak da bana çok iyi gelmiyor şu an. Boğazıma yumrular oturuyor, özür dilerim. Çok küçüktüm ben kitabı, daha doğrusu günlüğü okuduğumda. 9-10 yaşlarında ya vardım ya yoktum. Hiçbir şeyin farkında değildim, savaşlardan, dünyanın pisliğinden haberim yoktu. Dayımların denize bakan evinde bir yaz, kuzenimin kitapları arasında bulup okumuştum herkes denize gider etrafta oyun oynar koştururken. Her şey, Anne'in öyküsü kafama dank diye çarptığında tabiki büyümüştüm. Evi görmek ise...Gitmeniz gerek. Tek söyleyebileceğim bu. (Biletler için-->https://www.annefrank.org/en/)
(Bu arada şu sıralar World on Fire diye bir dizi izliyorum. Haftaya ilk sezonun son bölümü yayınlanacak sanırım. Tam da 1939'da başlıyor hikayesini anlatmaya, Polonya'yı, Britanya'yı, Fransa'yı izliyoruz. Tavsiye ediyorum şiddetle. Son bölümü de izleyip öyle yazacağım.)
Bu noktada anlatımımı bitirmek istiyorum çocuklar. Daha fazla bir şeyler hatırlamaya çalışıp, anlatmaya çabaladıkça canım çok acıyor. Sadece birkaç tavsiyeyle bitirmek istiyorum:
Yeni yerler keşfetmeye tek başınıza çıkın.
Her şeyden kısın ama kaldığınız yerlerden kısmayın. En iyi yerlerde kalın. Çünkü iyi bir uyku, iyi bir dinlenme tüm ruh halinizi, tüm yaşamınızı etkiliyor.
Avrupa'nın güneyindeki ülkelerin kentlerinde tüm o turist kalabalığının arasında aslında kocaman bir sefalet yaşanıyor buna şahit olacaksınız. Tüm göçmenler, afrikalı asyalı ortadoğulu, sokaklarda yerlerde sersefil bir halde ekmeğinin peşinde debeleniyor. İnsanın içine oturuyor. Hazırlıklı olun.
Hava durumuna bakın evet ama yine de güvenmeyin. Her ihtimali düşünün. Hazırlıklı gidin. Çok eşya taşımayın ama hazırlıklı olun.
Minimum zamanda maksimum şey görmeye çalışmayın. Bizim gibi 10 günde 3 şehir göreceğim diye açlıkla saldırmayın. İnsan gibi düşünün, 4-5 günlüğüne bir şehre gidin, insan gibi gezin dolaşın.
Ve en önemlisi çocuklar, sakın ama sakın döneceğiniz akşam trende çantanızı unutmayın.

6 Kasım 2019 Çarşamba

10 Günde Barselona-Paris-Amsterdam : Bölüm 3 - Paris

Paris hep korktuğum bir şehirdi. Çocukluğumdan beri bir sürü şehrin hayalini kurdum. Hayal kurmadığım, başka bir şehirde, ülkede yaşamadığım tek bir gün yoktu kafamda. Ama hiçbirinde Paris yoktu, Fransa yoktu. Çünkü aklıma geldiği anda korkuyordum ve hayal etmekten bile vazgeçiyordum. Fransa benlik değil diyordum. Yok, yok Fransa hiç benlik değildi. Ama nasıl da merak ediyordum bir yandan. "Rose of Versailles" bilinçaltımda çok önemli bir mihenk taşıydı zaten, üstüne bir de bu arkeoloji çukuruna bulaştığım andan itibaren Louvre kutsaldı. Ama ben ingilizdim ya, merak edip, korkup, burun kıvırıyordum.
Bu yüzden bu geziyi planlarken en merak edip, heyecan duyduğum kısmının Paris olması çok normaldi. Gitmeden önce en içimi kıpır kıpır eden düşünceydi Paris'e ayak basacak olmam. Sonunda tüm o filmlerdeki, dizilerdeki, hikayelerdeki sokakları kendi ayaklarımla yürüyecektim. O havayı soluyacaktım, orada olacaktım.
Barselona'dan sabah 9:25'te trene bindik. Çeşidi Renfe-SNCF olarak geçiyor. Sants tren istasyonundan biniyorsunuz. Oraya da kolaylıkla metroyla, şehrin her yerinden ulaşılabiliyor. Tren istasyonuna giderken hava iyice bozmuştu, Barselona'ya da sonbahar gelmişti. Yağmur ince ince ama sıklıkla yağıyor, soğuk kendini belli ediyordu. Tabi biz tüm bavulumuzu Barselona'da ve Paris'te güneşli-20 dereceler içerisinde geçireceğiz diye doldurduğumuz için ayağımızda yağmurla alakası olmayan yazlık ayakkabılar ve üstümüzde yağmuru soğuğu içimize işleten ince şeylerle tren istasyonuna gittik. Trenle Barselona-Paris yaklaşık 6 saat sürüyor. Girona-Perpignan-Narbonne-Montpellier-Lyon ve Paris güzergahını takip ediyor. En erken haziranın başında alabildim biletleri eylül için. Tren biletlerini alabildiğiniz web sitesinde maksimum 90 gün diyordu. Yani satın alacağınız tarih ile seyahat tarihiniz arasında 90 günden fazla olunca satılmıyor. İki kişi 178 euro tuttu o zaman. Ama avrupadaki trenlerde şöyle bir özellik var, vakit geçtikçe fiyat artıyor. O yüzden olabildiğince erken almaya çalışmıştım.
Bu trenin içi gayet güzel, temiz, rahattı. İnternet var, restaurant var, tuvalet var. Daha ne olsun? Ayrıca o sabah o trende yediğim ekmek arası omlet hayatımda yediğim en lezzetli şeylerden biriydi. Zaten bu gezide sadece kahvaltılarda yediğim şeylere bayıldım. Diğer yediğim hiçbir şeyi pek içimden gelerek yiyemedim maalesef ilk kaşıktan sonra. Her neyse ne diyordum, tren. Evet tren çok güzel bir seyahat yöntemi çocuklar. Keşke her yere trenle gidebilsek.
Paris'te Gare de Lyon'da indik. Bu istasyon şehrin biraz daha merkezinde gibi. Oysa kalacağımız yer bu sefer merkezin biraz dışındaydı. İki metro hattı değiştirerek ulaşabildik. Paris'te de 10'luk bilet alabiliyorsunuz. Ama çok saçma bir şekilde 10 tane ufak kağıt bilet veriyor. Öyle tek bir bilet değil. İsmi t+, tanesi 1,49 euro. Ve unutmayın, dikkat edin, bu biletleri saklamanız gerekiyor. Yani turnikeden geçtiniz, metroya bindiniz, durakta indiniz. İndiğiniz durakta görevliler kontrol için bekliyor olabiliyor. Ya da bazı duraklarda, tren istasyonlarında falan çıkış yapabilmeniz için aynı bileti yine okutmanız gerekebiliyor (Bu durumda da yine çöpçülüğüm işe yaradı tabi. Her şeyi çöpe değil, cebime atmamın faydası:)).
Kaldığımız yer Le Montclair Hostel Montmarte idi. Daracık, yukarı doğru çık çık bitmeyen merdivenleriyle aslında sevimli ama hostel yani. Zaten dorm roomları da vardı. Bana ilginç gelen, bir sürü çocuklu aile de kalıyordu. Herhalde daha büyük aile odaları da vardı diğer katlarda ama ne bileyim. Bizim kaldığımız oda iki kişilik diye geçiyordu ama allahtan ikimiz de bir buçuk metreyiz, yoksa o odada hareket edebilmenin imkanı yoktu. Ama özel banyo-tuvalet için hepsine razıydım emin olun. Yine de benim gibi ses konusunda çok duyarlıysanız çok zor kalınıyor. Barselona'daki odaya göre cennetti tabiki ama yine de etraftaki tüm ses odanın içinde. Allahım ben ne zaman şöyle normal bir otelde kalarak gezi yapabileceğim ya? Bundan önce hep öğrencilik falan, para yok diye katlandım bunlara ama al işte kazanıyorum, niye gene böyle sersefil geziyorum ben ya? Neden bu içimdeki sefil varoş öğrenci gitmiyor?
samosa dediğim bunlar

Colline d'Asie'deki yemeğimiz
Otelde hemen yerleşip, üst baş değiştirip dışarı attık kendimizi. Yine açız tabi. Bulunduğumuz yer Sacre Coeur bölgesine yakın olduğundan oralarda şöyle değişik bir şey yer bulalım dedik. Colline d'Asie diye bir yere gittik. Asya mutfağı ama birkaç ülkenin yemekleri var. Çalışanlara en son menüdekileri baya bir sorduk biz, Vietnam-Kamboçya-Çin falan diye saydılar. Bu yemek oranın, bu yemek buranın diye diye. Bu arada çok sevimli bir restaurant burası, ufak ama çok güzel. Çalışanlar da çok sevimli, çok sempatik. Cama dönük oturduk, yoldan geçenleri izledik tüm yemek boyunca, böyle içerisi tıklım tıkış ama çok mutlu bir ortamdı. Tam hani böyle filmlerdeki gibi hissettim. Bu arada menüde tek kelime ingilizce yok. Bizim baya yabancı olduğumuzu görünce hemen geldi çalışanlardan birisi, elinde tabletten büyük büyük resimleri yemeklerin göstereyim anlatayım dedi. Resimleri göstererek ingilizce anlattı. Ona göre seçtik. Usanmadan anlattı, içeriklerini, tek tek malzemeleri sorduk hepsine cevap verdi. Gözümüz dönmüş halde bir dolu şey istemeye başlayınca da yok yok bunlar kocaman porsiyonlar yiyemezsiniz dedi. Haklıymış. Asya mutfağı kocamanmış çocuklar. Siz bu hatayı yapmayın. Altı üstü ellişer kiloyuz neremize yiyecektik acaba? Biz bir çorba gibi noodlelı bir şey, ayrıca etli noodle gibi bir şey ve samosa istedik. Samosaları yediğimizde doymuştuk öyle diyeyim anlayın. Toplamda 26,5 euro tuttu. (Trip Advisor'da Colline d'Asie)
Sacre Coeur şahanesi

Sacre Coeur'dan Paris'i dinliyorum
Yemekten sonra hava iyice kararmıştı ama fena değildi ısı olarak. Sacre Coeur'a yöneldik. Bu muhteşem bazilikaya gitmek için tam o Paris'in meşhur merdivenlerini çıktık. Yaaa çıldırıyorum, herşey o kadar da gösterildiği, anlatıldığı gibi ki. Böyle masalın, filmin içinde gibi oluyor insan. Akşam on buçuğa kadar açık bazilika sabah altıdan. Ve giriş için herhangi bir ücret ödemiyorsunuz. Ayrıca bir uygulaması da var audioguide olarak, onu da indirip, kulağınıza alıp, güzel güzel gezebiliyorsunuz. (http://www.sacre-coeur-montmartre.com/english/) Burası akşamları hep böyle mi oluyor bilmiyorum, eğer öyleyse Paris çok güzel bir şehirmiş:) Kalabalık, herkes gelmiş oturuyor bazilikanın önünde. Muhabbet edenler, bir şeyler içenler, eğlenenler...Şehre bakan  merdivenlerde gençler oturmuş, bir sokak şarkıcısı da şarkısını söylüyor. Herkes eşlik ediyor, herkes coşmuş...Şehir ışıklar içinde, başka hiçbir şeyin önemi yok. O gece hem çok mutlu hem çok üzgündüm. Orada o "an"ı yaşayabildiğim için mutluydum. Ama tüm ömrümün böylesi bir anlayışa, kültüre, yaşama sahip olmayan bir ülkede harcanıyor oluşuna da içim kan ağlıyordu. O kapana kısılmışlık duygusu yine çöreklendi içime. Bu ülkede kısıldığım kapanın göğsümdeki ağırlığı çöktü üstüme.
Paris'teki ilk sabahta Seine
Ertesi gün Louvre günüydü. İşte yıllardır beklediğim ama gerçekleşeceğine inanamadığım şeylerden biri. Louvre'daydım! Tüm o Antik Mısır koleksiyonunu görebilecektim. Olmam gereken şeyden bu kadar uzaklaşmış, bu kadar umutsuz bir hale düşmüşken en azından onları görebilecek, aralarında dolaşabilecektim.
Orada olmuş olduğuma hala inanamıyorum.
Çocuklar Louvre biletlerini önceden alıyoruz internetten. Çünkü kıyamet gibi ortalık. Tanesi 17 euro biletlerin. (şuradan alın haa: https://www.louvre.fr/en) Biz hemen sabah 9 buçuğa almıştık biletleri, çünkü tüm günü orada geçireceğime emindim. Ama uzaktan geliyorduk ve o sabah polis her yeri kapatmıştı (climate change protestoları). Neredeyse geç kalıyorduk. Koşturmaktan çok etrafımıza dikkat edemedik ama Seine'in kenarında, Jardin des Tuileries'te o muhteşem görüntünün (ağaçlar sonbaharla yapraklarını dökmeye başlamış, yerler hep yaprak, hava esintili, kimsecikler yok, sanki tarihi bir filmdeyiz, geçmişe yolculuk etmişiz birazdan karşımızda Aramis belirecek) içinde koşturuyoruz. Yaaa ağlayacağım ama. Paris çok güzel. Ama gezemedim. Şöyle adamakıllı sokaklarında gezemedim. Off ya.
Evet gerçeği burada burada! Önünde durup, uzuuun uzuuun seyrettim.

Orada bir La Gioconda var uzaktaaaa

Ben öldüm çocuklar.
Şimdi burada Louvre hakkında konuşmaya başlamayacağım. Kendimi çok zor tutuyorum ama yapmamalıyım. Yoksa bu gece buradan gidemem. Kanepeye yapıştım zaten. Ama sadece hap niyetine şunları diyeceğim. Çok büyük. Çok karışık. Bitmiyor. Hiçbir harita, uygulama sizi kurtarmıyor. Yine de kayboluyorsunuz. Zaten birkaç saat sonunda etrafınızdaki herkesin endişeli gözlerle oradan oraya koşturduğunu görmeye başlıyorsunuz. Ha, bir şekilde olur da piramidin altındaki ana giriş/çıkışa gelebilirseniz de kendini buraya atabilmiş diğer insanları görüyorsunuz, ellerindeki haritaları oraya buraya fırlatmış, kendilerini de yine buldukları yerlere atmış halde. Bir de ingilizce hiçbir şey yok. Tüm eserlerin açıklamaları fransızca. Hiçbir şey anlamıyor insan. Bunca yıldır okuduklarım olmasa, öyle eblek eblek bakar kalırdım herhalde.
Biz çıktığımızda akşam beş buçuktu. Ki arada da piramidin altındaki kafelerden çay sandviç falan alıp, enerji yenilemiştik. Çıktığınız noktada metro altı alışveriş yerleri gibi bir bölüm var. Ayrıca bir de avmnin en üst katında yemek yerleri olur ya öyle de bir üst kat var. Biz oraya kendimizi atıp, birer çay falan içip, tatlı yedik. Creme Catalane diye bir tatlı yedim ben. Katalan ama Barselona'da yoktu, Paris'te yedim :) Valla muhallebi ile krem karamel arası bir tat ama şahane. Çıktığımızda hava buz gibi olmuştu ve yağmur yağıyordu. O kadar kötüydü ki halimiz, kendimizi otele atmaktan başka çaremiz yoktu.
Pere Lachaise
Ertesi gün şehri gezelim diye ayırdığım gündü ama onu da beceremedik. Gerçi kahvaltı muhteşemdi. Kahvaltı deneyimimiz tam bir Paris filmiydi. Hani böyle köşede bir kafe olur, kaldırımda masaları. Sandalyeler yola doğru dönük. Minik minik masalar, ahşap sandalyeler. Hah işte tam bu manzarada oturduk kahvaltımızı yaptık birer tost ve kahveyle. Bu gezi boyunca "tost" dediğimde anlamanız gereken bir kızarmış ekmek dilimi üzerine çeşitli soslar, otlar ve sahanda yumurta. Yani öyle bizim klasiğimiz olan tost değil. Cafe La Halte idi ismi oturduğumuz yerin. Klasik Fransız kafesi. Ama çok güzeldi be o sabah. Çalışan abiler de çok sempatik, çok ilgili. O sabah baktığımız 3.yerdi mesela orası ve diğer iki yerden hiç hazzetmediğimiz için buraya oturmuştuk. Keşke ilk başta buraya gelseymişiz. İlk baktığımız yer Soul Kitchen'dı. Ama kesinlikle vegan olmayan bizler için pek kahvaltılık bir şey yoktu. Daha doğrusu iki Türk olarak pek doyacağımızı gözümüz yemedi orada. İkinci yer Francis Labutte diye bir kafeydi yine. Ama oradaki çalışan tek kelime ingilizce cevap vermediği gibi pek muşmulaydı (oysa pek de yakışıklıydı). Bakın zaten Fransa'daki büyük sorun bu: Hangi dilde konuşursanız konuşun sadece Fransızca cevap veriyorlar. İngilizce söylüyorsunuz, anlıyorlar. Ama geri Fransızca cevap veriyorlar. Böyle saçma sapan bir diyaloga giriyorsunuz. Labutte'te de öyle olunca kalktık. La Halte'ye geldik. Dedim ya iyi ki de oturmuşuz. Burada iki kişi toplamda 25,10 euro ödedik. (TripAdvisor'da La Halte du Sacre Coeur)
Mezara bakın yuh.
Kahvaltıdan sonra Pere Lachaise mezarlığına gidelim önce diye tutturduğumdan ötürü saatlerimizi orada dolanarak geçirdik. İşaretlediğim hemen hemen hiçbir mezarı bulamadık. Kaybolduk. Dolandık da dolandık. Yahu sorun bende mi? Harita okuyamıyor muyum ben? Survivor yeteneklerim bu kadar mı yok? Bulamadım. Hayır mezarlık çok güzel. Evet biliyorum bir "mezarlık" nihayetinde ama etkileyici. Bizim köydekileri gördükten sonra inanın öyle. Yani daha doğrusu bizim kültürün mezarlıklarını gördükten sonra (bizim dediğim ülkenin yani). Burada işaretlediklerimden sadece Jim Morrison'ın, Champollion'un ve Oscar Wilde'ın mezarlarını bulabildik. Şaka gibi.
Pere Lachaise'de saatlerimizi harcadıktan sonra bari azıcık bir şeyleri görelim diye fırladık. Önce tabiki ilk durağımız Notre Dame'dı. Ahh Notre Dame. İlk sinema filmim (çizgi filmim). Sinemada ilk ağlamam. Bir gün Quasimodo'nun çan kulesini, tüm o herşeyi görebileceğimi düşünürken...Yoktu. Sadece bir ön tarafı kalmıştı o kadar. Seine'in kenarında yine herkes en güzel pozu yakalamaya çalışıyor ama o yok ki. Notre Dame yok.
Yine de havası çok güzel. Ortam. Nehir kenarında, o yıkıklığa doğru oturmuş, elinde çizim kağıtları kalem, gençler. Sanatçılar. Ahh Paris. Kafalar. Orada hemen Notre Dame'ı arkalarına alıp herkesin fotoğraf çektiği köprünün üstünde seyyardan krep yedik, o meşhur tatlı kreplerden. Orada, o atmosferde acayip lezzetli geliyor tabi, vay be diyorsunuz. Ama sakinleşince düşünceleriniz açılıyor, bu yediğimiz evde tavada annelerimiz yapıyor ya incecik (benimki akıtma diyor mesela), hah işte o. Seyyarcı abiler ablalar içine nutellayı çileği muzu doldurunca insanın gözü dönüyor olay o. Yoksa annem de yıllarca içine peynir maydanoz sarıp ağzımdan burnumdan sokmaya çalışmasaydı belki ben de yerdim. Yemez miydim anneee?
Notre Dame'dan bir şeyler kalmış gibi diyorsunuz tam...

Ama kalmamış.
Oradan da hemen Eiffel'e yetişmeye çalıştık. Üstüne falan çıkmayacaktık da hava bozmadan görelim diye. Önündeki çimenlere çöktük, izlemeye başladık. Hava iyice bozuyordu, soğuyordu. Donmak üzereydim ama herkesle birlikte oturdum. Çünkü Paris'teydim, çünkü hayatımda ilk defa o çimenlerin üstünde oturuyordum. Hava karardıkça ışık gösterileri başlıyor, kuleyi ışıklandırmaya, büyülü hale getirmeye başlıyorlar. Orada oturup, dünyanın binbir köşesinden binbir insanla aynı şeyleri hissediyorsunuz. Altı üstü demirden bir kule. Ama değil işte.
Bir Eiffel de ben koyayım
Paris'teki son günümüzü Versailles'a ayırmıştım. Rose of Versailles'ı izlediğimden beri bir çizgi film imgesiydi bu saray benim için, hiç gerçekliği yoktu. Oysa kocaman bahçeleri, havuzları, odaları ve heybetiyle görkemli bir saray burası. Gerçi bizim için tam bir perişanlık, sefalet ve eziyet sarayına dönüştü o gün ama neyse. Artık temmuz-ağustos dışında evin kapısından adımımı bile atmayacağım yeminle. Nereye gitsem kar yağmur fırtına tsunami bu nedir ya? Versailles'ın olduğu yer zaten çoook eskiden yel değirmeni yeriymiş, ortam rüzgarlı-soğuk defaultta zaten. Üstüne bir de eylülün sonunda tam havaların bozduğu dönemde gidince vurdu mu gözüne yağmur, hava oldu mu buz. Öyle tüm turist ahalisi olarak hep birlikte sarayın önünde saatlerce o havada titreye titreye kuyrukta bekledik. Haa diyeceksiniz sen her bileti önceden alıp, saatli girişi garantileyip gitmedin mi ne kuyruğu bekliyorsun? Bahtsız bedevi benden bahtlı biliyorsunuz. Yine bu "climate change" protestolarından ötürü saray girişindeki saatli girişleri o gün kaldırmışlar. Biletinde ne yazdığı önemli değil, herkesle aynı sıraya girecek, saatlerce bekleyecek ve aynı girişten gireceksin. Asıl yaptığım büyük salaklığı anlatayım (bende salaklıklar bitmiyor biliyorsunuz). Özellikle biletlerin çıktısını alıp, güzelce dosyaya koyup almıştım yanıma. Yani en azından tüm Barselona sokaklarında ve Paris'te ilk günlerde taşımıştım. O gün dosyayı pek zekice odada bırakmışım. Ama tamam, sonuçta artık her şey dijital, her yerde telefonlarımızı gösteriyoruz değil mi? O rahatlıkla elimde telefon, saatlerce sıra bekledik. Anlattığım havada. Aç bilaç, iliklerimize kadar üşümüş, donmuş halde. En sonunda girişe geldik. Görevli elindeki barkod okuyucuyu kaldırdı, ben de telefonun ekranına sarayın biletlerine ait olduğunu sandığım, daha önceden indirip kaydettiğim karekodları getirdim. Görevli yok dedi, barkod olacak. Nassı yani dedim. Bu karekodların neyin de indirdim ben. Tamam internetten bir daha açayım dedim, hemen kenara durduk açtım web sitesini (çünkü maile göndermiyor sarayın sistemi biletleri). Hesabını açmak gerekiyor web sitesinde. Şifremi zerre hatırlamıyorum. Zaten o kalabalıkta kenarda durmuşuz, elim ayağıma dolaşmış, sinirlerim alt üst olmuş nasıl bırakırım biletleri diye. Yok hesabı açamadım, biletlere ulaşamıyorum. Kaldık mı öylece girişte. Geri dönsek dönemeyiz otele 3 günlük yol var. Girmek istesek sokmazlar barkod okutmadan. Var ya kendime ne kadar kızsam az. Hakikaten. Mecburen sıradan çıktık, mahvolmuş bir şekilde kendimizi hemen yan taraftaki tuvaletlere attık. Tuvaletten çıkıp, banklardan birine oturup, sakince internetten biletlerimize ulaşmaya çalıştım. Biletleri indirebildim o anda tamam ama o giriş kuyruğuna giremezdik bir daha, kıyamet gibi bir şeydi. Bu noktada allah yüzümüze baktı herhalde. Kuyruğu hizada tutmakla sorumlu görevlilerden bir tanesine derdimizi anlattık. O da hemen ön taraftaki barkod okuma noktasına girmemize izin verdi. Böylece Versailles'a girebildik ama ne gezmeye ne bakmaya ne de bir şeylerden keyif almaya halimiz kalmıştı.
Versailles'da çok insan var

Duvarları bile ulaşıp da göremeyeceğiniz kadar çok insan var

Tabi Versailles'a nasıl gittik asıl orası da önemli. Araştırma aşamasında çok düşündürmüştü beni. Nereden nereye bineceğiz nasıl gideceğiz diye. Valla bir dolu yol var, trenle, otobüsle, araba kiralayarak, bisikletle...Size en kolay ya da keyifli hangisi geliyorsa onu seçmekte fayda var. Biz trenle gittik. Şuralardaki bilgilerden yararlandım ben önce, sonrası araştırma zaten:
Trenin biletlerini internetten alamıyorsunuz. Yani öyle şehirlerarası, ülkelerarası trenlerden değil. Yerel. Paris ve çevresi treni işte. Biz sabah tren istasyonundaki kiosktan aldık. Gidiş için ve geliş için sabahtan aldık hemen çünkü belli mi olur. Üzerinde saat falan yok. Hani ego bileti aldım istediğim zamanda binerim gibi. Şu an elimde tuttuğum bilette 3,65 yazıyor, tanesi bu kadar. Paris-Versailles Chateu güzergahı olarak seçip, alıyorsunuz kiosktan. Hemen oradaki istasyon içi kafesinde kahvaltı yaptık o sabah. Tabi burada yalnızca kruvasan ve kahve ve portakal suyu ile yetinmek zorundaydık. Ama buradaki çalışan amca çok sempatik, çok iyiydi.
İndiğiniz istasyonda bir tren dolusu insanla birlikte yürümeye başlıyorsunuz. Hiç öyle saray ne taraftaydı, aman allahım çok mu uzak nereye gideceğim diye endişeye gerek yok. İnsan kalabalığına takılın gitsin. Bir on beş dakikalık yürüyüşten sonra karşınıza çıkıyor saray arazisi. Bizim yürüyüşümüz bastıran yağmur ve soğuğun gölgesinde geçti. Saraya ulaştığımızda ise bahçe demirlerinin dışındaki milyonlarca insandan oluşan kuyruğu görmemizle resmen çöktük. Ama o kısımlardan üstte yakınmıştım. Sarayın içine geçiyorum.
İçeride trenle geldiğiniz kalabalığın arasında, her beraber, boğula boğula dolaşıyorsunuz. Sağ kanattan girip, içeride odadan odaya geçerek ilerliyorsunuz. Her odanın bir ismi var, Hercules, Diana Room gibi. Girişte aldığınız free audioguidelarda her odanın bilgi levhasındaki numarayı tuşlayarak oda ile ilgili bilgileri dinliyorsunuz. Odaların hepsi alabildiğine süslü ama eşyaların çoğu eksik. Çünkü bildiğiniz ihtilalin sabahında halk saraya akın edip, her şeyi talan etmiş. Şimdilerde, o gün saraydan aşırılan ve o kadar yıl nesilden nesile evlerde yer alan eşyaların peşine düşmüş Fransız hükümeti. Saraya orijinal eşyalar geri toplanıyormuş.
Bir de aynalar salonu-koridoru meselesi var. Burası kral XIV.Louis tarafından aynalarla doldurulmuş. Sarayın en dikkat ve ilgi çeken yeri gibi bir şey. Bu yüzden de herkes orada yığılıyor. Adım atılmıyor. Her santimde birisi durmuş poz veriyor. Yalnız harbiden güzel yer.
Saray için ne planlar kurmuştum gitmeden önce kafamda ama havanın saçmalığından bahsettim değil mi? Güya içeride çok kalmayacak, kendimizi bahçelere atacak, bisiklet kiralayacak, gölde kürek çekecektik. Oysa sarayın pencerelerinden baktığımızda bahçelerde fırtına vardı resmen. Her yer göl olmuş, göz gözü görmüyordu. Biletlerimiz boşa gitti. (Versailles'ın web sitesi: http://en.chateauversailles.fr/)
O havada tabi geri dönüş yolunda kendimizi istasyonun yakınındaki mcdonalds ve starbucks'a attık. Evet mecburen. Çünkü ölmüş bitmiş, ıslanmış, donmuş ve açtık. Yapacak bir şey yok. Kendimizi otele nasıl attık bilmiyorum. O kadar saçma bir gündü o.
Ertesi gün Paris'te 4 gün kalıp da hiçbir sokağında doğru düzgün dolaşamamış olarak Amsterdam'a doğru yola çıktık.

Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }

 En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...