29 Mayıs 2017 Pazartesi

Etgar Keret hikayelerinin arasında, Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü

"Bu öykü geç gelen yolculara asla kapı açmayan bir otobüs şoförüne dair. Kimseye. Ne otobüsün yanında koşup ona yalvaran bakışlarla bakan ezik lise öğrencilerine, ne kapıya aslında zamanında gelmiş de bütün suç şoförünmüş gibi vuran sinirli tiplere, ne de onu ellerindeki alışveriş torbalarını sallayarak durdurmaya çalışan yaşlı ve titrek kadınlara. Kötülüğünden değil, çünkü kötülüğün zerresi yoktu bu otobüs şoförünün ruhunda; ideoloji meselesiydi sadece."
Etgar Keret'in kitaba ismini veren ve kitabı açtığımızda ilk karşılaştığımız öyküsü bu cümlelerle başlıyor. Eh, böyle cümleler okuyunca insan kendini birden kaptırmış giderken buluveriyor. Öyle yokuş aşağı el freni çekilmiş kamyon misali değil ama. Yatağında usulca akan bir nehrin suyuna kapılmış gibi. Suyun yatağı var evet ama ne yöne gittiğini göremiyorsunuz etrafınıza bakmaktan o hızda sürüklenirken. Keskin dönüşlerle dolu, birden bire nereden çıktığı belli olmayan kayaların arasından ilerliyor sonra. O suyun içinde olmak bir yandan çok keyifli, böyle içinizi gıdıklayan, yumuşak ama hafif bir hisken, bir yandan da ne yönden geldiğini anlamadığınız yumruklar savuruyor yüzünüze su. O yumruklarla kısa kısa sürelerde gözünüzün önüne gerçek geliyor mesela, aslında suyun dışında, oturduğunuz yerde oturuyorsunuz. Ama iki yumruk arasında gerçekliğin dışında, o suyun içindesiniz. Keret'in öykülerinde bir sayfa içinde, tek bir sayfa içinde hem bildiğimiz gerçeklikte hissediyoruz, hem de başka bir tanesinde yüzüyoruz. İkisi iç içe geçiyor çoğu yerde, mantığımız reddediyor gibi olacak anlıyoruz ama reddetmiyor, böyle kendimizi saçma hissediyoruz ama devam etmekten de alamıyoruz.
Bu ilk öyküden sonra kitap kimisi bir sayfalık kimisi onlarca sayfalık öykülerle hoplaya zıplaya devam ediyor. Goodman, Duvardaki Delik, Cehennemden Bir Hatıra, Rahim, Domuzu Kırmak, Emniyet Mandalı Açık, Uçan Santiniler, Korbi'nin Sevgilisi, Ayakkabılar, Kissinger'ı Özlemek, Rabin Öldü, İlkoğul Belası, Siren, İyi Niyet, Katzenstein, Alon Şemeş'in Esrarengiz Kayboluşu, Son Bir Öykü ve Tamam, Jetlag, Mossad Şefi'nin Oğlu, Borular, Kneller'in Mutlu Kampı öykülerinin içinde yüzüyoruz. Keret'in yazımı hem çok gerçekçi, hem değişik bir gerçek dışılığı var. Dediğim gibi, birbirine geçmiş durumda. Bir de bana öyle geliyor sanırım ama kuru bir çöl tozu gibi. Böyle gülecek gibi oldum okurken mesela ama gülemiyordum. Böyle dilim damağım kuru kuru kalıyordu, yutkunuyordum, kafam karışıyordu. Hem sevdiğimi düşünüyorum bu yüzden, hem de sevmediğimi, beni mutsuz ettiğini.
Mesela Ayakkabılar öyküsü var, usul usul ilerleyip, pat diye göğsünüze çörekleniyor. İyi Niyet öyküsü sonra, oturup kendimi anlatıp, derdimden yansam, bundan daha iyi ifade edemezdim. Borular'da şöyle cümleleri var örneğin;
"(...)sopaya gerek duyan ilk insanın kabilenin en güçlü ya da en zeki insanı olmadığını söyleyen sosyoloji öğretmenimi hatırladım. Diğerleri sopaya gerek duymazken, o duyuyordu. Zayıflığını örtmek ve hayatta kalmak için sopaya diğerlerinden daha fazla ihtiyaç duyuyordu."
"Cennet'in hayatlarını iyilik yapmaya adamışların yeri olduğunu sanırdım, ama öyle değilmiş. Tanrı böyle bir karar vermeyecek kadar merhametli ve müşfik. Cennet dünyada gerçekten mutlu olamayanların yeri.(...)Ama gerçekten uyum sağlayamayanların sonunda geldikleri yer burası."
Bilmem belki Keret'in kaleminde ya da aklında değildir beni rahatsız eden. Bu gerçeklikle birleşik gerçekdışılıktır belki ya da bana göre "çağdaş" kalmasındandır. Okuduğum, izlediğim her şey hemen hemen hiç bir şekilde son döneme ait olmuyor, hep uzakta bir geçmişte, romantize edilmiş bir geçmişte buluyorum kendimi. Ondan herhalde, çağdaş yazarlar, içine doğduğum dönemin öyküleri böyle ediyor.
Etgar Keret, kaynak:Abc.es
Bu ilk okumam sayılmaz aslında Etgar Keret'i. Daha önce, 2015'te Bilek Kesenler olarak çizimli halini okumuştum. O da Siren Yayınları'ndandı, bu elimdeki öykü derlemesinin basımı da. Hatta 2014 tarihli 8.basımı. İlk basımı 2000'de yapılmış ve 4 yıl içinde 8 kere baskıya girdiyse ne kadar okunduğunu tahmin etmek zor değil. Ama işte, benlik değil sanırım bu dönem yazarları, bu dönem kitapları. Bilek Kesenler benim için çok ilginç ve keyifli bir macera olmuştu, o yüzden, o hevesle okudum bu öyküleri de. Ama işte. Siz okuyun bence yine de. Okumalısınız yani.
Bu arada kitabı nette en ucuz Babil'de bulabiliyorsunuz, 9 tl'ye görünüyor orada. Diğer yerlerde de 10,50 gibi bir fiyata sahip.

28 Mayıs 2017 Pazar

Agatha Christie'den Doğu Ekspresinde Cinayet

İstanbul Haydarpaşa Garı'ndan kalkan Doğu Ekspresi'nin Calais vagonunda Belgrad'dan ayrıldıktan sonra gecenin bir yarısı tuhaf ve korkunç şeyler olur. Önce geceyi yaran çığlık duyulur. Sonra tren şiddetli kar ve tipi yüzünden dağ başında bir yerde durmak zorunda kalır. Sabah olup, yolcular kahvaltıya gelmeye başladıklarında gecenin olayı ortaya çıkar. Doğu Ekspresi'nde bir cinayet işlenmiştir. Cinayeti kimin, nasıl ve neden işlediğini bulmak ise trenin şansına bu yolculukta orada olan ünlü dedektif Hercule Poirot'ya düşecektir.
Dedektif Poirot ile ilk defa 1920'de The Mysterious Affair at Styles (Türkçe'de Ölüm Sessiz Geldi olarak yayınlanmış) kitabıyla tanışmışız. Bu kitaptan, 1975'te yayınlanan Curtain (Türkçe'de Ve Perde İndi olarak yayınlanmış) kitabına kadar Poirot 33 kitap ve 50'den fazla kısa hikayede daha olayları çözmeye devam etmiş. Yaratıcısı Agatha Christie bile onu çok da sevimli bulmamış ama okuyucular Poirot'yu çok sevmiş anlaşılan.
Doğu Ekpresinde Cinayet ise ilk defa 1934'te yayınlanan, Agatha Christie'nin son gaz yazmaya devam ettiği Poirot hikayelerinden biri. Diğer eserlerinden bağımsız olarak, tek başına değerlendirip, okuduğunuzda olayların gelişimi ve karakterlerin teker teker tüm hikaye boyunca işlevleri, cinayetin işlenişi ve çözümüne giden yolun, ortaya okuması oldukça keyifli bir dedektiflik hikayesi çıkardığını görüyorsunuz. Baştan sona merak duygumuzu bir anlığına bile elden bıraktırmıyor Christie. Nedenler, motivasyonlar alabildiğine mantıklı ve yerinde bir şekilde hikayenin örgüsü içinde yavaş yavaş açığa çıkıyor. Her bir tabaka kalktıkça bir miktar olayı anlamaya başlıyoruz. Ama yine de en sona kadar hikayenin bütününü Poirot bize açıklayana kadar göremiyoruz. Ki kitabın güzelliği de burada yatıyor. Son açıklamaya kadar tam olarak ne olduğunu bir türlü birleştirip de ifade edemiyoruz. Her bir sayfada, her bir karakterle, her bir açıklamayla yeni bir ipucuna yönelip, bir şeyleri çözer gibi olup, daha da çok örülüyoruz. Christie'nin Doğu Ekspresinde Cinayet'i 21.yy.ın bu, Sherlock'un binbir tonunu görmüş izleyici-okuyucusu için yüzde yüz bir değişiklik sunmuyor tabiki, o kadar çıtayı yükseltmeyeyim. Ama yine de eli yüzü düzgün, okuması keyifli; yüzyıllardır bulmaca çözmemiş beyinlerimizi birkaç saatliğine meşgul edip, tatlı tatlı olay çözdürüyor.
Agatha teyze
Şöyle güzel bir dedektiflik hikayesini kim sevmez zaten? Agatha Christie'nin kendine seçtiği bu yazım alanı ona hem edebiyat dünyasında, hem de popüler kültür içinde yaşarken de öldükten yıllar sonra da oldukça sağlam bir yer edindirmiş durumda. Çok fazla okudum dersem yalan olur bu noktada, çünkü her ne kadar çok merak etsem de Poirot hikayelerini, Christie'nin kendisi ve yaşamı beni oldum olası daha çok etkilemiş, daha çok cezbetmiştir. İlk defa gazetenin verdiği bir çizgi roman ile tanımıştım Agatha Christie'yi. On Küçük Zenci hikayesinin çizgi romanı. Kafası Antik Mısır, Eski Yunan, Sümer, Babil hayalleriyle, dolaplarda bulduğu eski dergilerdeki hayalet hikayeleriyle ve Maltepe Pazarı'ndan eve bir şekilde ulaşmış bilim dergilerinin eski sayılarındaki hiç bilmediği bilim alanlarının, çalışmalarının ışıltılarıyla dolu bir çocuk olarak o dedektif hikayesindense yazan teyzenin 85 yıla yayılan hayatı daha ilgi çekiciydi. En çok yapmak istediğim iki - hatta üç - şeyi yapıyor (yapmış) ve dibine kadar yaşıyordu bu beyaz saçlı teyze. Arkeolojik kazılarda dört dönmüş, hikayeler yazmış (ve kitapları çılgınca satıyor) ve seyahat edip durmuştu. Aman yarabbi ne müthiş bir hayattı benim için o zaman. Tabi bu elementleri dışında bir dolu kötülüğü de vardı, babasını küçükken kaybetmişti Agatha, iki dünya savaşı yaşamış ve cepheden gelen yaralı askerlerle ilgilenmişti, 36 yaşındayken kocası başka bir kadına aşık olduğu için onu terk etmişti. Ama yine de hiçbir zaman her şey tam anlamıyla kötü gitmemişti onun için. 40 yaşındayken arkeolog Max Mallowan ile evlenmiş ve o dönemde, arkeolojinin çılgın çağında o en deli höyükleri görme şansı olmuştu (Max Mallowan isminin arkeoloji veya tarihle ilgilenen biri için neler ifade ettiğini tahmin edin.). Bir de dışarıdan bakınca çok gizemli, heyecanlı, maceralı görünüyordu hayatı. Bir kere 10 günlüğüne İngiltere'de, evinin oralarda ortadan kayboluşu hikayesi, bir de İstanbul'da Pera Palas'ta kaldı mı kalmadı mı gizemi vardı. Dedim ya, en az yazdığı dedektiflik hikayeleri kadar ilginçti Agatha teyzenin hayatı.
Max Mallowan, Agatha Christie ve Leonard Woolley Ur kazısında, ey gidi günler ey.
Bu yüzden sanırım, hayat öyküsüyle daha çok ilgilendiğimden, yazdıklarına çok da girememiştim. Uzun zamandır duruyor bilgisayarda klasörü. Yaklaşık 72 tane hikayesi pdf olarak elimde ama bir türlü içimden açıp okumak gelmemişti. Ta ki geçenlerde "Murder on The Orient Express"in yeni bir uyarlamasının fotoğrafları ve haberleri gelinceye kadar. Nasıl olsa filmi gelince her türlü izleyeceğim diye hikayeyi de bir okuyayım dedim. Ama tam da bu noktada aslında teyze dediğim Christie'nin durumuna yaklaştığımı, artık benim de bir teyze olduğumu anlamam gerekiyormuş. Agatha Christie klasörümde kitabı bulup, kenara ayırdım, hah tamam okurum diye. Sonra odadaki kitaplığımda başka bir şey ararken kitabı bulmayayım mı? Varmış ya bende kitabı. Hem de 2004 tarihini atmışım ilk sayfasına. Okumuşum da yani. Ama artık hakikaten ben de bir teyze olduğumdan mı aklım artık yeni bilgiler kaydetmek için eskileri siliyor yoksa hikaye çok da akılda kalıcı gelmemiş mi zamanında, bilemedim. Neyse ki en azından film sayesinde bir kere daha okuma fırsatım oldu ve böylece, belki de ilk okuduğumda doğru düzgün hakkını verip, keyifle okumamış olduğum bir kitaba şansını vermiş oldum (belki Çanlar Kimin İçin Çalıyor'a da günün birinde bu ikinci şansını veririm, kim bilir).
Filmden bahsetmişken ufak birkaç laf da onun için edeyim. Kenneth Branagh hem yönetmiş hem de Poirot rolünü kimselere vermemiş. Onun yönetmesinden yola çıkınca da kadronun çılgın bir yıldızlar geçidi olacağı belli oluyor tabi. Haliyle Johnny Depp, Michelle Pfeiffer, Daisy Ridley, Josh Gad ve Willem Dafoe, Judi Dench gibi isimlerin yanında sanırım sırf o da oynayabilsin diye Penelope Cruz'a karakter yaratmışlar kitapta olmayan. Gerçi karakterin ismi de gene Christie'nin bir başka hikayesinden, Hercule Poirot's Christmas'tan (Türkçe'de Noel'de Cinayet olarak yayınlanmış) ama olsun, değiştirmişler işte. Bizdeki gösterim tarihi 10 kasım olarak belirlenmiş durumda.
Kitaba geri dönersek, bendeki - varlığını bile unuttuğum - basım Altın Kitaplar'ın nisan 2000 tarihli Gönül Suveren çevirisiyle 2.basımı. Altın Kitaplar'ın dizgisi bana hep çocukluğum gibi kokar, çocukken elimden bırakmadığım Mısır dolu kitaplar hep Altın Kitaplar basımıymış gibi geliyor ondan sanırım. Neyse, KitapYurdu'nda 11,70 gibi indirimli fiyata görünüyor, ayrıca ikinci el satan birçok yerde de olduğuna eminim. Bundan da uygun fiyatlara bulunabilir.

2 haziranda ekleme: Fragman gelmiş ey ahali!

26 Mayıs 2017 Cuma

Öyle bir maç izledim ki az önce, dayanamadım coşkuya, eh evin içinde o heyecanla hoplayıp zıplayamadım da yazayım dedim. Tofaş-Fenerbahçe maçı demin bitti ve süperdi. Spor şahane bir şey ya. Valla billa. Keşke küçükken bana da bir git oyna diyen olsaymış. Gerçi haklarını yemeyeyim annemlerin, bir yaz boyu voleybol kursuna götürdüler azimle ama. Off çok mutluydum demin, gene hüzünlendim ya. Vay arkadaş. Kendi kendini sabote edip durmakta üstüme yok.
Bir an önce iş bulsam da araba alsam da maçlara gitsem.

Jane Austen'dan sonrası, 3 bölümlük Death Comes to Pemberley

Fitzwilliam Darcy ile Elizabeth Bennet kendi mutlu sonlarına ulaştıktan 6 yıl sonrasında Pemberley artık gelenekselleşen baloların, mutlulukla işlerine koşturan çalışanların ve adeta birbiri için yaratılmış gibi saadet dolu bir tablo çizen Darcy ailesinin huzur dolu yuvası olmuş çıkmış durumdadır. Yine bir balo arefesinde minik Darcy ortalıkta mutlulukla koşuştururken çiftimizin birkaç yakın dostu erkenden gelir. Albay Fitzwilliam (nam-ı diğer anne tarafından kuzenimiz) ve de (biz jane okurlarının) yeni tanıştığı genç hukukçu Alveston Elizabeth, Darcy ve Georgiana'ya balodan birkaç gün önce katılır. Ertesi gün gün batarken Pemberley'nin huzurlu kapıları "cinayet!cinayet!" çığlıklarıyla sarsılır. Baloya davetsiz olmalarına rağmen gelmeye çalışan Lydia ve Wickham çiftinin atlı arabası dörtnala Pemberley'nin o güzelim bahçesine dalar. Pemberley'nin üzerine artık gerilim yüklü bulutlar çökmüştür.
yeni dostumuz Henry Alveston ve her uyarlamada mutlaka güzel, Georgiana
Bu şekilde mini dizimiz bizi Pride&Prejudice'ın bıraktığı noktadan tam 6 yıl sonrasında Austen hikayelerinden çok farklı görünen bir yere sürüklüyor. Aslında her şey tam da Jane'in bize altı kitabı boyunca kurduğu dünyaya ait yine. Kahramanlarımız, evimiz, diyaloglarımız hepsi o çok iyi bildiğimiz dünyada. Ama Jane'in kaleminin atmosferinden çok farklı bir havada. Cinayete gelmeden bile dizinin havası gerilim ve dram yüklü, hissedebiliyorsunuz. Aslında hep görmek istediğimiz bir zaman dilimini veriyor bize hikaye, "ve sonsuza dek mutlu yaşadılar"dan sonra ne oldu diye hülyalı hayaller kurduğumuz noktada anlatmaya çabalıyor. Ancak işin kötü yanı şu ki gerçekçi bir bakış açısıyla yapıyor bunu. Yani en azından benim için kötü yanıydı bu. Çünkü Jane de her ne kadar kendi döneminin kuralları, davranışları ve koşulları hakkında sarsılmaz bir katiyetle gerçekçi olsa da bir şekilde olayları kendi koşullarında "doğaüstü" yapmayı başarıyor, mutlu ediyordu herkesi ve hepimizi. Oysa dizinin hikayesinin böyle bir amacı olmadığını daha en başından hissediyoruz soluduğumuz havasıyla birlikte. Sonunda ne olursa olsun, mutlu son da olacak olsa mutsuz son da, bu hikayenin gerçekçiliği Jane'inki gibi değil, görebiliyoruz. Çok aşık olarak evlenen iki farklı insanın farklılıklarının, geçmişlerinin bu hikayedeki yerini irdeliyor mesela Death Comes to Pemberley. Yıllar geçtikçe birlikte değişen insanları gösteriyor. Evlilik sadece o ilk karar verdiğiniz andaki coşkunuz değil diyor. Aile olmayı sorguluyor, güveni yeniden ve yeniden kaybedip kazanmayı anlatıyor.
anne ve baba Bennetlar gelir bir de
Ama tüm bunları yaparken bildiğimiz, sevdiğimiz, nefret ettiğimiz karakterleri de eğip büküyor. Ve hayır bunu insanların zamanla değişmesi adı altında yapmıyor. P&P'den çok farklı halde bulduğumuz karakterler oluyor, tanıyamıyoruz. Çünkü karakteri Jane'den alıp, dizinin hikayesinde yeni baştan yaratmış gibi duruyor. Dizinin hikayesinde bunu senaryoyu yazanlar mı yaptı bilemem ama uyarlamanın temeli P.D.James isimli bir yazarın aynı adlı kitabıymış. 2014'te ölen yazar sanırım bu cinayet-gizem romanlarında baya ünlü bir "barones", hatta kitaplarının arasında "The Children of Men"i de gördüm ki Alfonso Cuaron'un yönettiği filmi hala gözlerimin önünde.
Lady Catherine de Bourgh ve konu mankeni kızı bir görünmeden de tabi olmaz
Bunun yanısıra oyuncu seçimleri de bir o kadar göz kanatıcı. Darcy rolündeki Matthew Rhys o kadar yavan ve ruhsuz ki, herhalde asıl hikayeden ve karakterden zerre kadar haberi olmamış. Hatta büyük ihtimalle senaryoyu okumamış ve sete geldiği ilk gün yönetmen demiş ki sen böyle varlığı yokluğu bir, ruhsuz, mıymınık bir şeyi oynuyorsun tamam mı güzel kardeşim hadi geç kameranın önüne! Senaryoda veya kitapta böyle bir karakter yazıldığını sanmıyorum Darcy'e ama diyecek laf yok. Elizabeth'i canlandıran Anna Maxwell Martin'e ise acıyor insan. Yeminle kendini harap etmiş Elizabeth kalıbını doldurabilmek için ama elinden ancak o kadarı gelmiş. Normalinde güzelliğine ya da tipine, yaradılışına laf etmiyorum, onun da kendine göre bir güzelliği var sonuçta. Ama karaktere o ruhunu veren olmazsa olmaz bazı fiziksel noktalar var ve Martin'de maalesef o fiziksel boşlukları oyunculuğuyla dolduramıyor. Ortaya tamamen başka biri çıkıyor. Albay Fitzwilliam konusunda ise yastıkları yumruklamak istedim. Karaktere yazılan rol bir kere P&P'den çok farklı olduğundan yani kişiliğini değiştirip, tamamen başka biri olarak sunduklarından beni rahatsız etti ama bu haliyle Tom Ward'un canlandırması olmuş görünüyor. Ama mesela karşılıklı her sahnelerinde Darcy rolünde Tom Ward'un bariz daha iyi bir seçim olacağı görünüyordu. Hatta Wickham rolündeki Matthew Goode bile çok daha iyi bir Darcy olabilirdi. Ki o da Wickham olarak fena değildi. Lydia olarak Jenna Coleman'sa o kadar histerik ve abartılı oynamasına rağmen diğer gördüğümüz Lydialardan çok daha kabul edilebilir duruyor. Georgiana ise hemen hemen her uyarlamada mutlaka ışıldayan güzellikte oluyor, Eleanor Tomlinson da bu geleneği bozmamış. Kendisini böylece her renk saçla izlemiş oldum. Neredeyse izlediğim her dönem dizisinde var çünkü. Bunlar dışında çok da eski karakterlerimizi göremiyoruz. Anne ve baba Bennet ile Jane Bingley olmuş Jane'i çok kısa sürelerde izleyebiliyoruz. Yeni karakterlerimiz ve yeni alt metinlerimiz var haliyle.
Georgiana ve Albay Fitzwilliam
keşke görmeseydim dediğim Darcy ve Elizabeth
eh artık buna da şükür dedirten Lydia ve Wickham
Gördüğünüz gibi beni rahatsız eden pek çok noktası olmasına rağmen ve tam anlamıyla istediğim tadı vermemiş olmasına rağmen en azından gene bir oraya gittim geldim diyebilmek için fena değildi Death Comes to Pemberley. Hiç bıkmasak da Jane'in hikayelerinin yeniden yeniden uyarlanmalarından, arada böylesi yeni soluklar kötü olmuyor. Hele ki bu gözler şu zombili olan gibilerine maruz kaldıktan sonra, inanın bu dizi gibilerine şükürler olsun diyerek sarılıyor insan.

22 Mayıs 2017 Pazartesi

izleyemediklerim okuyamadıklarım

Ara ara olurdu bu. Üniversitedeyken ve sonrasında da (tabi ondan öncesinde böyle şeyler hiç olmazdı, çünkü zaten elime geçirebildiğim kitap sayısı kısıtlıydı, film-dizi izlemek için de ancak televizyona muhtaçtım) böyle bazı zamanlar çökerdi üstüme, hiçbir şeyi okuyamaz, izleyemezdim. Size de oluyordur, biliyorum çünkü. Artık bu aşırı maruz kalmamızdan mı, her şeye artık çok kolay ulaşabildiğimizden mi, yoksa bir türlü bitmeyen depresyonumuzdan mı bilmiyorum. Bu böyle fazlaca şeye maruz kalma durumundan dolayı geçtiğimiz günlerde face'i ve instagramı kapattım. Hayatımdan çıkardım. Çünkü devamlı üstüme resim, video, haber yağıyor gibi hissettirmeye başlamıştı. Oturup saatlerce ekrana bakıyordum boş boş. Kapattım, rahatladım biraz.
Hayattan zevk almayı sağlayan birkaç ufak şeyden biri olan bu okuma izleme gibi eylemleri yapamaz hale gelince insan çok kötü oluyor. Hayır şimdi içinizde 24 saatin her bir dakikası yetişmek zorunda olduğu işleri olan ve bana küfredenler olabilir, özür dilerim. Keşke bir dakikamız olsa da açıp bir kitabın kapağını iki cümle okuyabilsek diyorsunuz biliyorum ama beni de anlayın. Milyon yıldır işsizim, üstüne amaçsızım, hayatım en dibine vurmuş, kimlik bunalımından tutun da ne kadar psikolojik sorun varsa yaşıyorum. Beni de anlayın.
Demem o ki çalışırken, o yerin dibinde, o bilgisayarların başında içimden ağlaya ağlaya ah ulan keşke çalışmıyor olsaydım tüm gün şu diziyi izlerdim tüm gece uyumaz şu serinin maratonunu yapardım falan diye söylendiğim zamanları hatırlıyorum, hatırlayabiliyorum. Ama gelin görün ki pratikte hiç de öyle olmuyormuş. Şu son birkaç aydır okuyamadığım kitapların, izleyemediğim dizilerin haddi hesabı yok. Açıyorum kitabı bin bir hevesle, birkaç sayfa okuyorum, etrafa bakmaya başlıyorum. Ne okursam okuyayım sarmıyor. Kendimi zorluyorum, ince birkaç kitabı bitirebildiysem onlar ancak. Diziler deseniz, listeler yapmışım bak bunu bunu izleyebilirim diye. O listeye göre açıyorum ilk bölümü, on dakika geçiyor geçmiyor kapatıveriyorum. Bazılarının bir bölümünü izleyebildim, önce iyi geldi, sonra ikinci bölümü açınca hevesim gene kaçtı. Hani yani hepsi mi kötü denk geldi, hepsi mi sıkıcıydı. Misal:

  • Poldark : Uzun zamandır köşede tutuyordum, tam benlikti çünkü. Kitap serisinden uyarlanmış, 18.yy güneybatı İngiltere, manzaralar süper, oyuncular güzel, hikayede her şey var. Başrolde zaten Aidan Turner ve saçları var, o uzun palto etrafında uçuşa uçuşa dolanıyor. Eleanor Tomlinson'u bir de kızıl saçlıyken izlemek paha biçilemezken, Heida Reed gibi bir güzellik önümüze geliyor. Ama gelin görün ki 3 bölüm izledikten sonra hımm peki o zaman sonra ne oluyor deyip, açıp kitapların konu özetlerini okudum. Aslında bunda böyle olacağını ilk bölümde anlamıştım. Ross Poldark ile Demelza Carne ilk tanıştığında dedim bunların aşık olmaları ve bir araya gelmeleri beni başına kilitler. Ama bendeki büyük sorun bu, imkansız karakterler sonunda kavuşunca tüm hevesim kaçıyor, bırakıp gidiveriyorum (evet çok derin psikolojik sorunlarım var farkındayım). Buffy ile Spike'ı o halde 10 sezon izlerdim ama ne zaman kavuştular, görüşürüz Buffy deyip gidiverdim. Vampire Diaries'te Elena ile Damon bir araya geldi, ben koptum. Sırf bu saçmasapan halimden dolayı güzelim dizilerin içine ediyorum. Ama siz izleyin Poldark'ı. Güzel.
  • Big Little Lies : Son zamanların en beğenilen işlerinden biri. Yine bir kitap uyarlaması. Aslında çok da tarzım olmayan konusu, daha ilk görüşte beni sarmaz dediğim bir çekim havası ve görüntüleri vardı ama dedim ki bunca insan bayılmış, bu kadar iyi eleştiri almış, eh Alexander da var (tabiki Skarsgard olan) bir bakayım. İlk bölümü aslında heyecanımı canlı tuttu, hakkını yemeyeyim. Ama ne zamanki ikinci bölüme geldim, o şiddet bana dokundu. Artık böyle kadınlara zarar veren şeyleri izleyemiyorum, dayanamıyorum. Yani işte anladınız siz ne tür görüntüleri kastettiğimi. O dakika bunu da kapattım. Sadece katil kim ölen kim öğrenmek için açıp okudum birkaç yer, o kadar.
  • The Musketeers : İşte bir "tam benlik" dizi daha. Aksiyon, macera, tarih, kostümler, dekorlar, kılıçlar, at üstünde kovalamacalar, 17.yy. Paris'inde Fransa'sında olaylar olaylar. Ve Alexandre Dumas'ın klasiği, üç silahşörler. Ama bu da olmadı, ilk bölümde heveslendim, ikinci bölümde ölesiye sıkılıp bıraktım. En çok üzüldüklerimden biri bu oldu. Çok güzel diziydi.
  • Unbreakable Kimmy Schmidt : Fikir şahane, oyuncular cuk oturmuş, yaratıcı ekip şimdiye kadar beni çılgınca güldüren işler yapmış bir ekip ama ilk bölümün sonunda neden dedim neden. Çok daha başka, çok daha değişik yazılıp, çekilebilecekken neden böyle yapmışlar. Bana absürt komediler gitmiyor, absürt hiçbir şey gitmiyor. Ama siz bilirsiniz, komik.
  • Baby Daddy: Cey çok uzun zaman önce önermişti bunu aslında, hem de motivasyon olarak Derek Theler'ı göstermişti. Merak da etmiştim, eğlenceli olur demiştim kendi kendime. Ama ilk bölüm sonunda, gülmüyordum. Yani tamam hakkını yemeyeyim Tucker'ın bir şey söylediği ya da mimik yaptığı çoğu yerde güldüm ama genelinde sıkıldım. Bu dizinin de böyle içine ettim sanırım, oysa çok umutluydum.
  • Elementary : Çok severek başladım, nasıl sevmezdim. Sherlock ve Watson'ı alıp güzelim New York'a koymuşlar, tarihleri günümüze ayarlamışlar. Jonny Lee Miller'ı keş bir Sherlock, zarafet timsali Lucy Liu'yu Watson etmişler ve gizemler gizemler...Zaten Lucy Liu'nun Watson'ının dizi gardırobu acayip hoşuma da gitmiş, izledim. Ama ancak 3 bölüm. Sonra sanki bana herşey çok anlamsızmış gibi geldi, hikaye örgüleri örgü değil, olaylar olay değil, çözümler eh. Bıraktım. Ama keyifli bir dizi halbuki. Şans verebilirsiniz.
  • Harley and The Davidsons : Bir başka muhteşemlik daha. Ama tabi gene kaçıp giden ben. Bildiğimiz Harley Davidson motosikletlerinin nasıl ortaya çıktığına dair heyecan dolu, iyi yazılmış, iyi de oynanmış bir mini dizi. Gene benim için yaptıklarını gösterircesine sene 1903'ten başlıyor. Michiel Huisman var bak bak doyamıyorsunuz o oynarken (evet o Daario Naharis). Ama ne zamanki Bill Harley tüm gece motor üstünde çalıştıkları için üniversite sınavına geç kaldı, giremedi, başı önünde eğik döndü, bende kayışlar koptu. Hayır bana ne oluyorsa ne ağlıyorsam. Devam edemedim.
Kitaplarda durum daha da vahim. Patrick Rothfuss'un Rüzgarın Adı, Ken Liu'nun Kralların Merhameti ilk bakışta aklıma gelenler. Bir on yirmi sayfa okuyup, kapattığım kitaplar hep. Hala bir kitapta kalabilmiş değilim şu an, elime alıp, geri bırakıyorum, pdfi açıp geri kapatıyorum. Ne olacak bilmiyorum.

"geldim"e ek ve ondan bundan şundan

Dün geldiğimi haber verdiğim yazıyı yazarken unutmuşum birkaç bir şeyi, halbuki bunları da söyleyecektim, akıl işte, gidip geliyor. Her şeyi ama her şeyi not mu almam gerekiyor benim öncesinde? Hayret bir şey.
Dönüş yolunda otobüsün ilk molayı verdiği tesisin tuvaletinde gözlüğümü unuttum mesela. Günlerdir rüyalar aleminde yüzüyorum resmen. Gözlerimdeki yanma batma kaşınma olayı iyice zıvanadan çıkmış olduğundan çok zorda kalmadıkça lensleri takmamaya çalışıyorum. O yüzden bozuk gözlerimle hayat gözlüksüz çok zormuş bunu anladım. Bilgisayar ekranını görebilmek dert, televizyonu izleyemiyorum bile, görmek için dibine girmem gerekiyor. Başım ağrıyor, gözlerim öyle ateşler saçıyor ki kendimi clark kent gibi hissediyorum.
Ben de çıktım gittim doktora. Göz doktoruna, bugün. Ben dedim derdime bir çare bul doktor bu gözlerle yaşayamıyorum ölesiye yanıyorlar. O da başladı Göbeklitepe anlatmaya (Urfalıymış, ondan).  Bir de kulağı az işitiyordu, bir noktada ne dediğimi anlaması için odada bağırmaya başladım. Ocak ayında yine aynı dertle gittiğim diğer doktor bir göz damlası ile gözyaşı damlası vermişti. O göz damlası ağzımın içinde yaralar çıkarttı, ben de koydum kenara. Gözyaşı damlaları ise bana mısın demedi, gözlerim şu an her zamankinden daha kötü. Bu seferki doktor ise bebe şampuanı ile yıka dedi kirpik diplerini gözlerini. Bir gözyaşı damlası da o verdi. Eczanede bebe şampuanı isteyince de eczacı anladı durumu tabi, gözlerin için mi dedi, artık bunun için göz şampuanları var bak göstereyim dedi. Benim de aklıma yattı, dedim bu gözlerimin lanetinden kurtulmak için bunu da deneyeyim. Şu an masamın üzerinde göz şampuanı, gözyaşı damlası, magnezyum hapı, demir hapı ve d vitamini kutuları duruyor. Uzunca bir süre "no doktor no cry" diye diye direndikten sonra şu an doktor ve ilaç manyağına dönüşüyorum sanırım. Cuma günü de cilt doktoruna gideceğim. 30 yaşına gelmişim hala koca koca sivilceler, bu yaşta insanda artık sivilce mi olur, kırışıklık olur kaz ayağı olur. Neyse o da verirse birkaç ilaç daha, oh mis. Büyükbabam gibi elimde ilaç torbamla gezerim.
Birkaç saat önce de ilk eşya dönüşümümü gerçekleştirdim. Özgür Dönüşüm var ya, grup aracılığıyla biriyle anlaşıp, evdeki eski kasetçaları verdim. Ama insan ne strese giriyormuş, inşallah bozulmaz elinde kalmaz falan diye. Çok mahçup olurum valla billa. Vermeden önce denedim çalışıyor ama, belli mi olur.
Böyle böyle evdeki eşyalardan kurtulmaya çalışıyorum. Saçma sapan hayallerim var şimdilik, iş bulabilirsem evi değiştiririm belki diye. O yüzden her şeyi yenilemek istiyorum. Belki etrafımdakileri yenilersem kendim de yenilenirim, değişirim diye umuyorum. Beni geçmişe bağlayan ne varsa olduğu gibi bırakıp kaçmak istiyorum. Şimdiye kadar deneyim diye bakıyordum, anılar, yaşanmışlıklar, eşyalar,..hepsi deneyim diyordum, beni ben yaptılar. Ama artık öyle bakmıyorum. Şu an olduğum kişi olmak istemiyorum çünkü. Bundan kurtulmak istiyorum. Beni şimdiki ben haline getiren bu 30 yıla dair ne varsa atıp kurtulmak istiyorum.
Bir de pek benlik değil ama bitki falan yetiştirmek, köyden birkaç saksı bir şey taşıdım. Mitoloji okumaya başladığımdan beri hep defnem olsun istemiştim, geçen gidişimde anneme dedim, bu sefer bir saksıya iki dal dikmiş, verdi. Halama da biberiye sormuştum, o da hem ondan bir saksı yapmış, hem de başka bir saksıya adaçayı dikmiş, onları verdi. Bir de fikir olarak takdir ettim, en küçük kuzenimin nişan şeyi olarak minicik bir saksıda değişik bir bitki dağıtmış, annemlerde duruyordu, annem onu iki güne kurutur diye onu da kaptım geldim. Hiç benlik değil dedim ya, işte o "ben" de kurtulmak istediklerimden. Belki yeni "ben" bitki insanı olabilir, belli mi olur.
Yalnız dışarıda iğde ağaçları ve hanımelleri çok çılgın kokuyor bu ara. Salak salak sırıtıyorum geçerken kokuyla mest ola ola.

21 Mayıs 2017 Pazar

geldim

En son yazıyı 10 gün önce göndermiş göründüğüme göre, tahmin edebilirsiniz. Anneler Günü'nü de fırsat bilip, köye kaçmıştım. Önceki akşam döndüm Ankara'ya. Köyden her dönüşümde kendimi sanki çok farklı bir gezegenden, ışık yılları öteden gelmiş gibi hissediyorum. Köyde her şey daha yeşil, her yer orman ağaç ot. Sabah uyanıp, yatağımdan kalktığımda pencereyi açıp bir iki dakika dikilip, duruyorum mesela öylece. Baktığım manzarada önümde alabildiğine uzanan dimdik yokuşlu ormanlar, sık ağaçlar, onlarında ilerisinde dalgalı bir deniz ve nihayet ufuk çizgisine birleşen gökyüzü oluyor. Odamın hemen sağ tarafındaki kümesten tavukların sesi geliyor, karşımdaki manzaradan kuş sesleri, rüzgarda hışırdayan ağaçların sesleri...Romantizm kasmıyorum burada bakın ciddi ciddi sessizlik içinde kuş sesleri duyuyorum o pencerenin önünde dikilirken. Sonra odadan çıkıp, direkt iki adımda evin kapısından çıkıp, kendimi bahçede bulabiliyorum. Yani yatağımdan kalkıp direkt kendimi güneşin, rüzgarın, inek ahırından gelen kokuların içinde ve çimenin üzerinde bulabiliyorum. Diyorum hiç de öyle doğa orman bayır insanı değilim diye ama orada, her sabah yapabildiğim bu şey çok hoşuma gidiyor. Böyle radyoda çok güzel bir şarkı çıktığında arabanın o ılıklığında biraz daha amaçsızca durmak gibi. O bahçede dikildiğim sabahlar hani hiçbir şeyin anlamı olmasa bile zerre umrumda olmazmış gibi geliyor. Sadece o birkaç dakika.
Tabi bir de güneşli olmayan sabahlar var ki Karadeniz'de güneşli gün sayısı tüm yıl içinde taş çatlasın bir ayı geçmiyor ya. Soğuk olduğunda, iyi soğuk oluyor. Sıcaklık 25 derecenin altına indi mi titremeye başlarım ama soğuk ölçüsünü biliyorum artık 21 senedir Ankara ayazında titrediğim için. Buna rağmen soğuk diyorsam bir bildiğim var. O yüzden mesela bulutlu sabahlarda da kuzinenin üstünde ekmek kızartmak insana mutluluk veriyor. Kuzineden üç adım uzaklaştım mı buz kalıbına dönüyorum ama olsun. Rüzgar azcık bir esti mi 90lara dönüyorum babamla sonra. O çanağın başına, ben televizyonun yanındaki pencereye.
O yüzden köyden her dönüşümde sanki orada yaşadığım boyut, buradakinden farklıymış hissi veriyor. Mamak'ın köhne manzarasından Ankara'ya girerken kendimi birden gerçekliğe fırlatılmış gibi hissediyorum. Bir de otobüste habire bir şey okuyup, izlediğim için sanırım. Bu seferki yolculuklarım gündüz olduğu için biraz manzarayı izlemeye çalıştım ama yine de iki kitap ve bir buçuk film izledim. Film geliyor olduğu için Agatha Christie'nin Doğu Ekspresi'nde Cinayet'ini bir tekrar ettim. Bir de Etgar Keret'in hikayeler toplaması olan Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü'nü. İlk izlediğim film 2014 yapımı Non Stop'tu. Liam ustamı izlerken keyifliydi ama sonrasında 2013 yapımı Rush'ı ancak 50 dakika falan izleyebildim. Film baya iyiydi aslında, neden bunaldığımı bilemedim. Daniel Brühl'ü severim, arabaları, yarışları severim, eh 70ler fonunda da herşey biraz daha renkli oluyor. Bilemedim.
Köye gitmeden önce kan tahlili için doktora gitmiştim. Aslında taa nisanın sonunda gitmiştim ama doktorun yazdığı reçetedeki ilaçları almaya ancak dün gittim. Önce netten bakıp nöbetçi eczane listesine, en yakınını işaretledim ve çıktım yürümeye başladım. Haritada tam şu sokağa dönünce diye gösteriyordu nöbeti eczaneyi, ben de döndüm. Ama karşılaştığım eczanenin ismi elimdeki isimle aynı değildi. Bu da açıkmış olsun dedim girdim. Almam gereken ilaçların biri demir biri magnezyum hapı, sonuncusu da d vitamini kapsülüydü. Demirle magnezyum tamamdı da, d vitamini için eczacı doktorun yazdığı hakkında bir dolu şey söylemeye başladı. İçinde bir katkı maddesi mi bir şey varmış, çok zararlıymış, ödem yapıyormuş, zehirlenip gelenler olmuş, çok ağırmış bu dozu böyle. Ben karşısında şoktan şoka girerken o anlatmaya devam etti. Önüme koyduğu kutuya ben artık safi zehir diye bakıyordum, eczacı ise gözlerimdeki o dehşeti görmüyordu. Bana diğer bir ilacı tavsiye etti, bak bunda katkı maddesi yok, iyi bu daha iyi dedi. Ben ise daha da şaşkınlıkla bakmaya devam ettim. O an kafamdan geçenleri gözlerimden okuyabiliyordur diye düşündüm ama sanırım okuyamadı. Çünkü eğer okusaydı bana hiçbir ilaç lafı etmezdi. Yahu bu ilaç bu kadar zararlı bunu niye yazıyor o zaman doktor? Ya da üreten bunu ilaç diye niye üretiyor? Sen niye satıyorsun? Bana önerdiğinle bunun arasında 30 lira fark olması ne anlama geliyor? Pahalı olan her şey daha mı sağlıklı? Madem insanları öldürüyor (tamam abartttım öldürmüyor ama zehirleniyorlar işte) niye veriyorsunuz insanlara? Bu ilacın görevi zaten beni düzeltmek değil mi? Ulan ne d vitaminiymiş, iki hafta höyüğün tepesinde kızgın güneşte kavrulmama rağmen hala nasıl eksik olabiliyor? Hücrelerimin yüzde doksanı çay kahve ve sütten oluşuyor hadi anlıyorum demir ve  magnezyum eksikliğimi ama de vitamini ne alaka lan? Sonuç: Şu an o zehir kapsülü masanın üzerinde, bakışıyoruz, ben onu yok sayıyorum o da beni.
Sabah da sınava girdim zaten. Matematiği ne kadar seviyorsam o kadar yapamadığımı fark ettim. Gülüyorum kendi kendime. Yapacak başka bir şeyim yok, elimden başka bir şey gelmiyor. Anca gülüyorum kendime. O izleyemediğim Rush'ın bir yerinde Niki Lauda ile Clay Regazzoni arasında şöyle bir konuşma geçti:
Clay: Ama bu sadece iş değil, değil mi? Bizim yaptığımız. Bu bir tutku. Aşk. Bu nedenle hayatlarımızı riske atmaya hazırız.
Niki: Ben değilim. Eğer daha fazla yeteneğim olsaydı ve başka bir şeyde daha fazla para kazanabilseydim, onu yapardım.
Adam o kadar kazanmış, o kadar ünlü ve başarılı olmuş bir formula 1 pilotu. Ve bu kadar da gerçek konuşuyor. Ne kadar sevdiğin, istediğin, hayal ettiğin önemli değil galiba. Sonunda yine sadece becerebildiğin şeye kalıyorsun. Ki bu benim durumumda salak salak oturmak oluyor.
Neyse, demek istediğim, ben döndüm.

11 Mayıs 2017 Perşembe

2010 yapımı Tangled

18.doğumgününe girdiği gün pek sevimli ve pek güzel Rapunzel'in annesinden tek bir isteği olur: Her sene doğumgününün gecesinde gökyüzünde uçuşlarını izlediği ışıkları görmeye gitmek. Çünkü Rapunzel bu zamana kadar en tepesinde yaşadığı o kule şeklindeki evinden hiç dışarı çıkmamıştır. Annesi dışarısı tehlikeli, sana göre değil der hep, kendi iyiliği için evde kalmasını tembihler. Çünkü Rapunzel'in upuzun, sihirli saçları vardır. Öyle ya dışarıdaki insanlar bunu öğrenirse onu kullanmak ister, Rapunzel'e zarar verebilirler. O yüzden annesi bu sefer de izin vermez çıkmasına. Ama annesi gittiğinde Rapunzel'in şansına, kader ağlarını örer ve krallıktaki en değerli tacı çalıp kaçmış olan yetenekli hırsız Flynn Rider ormanda askerlerden kaçarken Rapunzel'in kulesine giriverir. Biraz uğraştıktan sonra anlaşmaya varır iki genç. Flynn, Rapunzel'i ışıkları görmeye götürüp, kuleye geri getirecektir sağ salim. Rapunzel de ona tacı geri verecektir sakladığı yerden. Ve iki deli, yola çıkarlar, ikisinin de hayalleri ayrı ayrı, aynı yolda maceralara girişirler.
İnanılmaz güzel olmuş bu haliyle upuzun saçlı prensesimizin hikayesi. İ-na-nıl-maz güzel. Hakikaten artık senarist Dan Fogelman'ın mı maharetidir yoksa yönetmenlerin, Disney'in, prodüktörlerin mi, masalın bu hali, her bir karakter, diyaloglar...Her şey o kadar güzel ki, yerli yerinde ki. Eğleniyorsunuz, gülüyorsunuz, heyecanlanıyorsunuz, seviniyorsunuz, iç geçiriyorsunuz. Bir Disney masalından ne bekleyebilirseniz o geliyor önünüze. Fazlasıyla. Grimm kardeşlerin aktardığı haliyle Rapunzel'in hikayesindense, bu karmakarışık hale gelmiş masal çok daha keyif verici, mutlu edici ayrıca.

Bir de animasyon bile olsa, böylesi duyguları nasıl verebiliyorlar, o bakışlarla her şeyi nasıl anlatıyorlar, insanın aklı almıyor hakikaten. Kralın hüznünü iliklerinizde hissediyorsunuz. Kayıp prensesin bulunduğu haberini veren muhafızın bunu anlatışı, kralla kraliçenin bunu anlayışı...Gothel ananın (Rapunzel'in üvey annesi işte, onu kaçıran yani) o gerçekçiliği, o kötülüğü, o söylediği her şeyin altında başka bir şey olduğunu nasıl da anlatabiliyorlar bilgisayarda can bulmuş bir karakterler? Bir ata nasıl böylesi bir karakter yükleyebiliyorlar, bir at nasıl oluyor da tüm şovu çalabiliyor? İnsan saygıyla önlerinde eğiliyor.

Gördüğünüz gibi, okuduğunuz gibi, Tangled'a birçok yönden bayıldım. Bu şekilde devam ettiğim seri içindeki en iyilerden biriydi, Beauty&The Beast'e karşı objektif olabilsem belki de en iyisi diyebilecektim ama elimde değil orasını karıştırmayalım. Bir de Tangled'ı en en en güzeli - benim nazarımda - yapmayan yönü var ki orası da elimde değil. Çizim tekniği beni rahatsız ediyor bu türün. Yani çizim tekniği mi denir bilemiyorum tabi, artık nasıl isimlendiriliyor. Hani gözünüzün önüne bir Tangled'ı bir de Sleeping Beauty'yi Cinderella'yı getirin mesela. Fark ettiniz değil mi, anladınız dediğimi. Şimdilerde tüm eski çizgi filmleri de bu şekilde bir değişiklikten geçirmişler, yeğenlerle izlerken fark ettim geçtiğimiz yıl boyunca. Heidi mesela, benim izlediğim görüntüde değildi, bir tuhaf bir değişikti. İşte bu teknik, beni rahatsız ediyor. Soğuk geliyor, buz gibi. Çizgi film gibi değil, atari salonundaymışım hissi veriyor. Herşey çok balon balon duruyor, renkler öldüresiye parlak. Soğuk işte.

Ama siz bana bakmayın. Ben iflah olmaz nostalji bağımlısı, geçmişte bata çıka yürümekte ısrar eden ihtiyar ruh olarak böyle saçma şeylere takıyorum. İyisi mi Tangled'ı izleyin siz güzel güzel.


9 Mayıs 2017 Salı

Kong : Skull Island (2017)

Sene 1973. Amerika başkanı seneler süren eziyetin sonunda nihayet Vietnam'dan çekilme kararını açıklarken, canavarların gerçek olduğuna inanmayı bir türlü bırakmayan Bill Randa ve pür bilim aşkıyla teorilerinin peşinden koşan biyolog Houston Brooks, Güney Pasifik'teki bir adanın peşine düşer. Çevresi bir türlü aralanmayan, bitmeyen bir fırtınayla çevrili adaya ulaşmak üzere böylece kalabalık bir ekip yola çıkar: Landsat şirketinin ekibi ile birlikte gemide Randa ve Brooks'un yanısıra iz sürücü - yol bulucu olarak eski bir ingiliz ordusu askeri James Conrad, ortada ne döndüğüne dair burnuna gelen değişik kokuların peşine düşmüş savaş-karşıtı savaş muhabiri Mason Weaver ve tüm ekibin güvenliğinden ve helikopterle ulaştırılmasından sorumlu askeri ekip ki başlarında komutanları Preston Packard ile Vietnam'dan evlerine dönmeyi beklerken kendilerini bu adada bulan askerlerin oluşturduğu bir ekip bu. Geride kalan (ama kalmayan) savaşın herkesin dengesini bozduğu bir ortamda, üstünde yaşadıkları dünyaya çok da aitmiş gibi durmayan bu adada bu ekip, canavarların gerçek olduğuna ve var olduklarına kendi gözleriyle tanık olmaya başlar.
Kafatası Adası'nın kralı, devasa Kong'un hikayesi bu şekilde aslında hem değişik tatlar taşıyan hem de görsel olarak vay be dedirten bir seyirlik sunuyor gibi görünüyor. Arkasına aldığı fon Vietnam-hemen sonrası ama aslında adı Kong olmasa filmin resmen de bir Vietnam filmi. Çocukluğumda tvde izlediğim tüm o yeşil, yapış yapış ormanın nemini üstümde hissettiğim, kanlı, bol eziyetli savaş filmlerinin havasında. Görüntüler öyle, hikayenin anlatımı öyle. Hatta metnin içerdiği (veya içermeye çabaladığı) mesaj bile öyle: Savaş kötüdür, insanları vay ne hale getirir, şiddet kötüdür, şiddet hiçbir şeyin çözümü değildir, vs. Yani hani neredeyse bir Kral Kong filmi olmaktan çıkma noktasına gelecekken geri adım atıveriyor. O adımda da eski Kong hikayemizin ana fikrini tekrar etmeye çabalıyor. Biz insanlar çok kötüyüz, doğaya ve canlılara habire karışıp dengeyi bozuyoruz, bıdı bıdı. Ve tabiki en büyük mesajımız, en korkunç canavarın bile içinde bir sevgi parçası vardır, sevgi sevgi sevgi, herşeyin çözümü, hepimiz birbirimizi sevelim.
Teoride film tüm bu mesajları vermeye çalışıyor gibi görünüyor, orasını anlıyoruz. Klasik ekibimiz de elimizde. Hep bir incecik bluzla ortalarda koşturan bir adet sarışın, üstünden salon erkekliği akmasına rağmen sırf bu rol için kas yaptırılmaya çalışıldığı belli olan bir adet derin düşünceli esas oğlan, işin iç yüzünü bilip de tüm milleti az bilgiyle peşinden cehenneme sürükleyen kafadan çatlak şişman ve eli kameralı adam, savaşta olmasına rağmen esprili dolaşan kahraman amerikan askerleri. Herşey klişe gibi duruyor belki ama filmi izlerken keyif alıyorsunuz bu klişe olması durumundan. Çünkü bundan keyif almazsanız film başka da bir şey sunmuyor, sunamıyor. Elinde tüm imkan varken, görüntüler güzelken, hikayeyi oturttuğu düzlem, fon bir dolu güzellik sağlarken ve çılgıncasına bir oyuncu kadrosu varken, bir şeyler olmuyor. Hakikaten ilginç. Ben önce kesin benden dedim, üstüme alındım, bu aralar her şeyden sıkılıyorum ondandır dedim. Ama gördüm ki sonra büyük bir çoğunluk var beğenmemiş olan. Eh o zaman belki bir nebze haklıyımdır ben de dedim. Çünkü olmuyor film, bir şeyler tam oturmuyor. Bir türlü sarıp sarmalamıyor, karakterler havada öylece yüzüyormuş gibi önünüzden geçiyor. Ekibin aklı selimi ama eski askeri James Conrad rolünde Tom Hiddleston o kadar eğreti duruyor ki mesela, Tom'un suçu bile değil. Adamın, karakterin motivasyonu, geçmişi, içeriği ne hiçbir türlü fikrimiz olmayınca, eh Tom'un da o aksanı, inceliği (fiziksel olanını kastetmiyorum), düzgünlüğü hesaba girince kalıyor ortada. Samuel L.Jackson'ın komutan Packard'ı şimdiye kadar milyonlarca kere gördüğümüz savaşa gidip savaşın kendisi olup çıkmış manyak komutan olarak o kadar "stereotip"ki üstüne tek bir taş dahi koyulmuyor. Brie Larson'ın savaş karşıtı muhabiri Mason Weaver için ise diyecek hiçbir şey yok. Bu tür hikayelerde olabilecek en pasifize rolü, siz tutar da Oscarlı dramaların oyuncusuna, hem de iyi de bir oyuncuya verirseniz işler iyice karışır tabi. Kong ile sevgi bağı kurmalı hikayeye göre, sarışınımız rolü bu esasında. Ama rolde sırf Brie Larson olduğu için, karakter klişelerinden çıkıyor, daha iyi bir şeye evrilemeden ortada kalıyor, Lara Croft olacakmış da yarı yolda koca gorili görüp bir elimi değdireyim demiş gibi. Amerikan askerleri her zamanki gibi, bildiğimiz gibi. Ne eksiği ne fazlası. Ha ama her dokunduğu rolü çiçeklendiren insan John C.Reilly var ki bir Marlow olarak, herhalde tek izlenebilir karakter o.
Sanırım bu film için yapılabilecek en iyi şey sinemada devasa bir perdede, ne bileyim 3 boyutlu falan izlemek. Ya da evde duvarınıza falan yansıtabiliyorsanız, ses sisteminiz de varsa, öyle keyifli olur. Haberlere göre bu canavarlarin serisi gelecekmiş, daha önceki Godzilla ile beraber hepsi bir canavar evrenini oluşturacak şekilde. Onları artık isterseniz öyle izleyebilirsiniz, aklınızda olsun.
Bir de müzikler çok güzel. Malum, geçtiği dönem.



IMDb'de Kong: Skull Island-->http://www.imdb.com/title/tt3731562/

5 Mayıs 2017 Cuma

çünkü niye delirmeyeyim

(Onedio'dan çarptım çocuklar)

İstemsizce gülüyorum, yarın sabahtan akşama bilgisayarla falan filan ilgili konulardan sınav olacağım, kafayı yemişlikten hemen sonraki ilk virajdayım, bir Leonidas'ım bile yok, anlayamazsınız...

2 Mayıs 2017 Salı

2009 yapımı The Princess and The Frog

Çalışkan ve azimli Tiana, çocukken babasıyla birlikte kurdukları hayalinin peşinde her gün dur durak bilmeden çalışıp para biriktirir. Yemek yapmak konusunda dillere destan bir yeteneği olan Tiana'nın bu uğruna tüm hayatını harcadığı hayali kendi restaurantını açmaktır. Bunun için sabah akşam çalışır garson olarak, arkadaşlarının ısrarlarına rağmen ne dansa ne eğlenmeye gider. Birlikte büyüdüğü dostu Charlotte'un hayali ise Tiana'nın annesinin küçükken ikisine okuduğu prenses ve kurbağa hikayesindeki gibi kendi prensine kavuşup, mutlu olmaktır. Yıl 1926'dır, New Orleans'ın caz ve eğlence dolu sokaklarına uzaklardan bir prensin geldiği haberi yayılır. Maldonia prensi Naveen, çok yakışıklıdır yakışıklı olmasına ama bir o kadar şımarık ve eğlence düşkünüdür. Flört etmedik kız bırakmaz her ayak bastığı yerde. Bu halinden bıkan kral ve kraliçe ise parasını kesmiştir, Naveen'in tek çaresi zengin bir kızla evlenmektir. Prensin uşağı Lawrence ise herkes tarafından ezilmiş, çirkin bir adam olarak yıllarca prensin tüm bu şımarıklıklarına katlandığı için delirmektedir. Tiana'nın restaurtantı için paraya ihtiyacı vardır, prensin eğlenmeye devam etmek için paraya ihtiyacı vardır, Charlotte'un mutlu olmak için prense ihtiyacı vardır, Lawrence'ın ise prensin yerine geçmeye ihtiyacı vardır. New Orleans'ın sokakları sadece cazla dolu değildir tabi, Voodoo köşebaşlarından fırlar. Dr.Facilier hepsinin dileklerini kendi başarısı için bir şansa dönüştürmek üzere büyüsünü konuşturur. Prens kurbağaya, uşak prense dönüşür ama prenses yerine garson öperse kurbağa-prensi, işte o zaman ne olur?
Disney'in prenses sıralamasında yeni bir çağa giriyoruz böylece Tiana ile. Klasik ve oldukça bilindik bir diğer masalı bu kez 1920lerin New Orleans'ına taşıyor Disney. Eh yeni bir çağ dedik ya, haliyle bu çağın popüler alanına giriyoruz, siyahi bir prenses katıyoruz sıralamamıza. Snow White ile Avrupa'nın en bembeyaz noktasından çıktığımız yolculukta önce İskandinavya'ya, sonra Asya'nın uzak uçlarına kadar gidip, nihayet Amerika kıtasına atlamıştık. Sarışın, kumral, kızıl prenseslerimizin üstüne esmer, çekik gözlü ve hatta Kızılderili prenseslerimiz de olduğuna göre sıra siyahi bir prensese de gelmişti artık. Tiana'nın öyküsü 1920lerde geçse de Disney'in yeni çağ prenseslerinin yolundan gidiyor o da. Hayalleri var, başarılı olmak istiyor, çok çalışıyor ve prens masallarına yüz çeviriyor. Prens Naveen de bu yeni çağın çocukları gibi, aile parası yiyor, çalışmak nedir bilmiyor, şımarık bir playboy. Hikayemizin kötüsü de bu çağa uymuş, motivasyonu, kötülüğünün kaynağı para olmuş durumda. Yan karakterlerimizde de tabiki bir Disney klasiği olarak hayvan dostlarımızı görüyoruz. Caz yapmak isteyen yetenekli müzisyen bir timsah Louis ile göğün en parlak yıldızını kendisi gibi bir ateş böceği sanıp da aşık olan mecnun Ray, hikayemizin en güzel ayrıntıları oluveriyor.

Bu haliyle bakınca The Princess and The Frog resmen ben bayılayım diye yapılmış gibi duruyor. Pek sevdiğim "Roaring 20s" fonunda, her bir karakterde değişik bir aksanla, hiç bitmeyen bir macera ve örnek alınası bir prenses imgesi. Ama nasıl olduysa oldu, sıkıldım. Bir noktada koptum, sonlara doğru toparladım ama yine de öyle tam bir sarmadı. Öncekilerde çok sıkılacağımı düşünmüştüm, hikayeleri kesin bayıktır, off şimdi bunu da mı izleyeceğim dediklerimde hep vuruldum, yuh dedim şahane şeylermiş ama en çok seveceğimi düşündüğümde bir şeyler yerine oturmadı. Halbuki dört dörtlük yapmış Disney bu versiyonu. Diğer prensesler arasında en güzel kıyafet serisine sahipti mesela bence Tiana, müzikler deseniz yine öyle. Ama olmadı. Bilemedim.
Yine de sırf ateş böceği Ray için bile izlenir The Princess and The Frog.

2 mayıs - Hogwarts Savaşı'nın Yıldönümü



Hayır efendim hiç de affetmedik! Affetmedim! Ne Sirius için ne Dobby için ne de Fred ve Lupin ve Tonks için. Hayır, hiçbiri için affetmedim!

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...