22 Mayıs 2017 Pazartesi

izleyemediklerim okuyamadıklarım

Ara ara olurdu bu. Üniversitedeyken ve sonrasında da (tabi ondan öncesinde böyle şeyler hiç olmazdı, çünkü zaten elime geçirebildiğim kitap sayısı kısıtlıydı, film-dizi izlemek için de ancak televizyona muhtaçtım) böyle bazı zamanlar çökerdi üstüme, hiçbir şeyi okuyamaz, izleyemezdim. Size de oluyordur, biliyorum çünkü. Artık bu aşırı maruz kalmamızdan mı, her şeye artık çok kolay ulaşabildiğimizden mi, yoksa bir türlü bitmeyen depresyonumuzdan mı bilmiyorum. Bu böyle fazlaca şeye maruz kalma durumundan dolayı geçtiğimiz günlerde face'i ve instagramı kapattım. Hayatımdan çıkardım. Çünkü devamlı üstüme resim, video, haber yağıyor gibi hissettirmeye başlamıştı. Oturup saatlerce ekrana bakıyordum boş boş. Kapattım, rahatladım biraz.
Hayattan zevk almayı sağlayan birkaç ufak şeyden biri olan bu okuma izleme gibi eylemleri yapamaz hale gelince insan çok kötü oluyor. Hayır şimdi içinizde 24 saatin her bir dakikası yetişmek zorunda olduğu işleri olan ve bana küfredenler olabilir, özür dilerim. Keşke bir dakikamız olsa da açıp bir kitabın kapağını iki cümle okuyabilsek diyorsunuz biliyorum ama beni de anlayın. Milyon yıldır işsizim, üstüne amaçsızım, hayatım en dibine vurmuş, kimlik bunalımından tutun da ne kadar psikolojik sorun varsa yaşıyorum. Beni de anlayın.
Demem o ki çalışırken, o yerin dibinde, o bilgisayarların başında içimden ağlaya ağlaya ah ulan keşke çalışmıyor olsaydım tüm gün şu diziyi izlerdim tüm gece uyumaz şu serinin maratonunu yapardım falan diye söylendiğim zamanları hatırlıyorum, hatırlayabiliyorum. Ama gelin görün ki pratikte hiç de öyle olmuyormuş. Şu son birkaç aydır okuyamadığım kitapların, izleyemediğim dizilerin haddi hesabı yok. Açıyorum kitabı bin bir hevesle, birkaç sayfa okuyorum, etrafa bakmaya başlıyorum. Ne okursam okuyayım sarmıyor. Kendimi zorluyorum, ince birkaç kitabı bitirebildiysem onlar ancak. Diziler deseniz, listeler yapmışım bak bunu bunu izleyebilirim diye. O listeye göre açıyorum ilk bölümü, on dakika geçiyor geçmiyor kapatıveriyorum. Bazılarının bir bölümünü izleyebildim, önce iyi geldi, sonra ikinci bölümü açınca hevesim gene kaçtı. Hani yani hepsi mi kötü denk geldi, hepsi mi sıkıcıydı. Misal:

  • Poldark : Uzun zamandır köşede tutuyordum, tam benlikti çünkü. Kitap serisinden uyarlanmış, 18.yy güneybatı İngiltere, manzaralar süper, oyuncular güzel, hikayede her şey var. Başrolde zaten Aidan Turner ve saçları var, o uzun palto etrafında uçuşa uçuşa dolanıyor. Eleanor Tomlinson'u bir de kızıl saçlıyken izlemek paha biçilemezken, Heida Reed gibi bir güzellik önümüze geliyor. Ama gelin görün ki 3 bölüm izledikten sonra hımm peki o zaman sonra ne oluyor deyip, açıp kitapların konu özetlerini okudum. Aslında bunda böyle olacağını ilk bölümde anlamıştım. Ross Poldark ile Demelza Carne ilk tanıştığında dedim bunların aşık olmaları ve bir araya gelmeleri beni başına kilitler. Ama bendeki büyük sorun bu, imkansız karakterler sonunda kavuşunca tüm hevesim kaçıyor, bırakıp gidiveriyorum (evet çok derin psikolojik sorunlarım var farkındayım). Buffy ile Spike'ı o halde 10 sezon izlerdim ama ne zaman kavuştular, görüşürüz Buffy deyip gidiverdim. Vampire Diaries'te Elena ile Damon bir araya geldi, ben koptum. Sırf bu saçmasapan halimden dolayı güzelim dizilerin içine ediyorum. Ama siz izleyin Poldark'ı. Güzel.
  • Big Little Lies : Son zamanların en beğenilen işlerinden biri. Yine bir kitap uyarlaması. Aslında çok da tarzım olmayan konusu, daha ilk görüşte beni sarmaz dediğim bir çekim havası ve görüntüleri vardı ama dedim ki bunca insan bayılmış, bu kadar iyi eleştiri almış, eh Alexander da var (tabiki Skarsgard olan) bir bakayım. İlk bölümü aslında heyecanımı canlı tuttu, hakkını yemeyeyim. Ama ne zamanki ikinci bölüme geldim, o şiddet bana dokundu. Artık böyle kadınlara zarar veren şeyleri izleyemiyorum, dayanamıyorum. Yani işte anladınız siz ne tür görüntüleri kastettiğimi. O dakika bunu da kapattım. Sadece katil kim ölen kim öğrenmek için açıp okudum birkaç yer, o kadar.
  • The Musketeers : İşte bir "tam benlik" dizi daha. Aksiyon, macera, tarih, kostümler, dekorlar, kılıçlar, at üstünde kovalamacalar, 17.yy. Paris'inde Fransa'sında olaylar olaylar. Ve Alexandre Dumas'ın klasiği, üç silahşörler. Ama bu da olmadı, ilk bölümde heveslendim, ikinci bölümde ölesiye sıkılıp bıraktım. En çok üzüldüklerimden biri bu oldu. Çok güzel diziydi.
  • Unbreakable Kimmy Schmidt : Fikir şahane, oyuncular cuk oturmuş, yaratıcı ekip şimdiye kadar beni çılgınca güldüren işler yapmış bir ekip ama ilk bölümün sonunda neden dedim neden. Çok daha başka, çok daha değişik yazılıp, çekilebilecekken neden böyle yapmışlar. Bana absürt komediler gitmiyor, absürt hiçbir şey gitmiyor. Ama siz bilirsiniz, komik.
  • Baby Daddy: Cey çok uzun zaman önce önermişti bunu aslında, hem de motivasyon olarak Derek Theler'ı göstermişti. Merak da etmiştim, eğlenceli olur demiştim kendi kendime. Ama ilk bölüm sonunda, gülmüyordum. Yani tamam hakkını yemeyeyim Tucker'ın bir şey söylediği ya da mimik yaptığı çoğu yerde güldüm ama genelinde sıkıldım. Bu dizinin de böyle içine ettim sanırım, oysa çok umutluydum.
  • Elementary : Çok severek başladım, nasıl sevmezdim. Sherlock ve Watson'ı alıp güzelim New York'a koymuşlar, tarihleri günümüze ayarlamışlar. Jonny Lee Miller'ı keş bir Sherlock, zarafet timsali Lucy Liu'yu Watson etmişler ve gizemler gizemler...Zaten Lucy Liu'nun Watson'ının dizi gardırobu acayip hoşuma da gitmiş, izledim. Ama ancak 3 bölüm. Sonra sanki bana herşey çok anlamsızmış gibi geldi, hikaye örgüleri örgü değil, olaylar olay değil, çözümler eh. Bıraktım. Ama keyifli bir dizi halbuki. Şans verebilirsiniz.
  • Harley and The Davidsons : Bir başka muhteşemlik daha. Ama tabi gene kaçıp giden ben. Bildiğimiz Harley Davidson motosikletlerinin nasıl ortaya çıktığına dair heyecan dolu, iyi yazılmış, iyi de oynanmış bir mini dizi. Gene benim için yaptıklarını gösterircesine sene 1903'ten başlıyor. Michiel Huisman var bak bak doyamıyorsunuz o oynarken (evet o Daario Naharis). Ama ne zamanki Bill Harley tüm gece motor üstünde çalıştıkları için üniversite sınavına geç kaldı, giremedi, başı önünde eğik döndü, bende kayışlar koptu. Hayır bana ne oluyorsa ne ağlıyorsam. Devam edemedim.
Kitaplarda durum daha da vahim. Patrick Rothfuss'un Rüzgarın Adı, Ken Liu'nun Kralların Merhameti ilk bakışta aklıma gelenler. Bir on yirmi sayfa okuyup, kapattığım kitaplar hep. Hala bir kitapta kalabilmiş değilim şu an, elime alıp, geri bırakıyorum, pdfi açıp geri kapatıyorum. Ne olacak bilmiyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...