7 Mart 2018 Çarşamba

Rush (2013) : eyy adrenalin sen nelere kadirsin?

"The closer you are to death, the more alive you feel. It's a wonderful way to live. It's the only way to drive." diyor filmin içinde James Hunt. Tam olarak işte bu duygu sanırım bu insanları - diğer pek çok insanı - yaptıkları şeyi yapmaya iten. Ki aynı şey beni de alabildiğine uzaklaştırıyor bu işten. Elimde yıllar önce alınmış, motorsiklet ve otomobil sürebildiğime dair bir kimlik - ehliyet - taşıyorum ben de çoğunuz gibi. Ama ehliyet sınavı dışında birkaç dakikalık denemeleri de kenara koyarsak, hiç sürüş deneyimim yok. Şu yaşımda yani bir araba koltuğuna otursam pek az şey yapabilirim. Tabi milyon tane sebebi var bu durumun, bir dolu açıklaması, analizi falan filan var ama sanırım en belirgini benim için bu yukarıdaki cümlesi Hunt'ın. Ben bu adrenalinden, bu ölüme yakın yaşama duygusundan hiç hazzetmiyorum. En başlarda sevdiğimi düşünüyordum, ama zaman ilerledikçe korkum arttı sanırım. Hele araba sürmek panik atak geçirmeme sebep oluyor en basitinden. Kendime olan güvensizliğim herşeyin önüne geçiyor, direksiyon bende olunca kontrolü kaybedeceğime o kadar emin bir hale geliyorum ki çığlıklar ata ata kaçasım geliyor.
Ama işte bazı insanlar var ki o arabaları sürmeyi bırakın, hız limitlerini aşarak, adeta uçarak kullanarak o arabaları yarışıyorlar. Bunu isteyerek, büyük bir zevkle yapıyorlar. Araba yarışçıları, formula pilotları sanırım dünya üzerinde anlamakta güçlük çektiğim işlerden birini yapan en inanılmaz insanlar. Yani elbette ki o adrenalin isteğini, açlığını anlayabiliyorum, tahmin edebiliyorum. Ama bir insan kendini nasıl bu kadar saçma bir işin içine atabilir ki?

Ben anlamakta güçlük çekedurayım, bu işin mazisi sanırım insanlık tarihi kadar eski. Daha motorlu taşıtları icat etmemizden bile önce insanlar hız tutkusuyla yarışıyordu at sırtında, atlı arabalarıyla. Bu yüzden işin bu noktaya gelmiş olması hiç şaşırtıcı değil aslında. Eh tabi bu "yarış" ruhu üstüne film yapmak da kaçınılmaz olmuş olmalı bir aşamada. Oturup sürmek bana göre olmasa da iyi yapılmış bir yarış filmini izlemekten keyif alıyorum tabiki. Peter Morgan'ın yazdığı senaryoyu yöneten Ron Howard da hiç de azımsanmayacak bir iş çıkarmış ortaya. 1970lerde kıyasıya rekabet içinde olan formula 1 pilotları James Hunt ve Niki Lauda'nın hikayesini anlatıyor Rush. Görünen konusu bu ama esasında Niki Lauda'nın James Hunt'a bir güzellemesi olduğunu anlıyorsunuz film bittiğinde. Lauda'nın yarış işine girişiyle başladığında film, Hunt zaten süperstar olmuş ortamlarda. Eh haliyle kendilerini azılı rakipler olarak buluyorlar. Bir de hayata bakışları, işlerini yapışları ve kişilikleri tamamen zıt olunca bir araya gelmesi imkansız iki insan gibi görünüyorlar. Oysa insan büyüyor, insan olgunlaşıyor ve zaman her şeye çok güzel dersler veriyor. Yıllar boyu birbirlerini geçmek için habire yarışan bu iki adam bir de bakıyorlar ki aslında birbirlerini anlayabilen, birbirlerini takdir eden, birbirlerine saygı duyan iki dostlar aslında. İnsan rekabet ede ede nasıl dost olur bence onu anlatıyor Rush. (http://www.imdb.com/title/tt1979320/)
Çekimi de izlenilir kılan detaylardan biri. Bu tür filmlerde aksiyonla, hız sahneleriyle hikayenin içeriğini orantılı tutmanız, seyircinin başını döndürmeden koltuğuna çivilemeniz gerekir. Tabi bir yandan da asıl demek istediğinizi, duygularına hitap ederek söylemeniz. Rush tüm bunları yapıyor, aşırı başarılı olmasa da. Yarış sahneleri fena değil genelde, ama yine de keşke hepsi sondaki Japonya yarışı gibi çekilseymiş demekten kendimi alamadım ben. O ne yarıştı, onlar nasıl sahnelerdi öyle ama...Chris Hemsworth en iyi bildiği, belki de ona en çok yakışan türde bir karakteri oynuyor James Hunt olarak, uçarı, çapkın, dağınık, dışarıdan umursamaz ama içinde yine de duygusal, hareketli, eğlenceli, yakışıklı, hayat dolu bir adam. Niki Lauda olarak Daniel Brühl ise hem bizi sinir ediyor hem de düşündürüyor, hak verdirtiyor. Ki yapmaya çalıştıklarını böylece başarmış oluyor. Oyuncular anlamında bu ikisinin aklımızda kalması çok normal aslında, çünkü kamera önünde pek çok insan görünse de tüm hikaye bu iki adam ve yarış pisti arasında geçiyor. Onlar dışında bir Olivia Wilde (James Hunt'ın eşi Suzy Miller olarak) ve bir Alexandra Maria Lara (Niki Lauda'nın eşi Marlene Lauda olarak) izliyoruz. Olivia Wilde pek de sevdiğim bir oyuncu değil normalde, burada da çok farklı veya detaylı bir karakter ortaya çıkarmamış. Maria Lara'yı ise ilk kez izledim ve su gibi güzelliğine, duruluğuna hayran kalıp durdum film boyunca.
Rush sonuçta hemen hemen tamamı gerçekte yaşanmış olaylara ve gerçekten bunları yaşayan insanların nasıl yaşadığına dair, izlemesi oldukça keyifli, çok iyi çekilmiş ve anlatılmış bir yarış filmi sunuyor. En önemlisi bize sadece yarışan arabalar, hız dolu pistler göstermek yerine bizi de o piste çıkmaya, o arabalara binmeye ikna ediyor, buna çabalıyor. Bu hakikaten yaşamış insanların kalplerini açıyor bize, kafalarının içine daldırıveriyor. Ve sanırım bir filmin yapması gereken de bu.

Filmin Hans Zimmer imzalı müzikleri şöyle:

Olivia Laing'den Yalnız Şehir : Yalnız Olma Sanatında Maceralar

Yalnız hissetmek ne demek? Aç olmak gibi: Etrafınızdaki herkes ziyafete hazırlanırken aç hissetmek gibi.
Kitabın sayfaları boyunca altını çizdiğim satırların, yanlarına işaretler koyduğum paragrafların arasında sanırım bu cümleyle başlamak en iyisi. Çünkü bence durumu en açık şekilde özetleyen bu cümle. Dediğim gibi, daha pek çok cümlesi var Laing'in yalnızlığa dair, okuduğumda "ama tam da bu işte bu aynen öyle hissettim ben de" diye böğrüme oturan. Gerçekten ne kadar yalnız hissettiniz şimdiye kadar bilmiyorum. Ya da hissettiniz mi, hiç "gerçekten" yalnız kaldınız mı, onu da bilmiyorum. Büyük ihtimalle kalmadınız, sadece hepimiz gibi insan olmanın verdiği o abartma, büyütme duygusuyla bunu da abartıyorsunuz belki. Ya da belki ben abartıyorum, kendi duygularım dışındaki herkesin duygularını küçük gördüğümden. Hatta elimde tuttuğum, bu yalnızlık üzerine dolu dolu olan kitabın yazarının duygularını bile küçük görüyorum kendime engel olamadan. Şuna bak diyorum, New York gibi bir şehirde yaşamış-yaşıyor, böyle bir şansı olmuş, hem de istediği şeyi yapabiliyor-yazabiliyor (çünkü bence yazan bir insan bunu bizim memur olmamız gibi mecburiyetten yapıyor olamaz) ama yine de tutmuş ühü ühü çok yalnız kaldım ben diye karşıma geçmiş konuşuyor diyorum. Kim bilir belki bu durum da bu yalnızlığın, bu hep beraber içinde olduğumuz şeyin bir yan etkisidir. Kim bilir belki hakikaten o kadar yalnız kalmışımdır ki Laing'in de yazdığı "Bu bilinmeden girilen durumda, birey dünyayı daha negatif algılamaya eğilimlidir ve kabalık, reddedilme ve zarar gördüğü durumları hatırlar ve böyle durumların tekrarlanmasını bekler." durumunun farklı bir halindeyimdir. Herkesi ve her şeyi negatif bir gözlükten görüyorumdur.
Yazarımız Olivia Laing, kaynak: Olivialaing.co.uk
Bu Olivia Laing 1977 doğumlu, Britanyalı bir yazar. Biyografisinde sadece yazar yazmıyor, çalıştığı dergiler gazeteler, yaptığı editörlükler falan da yer alıyor tabiki. Şimdiye kadar 3 kitap yazmış, üçünde de hep bir şekilde "sanat insanlarını" ele almış (Goodreads). İlk kitabı 2011 tarihli To The River'da Virginia Woolf var, ikinci kitabı 2013 tarihli The Trip to Echo Spring'de içkiyle yazarların münasebetlerini incelemiş. Bu benim okuğum son kitabındaysa konusu yalnızlıkmış gibi görünse de - ki tamam kabul ediyorum ana konusu yalnızlık - esas incelediği Amerikalı sanatçılar: Andy Warhol, Edward Hopper, David Wojnarowicz, Henry Darger...Onların hayat hikayelerinde yalnızlığın izlerini sürüyor. Kendi hissettikleriyle bu sanatçıların eserleri ve yaptıkları arasında kurduğu bağlantılarla açıklamaya çalışıyor yalnızlığımızı. 
Birçok yalnız insan gibi Warhol da eşyaları istifleme tiryakisiydi. Etrafını birçok obje ile sararak insani yakınlığın taleplerine karşı bariyerler kuruyordu. Fiziksel temastan korktuğundan, kamera ve ses kayıt cihazlarından oluşan zırhına bürünmeden pek dışarı çıkmazdı.

...
Darger'ın hayatı, yalnızlığı tetikleyen sosyal kuvvetleri ve hayal gücünün buna karşı direnmek için nasıl çalışabileceğini gösteriyor.
Çözüm getirmeye veya akıl vermeye çalışmıyor. Gerçekte olan neyse, ne hissettiriyorsa onu koyuyor önümüze ve aslında onun dedikleriyle, gösterdikleriyle bir anlamda birkaç cevaba da ulaşıyoruz.
Anlamaya başlamıştım, yalnızlık kalabalık bir yerdi: kendi içinde bir şehirdi.

...
Yalnızlık çok özel bir yerdir.(...)yalnızlık kesinlikle tamamen değersiz bir tecrübe değildi, aslında ihtiyacımız olan ve değer verdiğimiz şeyin tam kalbine dokunan bir tecrübeydi.
Kitap 8 bölümden oluşuyor. Temelde her bir bölüm bir sanatçıya ayrılmış gibi görünüyor. Ama görünüşte öyle olsa da her bölümde ilerledikçe önceki bölümlerde bahsettiği ya da bahsedeceği sanatçıları da serpiştiriyor yeri geldikçe. İlk bölüm Yalnız Şehir'de önce bir giriş yapıyor, nelerden bahsettiğini şöyle bir özetliyor. İkinci bölüm Camdan Duvarlar'da çoğunlukla Edward Hopper var, "kendini bağımsız bir yetişkin olarak  dünyaya bırakmaya isteksizdi" diye yazıyor mesela onun için. Hopper bu kitapta bahsedilen sanatçılar arasında adını duyduklarımdan, dahası sanatını bildiklerimden. Ama kişiliğini, hayatını tabiki bilmiyordum. Sanırım tahmin edebilirdim nasıl bir insan olduğunu çünkü yaptığı resimlerin her daim beni rahatsız etmesinden, içimi dondurmasından ve tuhaf gelmesinden yola çıkıp, gayet açıkça görebiliyorum nasıl olduğunu.
Üçüncü bölüm Yüreğim Senin Sesinle Açılıyor'da Andy Warhol var. Yine bildiğim ama sanatının pek de benlik olmadığı sanatçılardan biri. Onun hayatına ve kişiliğine dair biraz daha bilgiliyim sanırım, çünkü hala "popüler" bir olgu Warhol. "Eleştirileri önce davranıp engellemeyi hepimiz bazen biraz biraz yapıyoruz ama Warhol'un kendini buna adam şekli ve kusurlarını bu şekilde büyütmesi çok nadir görülen türden. Bu onun hem ne denli cesur olduğunu hem de reddedilmekten ne denli korktuğunu gösteriyor." diyor onun için de Laing. Yalnızlıkta birleştiğimiz ama gene de pek hazzetmediğim bu sanatçılarla sanırım her bir cümlede daha da birleştiğimi görmekten kendimi alamıyorum. Tabi Warhol sadece bu bölümde anlatılamayacak kadar fazla. İlerleyen her bir bölümde yer alıyor. Ayrıca onunla iç içe geçmiş bir şekilde Valerie Solanas'ı da okuyoruz bu bölümde.
Dördüncü Bölüm Ona Aşık Olunca'da David Wojnarowicz geliyor önümüze ve tokat gibi çarpıyor hayatı yüzüme. Çarptı yani, daha önce hiç adını sanını duymamıştım, zaten bu kitaptaki neredeyse tüm sanatçıların yaptıkları sanat pek benlik olmadığından rastlamamış olmam da normaldi. Wojnarowicz'i okumak hakikaten çok içime dokundu. Arada Greta Garbo'ya da daldı mesela anlatı ya da Nan Goldin'e. Ama Wojnarowicz'in sarstığı aklımı toparlayamadı hiçbiri. Dahası sonraki bölümde Gerçek Olmayanın Diyarlarında'da Henry Darger daha da sarstı. Çoğu sayfada artık devam edemem dedim, kusma noktasına geldim (fiziksel olarak, gerçekten kusmaktan bahsediyorum, midenizin kalkması durumundan bahsediyorum). Hem bir yandan nefret ettim, hem de içime dokundukça sarsıldım.
Bu aşamada, bu iki bölümü atlatabilince altıncı bölüm Dünyanın Sonunun Başlangıcında'da Klaus Nomi ile tanıştım. Yine tamamen benim dinleyeceğim müziğin dışında bir iş yapmış bir sanatçıydı Nomi ama onun kısa hayatının hikayesi de temelde verdiği mesaj yüzünden insanın iliklerini donduruyor. 80ler hakikaten çok zor geçmiş diyor insan.
Yedinci Bölüm Hayaletler Oluşturmak'ta Olivia Laing önce kendi siber tecrübelerinden yola çıkarak günümüzdeki internet manyaklığını çok şiddetli bir şekilde anlatıyor. Ardından çok rahatsız edici bir başka örnekle Josh Harris isminde bir internet girişimcisinin - bana göre feci şekilde - saçma hikayesiyle devam ediyor. Ki okumaktan tiksindiğim bir bölümdü, bahsetmek bile istemiyorum. Sekizinci Bölüm Garip Meyve'de Zoe Leonard'ın aynı isimli eserinden bahsederek başlıyor ama önceki bölümlerdeki hemen her sanatçıya bulaşarak ilerliyor. Çünkü bu kitabı nihayete erdiren bölüm. Zaten son paragraflarında da asıl söylemek istediğini söylüyor Laing.
Yalnızlık çok kişisel bir şey ve aynı zamanda politik. Yalnızlık kolektif bir şey; yalnızlık bir şehir. Buranın içinde nasıl yaşayacağımız konusuna gelince, hiç kural yok ve utanmaya da gerek yok, sadece şunu unutmamalıyız ki, bireysel mutluluk arayışımız birbirimize karşı olan yükümlülüklerimiz için bahane oluşturmuyor. Biz bu işin içinde birlikteyiz, bu yara birikiminde, nesnelerin dünyasında, sıklıkla cehennem gibi gözüken bu fiziksel ve geçici cennette beraberiz. Asıl önemli olan şey iyilik, birbirimize kibar davranma; asıl önemli olan şey dayanışma. Asıl önemli olan uyanık kalmak, açık olmak. Çünkü bizden öncekilerden öğrendiğimiz bir şey varsa o da hislerimizi yaşayabileceğimiz bir avuç zamanımız olduğu.
(Benim gibi daha önceden duymadığınız isimler olduğundan her birinin üstüne tıklanabilir hale getirdim, tıklayıp kim diye bakabilirsiniz.)
[Ben kitabın Gizem Gözde Uçar çevirisi, şubat 2018 tarihli ilk basımını aldım Arkadaş Kitabevi'nden. İthaki Yayınları'ndan-->http://www.ithaki.com.tr/urun/yalniz-sehir/ Raf fiyatı üstünde yazan 24 tl. Kitap 301 sayfa tüm notlarla kaynaklarla falan filan. İlkNokta'da D&R'de ve Idefix'te 15,60 tl'ye görünüyor.] 

6 Mart 2018 Salı

yolculuklar rüyalar eve dönüşler

Eve dönmek konusunda hiç böyle hissedeceğimi düşünmezdim. Kendimi bildim bileli kendim için hep durmadan hareket ettiğim bir hayat hayal etmiştim, oradan oraya gezip dolaştığım, seyahat ettiğim, durmadan yenilenen bir hayat. Hayal ettiğim, planladığım her şey gibi bu da paramparça oldu tabi ama yine de değişik bir versiyon olarak mı yaşıyorum acaba o hayali demiyor değilim. Buraya en son yazdığımda, gidiyorum dediğimde şubatın 14'üymüş, evime geri dönebildiğimde dündü, 19 gün boyunca evimden uzaktaymışım. Önce köye gittim dediğim gibi, on gün kadar köyün sisinde yağmurunda kah çamurlu yollarda yürüyüş yaparak kah evde sobanın dibinde bulmaca çözerek kendimi bir Jane Austen hikayesinde hissederek geçirdikten sonra Bandırma'ya geçtim. İki gece kalıp, İstanbul'a gittim. İstanbul'da Gönül'de iki gece kaldıktan sonra bir yarım gün de kuzenimle geçirip, geri Bandırma'ya döndüm. 3 gece daha kalıp nihayet evimi bulabildim. Son bir haftamda da yine bir Austen kahramanı gibiydim. Hani onlar da çıkıp bir tanıdıklarının veya akrabalarının evine kalmaya giderler ya, öyle haftalarca aylarca kalırlar, orada bir dolu baloya yemeğe katılır, yeni yeni insanlarla tanışırlar. Ben de böyle evin evlenme çağına gelmiş işsiz güçsüz kızı rolündeki kahraman olarak tepeden düşmüş gibi hissettim Austen hikayesinin içine. Dedim ya hep böyle dolanıp durduğum bir hayatı hayal etmiştim diye. Ama hiç böylesini hayal etmemiştim tabiki. Bu benim hayal ettiğimden çok çok aşırı farklı oldu. Bir de yıllar geçtikçe artık insan daha bir konfor, lüks bilmem ne istiyor hale geliyor ya, en azından ben o hale geliyorum yani, hah işte o sebeple artık otobüs yolculuklarından gına geldi bana. Bu son 20 gündür kendi kendime notlar aldım, bundan sonra elimden geldiğince otobüse binmeyeceğim. Trenler şahane şeyler onları tercih edeceğim, uçaklar deseniz daha bir süper, hele hele ki o deniz otobüsü çok pratik. İstanbul'dan Bandırma'ya deniz otobüsüne bindim (ismi çok başka insanları hatırlattığından yazmak istemedim google'ı düşünüyorum). Otobüsün 4 saatte aldığı yolu 2 saatte alıyor ve eğer üç beş gün önceden alırsanız bileti çok daha ucuza geliyor. Haa ama son gün alayım derseniz otobüsü geçiyor fiyat, onu da diyeyim, sonra benim gibi sayfayı her yenilediğinizde gözleriniz fırlamasın fiyattan. Bir de bu sürekli orada burada, o evde bu evde kalmanın beni artık iyice alıştırdığını fark ettim. Hiç öyle yabancılık çekmiyorum artık, evler bir yabancı gelmiyor, normal hissediyorum. Sadece iki şeyi sanırım düzeltemeyeceğim. Bir, yerlere basmak konusunda takıntılıyım.Yani kendi evimde hep terlikle dolanıyorum, Roma'daki evde hep ayakkabı vardı. Ben çorapla veya çıplak ayak yerlere basamıyorum. Belki temmuz ya da ağustostaki birkaç hafta. O haftalar dışında ayaklarım hemen, saniyesinde donuveriyor. Ayaklarım soğuduğu anda da kendimi mümkünatı yok ısıtamıyorum. Bu yüzden köyde herkes gülüyor mesela, nereye gidersem gideyim çantamda terliklerimle gidiyorum. Ama böyle seyahatlere çıktığımda haliyle, yanımda terliğimi taşıyamıyorum. Yani yaparım da çok utanıyorum. He gittiğin yerlerde terlik yok mu diyeceksiniz, var. Ama terlik de beğenmiyorum ki. Yani ne bileyim bazısı kumaş oluyor peluş oluyor silikon gibi bir plastikten oluyor falan, ıyyy içim bir şey oluyor (kore dizisi izleyenler bilir ya hani onların evde giydikleri o terlikle var ya ince ince fıss fıss tıs tıs diye sesler çıkararak yürüyüp duruyorlar hah mesela onlar da beni deli ediyor hayatta giyemem ki zaten ipincecik onlar tutmaz ki ayağımı). İkincisi, insan çokluğu. Ben artık yıllardır alıştım, tek başıma. Ondan öncesinde de 3 kişiydik zaten evin içinde, kimse kimsenin alanında bulunmazdı. Şimdi böyle kalmaya gittiğim evlerde doğal olarak evin içinde insanlar olması durumu hala bir tuhaf geliyor. En son pazar sabahı mesela her odada birileri var durumuna gelmiştik arkadaşlarla. Evin en kalabalık halindeydik. Banyoyu falan sırasıyla kullanıyoruz, mutfakta her bir parçayı yapan başka bir insan var falan, kafamı camdan çıkarıp nefes alacak duruma gelmiştim. Sanırım bende baya bir sıkıntı var ama kısmet.
Kitap da okuyamadım doğru dürüst bu sefer. Bilgisayarı götürmedim üşendim, daha doğrusu dolmuşta tutunacak yer bile bulamazken bir elimde bavul bir elimde bilgisayar çantası olması kabus gibi bir şey olduğundan vazgeçtim götürmekten. Telefondan okuyabiliyorum normalde, işsiz olduğum son 3 senedir kitaplara harcayacak pek de fazla bütçem olmadığından en birinci yolumdu bu kitap okumak için. Netten indirdiğim pdfleri telefonda okumak. Ama bu sefer gözlerim çok almadı, yapamadım. Haliyle Frankenstein ve Amerikan Tanrıları öylece kaldı. Otobüste okurum diye yanıma Zaman Makineleri'ni almıştım (gerçek kitap olarak, kütüphanemde duruyordu bir türlü cesaret edememiştim). O da tam tahmin ettiğim gibi fizik dolu çıktığından ancak ilk bölümü bitirebildim köyde. Bir dolu film, kitap, hikayeden bahsettiği yetmezmiş gibi bu ilk bölümde ayrıca bir de sonraki bölümlerde deriiin deriiin açıklayacağı fizik kuramlarından da şöyle bir bahsettiğinden ötürü kafam iyice bulandı. Daha doğrusu burada ne diyor bu şimdi diye internetten hemen araştırma şansım olmadığından (çünkü köyde wireless yok, telefonda da ancak 2 gb ki bitmek üzereydi) her bir cümleyle birlikte daha da karıştı kafam. Dedim yapacak bir şey yok, evet çok merak ediyorum, evet zaman yolculuğunu çözmem gerekiyor ama elimin altında internet olmadan bu kitapta kaybolacağım. İlk bölümü bitirip, koydum kenara.
Bandırma'ya yolculuk için de yine basılı kitap olarak yanıma "Yalnız Şehir"i almıştım. İthaki'nin instagram hesabında bolca gördükçe acayip ilgimi çekmişti, sonunda dayanamayıp gidip almıştım. Bu kitapsa beklediğimden az biraz değişik çıktı. Farklı bir şekilde anlatmayı seçmiş Olivia Lang, haa ama kötü bir yol mu bu hayır. Sadece beklediğim şeyleri vermedi. Ama beklemediğim pek çok şey okudum, öğrendim. Bir de ortayı geçtikten az biraz sonra bir hevesim söndü, bir süre devam edemedim. Bazı şeyler beni, içimi rahatsız edince bir geri çekiliyorum ister istemeden. Yani mesela Picasso resimleri bir rahatsız ediyor beni, oysa bir Rubens resmi ya da Caravaggio resmine bakarken sanki her şey yerli yerine oturuyor, düzgün, olması gerektiği gibi. Öyle bir manyaklık benimkisi yani. O sebeple kitabı da en sonunda Ankara'ya dönüş yolculuğumda geri açıp, bitirebildim.
Ama yolculuk halinde de olsam sanırım film izlemek açısında baya verimliydim. Önceki yolculuklarımdan birinde başlayıp, bitirememiştim otobüste Rush(2013)'ı, onu bitirdim otobüste bu sefer. Hükümet Kadın'ın ilkini annemlerle izlemiş, çok sevmiştim, onun ikincisini izledim (Hükümet Kadın 2(2013) - ilk film kadar iyi mi değil mi bilemedim ama bence ilk film çok yeni bir şeydi benim için). Bir de nihayet Guardians of The Galaxy 2(2017)'yi izleyebildim, iyi oldu (kesinlikle ilk film).
tamam konuyla ne kadar alakalı o konuda bir şey
 iddia etmiyorum ama göstermek istedim :)
Bu arada hemen hemen her gece saçma sapan rüyalar gördüm. En net hatırladığım bir tanesinde mesela böyle Beauty&The Beast seti gibi bir kocaman şatomsu malikanemsi bir yerdeydim. Bir müzikal - artık herhalde beauty and the beast'tir - sahneleniyor orada ama normalde bir tiyatro sahnesinde olan şey burada böyle daha bir interaktif böyle daha bir gerçek zamanlı oluyordu. Yani bir yandan seyirciler şatoda dolaşıyor, bir yandan da oyuncular habire şarkı söyleyerek dolaşıyor sahneleri oynuyor şatonun çeşitli yerlerinde. Ben de o oyunculardan biriydim, hem de geç kalmıştım o gün. Koştura koştura şatoya gittim, kafamda deli sorular. Diyorum ki kostümümü giyemedim üstümde kotum var olur mu böyle, bir yandan da ulan ben neden müzikalde oynuyorum ben şarkı söyleyemem ki. Şatoda koşturuyordum, seyircilerin yanından geçiyorum habire. Hele bir yer vardı allahım bu ne manyaklık. Büyük merdivenlerin olması gereken yerde merdivenler yoktu, duvar vardı, o duvarın üst kısmına yakın birkaç parça perde uzanıyordu. Eh ama üst kata çıkmam gerek benim oynayacağım sahne orada. Baktım herkes öyle duvara perdeye tırmanıyor, duvarın üstündeki ufacık çıkıntıda cambazlık yaparak üst kata çıkıyor ve dahası bu çok normalmiş gibi olağan olması gereken bir şeymiş gibi davranıyor, eh dedim ben de tırmanacağım yapacak bir şey yok. Neyse orayı atlattım ama üst katta oynamam gereken sahne çoktan başlamış, nasıl koşturdum. Sahne dediğim de şöyle bir şey canlandırıyoruz, benden başka üç oyuncu daha var. Üst kat salonunda bir tanesi beast rolünde yerde yatıyor, bir üç kadın oyuncu da onun etrafında çöküp ağlıyor şarkılarımızı söylüyoruz. Tabi herkes kostümünü giymiş, bende kot pantolon. Bir de seyirciler etrafımızda dolanıyor. Girdim sahneye, çöktüm beast'in başına. Ama acayip tutuşmuşum, tek bir satır bile ezberlemedim. Bilmiyorum ne söyleyeceğim. Şarkı markı hak getire. Çünkü kafamda ben hala benim, uyuyan gerçekteki ben. Bunun rüya olduğunu biliyorum ama bir yandan da çok korkuyorum ulan rezil olduk diye. Ama neyse ki diğer oyunculardan biri de doğru düzgün ezber yapmadığından ben ağzımı bile açamadan zaten o her şeyi rezil etti, diğer oyuncu da ona yüklendi, bir ton azarladı falan ben arada kaynadım.
Neyse, önümüzde anlatacak bir dolu dizi, film ve kitap var. Onlara başlamadan diyeceğim şu ki çocuk olayı çok zor. Doğurması bakması büyütmesi falan çile. Ohh evim mis şu an, kanepem de şahane, iyisi mi ben kalkıp sıcak su torbama yeni su ısıtayım.

14 Şubat 2018 Çarşamba

casa dolce casa

Ben birazcık köyüme gidiyorum, yeni işimden haber gelene kadar hazır özgürlüğümün son demleriyken önce bir köye sonra Bandırma'ya falan bir dolanıp geleceğim. Gitmeden önce Darkest Hour yazısını yetiştiremedim (dün izleme şansım oldu sinemada) ama dönüşte hem onu hem de kalan filmleri izleyip yazacağım, ayrıca köyde bir dolu kitap okuma imkanım oluyor ya umarım onların da yazısı olacak.
Bir dahaki görüşmemize kadar, dikkat edin kendinize!

13 Şubat 2018 Salı

Şubatta Ankara'da gezinti: PTT Pul Müzesi

haberleşme tarihi
Vakıf Eserleri Müzesi'ni gezdikten sonra baktım müzelerin genel kapanış saatine daha birkaç saat var, hemen değerlendireyim sıradan devam edeyim dedim. Oradan çıkınca hemen yolun karşısında iki adım ötede PTT Pul Müzesi var, Ulus'ta o civardaki birçok bina gibi başka bir çağdan, güzel binaların yapıldığı bir çağdan kalma gibi duran bir binaya dalıverdim.
ama ben pek bir severim
Müze binası dışarıdan öyle evet ama kapıdan içeri adımımı attığım anda birkaç yüzyıl ileri hoplamış gibi oldum. Çünkü içerisi dışarısından çok farklı, acayip ışıklı aydınlık, modern duruyor (ben-nefret-etmek-modern). Tabi böyle bir anda dumura uğramış halimle dalınca içeri, bir süre şaşkoloz bir şekilde dolandım. Girince hemen görevli karşıladı, gayet ilgili ve düzgün bir şekilde, hemen karşılama masasından bir dolu broşür verdi, biletimi verdi (bu müze de bedava-😄), çantamı nereye bırakacağımı gösterdi ve nereden nasıl gezeceğimi anlattı. Çıkışta da yine aynı masadan kartpostal seçebilirmişim. O tüm bunları söylerken ben yine de şaşkındım, hatta böylesi bir karşılama ile daha da şaşırdığımdan sarsak sarsak oraya buraya adımlar atıp durdum. Adamın her dediğini tekrarladım, bileti yanlış yere tuttum. Barkodlu bileti şeye tutuyor barkodunu okutup giriyorsunuz. Şey dediğim de bu metronun girişinde falan olur ya hah tamam geldi aklıma, turnikeli şey, ondan geçiyorsunuz. Ben oradan geçtim ve gezmeye başlanılması gereken yönün tam tersine doğru yöneldim tabi. Sonra böyle ortalıkta oradan oraya tiger gibi dolandım bir süre, görevli de turnikenin üzerinden bir süre izleyerek anlam vermeye çalıştı bu napıyor acaba diye. En sonunda başlanılması gereken yeri çözüp, oraya gittim neyse ki.
aletlerin şahaneliğine bakın

resmen bilim bu ya
Bu giriş katta turnikeden geçince öncelikle sol taraftaki Posta ve Haberleşme Tarihi bölümünden başlıyorsunuz. Burası tüm müzedeki en sevdiğim yerdi. İnsanlığın haberleşmesinin nasıl başladığından, Perslerden Yunanlardan anlatmaya başlıyor, Osmanlı'ya kadar devam ediyor. Kurtuluş Savaşı'nda PTT'den, çalışanlarından, o dönemdeki önemli telgraflardan dolanıp, eski dönemlerdeki aletlerin ve eski postacıların kıyafetlerinin olduğu orta bölüme geliyoruz. Bu orta bölümün arkasında müzenin kafesi var ki şahane görünüyordu, belki bir daha gitme şansım olursa orada da otururum.
Giriş kat sol ve orta bölümünü bu şekilde hayranlıkla gezdikten sonra yavaştan pullara giriş yapılan sağ kısma daldım. Burada ilk puldan, pulun ne olduğundan falan bahsedilen bölüm ve ayrıca çeşitli dönemlerden büyük boyutlu, özel üretim pullar var.
Üst kata çıkınca merdivenden yönümü gene bir şaşırdım ama bence bu benim suçum değil. Binanın iç planı çok karmaşık. Bin tane merdiven kapı iniş-çıkış ve oda var. Her yer birbirine benziyor. Her odanın girişinde aynı şey yazıyor, eski dönemden pul var içeride diye. Bir de ilk nereden başlanacak, hangi odaya girmelisin sonra nereden devam etmelisin falan gibi yönlendirici şeyler yok. Bazen sanırım birkaç yerde ok gördüm ama, şansına.
Bu 1.katta (girişin üstü yani) kronolojik olarak pulların - Osmanlı, Cumhuriyet - sıralandığı odalar var. Ayrıca arada ilginç odalar da var. Mesela bir odada çok çılgın gönderi adreslerine sahip mektupların olduğu bir duvar var, bakın postacılar nelerle uğraşıyor der gibi. Bir odada pulların arasında eski posta çantaları ve eski postacıların olduğu fotoğraflar var. Bu fotoğraflar beni çok etkiledi, neden bilmiyorum. Fotoğraflardan bana bakan yüzlerle birlikte sanki oradaymışım, yüzyıllar öncesindeymişim gibi hissettim (ya da hakikaten o kadar fazla film izledim ki bu ara iyice koptum gerçeklikten). Yalnız bu katta felaket derecede pul var. Bir dolu pul var. Bir de ufak ufak, cama yapışıp inceleyeceğim diye, göreceğim diye helak oldum.


1.katta hakikaten yorulduktan sonra nihayet bir şekilde üst kata çıkan merdivenleri bulup 2.kata çıktım. Burada tematik koleksiyonlar var. Bir dolu çiçekli böcekli pul diyeyim ben size en cahil cühela halimle. Ayrıca damgalar ve damgalı pullar. A yok damga denilmiyordur ona mühürdür, doğru doğru mühür. Ayy mühür deyince aklıma o ürkütücü mühür dersi geliyor tüylerim ürperiyor, neyse. Tabi sadece çiçekli böcekli değil caanım, sporlu, arabalı, futbol takımlı, Atatürk'lü,...yani resmen her saat başı oturup biri pul mu tasarlamış nedir.

3.katta ise dünyadan pul koleksiyonları var. Ama ben zaten bu kata gelene kadar artık iyice kafayı şaşmıştım, bu kadar kısa sürede bu kadar fazla pul görünce, eh bir de bir anda görünce devreler gitti benim. Yani sanırım çok pul insanı olmayabilirim, bana daha çok işin tarihi falan daha ilginç geliyor (aaa çok şaşırtıcı değil mi 😆). O yüzden sanırım pulların çeşitlerinden çok haberleşme tarihini, postacı kıyafetlerini görmek keyif verdi bana. Ama sezarın hakkı sezara, burası acayip dolu bir müze, hem eğitim için hem de bu pul olayıyla uğraşanlar için şahane bir ortam ve kaynak. Bir de hakikaten çok iyi yapmışlar müzeyi, düzeni, görevlileri, ortamı, sergileri çok iyi.
mesela yani :)
Müze dini ve milli bayramlarla pazar günleri dışında her gün sabah 9-akşam 5 arasında gezilebiliyor. Çıkışta masadan kartpostalınızı seçiyorsunuz ya bu arada onlar niye öyle kalpli kalpli ya? İnsan bir tiksiniyor, şöyle düzgün resimli bir şeyler niye yok ya?
bu arada müze binasını çekmeyi unutmuşum o yüzden yazının en başına koyamadım ama en sonda yolun karşısındaki garanti bankası binasının güzelliğine hayran kalıp çekmiştim onu koyarak telafi edeyim dedim.
Neyse, bir müzeyi daha başarıyla gördükten sonra artık önümüzdeki müzelere bakabiliriz çocuklar.

10 Şubat 2018 Cumartesi

Şubatta Ankara'da gezinti: Vakıf Eserleri Müzesi

Ankara'yı gezme çabalarım sürüyor. Şimdi bir baktım da bu işe tee 5 yıl önce girişmişim - şurada yazmışım - ama o zamandan sonra kendimi sınırlar ve okyanuslar ötesini görmeye verdiğimden olsa gerek geçen ağustosta Ulus'taki eski meclis binaları-müzelerini, Romam Hamamı'nı, Etnografya Müzesi'ni ve Resim Heykel Müzesi'ni gezebilmiştim nihayet. Şimdi de, perşembe günü gezme şansım olan iki müzeyi anlatma vakti. İlk müzemiz Ankara Vakıf Eserleri Müzesi.
Burası esasında taa 1927 yılında inşa edilmiş bir okul binasıymış. Önce bir ilkokul olarak yapılmış ancak sonra Ankara Hukuk'a verilmiş, 1928-1941 arasında hukuk mektebiymiş. 1941'den 2004'e kadar ise yine okul, öğrenci yurdu, müftülük, aşevi olarak baya bir kullanıldıktan sonra restorasyona başlanmış ve 2007'de de şimdiki müze açılmış. Bina dışarıdan bakıldığında hem çok sade hem de çok hoş görünüyor. Genişçe çimenlik bir bahçenin içinde yer aldığından sanırım bu görüntünün hoşluğu biraz da. Çünkü böyle etrafında duvarlar, parmaklıklar, teller yok; kavşağı çevreleyen kaldırımda yürürken hemen adımınızı bu bahçeye atabiliyorsunuz. Stil olarak bu sadelik ayrıca binanın ait olduğu I.Ulusal Mimarlık Dönemi'nin özelliğiymiş (mimarlık bilgisi sıfırdır bende, böyle gezdikçe, yapıları inceledikçe öğreniyorum, kısmet). Kaç tane mimarlık dönemi var bilmiyorum tabi şu an (araştırmadım çocuklar) ama bu ilk dönem II.Meşrutiyet'in ilanından (1908'den) 1930'lara kadar olan dönemi kapsıyormuş, bakın onu öğrendim.
Kendime de şaşırdım bu arada. Bu bina ben Ankara'ya geldiğimden beridir burada sonuçta, hatta tam bu yer aldığı kavşaktan tam 5 yıl boyunca otobüsle geçtim ben neredeyse her gün. Ama hiçbir türlü hatırlamıyorum binayı. Yani şöyle bir gözümün önüne getirmeye çalışıyorum o noktayı, kavşağın etrafındaki diğer her yeri hatırlıyorum. Bu tarafta Gençlik Parkı'nın girişi var, karşısında tiyatro binası var, tiyatronun karşısındaysa çeşitli binalar falan filan. Ama müze binasının olduğu yer sanki hiç orada olmamış gibi. İlginç. Dahası müzenin tam dibine yeni cami yaptılar, o koskoca cami oraya nasıl sığdı orada yer mi vardı bir türlü çözemiyorum, çünkü hatırlayamıyorum. Neyse, müzeyi anlatayım.
Şimdi müze binasına önündeki merdivenlerden çıkarak ulaşılan kapıdan giriliyor (Artık hemen hemen her yerde olan şu metalle geçersek - ya da geçmezsek bile - dıııtlayan şeyden var, böyle anlattım çünkü bir türlü hatırlayamıyorum ismini!) Binamız tabi böyle eski usül, filmlerde gördüğümüz binalar gibi olduğundan kapıdan girdiğiniz anda giriş katın holüne giriyorsunuz. Sağ tarafta hemen görevliler olduğu camekan var. Ben oradan broşürümü aldım, bu sırada görevliler de nereden gezmeye başlayıp, nereden devam edeceğimi söylediler. Görevlilerin bölümünün karşısında yani holün hemen sol tarafında birkaç koltuk-oturma yerleri var, gezdikten sonra soluklanmak içindir herhalde.
şimdi siz diyorsunuz ki hahaha camekanı ortalayıp da hepsini çekememiş. ama hayır, benim amacım esasında şu duvarda görmüş olduğunuz ahşap dolabı çekmekti, neden, çünkü keşke benim de olsa.

halılar, halılarımız, her yer halı

kutu sever ben
Gezmeye ilk olarak giriş katta soldan, Salon I'den başlanıyor. Burada 13.-19.yy.lardan halılar var. Camlı bir bölümde halı dokuma sahnesini canlandırmışlar (Etnografya Müzesi'nde bu sergileme yöntemi baya çoktu ama bu, bu müzedeki tek örnek.). Duvarlar halılarla dolu, sadece asıl değiller; raylı sistemle çekmecelerle kitap sayfaları falan şeklinde yöntemlerle bir dolu halıya bakabiliyorsunuz bu salonda. Ayrıca dokuma malzemeleri ve küçük kutular falan da var. Halılar-kilimler hakikaten güzel, yani öyle çok halı beğenme insanı değilim (böyle bir insan türü mü var derseniz bir şey diyemedim şimdi) ama sanırım bu halılar geldikleri yerler ve yapıldıkları yüzyıllardan dolayı ister istemez hoşuma gittiler (çünkü eski zamanlarda dolaşıyor gibi hissetmek kalp ben).
hepsini çekmedim tabi, ilginç gelenleri çektim ama hayat ağacı levhasını da net çekebilseymişim keşke. hayır benim gözüm zaten böyle gördüğü için bir sorun olduğunu düşünmemişim çektiğim fotoğrafa bakarken.

paint yeteneklerim göz dolduruyor vol.1

eee onca yıllık mühendislik eğitiminden sonra paintte bir ok da mı çizemeyeyim, yok artık.
Bu salondan çıktıktan sonra hemen üst kata çıkan merdivenlere yönelmek gerekiyor. Bu merdivenlerden çıkarken duvarlarda halı motiflerinin açıklamalarını barındıran levhalar var. Ayrıca İki ayaklı saat bir de duvar saati yine bu merdivenlerde sergileniyor (ama ben bayılıyorum bu eski saatlere, keşke benim olsalar).
vi amooo ahşap kapılar!

şimdi bunların bir ismi var elbette ama mühim olan o değil, ahşap işçilikleri.
Üst kata çıktığınızda 4 salon buluyorsunuz, önce hemen soldaki Salon II'ye giriliyor. Burada Ahşap ve Maden sanatı örnekleri var, kiahşap eserler en bir sevdiklerim oluyor hep (Etnografya'da da muhteşem ahşaplar vardı). Burada da camilerden gelen kapı örnekleri özellikle güzel. Maden eserler olarak şamdanlar ve alemler var ama pek öyle göz alıcı örnekler değil bunlar. Ha bu arada bu salonda da halılar var yine tabi, bu müzenin her yanı halı.
ama çok güzel değil mi kabı ya.

bu da çevirmen çıldırmış örneği

şimdi böyle mi basıyorlar mesnevileri, hiç.

efendim bu bir silsilename imiş, yani hani bizim tüm ülkece çökerttiğimiz e-devlet özelliği var ya, hah işte o. bu fotoğrafı çekerken ben meğerse hepiniz sistemi çökertmekle meşgulmüşsünüz aferin!
Ortada Salon III var, burası da sevdiğim eserleri, el yazmalarını barındırıyor. Kronolojik olarak dizilmiş camlı bölmelerde sergilenen el yazmaları benim gördüğüm kadarıyla Fatih döneminden Vahdettin'e kadar uzanıyordu. Ama bunları hep uzağa koyuyorlar be, gözüm zor görüyor zaten seçemiyorum doğru düzgün. Böyle burnum cama yapışmış halde sayfalara bakıyorum saatlerce. Bana da yazık. Azıcık yakına koyun yahu, zaten cam var arada dokunmayacağız.
Sağda da Salon IV var ve bingo! burada da yine halı var :) Yani halı da var da bu salon daha çok böyle ortaya karışık havasında, ufak tefek ondan bundan şundan da var. Çiniler, para keseleri, kabe örtüleri falan şeklinde eserler görebiliyoruz.
eh bizim de umudumuz o yönde
En son olarak merdivene geri dönmeden hemen önce bir ufak kapı daha var, Salon V burası. Ama bana kapalı hali denk geldi. Bu ara burayı gezemiyormuşuz, ne zaman açılacağını da söylemedi görevli. Oysa burası tüm müzede en en en çok görmeyi istediğim yerdi, içinde - yazdığına göre - eski saatler ve fotoğraf makineleri varmış. Şansıma ne yapayım.
18.yy.da Malatya'da uzaylılarla ilk temasın belgesi
Müze pazartesileri hariç her gün açık. Sabah 9'dan akşam 5'e kadar gezilebiliyor. Dahası bedava. Yani müzekart ya da kimlik falan filan da göstermeye gerek olmadan giriliyor öylece. Çünkü sanırım kimse gelmiyor, bari bedava yapalım demiş de olabilirler. Türkiye'de tiyatro ve opera konusunda önyargılarım konusunda büyük sürprize uğramıştım (yani bu ülkede kimse gitmez gitmiyordur diye düşünürken istediğim pek çok oyuna gösteriye aylar önceden yer bulamadığımda şoka girmiştim) ama sanırım müzeler konusunda hala haklıyım. Kimse gitmiyor.

7 Şubat 2018 Çarşamba

{2018 Oscarları} The Post (2017) : buram buram Spielberg

Yıl 1971. ABD 55'ten beri içinde olduğu Vietnam Savaşı'nda debelenip dururken Washington Post gazetesi de varlığını devam ettirebilme uğraşı içinde debeleniyordur. Babasının eşine bıraktığı gazete, eşinin ölümüyle Kay Graham'ın üstüne kalmıştır, o bu hiç bilmediği durumun içinde ne yapacağını çözmeye çalışırken hırslı editörü Ben Bradlee de hem Nixon yönetimi ile hem de gazeteyi rakibi The New York Times'ın önüne geçirmeye uğraşmaktadır. Tam da bu sırada Times devlete ait gizli belgelerle ilgili bir haber patlatır. "Pentagon Papers" adı verilen bu belgeler o zamana kadar ABD'nin Vietnam'daki savaş ile ilgili yaptığı araştırma ve analiz sonuçlarını içeriyordur. Ama sadece analizler değildir haber değeri taşıyan bu kağıtlarda. O zamana kadar bu savaşı devam ettirmiş ABD başkanlarının ve yönetiminin, savaşın anlamsızlığını ve gereksizliğini, dahası mutlak yenilgileri görmelerine ve bu durum gayet ortada olmasına rağmen yine de savaşı devam ettirmiş olduklarının apaçık belgeleridir bunlar. Eh tabi Nixon yönetimi hemen Times'a bir yasaklama çıkarır ve belgelerle ilgili haber yapmalarını önler. Ama işte bu noktada Washington Post'a düşer görev. Böylesi belgeleri Times'ın bıraktığı yerden bayrağı onlar devralarak gazeteciliğin ruhuna uygun olarak haber mi yapacaklar yoksa demokrasi dışı bir anlayışla müdahale eden yönetimin baskısı altında geri adım mı atacaklardır?
The Post (http://www.imdb.com/title/tt6294822/adından - ve yukarıda anlattıklarımdan - anlayabileceğiniz gibi 1971'de ABD'de gazetelere düşüp, olaylar çıkaran Pentagon Kağıtları adı verilen belgelerin Washington Post gazetesi tarafından haber yapılışı hikayesini anlatıyor. Yani aslında New York Times'ın haber yapmasının hemen ardından Post'un devreye girdiği günleri ve cidden belgelerin patladığı zamanı anlatarak Watergate'e günü gününe getirip, bırakıyor film bizi. Gerçekten olmuş olayları, gerçekten yaşamış insanları canlandıran oyuncularla anlatıyor ama büyük oranda tonunu, vurgusunu değiştirerek, kendine başka türlü kahramanlar ve kötüler yaratarak.
Bu anlamda aslında tamı tamına bir Spielberg filmi. Sizi bilmem ama benim sinema sanatına en başından beri hayranlıkla ve keyifle bakmamı sağlayan klasiklerimin havasında. O yüzden başlığı buram buram yaptım ya, çünkü çocukluğumun o kahramanlık hikayeleriyle bezeli, aksiyonlu, bol müzik gazlı, atmosfer dolu filmlerinin havasında. Bir yandan hem aslında içi şişirilmiş bir şey izlediğinizi biliyor olursunuz bu filmlerde, bir yandan da o atmosferle birlikte o gazı almış olduğunuzdan kendinizi filmin temposuna kaptırmış sürükleniyor olursunuz. Bir şeyler anlatır bu filmler, hakikaten de önemli şeyler anlatır çoğu kez ama bunu anlatış biçimleridir sizi ele geçiren. Yani misal bir futbol topunun iki direğin arasından uçması gibi gayet normal-keyfi bir durumu öyle bir anlatır, öyle bir hale yola sokar ki bu filmler, o topun uçuşu artık tüm bir ulusun özgürlüğünü simgeliyordur artık, içinizdeki tüm tellere dokunmuş, boğazınıza yumruğu oturtmuştur.
İşte The Post da o filmlerden. Arkasındaki gerçek hikayeyi bilmeden izlediğinizde vaay be!, ah ulan be! diyor hale geleceğiniz; hikayenin aslını öğrendikten sonra da yine nasıl olup da böyle anlatılabildiğine vay be diyeceğiniz bir film. Yani demeye çalıştığım asıl olay Times iken Washington Post ile ilgili bir film yapmak ve dahası bakış açımızı oraya kaydırmak asıl formül.
Ama işte bu noktada da aslında filmin anlatmaya çalıştıklarının başka şeyler olduğunu görmek gerekiyor. Savaşla ilgili ya da o dönemki yönetimlerin yanlışlarıyla ilgili bir şeyler anlatmak değil derdi. Aslında 40 yıl öncesinden insanlarla, olaylarla bugüne dair bir şeyler söylemek. Son dönemde iyice kuvvetlenen bu "kadın hareketine" kocaman bir selam çakıyor mesela. Ya da gazeteciliğin doğasına bir hatırlatma yapıyor. En açık mesajı ise tabiki Amerikan ideallerine, demokrasisine, temellerine dair söylemleri ve hatırlatmaları.
Eh tabi bir de Meryl Streep'ten bahsetmem gerekiyor. Normalde o kadar taktığım bir oyuncu değildir, çoğunluğun aksine. Ben daha Helen Mirren izlemeyi severim o daha zariftir ya da Diane Keaton falan ki o da daha egzantriktir. Bir de Meryl Streep hep o kocaman egosuyla görünür gibi gelir-di ta ki bu filme kadar. Ne kadar yanıldığımı görmüş oldum. Herhalde denk gelip izlediğim filmlerindeki rollerindenmiş bu düşüncem dedim sonra. Çünkü bu filmde filmin neredeyse tamamına yakın bir kısmında bütünüyle bambaşka bir Streep'ti karşımdaki. O kadar üstünden o ego, o kuvvet, o ezici hava fışkıran bir kadının tüm bir film boyunca nasıl bunların esamesini göstermediğine şahit oldum. Tamam rol yapmak öyle bir sanat, oyunculuk böyle bir şey ama insan nasıl yapar eder de bu "kendinden kurtulur"?
Diyeceğim o ki The Post benim sevdiğim - ve alışık olduğum birlikte büyüdüğüm - filmlerden. Bana hissettirdiklerini, düşündürdüklerini severim onların. Zaten Spielberg'le Tom Hanks bir noktadan sonra yıllardır başımı yaslayabileceğimi bildiğim akrabalarım haline gelmiş figürler benim için. Ama uyarayım, ben öyle klasik hollywood tantanalarını sevmem çok daha alternatif bir insanım çok derinlikliyim her gün fularımı takarım falan diyorsanız çok da izlemeyin. Zaten bilmediğimiz- yaşamadığımız - bir şeyi söylemiyor.

Filmin yalnızca iki dalda Best Motion Picture of the Year ve Best Performance by an Actress in a Leading Role (Meryl Streep) dallarında adaylıkları var.

Filmin arkasındaki hikaye için: http://www.historyvshollywood.com/reelfaces/the-post/

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...