Yalnız hissetmek ne demek? Aç olmak gibi: Etrafınızdaki herkes ziyafete hazırlanırken aç hissetmek gibi.
Kitabın sayfaları boyunca altını çizdiğim satırların, yanlarına işaretler koyduğum paragrafların arasında sanırım bu cümleyle başlamak en iyisi. Çünkü bence durumu en açık şekilde özetleyen bu cümle. Dediğim gibi, daha pek çok cümlesi var Laing'in yalnızlığa dair, okuduğumda "ama tam da bu işte bu aynen öyle hissettim ben de" diye böğrüme oturan. Gerçekten ne kadar yalnız hissettiniz şimdiye kadar bilmiyorum. Ya da hissettiniz mi, hiç "gerçekten" yalnız kaldınız mı, onu da bilmiyorum. Büyük ihtimalle kalmadınız, sadece hepimiz gibi insan olmanın verdiği o abartma, büyütme duygusuyla bunu da abartıyorsunuz belki. Ya da belki ben abartıyorum, kendi duygularım dışındaki herkesin duygularını küçük gördüğümden. Hatta elimde tuttuğum, bu yalnızlık üzerine dolu dolu olan kitabın yazarının duygularını bile küçük görüyorum kendime engel olamadan. Şuna bak diyorum, New York gibi bir şehirde yaşamış-yaşıyor, böyle bir şansı olmuş, hem de istediği şeyi yapabiliyor-yazabiliyor (çünkü bence yazan bir insan bunu bizim memur olmamız gibi mecburiyetten yapıyor olamaz) ama yine de tutmuş ühü ühü çok yalnız kaldım ben diye karşıma geçmiş konuşuyor diyorum. Kim bilir belki bu durum da bu yalnızlığın, bu hep beraber içinde olduğumuz şeyin bir yan etkisidir. Kim bilir belki hakikaten o kadar yalnız kalmışımdır ki Laing'in de yazdığı "Bu bilinmeden girilen durumda, birey dünyayı daha negatif algılamaya eğilimlidir ve kabalık, reddedilme ve zarar gördüğü durumları hatırlar ve böyle durumların tekrarlanmasını bekler." durumunun farklı bir halindeyimdir. Herkesi ve her şeyi negatif bir gözlükten görüyorumdur.
Yazarımız Olivia Laing, kaynak: Olivialaing.co.uk |
Bu Olivia Laing 1977 doğumlu, Britanyalı bir yazar. Biyografisinde sadece yazar yazmıyor, çalıştığı dergiler gazeteler, yaptığı editörlükler falan da yer alıyor tabiki. Şimdiye kadar 3 kitap yazmış, üçünde de hep bir şekilde "sanat insanlarını" ele almış (Goodreads). İlk kitabı 2011 tarihli To The River'da Virginia Woolf var, ikinci kitabı 2013 tarihli The Trip to Echo Spring'de içkiyle yazarların münasebetlerini incelemiş. Bu benim okuğum son kitabındaysa konusu yalnızlıkmış gibi görünse de - ki tamam kabul ediyorum ana konusu yalnızlık - esas incelediği Amerikalı sanatçılar: Andy Warhol, Edward Hopper, David Wojnarowicz, Henry Darger...Onların hayat hikayelerinde yalnızlığın izlerini sürüyor. Kendi hissettikleriyle bu sanatçıların eserleri ve yaptıkları arasında kurduğu bağlantılarla açıklamaya çalışıyor yalnızlığımızı.
Birçok yalnız insan gibi Warhol da eşyaları istifleme tiryakisiydi. Etrafını birçok obje ile sararak insani yakınlığın taleplerine karşı bariyerler kuruyordu. Fiziksel temastan korktuğundan, kamera ve ses kayıt cihazlarından oluşan zırhına bürünmeden pek dışarı çıkmazdı.
...Darger'ın hayatı, yalnızlığı tetikleyen sosyal kuvvetleri ve hayal gücünün buna karşı direnmek için nasıl çalışabileceğini gösteriyor.
Çözüm getirmeye veya akıl vermeye çalışmıyor. Gerçekte olan neyse, ne hissettiriyorsa onu koyuyor önümüze ve aslında onun dedikleriyle, gösterdikleriyle bir anlamda birkaç cevaba da ulaşıyoruz.
Anlamaya başlamıştım, yalnızlık kalabalık bir yerdi: kendi içinde bir şehirdi.
...Yalnızlık çok özel bir yerdir.(...)yalnızlık kesinlikle tamamen değersiz bir tecrübe değildi, aslında ihtiyacımız olan ve değer verdiğimiz şeyin tam kalbine dokunan bir tecrübeydi.
Kitap 8 bölümden oluşuyor. Temelde her bir bölüm bir sanatçıya ayrılmış gibi görünüyor. Ama görünüşte öyle olsa da her bölümde ilerledikçe önceki bölümlerde bahsettiği ya da bahsedeceği sanatçıları da serpiştiriyor yeri geldikçe. İlk bölüm Yalnız Şehir'de önce bir giriş yapıyor, nelerden bahsettiğini şöyle bir özetliyor. İkinci bölüm Camdan Duvarlar'da çoğunlukla Edward Hopper var, "kendini bağımsız bir yetişkin olarak dünyaya bırakmaya isteksizdi" diye yazıyor mesela onun için. Hopper bu kitapta bahsedilen sanatçılar arasında adını duyduklarımdan, dahası sanatını bildiklerimden. Ama kişiliğini, hayatını tabiki bilmiyordum. Sanırım tahmin edebilirdim nasıl bir insan olduğunu çünkü yaptığı resimlerin her daim beni rahatsız etmesinden, içimi dondurmasından ve tuhaf gelmesinden yola çıkıp, gayet açıkça görebiliyorum nasıl olduğunu.
Üçüncü bölüm Yüreğim Senin Sesinle Açılıyor'da Andy Warhol var. Yine bildiğim ama sanatının pek de benlik olmadığı sanatçılardan biri. Onun hayatına ve kişiliğine dair biraz daha bilgiliyim sanırım, çünkü hala "popüler" bir olgu Warhol. "Eleştirileri önce davranıp engellemeyi hepimiz bazen biraz biraz yapıyoruz ama Warhol'un kendini buna adam şekli ve kusurlarını bu şekilde büyütmesi çok nadir görülen türden. Bu onun hem ne denli cesur olduğunu hem de reddedilmekten ne denli korktuğunu gösteriyor." diyor onun için de Laing. Yalnızlıkta birleştiğimiz ama gene de pek hazzetmediğim bu sanatçılarla sanırım her bir cümlede daha da birleştiğimi görmekten kendimi alamıyorum. Tabi Warhol sadece bu bölümde anlatılamayacak kadar fazla. İlerleyen her bir bölümde yer alıyor. Ayrıca onunla iç içe geçmiş bir şekilde Valerie Solanas'ı da okuyoruz bu bölümde.
Dördüncü Bölüm Ona Aşık Olunca'da David Wojnarowicz geliyor önümüze ve tokat gibi çarpıyor hayatı yüzüme. Çarptı yani, daha önce hiç adını sanını duymamıştım, zaten bu kitaptaki neredeyse tüm sanatçıların yaptıkları sanat pek benlik olmadığından rastlamamış olmam da normaldi. Wojnarowicz'i okumak hakikaten çok içime dokundu. Arada Greta Garbo'ya da daldı mesela anlatı ya da Nan Goldin'e. Ama Wojnarowicz'in sarstığı aklımı toparlayamadı hiçbiri. Dahası sonraki bölümde Gerçek Olmayanın Diyarlarında'da Henry Darger daha da sarstı. Çoğu sayfada artık devam edemem dedim, kusma noktasına geldim (fiziksel olarak, gerçekten kusmaktan bahsediyorum, midenizin kalkması durumundan bahsediyorum). Hem bir yandan nefret ettim, hem de içime dokundukça sarsıldım.
Bu aşamada, bu iki bölümü atlatabilince altıncı bölüm Dünyanın Sonunun Başlangıcında'da Klaus Nomi ile tanıştım. Yine tamamen benim dinleyeceğim müziğin dışında bir iş yapmış bir sanatçıydı Nomi ama onun kısa hayatının hikayesi de temelde verdiği mesaj yüzünden insanın iliklerini donduruyor. 80ler hakikaten çok zor geçmiş diyor insan.
Yedinci Bölüm Hayaletler Oluşturmak'ta Olivia Laing önce kendi siber tecrübelerinden yola çıkarak günümüzdeki internet manyaklığını çok şiddetli bir şekilde anlatıyor. Ardından çok rahatsız edici bir başka örnekle Josh Harris isminde bir internet girişimcisinin - bana göre feci şekilde - saçma hikayesiyle devam ediyor. Ki okumaktan tiksindiğim bir bölümdü, bahsetmek bile istemiyorum. Sekizinci Bölüm Garip Meyve'de Zoe Leonard'ın aynı isimli eserinden bahsederek başlıyor ama önceki bölümlerdeki hemen her sanatçıya bulaşarak ilerliyor. Çünkü bu kitabı nihayete erdiren bölüm. Zaten son paragraflarında da asıl söylemek istediğini söylüyor Laing.
Yalnızlık çok kişisel bir şey ve aynı zamanda politik. Yalnızlık kolektif bir şey; yalnızlık bir şehir. Buranın içinde nasıl yaşayacağımız konusuna gelince, hiç kural yok ve utanmaya da gerek yok, sadece şunu unutmamalıyız ki, bireysel mutluluk arayışımız birbirimize karşı olan yükümlülüklerimiz için bahane oluşturmuyor. Biz bu işin içinde birlikteyiz, bu yara birikiminde, nesnelerin dünyasında, sıklıkla cehennem gibi gözüken bu fiziksel ve geçici cennette beraberiz. Asıl önemli olan şey iyilik, birbirimize kibar davranma; asıl önemli olan şey dayanışma. Asıl önemli olan uyanık kalmak, açık olmak. Çünkü bizden öncekilerden öğrendiğimiz bir şey varsa o da hislerimizi yaşayabileceğimiz bir avuç zamanımız olduğu.
(Benim gibi daha önceden duymadığınız isimler olduğundan her birinin üstüne tıklanabilir hale getirdim, tıklayıp kim diye bakabilirsiniz.)
[Ben kitabın Gizem Gözde Uçar çevirisi, şubat 2018 tarihli ilk basımını aldım Arkadaş Kitabevi'nden. İthaki Yayınları'ndan-->http://www.ithaki.com.tr/urun/yalniz-sehir/ Raf fiyatı üstünde yazan 24 tl. Kitap 301 sayfa tüm notlarla kaynaklarla falan filan. İlkNokta'da D&R'de ve Idefix'te 15,60 tl'ye görünüyor.]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder