7 Mart 2018 Çarşamba

Rush (2013) : eyy adrenalin sen nelere kadirsin?

"The closer you are to death, the more alive you feel. It's a wonderful way to live. It's the only way to drive." diyor filmin içinde James Hunt. Tam olarak işte bu duygu sanırım bu insanları - diğer pek çok insanı - yaptıkları şeyi yapmaya iten. Ki aynı şey beni de alabildiğine uzaklaştırıyor bu işten. Elimde yıllar önce alınmış, motorsiklet ve otomobil sürebildiğime dair bir kimlik - ehliyet - taşıyorum ben de çoğunuz gibi. Ama ehliyet sınavı dışında birkaç dakikalık denemeleri de kenara koyarsak, hiç sürüş deneyimim yok. Şu yaşımda yani bir araba koltuğuna otursam pek az şey yapabilirim. Tabi milyon tane sebebi var bu durumun, bir dolu açıklaması, analizi falan filan var ama sanırım en belirgini benim için bu yukarıdaki cümlesi Hunt'ın. Ben bu adrenalinden, bu ölüme yakın yaşama duygusundan hiç hazzetmiyorum. En başlarda sevdiğimi düşünüyordum, ama zaman ilerledikçe korkum arttı sanırım. Hele araba sürmek panik atak geçirmeme sebep oluyor en basitinden. Kendime olan güvensizliğim herşeyin önüne geçiyor, direksiyon bende olunca kontrolü kaybedeceğime o kadar emin bir hale geliyorum ki çığlıklar ata ata kaçasım geliyor.
Ama işte bazı insanlar var ki o arabaları sürmeyi bırakın, hız limitlerini aşarak, adeta uçarak kullanarak o arabaları yarışıyorlar. Bunu isteyerek, büyük bir zevkle yapıyorlar. Araba yarışçıları, formula pilotları sanırım dünya üzerinde anlamakta güçlük çektiğim işlerden birini yapan en inanılmaz insanlar. Yani elbette ki o adrenalin isteğini, açlığını anlayabiliyorum, tahmin edebiliyorum. Ama bir insan kendini nasıl bu kadar saçma bir işin içine atabilir ki?

Ben anlamakta güçlük çekedurayım, bu işin mazisi sanırım insanlık tarihi kadar eski. Daha motorlu taşıtları icat etmemizden bile önce insanlar hız tutkusuyla yarışıyordu at sırtında, atlı arabalarıyla. Bu yüzden işin bu noktaya gelmiş olması hiç şaşırtıcı değil aslında. Eh tabi bu "yarış" ruhu üstüne film yapmak da kaçınılmaz olmuş olmalı bir aşamada. Oturup sürmek bana göre olmasa da iyi yapılmış bir yarış filmini izlemekten keyif alıyorum tabiki. Peter Morgan'ın yazdığı senaryoyu yöneten Ron Howard da hiç de azımsanmayacak bir iş çıkarmış ortaya. 1970lerde kıyasıya rekabet içinde olan formula 1 pilotları James Hunt ve Niki Lauda'nın hikayesini anlatıyor Rush. Görünen konusu bu ama esasında Niki Lauda'nın James Hunt'a bir güzellemesi olduğunu anlıyorsunuz film bittiğinde. Lauda'nın yarış işine girişiyle başladığında film, Hunt zaten süperstar olmuş ortamlarda. Eh haliyle kendilerini azılı rakipler olarak buluyorlar. Bir de hayata bakışları, işlerini yapışları ve kişilikleri tamamen zıt olunca bir araya gelmesi imkansız iki insan gibi görünüyorlar. Oysa insan büyüyor, insan olgunlaşıyor ve zaman her şeye çok güzel dersler veriyor. Yıllar boyu birbirlerini geçmek için habire yarışan bu iki adam bir de bakıyorlar ki aslında birbirlerini anlayabilen, birbirlerini takdir eden, birbirlerine saygı duyan iki dostlar aslında. İnsan rekabet ede ede nasıl dost olur bence onu anlatıyor Rush. (http://www.imdb.com/title/tt1979320/)
Çekimi de izlenilir kılan detaylardan biri. Bu tür filmlerde aksiyonla, hız sahneleriyle hikayenin içeriğini orantılı tutmanız, seyircinin başını döndürmeden koltuğuna çivilemeniz gerekir. Tabi bir yandan da asıl demek istediğinizi, duygularına hitap ederek söylemeniz. Rush tüm bunları yapıyor, aşırı başarılı olmasa da. Yarış sahneleri fena değil genelde, ama yine de keşke hepsi sondaki Japonya yarışı gibi çekilseymiş demekten kendimi alamadım ben. O ne yarıştı, onlar nasıl sahnelerdi öyle ama...Chris Hemsworth en iyi bildiği, belki de ona en çok yakışan türde bir karakteri oynuyor James Hunt olarak, uçarı, çapkın, dağınık, dışarıdan umursamaz ama içinde yine de duygusal, hareketli, eğlenceli, yakışıklı, hayat dolu bir adam. Niki Lauda olarak Daniel Brühl ise hem bizi sinir ediyor hem de düşündürüyor, hak verdirtiyor. Ki yapmaya çalıştıklarını böylece başarmış oluyor. Oyuncular anlamında bu ikisinin aklımızda kalması çok normal aslında, çünkü kamera önünde pek çok insan görünse de tüm hikaye bu iki adam ve yarış pisti arasında geçiyor. Onlar dışında bir Olivia Wilde (James Hunt'ın eşi Suzy Miller olarak) ve bir Alexandra Maria Lara (Niki Lauda'nın eşi Marlene Lauda olarak) izliyoruz. Olivia Wilde pek de sevdiğim bir oyuncu değil normalde, burada da çok farklı veya detaylı bir karakter ortaya çıkarmamış. Maria Lara'yı ise ilk kez izledim ve su gibi güzelliğine, duruluğuna hayran kalıp durdum film boyunca.
Rush sonuçta hemen hemen tamamı gerçekte yaşanmış olaylara ve gerçekten bunları yaşayan insanların nasıl yaşadığına dair, izlemesi oldukça keyifli, çok iyi çekilmiş ve anlatılmış bir yarış filmi sunuyor. En önemlisi bize sadece yarışan arabalar, hız dolu pistler göstermek yerine bizi de o piste çıkmaya, o arabalara binmeye ikna ediyor, buna çabalıyor. Bu hakikaten yaşamış insanların kalplerini açıyor bize, kafalarının içine daldırıveriyor. Ve sanırım bir filmin yapması gereken de bu.

Filmin Hans Zimmer imzalı müzikleri şöyle:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...