daniel brühl etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
daniel brühl etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Mart 2018 Çarşamba

Rush (2013) : eyy adrenalin sen nelere kadirsin?

"The closer you are to death, the more alive you feel. It's a wonderful way to live. It's the only way to drive." diyor filmin içinde James Hunt. Tam olarak işte bu duygu sanırım bu insanları - diğer pek çok insanı - yaptıkları şeyi yapmaya iten. Ki aynı şey beni de alabildiğine uzaklaştırıyor bu işten. Elimde yıllar önce alınmış, motorsiklet ve otomobil sürebildiğime dair bir kimlik - ehliyet - taşıyorum ben de çoğunuz gibi. Ama ehliyet sınavı dışında birkaç dakikalık denemeleri de kenara koyarsak, hiç sürüş deneyimim yok. Şu yaşımda yani bir araba koltuğuna otursam pek az şey yapabilirim. Tabi milyon tane sebebi var bu durumun, bir dolu açıklaması, analizi falan filan var ama sanırım en belirgini benim için bu yukarıdaki cümlesi Hunt'ın. Ben bu adrenalinden, bu ölüme yakın yaşama duygusundan hiç hazzetmiyorum. En başlarda sevdiğimi düşünüyordum, ama zaman ilerledikçe korkum arttı sanırım. Hele araba sürmek panik atak geçirmeme sebep oluyor en basitinden. Kendime olan güvensizliğim herşeyin önüne geçiyor, direksiyon bende olunca kontrolü kaybedeceğime o kadar emin bir hale geliyorum ki çığlıklar ata ata kaçasım geliyor.
Ama işte bazı insanlar var ki o arabaları sürmeyi bırakın, hız limitlerini aşarak, adeta uçarak kullanarak o arabaları yarışıyorlar. Bunu isteyerek, büyük bir zevkle yapıyorlar. Araba yarışçıları, formula pilotları sanırım dünya üzerinde anlamakta güçlük çektiğim işlerden birini yapan en inanılmaz insanlar. Yani elbette ki o adrenalin isteğini, açlığını anlayabiliyorum, tahmin edebiliyorum. Ama bir insan kendini nasıl bu kadar saçma bir işin içine atabilir ki?

Ben anlamakta güçlük çekedurayım, bu işin mazisi sanırım insanlık tarihi kadar eski. Daha motorlu taşıtları icat etmemizden bile önce insanlar hız tutkusuyla yarışıyordu at sırtında, atlı arabalarıyla. Bu yüzden işin bu noktaya gelmiş olması hiç şaşırtıcı değil aslında. Eh tabi bu "yarış" ruhu üstüne film yapmak da kaçınılmaz olmuş olmalı bir aşamada. Oturup sürmek bana göre olmasa da iyi yapılmış bir yarış filmini izlemekten keyif alıyorum tabiki. Peter Morgan'ın yazdığı senaryoyu yöneten Ron Howard da hiç de azımsanmayacak bir iş çıkarmış ortaya. 1970lerde kıyasıya rekabet içinde olan formula 1 pilotları James Hunt ve Niki Lauda'nın hikayesini anlatıyor Rush. Görünen konusu bu ama esasında Niki Lauda'nın James Hunt'a bir güzellemesi olduğunu anlıyorsunuz film bittiğinde. Lauda'nın yarış işine girişiyle başladığında film, Hunt zaten süperstar olmuş ortamlarda. Eh haliyle kendilerini azılı rakipler olarak buluyorlar. Bir de hayata bakışları, işlerini yapışları ve kişilikleri tamamen zıt olunca bir araya gelmesi imkansız iki insan gibi görünüyorlar. Oysa insan büyüyor, insan olgunlaşıyor ve zaman her şeye çok güzel dersler veriyor. Yıllar boyu birbirlerini geçmek için habire yarışan bu iki adam bir de bakıyorlar ki aslında birbirlerini anlayabilen, birbirlerini takdir eden, birbirlerine saygı duyan iki dostlar aslında. İnsan rekabet ede ede nasıl dost olur bence onu anlatıyor Rush. (http://www.imdb.com/title/tt1979320/)
Çekimi de izlenilir kılan detaylardan biri. Bu tür filmlerde aksiyonla, hız sahneleriyle hikayenin içeriğini orantılı tutmanız, seyircinin başını döndürmeden koltuğuna çivilemeniz gerekir. Tabi bir yandan da asıl demek istediğinizi, duygularına hitap ederek söylemeniz. Rush tüm bunları yapıyor, aşırı başarılı olmasa da. Yarış sahneleri fena değil genelde, ama yine de keşke hepsi sondaki Japonya yarışı gibi çekilseymiş demekten kendimi alamadım ben. O ne yarıştı, onlar nasıl sahnelerdi öyle ama...Chris Hemsworth en iyi bildiği, belki de ona en çok yakışan türde bir karakteri oynuyor James Hunt olarak, uçarı, çapkın, dağınık, dışarıdan umursamaz ama içinde yine de duygusal, hareketli, eğlenceli, yakışıklı, hayat dolu bir adam. Niki Lauda olarak Daniel Brühl ise hem bizi sinir ediyor hem de düşündürüyor, hak verdirtiyor. Ki yapmaya çalıştıklarını böylece başarmış oluyor. Oyuncular anlamında bu ikisinin aklımızda kalması çok normal aslında, çünkü kamera önünde pek çok insan görünse de tüm hikaye bu iki adam ve yarış pisti arasında geçiyor. Onlar dışında bir Olivia Wilde (James Hunt'ın eşi Suzy Miller olarak) ve bir Alexandra Maria Lara (Niki Lauda'nın eşi Marlene Lauda olarak) izliyoruz. Olivia Wilde pek de sevdiğim bir oyuncu değil normalde, burada da çok farklı veya detaylı bir karakter ortaya çıkarmamış. Maria Lara'yı ise ilk kez izledim ve su gibi güzelliğine, duruluğuna hayran kalıp durdum film boyunca.
Rush sonuçta hemen hemen tamamı gerçekte yaşanmış olaylara ve gerçekten bunları yaşayan insanların nasıl yaşadığına dair, izlemesi oldukça keyifli, çok iyi çekilmiş ve anlatılmış bir yarış filmi sunuyor. En önemlisi bize sadece yarışan arabalar, hız dolu pistler göstermek yerine bizi de o piste çıkmaya, o arabalara binmeye ikna ediyor, buna çabalıyor. Bu hakikaten yaşamış insanların kalplerini açıyor bize, kafalarının içine daldırıveriyor. Ve sanırım bir filmin yapması gereken de bu.

Filmin Hans Zimmer imzalı müzikleri şöyle:

21 Eylül 2017 Perşembe

Colonia (2015) : Siz insanlar, koyun olmayı ne kadar da seviyorsunuz.

1973'ün eylülünün başlarında uçak hostesi Lena ve fotoğrafçı Daniel, Şili'de hiç beklemedikleri bir sabaha uyanırlar. Askeri darbe olmuş, sokaklar askerler ve tanklarla dolmuştur. Tüm kargaşanın ortasında iki sevgili kaçmaya çalışır ama yakalanır ve o meşhur stadyuma götürülürler. Kaygı ve korku dolu bir o gecede Lena serbest bırakılırken Daniel bir minibüse apar topar fırlatılır ve sorgulanmak-işkence edilmek üzere götürülür. Ertesi gün, sevdiği adama ne olduğuna dair hiçbir fikri olmayan Lena ipuçlarının peşinden Daniel'in izini ormanın ortasında bir tarikatın yuvasına dek sürer. Dışarıya tamamen kapalı bir manastır gibi görünen bu yerde Paul Schafer adında kendini peygamber gibi gören bir adamın çevresinde koyun gibi insanlar yaşamaktadır ve askeri diktatörlük de bunu gizliden gizliye desteklemektedir. Aslında tam anlamıyla bir beyin yıkama hapishanesi olan bu lanet yerde Daniel'ı ne pahasına olursa olsun bulacak ve birlikte bu saçma sapan ülkeden kurtulacaklardır. Bunun için de tek yol, tarikata katılarak, içeri girmektir.
İlk dakikalarında Şili'de 1973 yılında yaşanan o kara günlere dair bir başka hikaye izleyecekmişiz gibi açılan film, Lena'nın Daniel'ın peşinden tarikat yuvasına doğru yola çıkmasıyla bambaşka bir hikayeye dönüşüyor. Colonia Dignidad adı verilen bu tarikat yeri ve orada yaşananların tamamen gerçek olduğu bilgisi de gözlerimizin önünde ilerleyen hikayeyi daha ürkütücü kılıyor. Ne idüğü belirsiz bir adamın peşinden o şekilde bir yaşama adım atmış insanların nasıl var olabileceğine inanamıyor insan bir türlü. Yani neden "tek bir insanın" peşinden gitme ihtiyacı duyarsınız ki? Onu sizden üstün kılan ne? Onun dediklerini dinlemek veya yapmak zorunda değilsiniz ki diye çığlıklar atmak istiyor insan. Kendi kendinize düşünemiyor musunuz, kendi aklınız mantığınız yok mu? Neyin doğru neyin yanlış olduğunu o adam mı daha iyi bilecek? Diye diye bir yandan kendini parçalıyor insan izlerken.
Öte yandan darbelerin, diktatörlüklerin arka planına dair çok ama çok acımasızca detayları izliyoruz. İnsanın hayatta kalma içgüdülerine bir kere daha tanık oluyoruz. Ve güçlü bir kadının neler başarabileceğine dair sağlam bir hikaye izliyoruz. Emma Watson'ın normalde oyunculuğunu biraz abartılı bulurum ama burada o koloniye girmeye cesaret eden ve sevgilisinin ölü mü diri mi olduğunu dahi bilmeden bir umudun peşinden giden Lena olarak su gibi akıyor. Tüm o inadını, tereddütlerini ama çivi gibi sağlamlığını, yıkılmak üzere bile olsa yine de ayakta durmasını inanılmaz sade bir şekilde gösteriyor. Önce işkenceyle ruhu çözülen sonra bitmiş haline rağmen yaşama tutunacak umudu bulan ve yine de kafasını çalıştıran Daniel rolünde Daniel Brühl ise her zamanki gibi, hakkıyla sıyrılıyor. Tarikatın başı, o pislik herifi canlandıran Michael Nyqvist de alabildiğine rahatsız edici, tüyler ürpertici ve lanet edilesi bir portre sunuyor (bu sene içinde vefat etmiş akciğer kanserinden şimdi gördüm).
Filmin genel atmosferi de tüm bu gerilimi kat be kat artıracak şekilde. Neredeyse sıfır müzik, sadece etkili bazı yerlerde rahatsız edici melodiler. Renk skalası aydınlık renklere buzlu cam ardından bakıyor gibi, habire üstünüzde kocaman bir toz bulutu, bir çaresizlik, bir sonbahar sonunun kurak rüzgarı varmış hissettiriyor. İçinizde hiç umut kalmamış, nefesiniz ciğerlerinizi dolduramıyormuş, tüm ruhunuz çekilip, yerine kocaman bir boşluk bırakılmış gibi izliyorsunuz. Bir yandan Lena ve Daniel kaçsın, kaçabilsin diye bir umut ışığı arıyor, bir yandan da şu saçma tarikat insanları daha da ne kadar saçmalaşabilirler acaba diye gerim gerim geriliyorsunuz.
Bu haliyle Colonia, anlatmak için yola çıktığı konuya dair gayet sağlam, eksiksiz bir anlatı sunuyor. Bu anlatının gerilim olmasıysa tamamen biz koyunlar yüzünden.

eylülde

 Neden hep imkansızı istiyor ki canım? Oysa çok kolay olabilirdi. Elimi uzatsam alabileceğim mesafede duran şeyler. Çok kolay olabilirdi. He...