6 Mart 2018 Salı

yolculuklar rüyalar eve dönüşler

Eve dönmek konusunda hiç böyle hissedeceğimi düşünmezdim. Kendimi bildim bileli kendim için hep durmadan hareket ettiğim bir hayat hayal etmiştim, oradan oraya gezip dolaştığım, seyahat ettiğim, durmadan yenilenen bir hayat. Hayal ettiğim, planladığım her şey gibi bu da paramparça oldu tabi ama yine de değişik bir versiyon olarak mı yaşıyorum acaba o hayali demiyor değilim. Buraya en son yazdığımda, gidiyorum dediğimde şubatın 14'üymüş, evime geri dönebildiğimde dündü, 19 gün boyunca evimden uzaktaymışım. Önce köye gittim dediğim gibi, on gün kadar köyün sisinde yağmurunda kah çamurlu yollarda yürüyüş yaparak kah evde sobanın dibinde bulmaca çözerek kendimi bir Jane Austen hikayesinde hissederek geçirdikten sonra Bandırma'ya geçtim. İki gece kalıp, İstanbul'a gittim. İstanbul'da Gönül'de iki gece kaldıktan sonra bir yarım gün de kuzenimle geçirip, geri Bandırma'ya döndüm. 3 gece daha kalıp nihayet evimi bulabildim. Son bir haftamda da yine bir Austen kahramanı gibiydim. Hani onlar da çıkıp bir tanıdıklarının veya akrabalarının evine kalmaya giderler ya, öyle haftalarca aylarca kalırlar, orada bir dolu baloya yemeğe katılır, yeni yeni insanlarla tanışırlar. Ben de böyle evin evlenme çağına gelmiş işsiz güçsüz kızı rolündeki kahraman olarak tepeden düşmüş gibi hissettim Austen hikayesinin içine. Dedim ya hep böyle dolanıp durduğum bir hayatı hayal etmiştim diye. Ama hiç böylesini hayal etmemiştim tabiki. Bu benim hayal ettiğimden çok çok aşırı farklı oldu. Bir de yıllar geçtikçe artık insan daha bir konfor, lüks bilmem ne istiyor hale geliyor ya, en azından ben o hale geliyorum yani, hah işte o sebeple artık otobüs yolculuklarından gına geldi bana. Bu son 20 gündür kendi kendime notlar aldım, bundan sonra elimden geldiğince otobüse binmeyeceğim. Trenler şahane şeyler onları tercih edeceğim, uçaklar deseniz daha bir süper, hele hele ki o deniz otobüsü çok pratik. İstanbul'dan Bandırma'ya deniz otobüsüne bindim (ismi çok başka insanları hatırlattığından yazmak istemedim google'ı düşünüyorum). Otobüsün 4 saatte aldığı yolu 2 saatte alıyor ve eğer üç beş gün önceden alırsanız bileti çok daha ucuza geliyor. Haa ama son gün alayım derseniz otobüsü geçiyor fiyat, onu da diyeyim, sonra benim gibi sayfayı her yenilediğinizde gözleriniz fırlamasın fiyattan. Bir de bu sürekli orada burada, o evde bu evde kalmanın beni artık iyice alıştırdığını fark ettim. Hiç öyle yabancılık çekmiyorum artık, evler bir yabancı gelmiyor, normal hissediyorum. Sadece iki şeyi sanırım düzeltemeyeceğim. Bir, yerlere basmak konusunda takıntılıyım.Yani kendi evimde hep terlikle dolanıyorum, Roma'daki evde hep ayakkabı vardı. Ben çorapla veya çıplak ayak yerlere basamıyorum. Belki temmuz ya da ağustostaki birkaç hafta. O haftalar dışında ayaklarım hemen, saniyesinde donuveriyor. Ayaklarım soğuduğu anda da kendimi mümkünatı yok ısıtamıyorum. Bu yüzden köyde herkes gülüyor mesela, nereye gidersem gideyim çantamda terliklerimle gidiyorum. Ama böyle seyahatlere çıktığımda haliyle, yanımda terliğimi taşıyamıyorum. Yani yaparım da çok utanıyorum. He gittiğin yerlerde terlik yok mu diyeceksiniz, var. Ama terlik de beğenmiyorum ki. Yani ne bileyim bazısı kumaş oluyor peluş oluyor silikon gibi bir plastikten oluyor falan, ıyyy içim bir şey oluyor (kore dizisi izleyenler bilir ya hani onların evde giydikleri o terlikle var ya ince ince fıss fıss tıs tıs diye sesler çıkararak yürüyüp duruyorlar hah mesela onlar da beni deli ediyor hayatta giyemem ki zaten ipincecik onlar tutmaz ki ayağımı). İkincisi, insan çokluğu. Ben artık yıllardır alıştım, tek başıma. Ondan öncesinde de 3 kişiydik zaten evin içinde, kimse kimsenin alanında bulunmazdı. Şimdi böyle kalmaya gittiğim evlerde doğal olarak evin içinde insanlar olması durumu hala bir tuhaf geliyor. En son pazar sabahı mesela her odada birileri var durumuna gelmiştik arkadaşlarla. Evin en kalabalık halindeydik. Banyoyu falan sırasıyla kullanıyoruz, mutfakta her bir parçayı yapan başka bir insan var falan, kafamı camdan çıkarıp nefes alacak duruma gelmiştim. Sanırım bende baya bir sıkıntı var ama kısmet.
Kitap da okuyamadım doğru dürüst bu sefer. Bilgisayarı götürmedim üşendim, daha doğrusu dolmuşta tutunacak yer bile bulamazken bir elimde bavul bir elimde bilgisayar çantası olması kabus gibi bir şey olduğundan vazgeçtim götürmekten. Telefondan okuyabiliyorum normalde, işsiz olduğum son 3 senedir kitaplara harcayacak pek de fazla bütçem olmadığından en birinci yolumdu bu kitap okumak için. Netten indirdiğim pdfleri telefonda okumak. Ama bu sefer gözlerim çok almadı, yapamadım. Haliyle Frankenstein ve Amerikan Tanrıları öylece kaldı. Otobüste okurum diye yanıma Zaman Makineleri'ni almıştım (gerçek kitap olarak, kütüphanemde duruyordu bir türlü cesaret edememiştim). O da tam tahmin ettiğim gibi fizik dolu çıktığından ancak ilk bölümü bitirebildim köyde. Bir dolu film, kitap, hikayeden bahsettiği yetmezmiş gibi bu ilk bölümde ayrıca bir de sonraki bölümlerde deriiin deriiin açıklayacağı fizik kuramlarından da şöyle bir bahsettiğinden ötürü kafam iyice bulandı. Daha doğrusu burada ne diyor bu şimdi diye internetten hemen araştırma şansım olmadığından (çünkü köyde wireless yok, telefonda da ancak 2 gb ki bitmek üzereydi) her bir cümleyle birlikte daha da karıştı kafam. Dedim yapacak bir şey yok, evet çok merak ediyorum, evet zaman yolculuğunu çözmem gerekiyor ama elimin altında internet olmadan bu kitapta kaybolacağım. İlk bölümü bitirip, koydum kenara.
Bandırma'ya yolculuk için de yine basılı kitap olarak yanıma "Yalnız Şehir"i almıştım. İthaki'nin instagram hesabında bolca gördükçe acayip ilgimi çekmişti, sonunda dayanamayıp gidip almıştım. Bu kitapsa beklediğimden az biraz değişik çıktı. Farklı bir şekilde anlatmayı seçmiş Olivia Lang, haa ama kötü bir yol mu bu hayır. Sadece beklediğim şeyleri vermedi. Ama beklemediğim pek çok şey okudum, öğrendim. Bir de ortayı geçtikten az biraz sonra bir hevesim söndü, bir süre devam edemedim. Bazı şeyler beni, içimi rahatsız edince bir geri çekiliyorum ister istemeden. Yani mesela Picasso resimleri bir rahatsız ediyor beni, oysa bir Rubens resmi ya da Caravaggio resmine bakarken sanki her şey yerli yerine oturuyor, düzgün, olması gerektiği gibi. Öyle bir manyaklık benimkisi yani. O sebeple kitabı da en sonunda Ankara'ya dönüş yolculuğumda geri açıp, bitirebildim.
Ama yolculuk halinde de olsam sanırım film izlemek açısında baya verimliydim. Önceki yolculuklarımdan birinde başlayıp, bitirememiştim otobüste Rush(2013)'ı, onu bitirdim otobüste bu sefer. Hükümet Kadın'ın ilkini annemlerle izlemiş, çok sevmiştim, onun ikincisini izledim (Hükümet Kadın 2(2013) - ilk film kadar iyi mi değil mi bilemedim ama bence ilk film çok yeni bir şeydi benim için). Bir de nihayet Guardians of The Galaxy 2(2017)'yi izleyebildim, iyi oldu (kesinlikle ilk film).
tamam konuyla ne kadar alakalı o konuda bir şey
 iddia etmiyorum ama göstermek istedim :)
Bu arada hemen hemen her gece saçma sapan rüyalar gördüm. En net hatırladığım bir tanesinde mesela böyle Beauty&The Beast seti gibi bir kocaman şatomsu malikanemsi bir yerdeydim. Bir müzikal - artık herhalde beauty and the beast'tir - sahneleniyor orada ama normalde bir tiyatro sahnesinde olan şey burada böyle daha bir interaktif böyle daha bir gerçek zamanlı oluyordu. Yani bir yandan seyirciler şatoda dolaşıyor, bir yandan da oyuncular habire şarkı söyleyerek dolaşıyor sahneleri oynuyor şatonun çeşitli yerlerinde. Ben de o oyunculardan biriydim, hem de geç kalmıştım o gün. Koştura koştura şatoya gittim, kafamda deli sorular. Diyorum ki kostümümü giyemedim üstümde kotum var olur mu böyle, bir yandan da ulan ben neden müzikalde oynuyorum ben şarkı söyleyemem ki. Şatoda koşturuyordum, seyircilerin yanından geçiyorum habire. Hele bir yer vardı allahım bu ne manyaklık. Büyük merdivenlerin olması gereken yerde merdivenler yoktu, duvar vardı, o duvarın üst kısmına yakın birkaç parça perde uzanıyordu. Eh ama üst kata çıkmam gerek benim oynayacağım sahne orada. Baktım herkes öyle duvara perdeye tırmanıyor, duvarın üstündeki ufacık çıkıntıda cambazlık yaparak üst kata çıkıyor ve dahası bu çok normalmiş gibi olağan olması gereken bir şeymiş gibi davranıyor, eh dedim ben de tırmanacağım yapacak bir şey yok. Neyse orayı atlattım ama üst katta oynamam gereken sahne çoktan başlamış, nasıl koşturdum. Sahne dediğim de şöyle bir şey canlandırıyoruz, benden başka üç oyuncu daha var. Üst kat salonunda bir tanesi beast rolünde yerde yatıyor, bir üç kadın oyuncu da onun etrafında çöküp ağlıyor şarkılarımızı söylüyoruz. Tabi herkes kostümünü giymiş, bende kot pantolon. Bir de seyirciler etrafımızda dolanıyor. Girdim sahneye, çöktüm beast'in başına. Ama acayip tutuşmuşum, tek bir satır bile ezberlemedim. Bilmiyorum ne söyleyeceğim. Şarkı markı hak getire. Çünkü kafamda ben hala benim, uyuyan gerçekteki ben. Bunun rüya olduğunu biliyorum ama bir yandan da çok korkuyorum ulan rezil olduk diye. Ama neyse ki diğer oyunculardan biri de doğru düzgün ezber yapmadığından ben ağzımı bile açamadan zaten o her şeyi rezil etti, diğer oyuncu da ona yüklendi, bir ton azarladı falan ben arada kaynadım.
Neyse, önümüzde anlatacak bir dolu dizi, film ve kitap var. Onlara başlamadan diyeceğim şu ki çocuk olayı çok zor. Doğurması bakması büyütmesi falan çile. Ohh evim mis şu an, kanepem de şahane, iyisi mi ben kalkıp sıcak su torbama yeni su ısıtayım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...