27 Şubat 2023 Pazartesi

JUNG_E {정이} (2023)


 Çok da uzak olmayan bir gelecekte Dünya'mızın kaynaklarını bir güzel tükettiğimiz için insanlık uzayda, başka gezegenlerde koloniler kurmaya karar veriyor. Bu kolonilerden üç tanesi daha sonra of aman biz tek siz hepiniz diyerek diğerlerine savaş açıyor. Çünkü neden açmasın?! Yıllaaar yıllaaar süren savaşta özellikle Koreli paralı askerler çok makbule geçer oluyor, biraz iyiler yaptıkları işte. Bu askerlerden Captain Yoon Jung Yi özellikle efsane. Ancak son görevinde, tüm savaşı bitirebilecek bir yakıt yerini patlatma görevinde başarısız olarak hayatını kaybediyor (bitkisel hayata giriyor, makinelere bağlı şekilde yaşatmaya devam ediyorlar). 35 yıl sonra, hala devam eden savaşı bitirebilmek için bir teknoloji şirketi captain'ın beynini kopyalayıp, Jung_E adını verdikleri robotlar yapıyor. Captain'ın birebir aynı görüntüsünde, aynı beyne, düşünme, hissetme ve anlama kapasitesine sahip bu robotları savaşa göndermeden önce test ediyorlar tabiki. Ancak her defasında, bu efsanevi askerin robotu bile son görevin simülasyonundan bir türlü çıkamıyor. Sonunda savaşın anlaşmayla bitirilmesine karar verildiği haberi ile proje sonlandırılıyor. Ancak projenin başında askerin kızı var ve son simülasyonda da olsa bir şeyleri anlamaya başlıyor.


Neredeyse hepsini anlattığım film, Yeon Sang Ho'nun yazıp, yönettiği bir Güney Kore yapımı. Yönetmen, şu pek ünlü (ve benim tabiki izlemediğim) Train to Busan (2016) filmini de yapan kişi. Onun dışında aslında daha çok animasyon filmler yapmış gibi görünüyor. Ki Jung_E'de de mükemmel denebilecek görsel efektleri, görüntü olarak şahane sahneleri izliyoruz. Film dışarıdan bakılınca böyle eni konu hareketli bir bilim kurgu macerası gibi görünüyor. İnsan gibi görünen robot, oooo. Manyak savaşıyor hem de, oooo. Gibi görünüyor. Ancak izlemeye başladığınızda anlıyorsunuz ki bu film, bir aksiyon olmaya çalışmıyor. Bilim kurgunun nimetleriyle yola çıkıp, insanı gerim gerim gerip rahatsız eden bir sakinlik içinde felsefi sorgulamalara girişiyor. Neredeyse klostrofobik denilebilecek belirli birkaç mekanda geçiyor. İnsanın ne kadar pislik bir düşünce yapısına sahip olduğunu, yüzyıllar geçse de, başka gezegenlere gitse de, teknolojiyi fethetse de yine zengin-fakir, güçlü-zayıf gibi kavramların hiçbir şekilde değişmeyeceğini göstermeye çalışıyor bir yandan.


Özellikle robot askerimizi ve dolayısıyla yaşarken asıl askerimizi görevde başarısız eden sebebi gösterdiklerinde, anladığımızda daha da büyük bir soruyla karşı karşıya bırakıyor hikaye bizi. Beynimizdeki o "yer" yüzünden başarısız oluyorsak, o "yer" olmadığında gene de insan sayılır mıyız?

Sonuçta filmin ilk yarısında sabredip, kendinizi çok germezseniz, bu kapalı mekandaki 70ler fütüristik atmosferinde umutsuzluk ve adaletsizlik asabınızı bozmazsa, ikinci yarıda güzel birkaç ters köşeyle tatmin edici aksiyon sekansları arasında keyifle hoplayabilirsiniz. Ama o kadar. Beni mutsuz ettiği için sevmedim tabiki.

17 Şubat 2023 Cuma

YAŞ ETTİ...12 - “Even the darkest night will end and the sun will rise.”

 Neverland'in 12.yaşındayız pek sevgili kayıp çocuklar. İçimden hiçbir şey yapmak ya da yazmak gelmiyor olsa da en azından bunun için gelmeliyim dedim buraya. 12 koskoca yıl. Söyleyecek hem çok şeyim var, hem de bir o kadar yok. O kadar çok anlatmışım gibi geliyor ki artık sanki ne anlatıyorum acaba diyorum bazen.

“Tuhaf olmaya çalışmıyorum. Sadece ne yapıyorsam onu yapıyorum.” der Johhny de. Mesajı gayet açıktır: Sadece kimsen o ol. Kimin ne dediğine, ne düşündüğüne bu kadar önem verme. Bu sebepledir ki karakterlerine içinden birşeyler katar. Artık onlar senaristin yazdığı veya yönetmenin söylediği karakterler değildir. Hepsi birer Johnny’dir. Bu yüzden sevilir Johnny de zaten, aşık olunur, hayran olunur, kıskanılır. İster istemez bilinir, o perdedeki adam aslında Johnny’dir. Ve söylemeye çalıştığı da ‘benim gibi olun’ değildir. ‘Kendiniz gibi olun.’ dur. ‘Başkalarının sizin hakkınızdaki yargılarına boyun eğmeyin. Ve en önemlisi siz de onları yargılamayın.’

diyerek başladığım bu yolculukta ilk seneyi devirmemizi bir filmden bir alıntı ile kutlamışım mesela:

Yaşamlarımıza tanıklık edecek birine ihtiyacımız var. Bu gezegende milyarlarca insan var. Söylemek istediğim şu, hangimizin hayatının gerçek bir anlamı var?

İkinci yaşında Neverland'in 81 kişiymişiz, öyle yazmışım. 

Bir şekilde de olsa, bilmeyerek ya da bilerek, önemseyerek ya da zerre kadar takmayarak da olsa, yaşamıma tanıklık ettiğiniz için. Çünkü siz farkında olmasanız da "sözcükler ve düşünceler dünyayı değiştirebilir."

demişim o sene. Bu da yine ciğerime işleyen bir filmden meşhur bir alıntıydı. Üçüncü sene delirdiğim seneydi. Dördüncü yaşta,

Sorularım, sorularım öyle çok sorum var ki hepsine bir cevap bulmaya çalışırken aslında Neverland'i kurarak bir yardım çağrısı yapıyormuşum, onu fark ediyorum. Çok başarısız olduğum bir konu daha çünkü bu, yardım istemek. Şunca yıldır hiçbir şey için yardım istememekte direnen, kendi gururuna kibrine gömülmüş bir insandım, çok zor oluyor bundan sıyrılmak. Sessizce bir yardım isteğiydi belki de bu. Sorularım var, yolum çok meşakkatli, bu yolculukta benimle yürür müsünüz, arada dinlenmek için size konuk olabilir miyim, sizin sorularınıza ben de kafa yorabilir miyim?
Cevabınız evetse, ben buradayım Neverland'de, ikinci yıldızdan sağa sapıp sabaha kadar dümdüz devam ettiğinizde yolunuz hep buraya düşecek. Burada korsan gemilerine yakalanabiliriz, burada tek bir güneş tek bir ay yok, burada deniz kızlarının Ariel'le alakası yok bizi paramparça edebilirler, burada kaybolabiliriz, burada zamanın geçtiğini saatlere bakıp göremeyiz çünkü burada saat tiktakları da yok. Burada kayıp çocuklarız, kılıçlarımız bellerimizde, perilerimiz tepemizde; burada hiç büyümeyiz. Burada, dışarıda olan her dehşete, dünyanın her kirine rağmen biz sadece sorularımıza cevaplar arıyor olacağız.

diye kocaman bir umutla ve azimle yazmışım. O sebepsiz yere ara ara ortaya atılan saçma umutluluk halimin kendini gösterdiği belli.
Beşinci yaşı kutlamam gereken gün ise yine tıpkı bu yaşadığımız günler gibiymiş. Türkiye denen bu cehennem çukuruna yaşamak için gönderilmiş olmamızın ironisine şokla bakakaldığımız bir başka günmüş.

Oysa diyecektim ki bugün size "olley 5.yaşını kutluyoruz Neverland'in olley". Sabahın köründe kalkıp yemekler yaptım, off yine çok yoruldum bugün yeğenime bakmaktan diyecektim. Okulda dersler başladı ama ben böyle bu haftayı salladım, gittim İtalyanca kursuna yazıldım haftada üç akşam ona gidiyorum pek keyifli diyecektim. Hatta bu akşam kurstan dönene kadar bekledim bir şey yazmadım, hadi şimdi kutluyoruz obaa diyecektim.
Ama olmadı.

yazmışım. O kadar çok yaşadım ki böyle günleri, böyle zamanları bu ülkede...Artık inanın hangi zaman daha kötüydü, hangi felaket daha acıydı karar da veremiyorum, hatırlayamıyorum da. Sanki yaşamak zaten hep bir felaket filmiydi bizim için bu ülkede. Hatırlayamıyorum artık o kadar felaket gördükten sonra hangisi hangisiydi, ne zaman ne olmuştu. 
O yüzden sonraki senelerde, yaş 10 edene kadar kutlama yapmaktan vazgeçmişim gibi görünüyor. 2021'de şöyle kutlamıştım:

Yaşadığıma tanıklık ediyorsunuz, her ne kadar bu "yaşamayı" pek beceremiyor olduğumu düşünsem de. Doğarken bir yolculuğun ismini koymuşlar bana, öyle düşünmediklerine eminim koyarken ama nihayetinde bir yolculuğa dönüştü bu hayat benim için. Hiçbir türlü bir yerde hah tamam işte burada olmalıyım dedirtmeyen, hep başka bir yerde başka bir şeyi yaşıyor olmalıymışım hissiyle dürtükleyen, mutluluğu aratıp durdurtan, bir dolu kötü seçimin, pişmanlığın bir dolu manyak, saçma sapan hikayeye yol açtığı bir yolculuk. Umarım böyle bir sürü 10 yıl kutlarım burada. Ama çok geç olmayan bir noktasında da artık vuhuuu tamam işte çok mutluyum diye bağırabilirim size. Çok geç olmasın yalnız. Böyle birkaç sene içinde olsun yani. Çok da beklemesin.

Üzerinden 3 yıl geçti. Hala bekliyor, bekletiyor beni bu mutluluk. Aksine, sanki en kötüsü hah bu işte dediğimiz noktanın da üstüne çıkmaya çabalıyor gibi görünüyor hayat. Ben de Frodo gibi tekrar ediyorum kendi kendime, keşke benim zamanıma denk gelmeseydi keşke keşke diye.


“I wish it need not have happened in my time," said Frodo.
"So do I," said Gandalf, "and so do all who live to see such times. But that is not for them to decide. All we have to decide is what to do with the time that is given us.”

13 Şubat 2023 Pazartesi

perdere la testa

 Aklımı kaybetmemeye çalışıyorum. Durup durup kendimi ikna etmem gerekiyor, çıldırma diye. Aklına sahip çık. Sokaklarda çığlık atarak koşturmamak için kendimi kuvvetle tutmam gerekiyor. Aklımı yitirmek üzereyim. Bu günleri unutmamam için yazmam gerek. 10 yıl, 20 yıl sonraki ben için yazıyorum. Bir pazartesi sabahı uyandım, kahvaltı masasına geldiğimde annem elinde kumanda, tvyi açmış, bak neler olmuş biz hiç fark etmemişiz dedi. Temelde uyuyordum, kulağımda tvden gelen seslerle. Depremin şiddeti çalındı kulağıma, sanırım şoka o noktada girdim. Hazırlanıp, evden çıktım, servise bindim. Herkes normaldi, her şey normalmiş gibi davranıyorlardı, muhabbet ediyorlardı, gülüyorlardı. Kafam suyun içinde gibiydi. O saatte daha kimse haberleri duyamamıştı ki. İş yerine geldim, haberleri açtık. Yine de tam olarak anlayamadık. Regl ağrılarım tutmuştu, bu haftayı izin alayım dedim. Zaten bir dolu iznim vardı. Sabah izin formunu yazdım, izin aldım. Salı'dan itibaren tüm hafta işe gelmeyeceğim diye sevindim. Sonra öğlen oldu. Öğle arasında dışarı çıkmadım, zaten geri kalan günlerde gelmeyeceğim, elde iş bırakmayayım dedim. Öğle arasının bitmesine yakın telefon çaldı. Ankara'nın bir başka yerindeki bir personel aramıştı, tam sorunu anlatıyordu ki masam da ben de sallanmaya başladık. Odanın diğer ucundaki arkadaşıma baktım, o da şaşkındı ve sallanıyordu. Elimde telefon, telefonun karşı ucundaki personel hala derdini anlatıyor. Büyük ihtimalle çünkü Ankara'nın o bölgesi sallanmıyordu. Abi deprem oluyor kapatıyorum ben diyorum hala konuşuyordu. İki katlı bir devlet kurumu binasının giriş katında, Ankara'da, dakikalarca çılgınca sallandık. Onu panik halindeki eşi aradı, dışarı fırladı. Ben sallanmanın bitmesini bekledim. Annem evde panik yapmıştır diye onu aramaya çalıştım. Annemler evde hiç sallanmamıştı mesela. Annem deprem oldu deyince şaşırdı. Telefonu kapatıp, binanın önüne baktım. O zaman insanlar dışarı çıkmaya başlamıştı yeni. İçeri girip, masamda oturdum. Ne yapacağımı bilemedim. Dışarısı buz gibi. Diğer iş arkadaşım geldi odaya, onunla oturmaya başladık. Maillere falan baktık. Hala durumun vahametinden haberimiz yoktu. Yarım saat geçti. Çöp kovasını boşaltmak için gelen abi siz hala ne oturuyorsunuz dedi. İki buçukta servisler kalkacak, herkes dışarı çıktı dedi. Sabah yataktan kalktığımdan beri boş boş bakıyordum, ona da boş boş baktım, algılayamadım. Sonra bir baktık, cidden herkes çıkmış gidiyor. Servis alanında servisçiyi aradım, onu bekledik, geldi. Pazartesi öğleden sonra eve geldim. Bunca yıl sonra ilk defa, deprem olduğu için devlet kurumlarındaki personeli eve gönderdiler. Haftanın geri kalanında izinli olduğum için evdeydim. Annemler otobüs bileti almıştı, cumartesi köye geri döneceklerdi. Cumartesi sabahı onları otobüse bindirdim, evlerine döndüler. Cumartesi T'nin doğumgünüydü, o da depremden beri nöbete kalıyor, geceli gündüzlü. Tüm gece çalıştıktan sonra cumartesi sabahı 10'da eve gelmişti. Akşamüstü çıktık, evin ilerisinde bir pastaneye oturup, çay içtik. Doğumgünü kutlaması bu ortamda böyleydi. Hafta boyunca mal gibi baktım etrafa. Boş gözlerle. Kafam suyun içinde. Hiçbir tepkim yoktu. Pazartesi sabahı yataktan kalktığımdan beri böyleyim. Bir hafta oldu. Zombi gibi dolaşıyorum. Tepkisiz. İçeridense kendi kendimi bir arada tutmaya çalışıyorum. Delirme. Çıldırma. Aklını kaybetme.

1 Şubat 2023 Çarşamba

Ocak - Keeper of the Gate

 

Mermerden tanrı Janus büstü, Vatikan'daki Museo Chiaramonti'den.

Ocak ayını hakikaten hiç sevmiyorum. Son birkaç yılda daha da sinir bozucu oldu zaten. Ailemin büyük çoğunluğunun doğum gününü kutlamam gereken bir aya dönüştüğünden olabilir bu. Kutlama yapmanın nesi kötü diyebilirsiniz ama olay, sevdiğiniz insanların doğmuş olmasını kutlamaktan çıktığı için kötü zaten. Her sene Ocak ayında bir dolu hediye almak zorunda kalmak, aldıklarının hiçbir şekilde beğenilmemesi, karşındaki hiçbir şekilde memnun edememek, memnun etmek zorunda hissettirilmek, istemediğin halde bir dolu değişik insanla sosyalleşmek zorunda bırakılmak...diye uzayıp gidiyor. Ben sırf istemediğim şeyleri yapmak zorunda kalmamak, istemediğim şeyleri hissetmek zorunda kalmamak için 30 yıllık geçmişimi silip, tanıdığım herkesi bırakmışım, bunlar gelip beni nelerle uğraştırıyor. Aileye psikolojik olarak uzaklaştırma emri çıkaramıyor muyuz?

Sırf bunlar yüzünden kendi doğum günümden de nefret eder hale geldim. İstemiyorum ya. Ocak'ta doğmuş olmak istemiyorum. Kendime yeni doğum günü ilan edemez miyim? Mayıs'ta doğdum ben. Öyle kabul ediyorum. O zaman kutlayacağım. Neyse, Ocak nasıl geçti, onu gözden geçirecektim.

3 kitap bitirdim sayabilirim sanırım. Aslında Jane Austen'ın Sanditon'ını okuyordum yeni yıl başlarken. O yüzden onu yılın ilk kitabı sayabilirim tamam. Her sene Peter Pan'i yeniden okumaya karar verdim, o yüzden bu seneye onunla başladım gibi diyebilirim. Bu okuyuşumda çok daha farklı şeyler gördüm, daha önce fark etmediğim şeyler fark ettim. Buna sevindim çünkü nihayet değişiyorum, gelişiyorum demek bu. Ayrıca artık eskisi kadar kötü hissettirmedi hikaye. Peter Pan'in hikayesi bana şu yaşıma kadar hep alabildiğine üzücü, depresyona sokucu bir hikaye gibi gelirdi. Özellikle sonunu okuyamazdım, içim daralırdı, boğulur gibi olurdum hüzünden. Peter'a da sinir olurdum maceralar boyunca, gıcık şey diye diye. Bu sefer öyle olmadı. Hem Peter'la eğlendim, hem de kitabın sonunu okuyabildim. Yine sevmiyorum sonları, orası ayrı. Bundan herhalde başladığım hiçbir şeyi bitirememem, hiçbir şeye doğru düzgün bir veda edememem.

Ardından geçen Kasım'da aldığım Özlem Genç'in Ortaçağ Avrupa Tarihi kitabını okudum. Türkiye'de Ortaçağ üzerine böyle kitapları bulamıyordum daha önce. Çünkü burada genelde Selçuklular veya tamamen İslam tarihi konusunda çalışıyorlar gibi görünüyor üniversitelerde (önyargı da olabilir benimkisi cahillik de, ama şimdiye kadar gördüğüm buydu). O yüzden sevinçliydim kitaba denk geldiğimde. Üstüne bir de içinde en sevdiğim konular olunca (takvimler, kelimelerin kökenleri, pek çok şeyin nereden çıktığının hikayesi gibi) keyifle ve mutlulukla okudum.

Hiç film izlemedim Ocak'ta. The Crown'ın 5.sezonunun 5 bölümünü izleyebildim. Bu sezonu zorla izliyorum. En heyecanlı olacağını düşündüğüm sezonun kendini izlettiremiyor olması da ayrı ilginç Baygınlıklar geçiriyorum bölümlerin sonunu getireceğim diye. O yüzden devamını izler miyim, temizlik yaparken yemek yaparken falan mı izlerim bilemiyorum. Yeni başlayan dizilerin en azından ilk bölümlerine bakıp, izlenir mi diye karar verdiğim oldu. Ama onlarda da geride kaldım. The Last of Us'a başladım hevesle, ikinci bölümde benlik olmadığına karar verip bıraktım. Midem bulanıyor çok çabuk. That '90s Show'a baktım, onların yerine ben utandım. Geçen senenin sonunda That '70s Show'a başlamıştım en baştan zaten, onu izliyorum arada keyifle. Lisedeyken aralama aralama, bir oradan bir buradan şeklinde izlemiştim. Şöyle en başından güzelce bir izleyeyim dedim. Teen Wolf'un filmini bekliyordum heyecanla, henüz ona da vakit olmadı. Onun yerine yeni başlayan Wolf Pack'e baktım ki aslında 12 yaşında olsam izlenirmiş. Bu yaşımda gitmiyor. Onu izlerken düşündüm de Teen Wolf'u da şimdiki aklımla ve beğeni duygumla yeni görsem ona da aynı tepkiyi verebilirdim ama tamamen başka bir zamanda başka bir kişilikle izlediğim için şu an kalbimdeki yeri çok başka. Yapacak bir şey yok. Lying Life of Adults'a bakayım dedim, daha ilk bölümde kayboldum. Mayfair Witches'a baktım, ilk bölümün sonlarına doğru onun için de kurtadamlı dizi için hissettiğim şeyleri hissettim. Hatta daha da kötüydü, izlenmiyordu.

Güney Kore dizilerinin yeni başlayanlarından 두뇌공조 - Brain Cooperation'a baktım bir bölüm, oldukça komik ve eğlenceli görünmesine rağmen bıraktım. 남이 될 수 있을까? - Strangers Again'e baktım yine bir bölüm. O da bence çok iyi olmuş ama uygun bir zaman değildi bu hikayeyi izlemek için. 대행사 - Agency dizisine başladım ve heyecanlı bir hikaye gibi göründü, iki bölüm izleyebildim şimdilik. Vakit buldukça devam etmek istiyorum. 일타 스캔들 - Crash Course In Romance dizisi ise herhalde bu seneye keyifle başlamamı sağlayan hikaye oldu. İki başrol de daha önce hiç izlemediğim isimler olduğu için hiçbir beklentim yoktu diziden, oo kesin izlemeliyim ya da ooo çok güzel olacak diyerek açmamıştım. Hatta kesin bir 10 dakika sonra kapatırım diyordum ki 5 bölüm izledim ve bu günlerdeki mutluluk kaynağım oldu.

Bu arada açıköğretimin final sınavları vardı. Aldığım 6 dersin 3'ünden geçebildim sadece. 2 sınava girmedim zaten. O kadar umutsuzdu Osmanlıca ve Tarih Metodu. Girdiklerimden de Orta Asya Türk Tarihi'nden kaldım. Orta Asya tarihi ben ilköğretim ve lisedeyken tarih dersinde en fazla bir iki sayfa olarak kendine yer bulurdu. Pek çok ismi, olayı, tarihi bu derste ilk defa gördüm ki aslında çok normal, Tarih bölümü okumak istememin sebebi buydu zaten. Bilmediklerimi öğrenmek. Ama sabahtan akşama kadar işe git, sonra akşamları baygın yatarken bir dönemde 6 derste birden ilk defa gördüğün şeyleri öğrenmeye çalış derken yaşlı ve yorgun beynim kendini pencereden dışarı fırlatmış olabilir. İlk defa görmediğim şeyler de vardı tabi, abartmış olmayayım. Hellen ve Roma Tarihi dersinde bildiğim şeyleri hatırlamaya çalıştım çoğunlukla mesela. Eski Anadolu Tarihi'ndeki konuları hemen hemen tamamen yüksek lisans derslerinde görmüştüm. Bunlar arasında İslam Tarihi ve Medeniyeti'nden geçmiş olduğum için acayip seviniyorum. İslam tarihindeki şeylerin yüzde doksanını da ilk defa görüyordum çünkü.

6 Ocak'ta ilk kar yağdı sayılır. Kuru kuru az biraz atıp, kayboldu. Bir de dün yağdı işte. Bu iki kar arası çoğunlukla sonbahar gibiydi.

Doktorumu bulup, gittim sonunda bir de. Eylül'den beri regl olmuyordum. Korka korka, ulan gene kesin bende bir şeyler bozuldu diye düşünerek gittim. Ama bir şey yokmuş. Yani ben de şaşkınım. 3 aydır regl olmuyordum ama doktorum sorun yok dedi. Önce Tarlusal isminde bir ilaç verdi, 5 gün sabah akşam içtim. 5 günden sonra 10 gün içinde regl olacaksın dedi doktor, oldum. Sonra testlerimi yaptı, yine doğum kontrol ilaçlarından birini verdi normal bir döngüde regl olabilmem için. Bundan sonra bu ilaçla devam edeceğim gibi görünüyor.

Nisan'daki Seul seyahatim için gezi planlamasına başladım. Kafam çorba oldu. Bir yandan aşırı mutlulukla bakıyorum haritaya, bir yandan çoook fazla düşünmek gereken şey var olduğu için umutsuzlukla geri bırakıyorum plan yapmayı. İki gün boyunca devamlı aklımda planlama vardı mesela, zombi gibi gezdim. Başka hiçbir şey düşünemez olduğumu görünce dur dedim kendime. Nisan'da geçireceğim 10 gün için şu an yaşadığım hayatı yaşamıyor gibiydim. Abartma huyum çok fena.


“The truth was I knew, after all those flat January days, that I deserved better. I deserved I love yous and kiwi fruits and warriors coming to my door, besotted with love. I deserved pictures of my face in a thousand expressions, and the warmth of a baby's kick beneath my hand. I deserved to grow, and to change, to become all the girls I could be over the course of my life, each one better than the last.”

27 Ocak 2023 Cuma

TXT'nin "Farewell, Neverland"i (투모로우바이투게더 - 네버랜드를 떠나며)


 

Tomorrow X Together (TXT) grubunun bugün çıkan mini albümü The Name Chapter:Temptation'ın son parçasının ismi "Farewell, Neverland".


Şöyle diyor şarkı:

Neverland, my love, I bid you farewell now
And I’m free falling
Stars, sleep with comfort, till I be calling

No matter where I go,
This is no home
Even if I’m afraid, I’m going down
Farewell Neverland, my love

The warmth, the same weather every day
The boy doesn’t grow up,
A kiss from the sun that never sleeps,
Nobody can see the stars

A paradise full of lies,
I wanted to turn a blind eye to it

My very final hiding place,
That’s what I hoped for, endless flying
It’s the end, it’s true

I found out the truth,
That all the things that were beautiful,
were actually not
I’m going to spit out that cruel lie

That irresponsible paradise of dreams,
I’ll bid you my farewell
My Peter Pan

Running above the air
Towards the ground, at full speed
Time to fall, it’s time

23 Ocak 2023 Pazartesi

Xena ile Mitoloji Saati 5 : Xena:TWP 101 - Sins of the Past


Mitoloji Saatlerimizin bu beşincisinde nihayet asıl Xena bölümlerine gelebildik. 4 Eylül 1995'te yayınlanan "Sins of The Past", adından da anlayabileceğimiz gibi geçmişinin günahlarıyla yüzleşen bir Xena gösteriyor bize. Aslında bu bölüm, toptan hikayesiyle, elementleriyle bize koca bir Xena evreninin asıl dayandığı temeli özetliyor. Doğup, büyüdüğü kasabadan/köyden ayrılıp, bir savaş lordu olarak geçirdiği yıllardaki halinden sıyrılmaya ve günahlarının bedelini ödemeye çalışan bir Xena. Kendini günahlarından arındırdıkça değişen, kendisi değiştikçe dünyayı da değiştiren bir Xena. Ve o Xena'nın, kendi hikayesinin bile önüne geçebilecek kadar büyüyen yol arkadaşı, dostu, ailesi olan bir Gabriel. Ama oraya geleceğiz. Durun.

En son Hercules'in ilk sezonunun finalinde, atına atlayıp, yavaşça uzaklaşırken izlediğimiz Xena'yı bu bölümün başında tepe bayır, atı Argo ile yol alırken buluyoruz. Yakılıp yıkılmış bir köye rastlıyor, Antik Yunan'da her an birileri bir yere saldırmış olabilir çünkü, bu insanlar nasıl gündelik hayatlarına devam edebiliyor belli değil. Neyse, Xena yıkıntılar arasında bir çocuğa denk geliyor, çocuk burayı savaşçı prenses Xena'nın yıktığını yaktığını söyleyince eski günahkarımız yeniden tövbeye başlıyor. Tüm zırhını, silahlarını çıkarıp toprağa gömüyor ve yola öyle devam ediyor. Ama dedik ya burası antik dünya, burada her an birisi hıırrrr diyerek birilerinin üstüne atlıyor. Nitekim Xena bu şekil 90'lar büstiyerle dolaşma modasına geçmişken başka bir köye saldırıldığını, oradaki kızların götürülmeye çalışıldığını görüyor. Tabiki müdahale ediyor, ancak büstiyerle çok zor. Bu aşamada Xena, günahlarından kurtulma ile ilgili ilk dersini alıyor. İyilik de yapacaksan silahınla, zırhınla ve kendin olarak yapacaksın. Bundan sonraki 6 sezon boyunca da bu derse göre davranıyor.


Xena yerdeki silahlarını kuşanıp, bir şekilde köylüleri bu saldırganlardan kurtarırken kendisi de, biz de Gabriel ile tanışmış oluyoruz. Bu minik köyde karşılaştığımız pembe yanaklı, geveze kız sonradan hem Xena için hem de bizim için öyle bir önemli olacak ve kendi başına öyle kocaman bir hikaye anlatacak ki bize, hayal edemiyoruz. Evet, bu Xena'nın dizisi. Ama kötü taraftan günahlarını tek tek ödeyerek iyi tarafa geçmeye çabalayan bir savaşçının hikayesinin yanında, ufak bir köyden saf hayat dolu bir genç kızın da adım adım, mücadele ede ede, hayal ettiği hayatı yaşayabilmek için çıktığı yolda değişmesinin, gelişmesinin, büyümesinin de hikayesi. Aslında objektif olarak baktığımızda, hikaye anlatıcılığı açısından bu belki de daha çok Gabrielle'in hikayesi. Çünkü Xena'yı 134 bölüm boyunca hemen hemen hep aynı karakter olarak izliyoruz. Hep geçmişine dair hikayelerle çözülmeler yaşıyoruz. Oysa Gabrielle, çok farklı bir karakterden çok daha başka bir şeye dönüşüyor tüm bu süre boyunca. Ve bunu, izlediğimiz hikayelerde yaşadığı şeylerle başarıyor. Geçmişinden getirmiyor, kendine gelecek oluşturuyor. Bunu şimdi, bu yaşımda görebiliyorum. Ama küçükken çok gıcık olurdum Gabrielle karakterine. Keşke hep Xena'yı izlesem diye bakardım ekrana. Demek ki çocukken, gerçekten de bir şeyleri anlayamıyormuşuz.


Gabrielle'in köyünde yaralarını sardıran Xena'yı köylüler tabiki ardından köylerinden kovuyor, çünkü ünü dört bir yana nam salan savaşçı prenses bu. Bu sırada Gabrielle'in köyünün resmen sazlardan yapılma, üflesek yıkılacak evlerden ibaret olduğunu fark edip, buradan neden kaçmaya çalıştığını da anlıyoruz (şaka şaka, ama cidden prodüksiyon açısından bakıldığında sanki zerre önem vermemişler ile bilerek bu kadar acınası yapmışlar'ın arasında bir yerde Gabrielle'in evi). Annesi babası ve kız kardeşi Lila ile tanışıyoruz. Bir de nişanlısı Perdicus ile kısa bir tanışma yaşıyoruz ki yanlış hatırlamıyorsam sonraki bir zaman yine karşılaşacağız onunla. Bu ilk tanışmada Gabrielle'in, köyündeki diğer normal antik dünya insanlarından farklı olduğu için uyum sağlayamadığını anlıyoruz. O, hikayeler dinlemekten, anlatmaktan, gezip görmekten, keşfetmekten hoşlanıyor. Ömrü boyunca bir köyde kalıp, çiftçilik yapmak, kendisine uygun görülen adamla evlenip, çocuk yapmak istemiyor. Xena'nın peşine takılıyor bu dürtüyle Gabrielle, maceralara atılabilmesinin tek yolu bu çünkü.


Bu arada köye saldıran adamların, Xena'nın eski romantikliklerinden/savaştıklarından Draco'nun adamları olduğunu öğreniyoruz. Xena gidip Draco'yla samimi bir konuşma yapıp, saldırma o köye benim güzel gözlerimin hatrına diyor. Ama bu bir savaş lordu, Draco aksine hırs yapıp, Xena'nın köyüne saldırmaya karar veriyor. Xena ise önce her şeyden habersiz köyüne doğru yola koyuluyor. Çünkü öğreniyoruz ki Hercules'in sonunda Xena şöyle karar vermiş: Köyüme döneyim, annemden köylülerden özür dileyeyim, oturayım uslu uslu. Xena'nın köyü Amphipolis'e Draco saldırınca da Xena köyünü savunmak için kolları sıvıyor haliyle. Böylece tüm dizideki en ikonik dövüş sahnelerinden birini izleme şansımız oluyor: Önce bambu direklerin, ardından insanların kafaları ve omuzlarının üzerinde gerçekleşen Xena ile Draco arasındaki teke tek dövüş. Sonunda tüm bir bölüm içinde, tüm bir Xena hikayesi boyunca bize neyi anlatacaklarını özetlemiş olduktan sonra, Xena ve Gabrielle yepyeni bir yolculuğa başlıyorlar.

Siyah figürlü krater üzerinde sağda Hector, solda Achilleus
Yaklaşık M.Ö.490-460
British Museum'dan


Bu bölümde önceki izlediğimiz Hercules sezon finaline göre biraz daha Antik Yunan'dan, mitolojiden öğeler bulabilir haldeyiz. Mitolojideki gerçek hikayeleriyle alakasız olarak karşılaşsak da. İlk karşılaştığımız isim Hector. Gabrielle'in köyüne saldıran adamların başında böyle bir karakter var. Draco'nun sağ kolu gibi bir şey, bu bölümde amacına hizmet edip, ölüyor. Hector ismi "ἕκτωρ" kelimesinden türemiş, anlamı sıkı tutmak. Bu kelime de aslında "ἔχω" kelimesinden türemiş, echo gibi okunan bu kelimenin anlamı ise - tahmin edin ne - tutmak, sahip olmak. Troya Savaşı'nın asil kahramanı, Troya kralı Priamos ile Hekabe'nin oğlu, cesur prens Hector'un isminin tutmaktan türemiş olması mantıklı aslında. Çünkü Hector sayesinde, Hector'un Achilleus'u tutması, oyalaması sayesinde Troya biraz daha dayanabilmiş, savaş uzamıştı.

İstanbul Arkeoloji Müzesi'ndeki İskender Lahdi'ndeki
karakterlerden biri, Perdiccas olabilir denileni.

Sonraki adımda Gabrielle'in kız kardeşi Lila ile tanışıyoruz. Leila isminin bir değiştirilmişi bu. Değişik yazılmışı yani. Ki bu da - evet doğru tahmin - Arapça gece anlamına gelen Layla'dan çarpılmış. Kız kardeşinin nispeten koyu saçları ve lacivert gözlerine uyumlu bir isim olmuş. Hemen orada Gabrielle'in nişanlısı Perdicus geliyor. Mitolojide değil ama tarihte Perdiccas olarak yazılan bu isim, Büyük İskender'in generallerinden birine ait (meşhurluk açısından). İskender'in ölümünün ardından ortalıkta dolaşan generallerin aslında ilk etapta en kuvvetlisiydi bu abi. İlk başta imparatorluk ordusunun başına geçmişti, ayrıca varissiz ölen İskender'in koca imparatorluğunun da ilk vekaleten yöneticisiydi. Haliyle tüm imparatorluğu ve gücü tek elde, kendi elinde toplamaya karar verince de diğer generaller buna karşı birleşip, vay sen misin bir akıllı diyerek savaşa tutuştu bununla (tek sebep bu değil tabi bir şeyler bir şeyler ama anlatmaya başlayınca susmuyorum). En son bizim dombili Ptolemy, Mısır'daki rahat koltuğundan nanik nanik yapınca, Perdiccas hışımla Mısır'a yürüdü. Ama işte kader ağlarını yine örmüştü, askerleri isyan etti ve koskoca Perdiccas'ı öldürüverdi.

Xena'nın eskisilerinden savaşçı Draco'nun ismi ise dizideki karakterine az buçuk yakışır bir anlam taşıyor. Yunanca Drakon'dan türemiş, bu kelimeyi de biliyorsunuz, yılan ya da büyük deniz yılanı demek, bu yüzyılda daha çok ejderhalar için kullanılsa da. Aslında kökündeki "derk" görmek demekmiş, bu hayvanın ölümcül bakışlara sahip olmasına atıfta bulunur gibi. Aslında Eski Yunan'da M.Ö.7.yy.da yaşamış pek ünlü bir kanun koyucu var bu isimde. Atina şehir devleti vatandaşlarınca demokratik bir şekilde seçilmiş, ilk kanun koyucu. Drakon'un yasaları ilk etapta karman çorman bir şekilde ilerleyen kanunsuz ortama yeni bir soluk, bir düzen getirmiş olsa da sonradan oldukça katı ve sert oldukları fark edildiği için sonraki zamanlarda ismiyle de bağdaşmış bu katılık. Kanla yazıldığı hakkında acı acı insanları öksürten bu kanunları daha sonraki yüzyılda gelen Solon alabildiğine yumuşatmış mesela.


Xena'nın köyü Amphipolis'e doğru ilerlerken geçtiği köprünün bulunduğu yer dizide Strymon Geçidi olarak adlandırılmış. Amphipolis tarihte yer alan gerçek bir Yunan şehri. Günümüzde Orta Makedonya'da yer alıyor. Edoni ismi verilen halkın yerleştiği şehir, M.Ö.437'de kurulup, en son M.S.8.yy.da terk edilmiş. Orijinalinde bir Atina kolonisi olarak geçiyor. Günümüzde Roma dönemine ait yerleşimi hala görülebilir durumda. 2012 yılında burada, Yunanistan'ın en büyük mezar höyüğü bulunmuştu (burial mound'u nasıl çeviriyorduk ya?). O zamanlar nasıl heyecanla baktığımı hatırlıyorum bu habere.

İşte bakın Xena'nın geçtiği köprü :)

Amphipolis şehri, Strymon nehrinin doğusunda yer alan yüksekçe bir plato üzerine kuruluymuş. Strymon Nehri, Ege Denizi'nden yaklaşık 3 metre yukarıda yer alan Cercinitis Gölü'nden doğuyor. Strymon Nehri'nin üstündeki tahta köprü, tarihçi Thucydides tarafından da bahsedilmiş bir şey ancak tabi dizide oldukça sallapati minik bir köprü olarak görünüyor. Dizide öylece hiçliğin ortasında kendi halinde bir köprü ama tarihte aslında şehir ve Makedonya toprakları için oldukça stratejik bir öneme sahip bir köprü. Mitolojide ise Strymon tabiki bir nehir tanrısının ismi. Babası Okeanos, annesi Tethys.

Polyphemus ile Galatei moziği, sağdaki meşhur cyclopeslerden Polyphemus
Mozaik şu an Cordoba'daki Alcazar de Los Reyes Cristianos'ta sergileniyor


Xena bu köprüyü geçince bir Cyclops ile karşı karşıya kalıyor. Onu da geçmişindeki dark side günlerinden bildiğini öğreniyoruz, köprüyü geçen insanları yiyen Cyclops'un var olan tek gözünü kör etmiş zamanında Xena. Cyclops (şimdi bunun tekil mi çoğul mu yazılışı olduğuna karar veredim, ya da direkt normal yazılışı bu olabilir miydi acaba, neyse) Yunan mitolojisinde pek çok yerde, pek çok şekilde geçen karakterlerden. Ben en iyisi Kikloplar diyeyim bundan sonra. Hah işte bir anlatıya göre Kikloplar 3 tane. Yuvarlak gözlü devler. Babaları Ouranos, anneleri Gaia. Yani gökkubbe babaları, toprak ana anneleri. İsimleri Arges, Steropes, and Brontes olan bu devler, titan soyuna ait sayılıyor ve tek gözleri var alınlarında. Babaları bunları doğar doğmaz Tartarus'a yani dünyanın merkezine gönderiyor. Anneleri tarafından kurtarılıp, titanların savaşında titan Cronus'a yardım ediyorlar. Çünkü Tartarus'ta ellerinde çekiçlerle ateşte maden dövüp, bir şeyler şekillendirmek asıl yetenekleri. Cronus da savaştan sonra bunları yine Tartarus'a geri yolluyor. Sanırım çirkinleri bu dünyada kimse sevmiyor. Bir de her savaşa girişen gelip bunları çağırıyor. Zeus da Titanlara karşı savaşında Kiklop dostlarımızdan yardım alıyor. Ama Zeus sözünde duruyor, bu sefer yeryüzüne çıkıyorlar. Buna karşılık Kikloplar da Zeus'a o ünlü şimşeğini, Hermes'e meşhur kaskını (başlık aslında da kask diyelim), Poseidon'a üç başlı asasını hediye ediyor. Başka başka anlatılarda Sicilya'da yaşayan, insan yiyen, civar köylerin mahsüllerini cukkalayan, kimseyi sallamayan canavarlar olarak geçiyorlar. bu 3 tane Kiklopun oğulları olarak geçenler ve başkaları da var tabi.

Oedipus ile Sfenks'i gösteren bir kırmızı figürlü Attika kylix'i. Vatikan'da şu an.

Gabrielle, Xena'nın peşine düşmüş, onun haberi olmadan Amphipolis'e doğru gitmeye çalışırken yolda bir nevi otostop çekip, yaşlı bir çiftçinin at arabasına atlıyor. Bu yaşlı adamla Thebes kralı Oedipus'un muhabbetini ediyorlar. Daha doğru Gabrielle, Sofokles'in Kral Oedipus oyununa atıfta bulunuyor. Oyunu bir şiir gibi okuyabileceğini söylüyor ama yaşlı adam daha bilgili çıkıyor. Oedipus'un krallığı zamanında Thebai'de yaşadığını ve asıl gerçekleri anlatabileceğini söylüyor. Sofokles'in bu oyunu M.Ö.429 yılında ilk defa sahnelenmiş bir oyun, her ne kadar kral ve olaylar mitolojik olsa da. Oedipus'un hikayesini duymayan yoktur gibime geliyor (yoksa var mı?!). Hani şu psikolojide yüzyıllar sonra bir komplekse adını veren hikaye. Thebai kralı Laius, lanetlendiği için bir kehanet ortaya çıkar: Oğlu, büyüyecek ve babasını öldürüp, annesi ile evlenecek ve kral olacaktır. Bunun üzerine yeni doğmuş Oedipus'u bir hizmetçine verir, götür ormanda ölmeye bırak der. Ancak hizmetçi minik bebeğe acır ve onu başka bir çobana verir. Bu çoban da bebeği, çocuğu olmayan Corinth kralı ve kraliçesine verir. Öz oğulları gibi yetiştirip, bakarlar Oedipus'a bu kral ve kraliçe. Ancak günün birinde bir şölende genç Oedipus evlatlık olduğundan şüphelenip, yolları düşer. Delphi'deki kahinden anne babasını öldüreceğini öğrenince zanneder ki kendini yetiştiren, sevdiği kral ve kraliçenin ölümüne sebep olacak. Buna engel olmak için kaçar. Thebai'ye doğru giderken yaşlı bir adamla takışır ve birbirlerine saldırmaları sonucu Oedipus, yaşlı adamı öldürür. Daha sonra şehre musallat olan bilmececi Sfenks'i alt edip, şehri ondan kurtardığı için dul kraliçe ile evlenip, Thebai kralı olur. Ancak yıllar yıllar sonra - yine uzun bir hikayesi var bunun da - üzerindeki kehaneti öğrenir. Öz annesi ile evlenip, 4 çocuk yapmış olduğunu fark ettiğinde ortalık alev alır tabi. Zavallı kraliçe kendini öldürür, Oedipus kendi gözlerini kör eder ve kızı Antigone'nin rehberliğinde kendini bir derviş gibi yeniden yollara atar.

Oedipus'un hikayesi buradan sonra da baya bir devam ediyor, oğulları ve kızlarının da dahil olduğu baya maceralar var. Hatta Hercules:TLJ'nin 6.sezonundaki "Rebel With A Cause" bölümünde de geçiyor bir kısmı. Neyse elimden geldiğince kısaltarak anlattım, çünkü hafta başından beri bu yazıyı yazıyorum. Ama gene bitmedi, bahsedeceğimiz birkaç karakter daha var.

Bu da Cyrene moziği olabilir ama Cezayir'den olmasının dışında bir bilgi bulamadım

Xena'nın annesinin isminin Cyrene olduğunu da öğreniyoruz bu bölümde. Mitolojide Teselya prensesi olan Cyrene, sonradan da Kuzey Afrika'daki bir şehir olan Cyrene'nin kraliçesi olmuş. Şehre tabiki onun adını verip, kuran tanrı Apollo.  Apollo durup dururken adına şehir kurmamış, iki çocukları var: Aristaeus ve Idmon. Oldukça cesur bir avcı olarak geçiyor Cyrene ayrıca. Tanrıça Artemis'le dolaşan, aslanlarla güreşen bir kadın. Bu cesurluğundan cevvalliğinden etkilenen Apollo tabiki gelinim olacaksın deyip, hoop gelini yapıyor Cyrene'yi. Çocuklar doğduktan sonra da nymph yapıyor ki uzuuuun uzuun yaşasın. Daha da ilginci Ares'ten de bir oğlu var Cyrene'nin, Diomedes. Neyse o konulara girmeyelim.

Bu bölümü şimdilik burada keselim, çünkü önümüzde 133 bölüm daha var.

Previously on Neverland { 29.06 - 26.07}

 Yaz gelince, üstümde güneş parlamaya başlayınca bana bir her şeyi yapabilirim hissi geliyor her sene. Çoğunlukla. Tabi bu his, gün içinde b...