28 Ağustos 2022 Pazar

삶을 따라잡다

Yine her şeyi biriktirmiş halde, peşinden yetişmeye çalışıyorum. Hayatım habire hayata yetişmeye çalışmakla geçiyor gibi. Bu özelliğimi değiştirmeye çabalıyorum. Ben her önüme gelen şeyi bir kenara iliştirip, not alıp, buna şu zaman bakayım diye yaşıyorum. En basiti, nette instada bir şeyler görüyorum. Aa bu güzelmiş deyip, telefona kaydediyorum, ekran görüntüsü alıyorum. Çünkü o an onu inceleyecek, anlayacak vaktim olmadığını düşünüyorum. Sonra bu biriken şeyleri senede birkaç kere oturup, temizlemem gerekiyor. Bir yere gidiyorum, fotoğraflar çekiyorum. Onları bir sene sonra düzenleyip, paylaşabiliyorum ya da birine göndereceksem göstereceksem ancak yapabiliyorum. Evin içinde bir eşya ile karşılaşıyorum, haa tamam bunu şöyle yapayım diyorum, kenara koyuyorum. Gidiyorum geliyorum, önünden geçiyorum, bir türlü vakti gelmiyor. Öylece evin çeşitli yerlerinde bir şeyler duruyor aylarca. Tüm hayatım boyunca her şey için böyle yaklaşarak yaşadığım için bunun ne kadar yanlış olduğunu da bir süredir bildiğimden, artık düzeltmeye çalışıyorum. Misal bir yatak örtüsü görüyorum. Hah tamam bunu şu ülkeye taşındığımdaki evimde kullanacağım diyorum. Böyle hayal gibi geliyor söyleyince ama benim için o an çok gerçek. Kaydediyorum, not alıyorum, durmaya başlıyor. Oysa o örtüyü gördüğüm an alsam ve nerede yaşıyor olursam olayım kullanmaya başlasam her şey çözülecek. Sen al bir örtüyü de sonra taşınırsın, o hayal ettiğin ülkede kullanmış olursun sonra. Yooook. Şey gibi bu, hani sınavım var, çalışmak için masanın başına oturuyorum. Ama diyorum ki burası çok dağınık, önce toplamam lazım. Ama toplamaya başlamak için önce yemek yemem lazım aç karnına olmaz. Yemek yapabilmem için markete gitmem lazım, evdekilerle olmaz. Markete gideceksem çok pisim, önce duş almam lazım. Duş alacaksam da geç oldu, bu saatte yapılmaz, yarın sabah yaparım. Eh o zaman sınava da yarın çalışırım mecburen. Tüm hayatımı böyle yaşıyorum. O örtüyü alamam şimdi çünkü Yeni Zelanda'daki evimde kullanacağım. E Yeni Zelanda'ya gidemem hemen çünkü önce cv hazırlamam lazım. Cv'yi de şimdi hazırlayamam önce içine yazmak için şu kursa şu eğitime gitmem lazım. O kursa da şimdi yazılırsam birkaç hafta sonra bir yere gidecektim oraya gidemem, sonraki döneme yazılırım. Eh o zaman o örtüyü almayayım şimdi.

O yüzden her şeye balıklama atlıyorum artık. Beynimin kendi kendine o plan döngüsüne girmeye başladığını sezdiğim an nau nau diyorum, girme plan işine. Dur orada. Nihai planım her zaman, yaklaşık 9 yaşından beri Türkiye dışında yaşamaktı ya mesela, her an sanki bir sonraki yıl gidecekmişim gibi hareket ediyordu beynim. Buraya o kadar yerleşmemeliyim, nasıl olsa gideceğim. O insanlara o kadar bağlanma, nasıl olsa gideceksin gibi. O eşyaları alma, taşıyamazsın. Oysa böyle diye diye 35 yaşını bitirdim. 2.üniversite, dikey geçiş sınavı falan gördüm geçen gün mesela. Beynim hemen dişlileri çalıştırmaya başladı. Ama yapma bak, yazılma şimdi o kadar sene durmazsın belki bu ülkede diyerek. Bu sefer durdurabildim dişlileri. Çünkü öyle diye diye yılları heba ettim. Ne var önüme çıkanı yapsam, denesem. Hiçbir yere gittiğim yok. Hiçbir şeyi başardığım yok. Sihirli değnek yok. Beyaz atlı prens yok. Üçüncü günün şafağında atlılar yardıma gelmedi. Ruh emicileri kaçıracak kimse yok. O patronusu anca ben yapıp, kendimi kurtarabilirim ya da yetişemem ve o göl kenarında ölürüm.

İkinci üniversiteye başvuracağım. 4 yıllık tarih okuyacağım. Seneye de yazın DGS'ye gireceğim. Elimdeki iki yıllık diğer bölümü, dört yıllık arkeolojiye tamamlayacağım. Şimdi, şu an önüme gelen bu. 2 yılık sonrasını, dört yıl sonrasını düşünmeyeceğim. Sadece şu an bunlar var ve bunları yapacağım.

Neyse tamam önce mutfağı toplayayım da bir :D

13 Ağustos 2022 Cumartesi

"When everything feels like the movies"

 Ahh sonunda. Açıköğretim yaz okulu sınavına da girdim, bitti. 4 dersi geçmeye çalışıyordum, hepsinden geçersem şans olacak ama en azından biri iki tanesinden geçebilirim diye düşünüyorum. Hepsinden geçebilirsem diploma almaya hak kazanıyorum demektir ki asıl hedefim buydu. Neyse demeye çalıştığım, bir dahaki döneme ders almak zorunda kalsam bile en azından şimdilik, bugünden itibaren, çalışmak, başarmak zorunda olduğum bir şey kalmadı.

Tabi genel anlamda hayat hedeflerim dışında canım. Onlar hep önümde, ipin ucuna asılı havuç gibi sallanıp duruyorlar. Kısa vadede çalışmak zorunda kaldığım bir şey yok demeye çalışıyorum. Bugünkü sınavdan da çıkarken Mirkelam gibi sokaklarda önce yavaş, sonra hızlanarak, kollarımı iki yana açarak bağırarak koşacağımı düşünmüştüm. Böyle her bir yerimden bağlayan halatlar kopacakmış gibi. Öyle yapmadım tabi, yavaş yavaş etrafıma, insanlara bakarak yürüdüm. İçimi böyle birden, çok büyük bir coşku kaplayacak diye düşünmüştüm, tabiki kaplamadı. Mutlu olmadığımdan değil, beyin hemen algılayamıyor herhalde halini.

Açlıkla bir şeyler yapmaya çalışıyorum bugün sınavları bitirdiğimden beri. Onu da dinleyeyim, şuna da bakayım, şunu okuyayım. Yapmayı düşündüğüm her şeyden vazgeçerken buldum sonra kendimi. Neyi düşünsem, birisi daha önce yapmış oluyor çünkü. Niye bu kadar geç kalıyorum ben? Hayatta hep geç kalayım diye mi doğurdu annem beni acaba? Her şeyi yavaş algılıyorum, yavaş öğreniyorum, kararlar veremiyorum, bilemiyorum. O kadar ingilizce biliyorum diye geçiniyordum, aslında o kadar da anlamadığımı fark ettim. Çok sinirlendim. Çok üzüldüm bir anda. Sonra düşündüm ki neden bu kadar yükleniyorum kendime. Neden bu kadar bilmem gerekiyor? O kadar anlayamıyor olmam neden bir sorun? Sal kendini dedim azcık kendime. Salamadım tabiki de, hala anlamaya çalışıyorum, neden hep en iyisi olmak istiyorum? Neden hep "en" olmak zorunda hissettiğim ve olamadığım için çok kötü hale giriyorum? Sal diyorum, kendine yüklenme bu kadar. Yükleniyorum tabiki şu anda bile.

Eskiden listeler yapardım mesela, o geldi bugün aklıma. Burada, Neverland'de Oturan Mühendis'in Listeleri'ni yapmıştım örneğin. İzlediğim filmlerdeki, dizilerdeki dans sahnelerini falan sıralamaya koymuştum. Ben Masumum serisi yapmıştım, beni ben yapan filmleri sıralamıştım. Oturup, tüm bir Jane Austen uyarlamalarını izleyip, tek tek incelemiştim. Kronolojik olarak Disney prenses filmlerini izleyip, yazmıştım. Şimdi neden böyle şeyler yapamıyorum dedim kendi kendime. Sadece oturup, bir şeylere uzun süre odaklanamamaktan da değil. Liste yapacak kadar bir şeyleri aklımda tutamıyorum. Hiçbir şey aklımda, kalbimde yer etmiyor o kadar sanki. Daha doğrusu, o şey duygusunu hissettim yine. Hani bir yıl aralığına kadar yaşamışım da, o belirli yıllarda komaya girmişim, hastanede yatmışım, aradan 20 yıl falan geçmiş, uyanmışım gibi. Bedenim yaşamış, ama aklım komaya girdiğim noktada kalmış gibi. Benim için hala o yaştayım, moda hala öyle, müzik zevkim orada takılı kalmış. Yani öyle bir dünyaya uyanmışım ki birden bire, böyle çok fazla "şey" var. Çok fazla film var, çok fazla müzik var, çok fazla ünlü var, çok fazla olay oluyor. Hiçbir şeye yetişemiyorum. Sanki o komada olduğum zamandaki hiçbir şeyi algılayamıyorum. Tabiki komada değildim, sorun da bu. Ben o yıllar geçerken ne yaptım? Nokia 3310 kullanırken birden onu elimden alıp, elime instagramlı tiktoklu ifluencerlı iphone'u tutturmuşlar gibiyim. Youtube bu hale gelirken ben neredeydim diyorum kendime. 2006'da ilk youtube kanalımı oluşturup, sonra 2008'de de ilk yurtdışı gezimin videosunu yüklediğimi hatırlıyorum. 144p ile Dawson's Creek bölümlerinden kesitler izlemeye çalışırdım. Youtube öyle bir şeydi. Sonraki birkaç yıl daha windows movie maker'da yaptığım videoları yüklemiştim. Ama şimdiki halini hiç hayal etmeden, hiç böyle bir şey aklımın ucundan geçmeden. Sonra ne oldu? Komaya girdim.

Goo Goo Dolls'un yeni albümünü açtım dinliyorum mesela şu an. Yazarken bir yandan. En son ne çıkmış diye kaydettiğim, eskiden takip ettiğim web sitesine baktığımda gördüm, Iris aklıma geldi, aa ben o şarkıyı ne çok dinlerdim dedim. 1998'miş Iris'in çıkışı...Yüzyıllardır dinlemedim, ne oldu bana? Sonra aklıma diğerleri geldi. Çılgınca Paolo Nutini dinlerdim, Joss Stone,  Jefferson Airplane, Jeff Buckley dinleyip dinleyip bunalımdan bunalıma koşardım. One Tree Hill'de çalan her şeyi bulacağım diye ilkel internetin tüm kenarlarına bakınırdım. Onlar bile podcast yapıyor şu an. One Tree Hill'in üç kadın başrolü, Hilarie Burton, Sophia Bush ve Bethany Joy Lenz tek tek bölümleri izleyip, konuşuyorlar. Çok tuhafıma gidiyor. Hem dediğim gibi bir yandan o koma halini hissediyorum hem de bir yandan tüm bunları dinleyen tamamen başka biriymiş gibi. Başka bir hayatmış gibi.

Geçenlerde konuştuk kızlarla, hemen öncesinde de düşünüyordum, artık neden hiçbir izlediğimizi falan eskisi gibi beğenmiyoruz diye. Yani allahım sabaha kadar Teen Wolf izleyip peş peşe, kan çanağı gözlerle işe gidiyordum (6 Yıl 111 Bölümün Ardından Teen Wolf'a Veda Etmek diye bir şey yazmıştım zamanında). Yani Teen Wolf'u örnek verdim de, bunun gibi böyle oturup sezonlarca dizi izlerdik. Filmleri izleyebilmek için ilk geldikleri gün sinema sinema dolaşırdık da koltuk bulacağız diye. Bir filmi 3 kere mi 4 kere mi ne izledik sinemada (ehem Pride&Prejudice ehem). Oysa şimdi hiçbir şey öyle hissettirmiyor. Yukarıda da dediğim her şeyden çok çok fazla olması mı sorun? Biz mi yaşlandık da diğer hormonlarımız gibi bunlara dair olanlar da mı azaldı bedenimizde? Görülebilecek her şeyi gördüğümüz için artık hiçbiri değişik gelmiyor mu? Yoksa...yoksa gerçekten, hakikaten, artık iyi şeyler yapılamıyor mu? Ahh nerede o eski bayramlar diyen neneler gibiyiz dedi Nihan. Öyle miyiz gerçekten? Ama o duygunun da temeli ne? Yani ne bize eski bayramları sevdiriyor da şimdikileri sevdirmiyor? Düşünsenize, sinemada ilk defa Yüzüklerin Efendisi izliyorsunuz, izlemiştik biz çünkü. Kızılay'daki sinemaları tek tek koştura koştura dolaşıp, yer aramıştık, ilk geldiği gündü, tek boş yer yoktu. O zamanlar avmler yoktu, sokaklarda sinemalar vardı. Sonra aradan 20 yıl geçiyor, internete bağlanan tvlerinizde istediğiniz an açıp kapatabileceğiniz filmi açıp, evdeki kanepenizde yayılarak, miskin miskin film seçiyorsunuz binlercesi arasından. Tabiki o duyguyu vermiyor. Diye düşünüyorum ben ama, şimdi 15 yaşında olan bir zamane genci için de oturduğu yerden kalkıp, gidip sinemada herkesle birlikte film izlemek zor ve keyifsiz geliyordur. Bunu da şimdi düşündüm. Hımm...Olabilir, tam olarak böyle hissediyor olabilirler. Herşey elimin altındayken neden sokaklarda perişan olacakmışım diyor olabilirler. Off sinirim bozuldu. Neneler de böyle mi hissediyor acaba?


Bu arada Goo Goo Dolls'un neredeyse benim ömrüm kadar yaşı varmış müzik camiasında. Bilmiyordum eskiden dinlerken. Bu yeni çıkan albüm, Chaos in Bloom. Şimdi bitti, dinledim. Çok da sevmedim. Hiç dinlenmeyecek gibi gelmedi de, ben değişmişim. Neyse işte. Yazı içinde bahsettiğim her şeyi linkliyorum.

7 Ağustos 2022 Pazar

The Lost City (2022)


 Romantik-macera kitapları yazarı Loretta Sage, kitaplarında yazdığı arkeolojik kazılı maceralardan dolayı deli bir multi-milyoner tarafından kaçırılıp, antik bir hazineyi bulması için zorlanır. Onu kurtarmak için resmi olarak yetkilileri ikna edemeyen yayıncısı Beth ile kitaplarının kapağında poz veren model Alan da kendilerince bir kurtarma planı yapar. Alan, eski bir asker olan tanıdığı bir adamla Loretta'nın kaçırıldığı adaya doğru yola çıkar. Ama kahramanlarımızın hiçbiri kitaplardakiler gibi değildir, ne Loretta becerikli bir arkeolog, ne de Alan korkusuz bir maceraperesttir. İki modern dünya uyumsuzu, zorlukların üstesinden gelip, deli milyonerin elinden kaçıp, gizemleri çözmek için birbirine güvenmek zorunda kalır.

Film yapımcısı ve yönetmeni Seth Gordon'ın yazdığı hikayeden senaryolaştırılan "The Lost City" hemen hemen böyle bir konuya sahip. Aslında 90larda 2000lerin başında izlediğimiz (aslında 70lere kadar geriye giden) bir türün modern zaman parodisi gibi. Bilgiye sahip bilim insanı ile kas gücüne sahip korkusuz macera insanının antik bir gizemi çözmeye çalışırken maceradan maceraya atlaması, koşması, uçmasının hikayesi. En sevdiklerimden bir tanesi. Indiana Jones ile tepe noktasına çıkan tür, uzun yıllar boyunca uykuda kalmıştı. Sanırım şu son birkaç senedir uyandırmaya çalışıyorlar. Ama modern zamanlar her şeyin içine ettiği gibi bu hikayelere de iyi gelmiyor gibi. Karakterler ve hikayeler kendileriyle dalga geçmeden, günümüzde bu tür bir film yazabilmek ya da yapabilmek mümkün değilmiş gibi. Bundan önce izlediğim Uncharted(2022) biraz daha ciddiye alıyordu ama burada asıl amaç komedi olduğundan sanırım her şey daha parodi. Aslında yer yer ciddileşmeye, ele avuca gelir karakter gelişimleri oluşturmaya çalışmıyor değil film. Ama pek de başarılı olamıyor. Böyle filmlerde, iki saatin ardından pek bir şey hatırlamaz, pek bir şeyin üstüne takılmazsınız. Sadece keyifli ve eğlenceli vakit geçirmiş olmanın güzel hafifliğiyle kalkarsınız yerinizden. Bu keyfi oluşturanlar da genelde kahkahalar attığınız birkaç sahne, izlemesi eğlenceli birkaç karakter, kafanızda cidden o iki saat içinde merak oluşturan antik bir gizem gibi şeyler olur. Bu filmde sanki bunların hepsinde tam karar verememiş ve üstünden geçmişler gibi hissettiriyor. Kahkaha attım mı, hımm biraz. Eğlendiğim karakterler oldu mu? Hah tam işte o konuya gelelim.

Elimizde tükenme noktasına gelmiş bir adet yazarımız var. Loretta Sage, belli ki tarihli arkeolojili bir şeyler okumuş ve yine çok başarılı bir arkeolog olan kocası ile mutlu mesut yaşarken kocasını kaybetmesinin üzerine depresyona girmiş. Kendini evine kapatmış (ki bu noktada bir an böyle gözümün önünden Jodie Foster geçti, hangi filmdi o, sanki gerilimmiş gibi hatırlıyorum, böyle bu evden çıkamıyordu ama kötü adamlar eve girmeye çalışıyordu falan gibi), seri seri yazdığı kitapları artık yazmak istemiyor. Yazamıyor da, içinden bir şey gelmiyor. Kitaplarının tanıtım günlerine katılmak istemiyor. Çağın teknolojilerine yabancı kalmış, kendi yazdığı vıcık vıcık romantik kitaplardan bile tiksiniyor. Gerçek anlamda bilimsel arkeolojik bilgiye sahip ama okunup, tutabilmesi için günümüzün grinin elli tonu furyasına uydurmak zorunda kalmış yazdıklarını. Bu çok bilmişliği ile de insanları hor görüyor bir yandan. Özellikle kapak modeli Alan'a resmen tepeden bakıyor.

Alan ise tıpkı Loretta'nın gördüğü gibi görünüyor ilk başta. Düzgün görünümlü bir kas yığını, hiçbir şey hakkında doğru düzgün bir bilgiye sahip değilmiş gibi. Loretta ile her konuştuğunda saçma sapan kelimeler söylüyor. Bu şekilde görünen pek çoğu gibi, pratikte bir etkinliği yok. Yani mesela fotoğraflarda güzel çıkan kol kasları, gerçek dövüşe geldiğinde aciz kalıyor gibi şeyler. Zaten o da kendini çok üstün görmüyor, konu gerçek bir kurtarmaya gelince hemen yardım almak için koşturuyor.

Ki bu da bizi filmin en güzel yanına getiriyor: Brad Pitt. Burada böyle bu yaşta fangirl kıvamına geçmek istemezdim ama bu adama niye bir şey olmamış ya?! Yıllardır diğerleri gibi, benim gençliğimde ortalığı kasıp kavuran hollywoodun yakışıklı oyuncuları ekibine dahil diğerleri gibi, yaşlanmış, pörsümüş, şişmiş, güney amerikalı suç kartellerine dönmüş olduğunu düşünüyordum. Ben en son 11 yıl önce The Tree of Life(2011) filminde izlemişim Brad'i. O zamandan beri arada fotoğrafı haberi denk geliyordu ve doğru düzgün bakmıyordum bile. Oysa adam - 98'deki Meet Joe Black'teki kadar olmasa da - hala muhteşemmiş. Sadece görüntüsü, yakışıklılığı açısından demiyorum. Brad Pitt'te oyunculuk yaparken insanı ele geçiren değişik bir hava var, o hiç sönmemiş, kaybolmamış. Sadece yakışıklı bir yüzden fazlası yani, yoksa ortalıkta bir dolu yakışıklı adam var, iki dakika izleyip peff dedirtiyorlar. [Ki bana bile yani, bir insanda en takdir edip ilk baktığım şey görüntüsüdür :) ] Biraz Brad Pitt'i övelim günü gibi olmaya doğru gidiyor o yüzden kesiyorum.

Loretta rolünde Sandra Bullock'u izliyoruz. Kendisine ölürüm, o derece. Hayatımın, şimdi dönüp bakınca kötü hissettiğim şeylerini hatırlamadığım zamanlarına ait filmlerin en güzel yüzlerinden biriydi çünkü. Hani yine bu 90ların sonu 2000lerin başı diyeceğim ama mecbur, hayatımın en belirleyici ve uzun zamanı o yıllardı, o yılların Julia Roberts, Meg Ryan, Sandra Bullock üçgenindeki romantik komedilerinden aldığım tadı şimdi hiçbir filmden almıyorum mesela. Sadece romantik komedilerde de değil, arada çeşit olsun diye gerilimlerde maceralarda da oynadı bu üçlü. O filmlerinden de ayrı keyif alırdım (Speed(1994)'i hatırlatmama gerek var mı acaba). Burada da harika geldi bana tabiki bana Sandra, karakteri başka birisi oynasa bu kadar eğlenceli olmayabilirdi mesela. Ya çok daha absürt hale getirirdi başka bir oyuncu Loretta'yı ya da daha soğuk-katı olurdu. Oysa Sandra tam arasında, her zamanki gibi izlemesi de bakması da keyifli halde.

Oysa kapak modeli Alan'ımız olan Channing Tatum için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Oyunculukların çok düşünülecek bir konu olması gerekmeyen bir film bu, oraya girmiyorum zaten. Ama bu abi bana hep çabalıyor çabalıyor da olmuyor gibi geliyor. Hep aynı insan gibi geliyor ama zaten onun dışında bu hikayede onun karakteri için çok ortada bir yazım vardı. Kendisi karar vermeye çalışıp, aralarda değişik bir şeyler gösterir gibi olup, yine aynı insana kayıyordu.

Brad Pitt'ten ve karakterinden sonraki tek eğlenceli kısım yayıncımız Beth'in maceraları olan kısımlar. Tüm o curcunanın içinde arada bir kamera ona dönüyor ve şaşkın şaşkın bakarken gülüp, geçiyoruz. Deli milyoner olarak Daniel Radcliffe için ise üzgünüm ama bir şey söyleyemiyorum, bu çocuk bana Ateş Kadehi'nden itibaren böyle histerik teyzeler gibi geliyor. O yüzden sokakta da böyle deli milyoner gibi dolaşıyormuş gibi hissediyorum. Ama izlemesi eğlenceliydi burada en azından. Başka bir filmde çekemiyorum kendisini.

Boş vakitte izlenip, gülünüp geçilsin diye yapılmış bir film hakkında ne çok düşündüm gibi oldu bu ama sonuçta eğlendim be. Valla. Hep böyle filmler izlemek istiyorum. Tamam tam olarak bu kadar parodi olmasın ama böyle bir mutluluk olsun yani. Siz izlediniz mi? Ya da bunca dediğimden sonra izlemeyi düşündünüz mü?

 

 Yalnız bir şey daha diyeceğim, az kalsın unutuyordum. Müzikleriyle çok eğlendim ben ya filmin. Her çıkan şarkı pek keyifliydi, her an elimde telefon, shazamlayıp durdum. Film biterken bir de baktım ki Music by Pınar Toprak yazıyor ekranda. Instagramı da var şöyle: @pinartoprakcomposer. Onun besteledikleri dışında başka sanatçıların kullanılan parçalarını da çok sevdim. Hemen yukarıda çalan şarkılardan oluşturan bir çalma listesi buldum koydum.

31 Temmuz 2022 Pazar

“You cannot protect yourself from sadness without protecting yourself from happiness.”

 Dün, sonunda nihayet 15 günden sonra, kendimi dışarı attım. Hala tam olarak iyileşmiş gibi hissetmiyorum gerçi. Böyle hafif boğazımdaki ve sesimdeki etkisi duruyor. Bunun yanında iyice güçten düşmüş hissediyorum. Zaten en sağlıklı halimde bile acayip güçlüymüşüm gibi. Dün evden çıkıp hemen hemen 4 km yürüdüm tam öğlen saatinde. Sanırım güneş göreyim D vitamini alayım konusunu abarttım. Normal halimde de yorucu olabilecek böyle bir yürüyüş, bu halimle de yorucuydu ama böyle hastalık yorgunluğu gibiydi. Bunu tam olarak nasıl ifade edebilirim bilmiyorum. Normal bir yorgunluk değil, böyle ateşlenip, ateşiniz düştükten sonra yataktan kalktığınızdaki yorgunluk gibi. Gene de inat edip, dolanmaya devam ettim. Ama her yaptığım şeyde bir eksiklik...Kahvenin yarısını içemedim, yemeğe oturduğumuz yerde öylesine ağırlık çöktü ki baygınlık geçirir gibi oldum. Kafamın masaya düşmesini zor engelledim. Yemeklerden ikişer kaşık alıp, gerisini yiyemedim. Sadece bol bol çay içtim. Her durakladığım yerde koca bir kupa çay içtim. Ki bu da dün geceyi tamamen gözlerim açık geçirmeme sebep oldu. Yatakta döndüm durdum. Açıp youtube'dan dans-tepki videoları izledim peş peşe. Gene de en son saat 4'e gelmişti. Dışarıda gökyüzünün renginin değişmeye başladığını fark ettikten sonra uykuya dalmışım. O yüzden bugün için yaptığımm tüm planlar suya düştü. Sabah kahvaltıya, oradan da şehir dışında bir göl kenarına gidecektik. Kendimi bu halde araba sürecek sağlıkta hissetmedim. Bir yandan, içimdeki bir yanım, off şahane yaz havası, temmuzun son günü, evde mi geçireceksin bu günü toparla kendini de çık dışarı birşeyler düşün diyor. Diğer yanım ise dışarı çıkma olmaz diyor.

Böyle bir tuhaflık var. Dün gece eve gelip, yatağa uzandığımda kendimi acayip mutsuz hissediyordum. Oysa günlerdir, bu şekilde dışarıda geçireceğim zamanın hayalini kuruyordum. Uzun zamandır merak ettiğim bir yerde, Bagel-i Manyak'ta kahvaltı etmiştim. Hem de kendi başıma. Cesaret ederek. Dopdolu bir mekana kendi başıma girmeye cesaret ederek. Oturup, yemeğimi yemeye cesaret edebilmiştim. Gerçi çok lezzetli gelmedi. Çok muazzam bir şeyler beklediğim için herhalde, bagel normal geldi, çırpılmış yumurta da işte lezzetli sayılabilirdi. Çay acıydı gerçi, acımıştı yani. Amaan bunlar önemli değildi, dedim ya kendi başıma merak ettiğim bir yeri deneyebildim. Güzel sokaklardan yürüdüm, parklarda oturdum, kahvemi içtim. Arkadaşımla muhabbet ettim. Yeni açılan Sopung Kore restaurantını denedik. Gerçi orası da pek lezzetli gelmedi, Korelee'de yediğim her şeyin lezzeti rüyalarıma bile girerken Sopung'daki peynirli rabokki'nin mesela pirinç keklerinden un kokusu geliyordu. Akşam olunca Çankaya Belediyesi'nin açık hava sinemasına gittik mesela sonra. Orası da çok sarmadı gerçi, Zoraki Misafir(2021) diye bir film gösteriliyordu. Başlarken, ilk 15 dakikası çok keyifliydi. Sonra içime fenalıklar geldi, izleyemedim. Film o kadar sarmasa bile belki hava güzel, yaz akşamı güzel, çimlerde oturuyoruz diye durabilirdim ama insanlar da her an bana Türkiye'de yaşadığımı hatırlattığı için dayanamadım. Herkes bedava patlamış mısır ve içecek için gelmiş gibiydi. Yeni doğmuş kundaktaki bebeğini bile kucaklayıp gelenler, çocuklarını habire mısır çay sırasına sokup beleşliğini iliğine kemiğine kadar sömürenler, habire flaşla fotoğraf çektirip, ekranın önünde dikilenler...Gene de hayatımda ilk defa açık havada film görme şansım olduğu için mutlu olmalıydım.


Oysa dedim ya, eve geldiğimde çok mutsuz hissediyordum. Bu bahsettiğim ufak tefek eleştirilerimi düşündüğümden değil. Aksine bunlar benim için tamamen önemsizdi dün. Böyle saçma, tuhaf bir mutsuzluk hissi anlatmaya çalıştığım. Sebepsiz. Güzel bir gün geçirdim diyebilirdim ama o tuhaf mutsuzluk hissi içime çöreklendi. Sanki dışarı çıkmamam gerekiyormuş gibi hissediyordum, eğlenceli bir şeyler yapmamam gerekiyormuş gibi, bir şeyler denemem, yememem içmemem gerekiyormuş gibi.  Çok tuhaf. Böyle hayatı yaşamamam gerekiyormuş gibi, suç işliyormuşum gibi bir his. Anlatabildim mi bilmiyorum. Hala tuhaf geliyor. Önüne geçemiyorum bu hissin. O yüzden içimdeki o öbür yan, evden çıkmadığı için iyi hissediyor işte. Değişik, üstüme kalın bir battaniye gibi örtülen bir mutsuzluk. Dün gece boğuştum durdum.

Şimdi de çok farklı değil gerçi. Neyse. Neverland'i instagrama da taşıdım. Bakmak isterseniz böyle: https://www.instagram.com/neverlandhikayeleri/. Bunun dışında son birkaç yıldır biriktirdiğim, bakacağım diye kenara koyduğum her şeye yetişmeye çalışıyorum. Okumak istiyorum diye biriktirdiğim kitapları, dergi sayılarını okumaya çalışıyorum. İnceleyeceğim dediğim web sitelerine tek tek bakmaya çalışıyorum. Dinleyeceğim diye ayırdığım albümleri, çalma listelerini dinlemeye çalışıyorum. Evin içinde toplayacağım diye tıkıştırdığım dolaplarla, atılacakları belirleyeceğim diye gözden geçireceğim dediğim eşyalarla uğraşıyorum. Son 30 yılın aksine, çok az eşya ile yaşamaya çalışmak için çaba sarf ediyorum. Biriktirdiğim her şeyi atmaya çalışıyorum. İzlemek istiyorum diye yarım bıraktığım, listelere doldurduğum her şeyi izlemeye başlamaya çalışıyorum. Ama o kadar yerleşmiş ki bu meşgul olma hali içimde, herhangi bir şeye rastlayıp mesela nette okumaya başladığım anda kendi kendime dur napıyorsun şimdi bunu okumakla zamanı çarçur etme, kenara koy dediğimi fark ediyorum. Hep yapmam gereken başka bir şey olması ve o yapmam gereken şeylerin benim hiçbir şekilde ilgimi çeken şeyler olmaması durumu o kadar uzun süredir o kadar benliğimi, ruhumu yemiş tüketmiş ki...Şu an kendi yapmak istediğim şeyleri yapmaya bile gönlüm el vermiyor. Refleks gibi, hayır zevk aldığın bir şeyi yapamazsın diyor. Merak ettiğin bir makaleyi okuyamazsın, bilgisayarla ilgili, işinle ilgili şeyler var onları okuman lazım diyor. Şimdi bu şarkıları dinleme, zamanın gidiyor diyor. Bunu izleme, kalk mutfağı topla diyor. Dedim ya, tuhaf bir mutsuzluk.

24 Temmuz 2022 Pazar

Persuasion(2022) --- Artık rahat mı bıraksanız Jane Austen hikayelerini?


 Persuasion, ona Jane'in verdiği isim bu olmasa da, Jane Austen'ın erken ölümünden hemen önce tamamladığı son kitabı. Bunu, burada Neverland'de daha önce de yazdım. Zamanında uyarlamalarla ilgili bir seri yaptığımda, sıra Persuasion'a geldiğinde (tam da şurada), aslında hemen hemen hissettiklerimi yazmıştım bu hikaye ile ilgili. Sene 2011'di, ben hala Anne Elliot'u, Elinor Dashwood'u içinde taşıyan, bir erkeğin yine de 7-8 yıl sonra aynı kadını aynı duygularla sevebileceğine cılız da olsa bir umutla inanan, hissettiklerini avaz avaz söylemesine gerek kalmadan, anlaşılabilecek diye düşünen bendim. İnsan ne garip. Genç ve hayat dolu olması gereken yaşta, oturaklı ve sessiz karakterleri içselleştirirken, tam da her şeyi, hayatı anladığı ve o oturaklı karakterler gibi olması gereken yaşta ise heyecanlı, patavatsız, şenlikli genç karakterleri seviyor. Bunu tam anlatamamışım o zamanlar, 10 yıl önce hala kafamdaki "demonlarla" savaşırken. Persuasion, benim için, ilk okuduğum yıllarda, tek ve gerçek Jane Austen kitabıydı. Anne Elliot'la o kadar bağ kurabiliyordum ki, kurmuştum ki, sanki satırların arasında Jane konuşuyordu benimle. Sağlığı bozulmuşken, günlerinin sonuna yaklaşmışken tüm hissettiklerini, tüm içtenliğiyle yazdığını düşünüyordum. Benim için yazdığını düşünmüştüm o zamanlar. Wentworthler gerçek olabilirdi, ben saçmalıyor olamazdım. Zaten Anne Elliot gibi salak saçma bir hayalin içinde yaşıyordum, yıllarca ben de "half agony, half hope"tum. Anne'in Wentworth'ten vazgeçmiş olmasını da çok iyi anlıyordum, geri geldiğindeki tüm o can çekişmelerini de. "Anne Elliot'ın her kalp çarpıntısında, her yüz kızarışında, her nefessiz kalışında siz de yutkunursunuz. O her sustuğunda siz çığlığı basmak istersiniz. O her sakinleşmek için ortamdan uzaklaştığında, siz de kitabın kapağını usulca örtüp, derin nefesler alırsınız. Jane'i sayfalarda hissedersiniz, işin kötüsü anlarsınız da. Çünkü böyle hissetmemiş bir akıl, bu cümleleri kuramaz bilirsiniz ve bu cümleleri kurduğu için üzülürsünüz onun için." Böyle yazmıştım o zamanlar. Ben de tıpkı Anne gibiydim. Oysa ne salaklık! Tüm bu yıllar boyunca kurtulmaya çalıştığım tam da bu kişiliğimdi işte. Sessiz kalan, içine atan, herkesi kendinden önce görüp saçını süpürge eden, üzülse de sıkılsa da sesini çıkarmayan, herkes kendi hayatını yaşarken bir köşede onu önemseyeceklerini düşünen...Kurtulmam bu kadar zamanıma ve onca acıya mal oldu ama artık nihayet Anne Elliot olmadığım için mutluyum. Artık Wentworthlerin var olmadığını biliyorum, artık Wentworthlerin sizi görmedikleri yıllarda binlerce sevgili edindiğini, sizin yanınızda sadece çıtır Louisalarla flört etmediğini, yanınızda daha başka binlerce sevgili edindiklerini, hatta zamanı gelince onlar için yüzük baktığınızı öğrendim. Tıpkı filmde dediği gibi, "We are not just exes anymore. We are worse than that. We are friends now." Böyle şeyler yaşanıyor ve insan onu öldürmeyen şeyin gerçekten de güçlendirdiğini yaşayarak öğreniyor.


Film demişken, evet, bu filmden bahsedecektim. Aslında silahlarımı kuşanıp, açmıştım filmi. Yeni bir Persuasion uyarlamasının geleceği haberini gördüğümde yaşadığım o sevinç - ohh nihayet nihayet - ilk fragmanı ve o Dakota cadısını görmemle yerini öyle bir nefrete, hınca bırakmıştı ki yönetmen veya senarist diye geçinen o şahıslardan herhangi birini bulsam tek elimle boğabilirdim. Bana o kadar yıl, onca şey hissettirmiş bir kitabı, bir hikayeyi bu hale getirmeye nasıl cüret edebilirlerdi? Sadece bana değildi, Jane'e bunu nasıl yapabilirlerdi? Anne Elliot'a bunu nasıl yapabilirlerdi? Filmi de işte bu sinirle açtım. İlk yarım saat gözlerimi devirmekten, habire sapkınlıkları (kitaptan sapkınlıkları) gözlemlemekten gına gelince kapattım. Ama sonra kafamı topladım ve dedim kendi kendime, bak şu salak saçma Emma uyarlamasına da aynı muameleyi yaptın izlemedin, bir bak buna. En azından görüntüler güzel, sinematografi iyi ve her ne kadar Wentworth, Manhattan'da bir ara sokakta gezen ayyaş bir adam gibi görünse de Henry Golding'in hatrına aç bak.


Ve kendime de şaşırdım ama ilk baştaki o eli kanlı halim kalmadan, filmi sonuna kadar götürebildim. Eğer her şeyi unutabilirseniz Jane Austen ile ilgili, bunun bir Persuasion uyarlaması değil de, kendi başına yazlık bir netflix çıtırlığı olduğunu düşünürseniz, izleniyor. Ama işte filmi yapanlar sanki hepimizle dalga geçmek ister gibi, ısrarla her noktada kocaman kocaman gözümüzün önüne sokuyor bu bir Persuasion uyarlamasıdır diye. Filmin hem sonunda hem başında ekranda kocaman yazıyor. Bu terbiyesizliği, bu pislik davranışın hakkını kendilerinde nasıl bulabiliyorlar, anlamak mümkün değil. Jane'in kitaplarından yola çıkarak, esinlenerek yaratılan onca hikaye var. Hatta şu zombili şeyler bile yapılmışken, insan bir düşünür. Yani sizin canınız böyle bir hikaye yaratmak istemiş olabilir, 7 yıl önce bir şekilde ayrılan ama geri birleşen iki karakterin böyle bir hikayesini oluşturmak istemiş olabilirsiniz. Ama bunu Jane Austen ekmeğinden yararlanmak için böyle küçük düşmek, böylesine çamurlaşmak...


Gene de dediğim gibi, tüm bunları unutup, sanki tamamen bir parodi izliyormuşum gibi kendimi ikna edip (:D) izleyebildim filmi. Ara ara saçmalıklara güldüm bile. Gülerek izleyebildim. Henry Golding'i her gördüğümde mutlu oldum, her sahnede en az bir siyahi karakter var mı yok mu oyunu oynayarak eğlendim. Mesela hayatım boyunca gördüğüm en iyi yazılmış Mary (Elliot) Musgrove karakterine şapka çıkardım. Şaka yapmıyorum, hakikaten aşırı iyi yazılmış ve iyi oynanmış bir karakterdi. Tüm hikayedeki belki de tek mantıklı şey oydu. Filmin geri kalanında ne bileyim tarihi uygunluk, kıyafetler, saçlar, makyajlar konuşulacak gibi değil zaten, hiçbir şey demiyorum. Şaka onlar. Ama Mary dışında mesela bir konuda da hakkını teslim etmeliyim, ilişkiler ve hisler hakkında aslında zaman zaman oldukça iyi cümleler ediyor film. Beğendiğim için kendime sinir olsam da, bazı anlarda, keşke böyle şartlar altında yapılmış bir film olmasaydı dedim. Anne karakterinin kendi kendine ve ekrana söylediği çoğu şey, aslında çok iyi yazılmış cümlelerdi. Ama işte, modern bir yazlık romantik komedi izliyor olsaydık. (IMDb'de film: https://www.imdb.com/title/tt13456318)

Off neyse. Büyük ihtimalle, Persusion okumamış, Jane neyden bahsediyor bir fikri olmayan o büyük çoğunluk olarak ne saçmalıyor bu diyorsunuz. Nesi var işte ne güzel film bunlar da hiçbir şey beğenmiyor diyorsunuz. Ahh çok şanslısınız. Hiç Anne Elliot gibi (Jane'in Anne'i, gerçek olanı) hissetmemiş, hiç ex'ten daha kötü hale gelmemişsiniz. Çok şanslısınız.



Bu arada tüm Jane Austen yazılarım için en yukarıda Hocamız Jane Austen sayfasına göz atabilirsiniz.

“Sometimes you have to lose all you have to find out who you truly are.”

 Hayat hakikaten de ilginç. Tam daha da tuhaflaşamaz dediğim noktada, tuhaflaşmaya devam edebiliyor. Tam artık daha da plan yapmayacağım, plan kelimesi üzerine bile düşünmeyeceğim derken, insanı aslında hala daha içten içe plan yapıyor olduğuna ikna edebilecek kadar zorlayabiliyor.

En son 13 Temmuz çarşamba günü yazmıştım. Ertesi sabah kalktığımda boğazım acıyordu. O güne kadar hala annemin mide ilacından içiyordum her sabah aç karnına. Ne olur ne olmaz, belki o gün de gene bir şekilde ağrırsa diye. Köyde hava fena değildi, her zamanki gibi, yarı güneşli yarı bulutlu değişiyordu. O perşembe sabahı boğazımın hafif acıyor olmasına canım sıkılmıştı tabi ama çok önemsemedim. Sonuçta birkaç haftadır saçma bir roller coasterda yaşıyor gibiydim. Babam önce Ankara'da, benim evde tüm camları açmıştı günlerce, sonra köye gittiğimizde de yine oradaki her kapı pencere açık halde yaşıyorduk. Kendisi sıcaklıyorsa benim üşümemde sorun vardır kesin çünkü, onun mantık devreleri böyle çalışıyor. Zaten dedim ya haftalardır yorgundum, regl olmuştum, mide ağrısıyla uykusuz geceler geçirmiştim. Zayıf düşmüş olabilirdim. Tüm çocukluğumu her hafta birkaç gün ateşlenip, sayıklayarak antibiyotiklerle geçirirdim. Liseyle birlikte bu boğaz şişmeli ateşlenmeli üşütmeler yerini her ay birkaç gün regl ağrısından yatakta kıvranmaya bırakmıştı. Son 10 yıldır da kolay kolay hasta olmadığımı düşünüyorum, bu malum regl günleri dışında. Çünkü her ne kadar çelimsiz ve hiçbir şey yemiyor gibi görünsem de insanların gözünde, iyi beslendiğimi biliyorum. Zaman zaman olan psikolojik kaynaklı istisna durumlar dışında (kafam bozuk olduğu için bir hafta boyu sadece irmik helvası yemek gibi mesela, çünkü neden olmasın) her şeyden yiyorum. Tüm besinlerden, tüm vitaminlerden metabolizmama yetecek kadar alıyorum.

Bu yüzden o gün, boğazım azcık acısa da geçer diye düşündüm. Kafam da gün içinde ağırlaşmış gibiydi ama aldırmadım. Akşamına annem de biraz üşüdüm dedi otururken, haa dedim herhalde hava cidden serinledi, tek üşüyen ben değilsem normal. Cuma sabah kalktığımızda annem de biraz hasta gibiydim dedi, benim boğazım aynı acılıktaydı. Üşüttük demek ki dedik, bal falan yiyelim. O akşam hafif ateşim var gibiydi, babam da yatağa düştü. Cumartesi günü, bugün artık boğaz acımalı üşütme hastalıklarının geçme günü diye düşündüğüm için o gün geçmesini bekledim. Normal öyle olur çünkü, ilk gün belli eder, ikinci gün ağırlaşır, üçüncü gün takılır ve geçecek gibi olur, ertesi gün azalmıştır. Cumartesi günü annemler sağlık ocağına gidelim dediler ilçedeki. Üçümüzün de kafası gözü yamulmuş haldeydik çünkü. Öksürüyor gibiydim. Oradaki doktorlar kalçadan iğne yaptı, içinde ne vardı bilmiyorum. Büyük ihtimalle suydu, çünkü bana günlerce süren kalça ağrısından başka bir etkisi olmadı. Bir de soğuk algınlığı ilacı, öksürük şurubu falan verdi. Eve gittik ama hepimiz yatıyorduk. O gün kafam rahat yattım, soğuk algınlığının son günüydü mantıken, ilaçları da almıştım. Sabah kalktığımda hiçbir şeyim kalmayacaktı. İyileşiyor da gibiydim.

Ama pazar sabahı kalktığımda kabustu. Ölüyordum. Başka açıklaması yoktu. Boğazıma gece birileri açıp, kırılmış cam parçaları doldurmuştu. Su içemiyordum, değdiği an yakıyordu. Su bile ya, bildiğimiz su. Nefes alırken bile değen hava acıtıyordu. Yutkunamıyordum. Durup durup nefesimi tuttum. Bu şekilde ne kadar süre yaşayabilirim diye merak ettim. Babam da daha kötüydü, ateşi vardı. Annemin de kötü olduğuna eminim ama ben yatağımda oturmuş nefes nefese ağlıyor olduğum için beni sakinleştirmeye çalışıyordu. Apar topar şehir merkezindeki hastanenin aciline gittik. Acilde hepimize serum taktılar. Ki o serumda da bence su vardı, yine bana gözle görülür hiçbir etkisi olmadı. Serumun bitmesini beklerken yine ağlıyordum acıdan. Serumu taktıkları yerse hala acıyor, bir hafta oldu, sarı-yeşil bileğimin orası. Akciğer filmi çektiler, kan testi yaptılar. Covid testi de yaptırdım. Ve tahmin edin ne olmuş? Evet. 2,5 yıldır kendi başıma, büyük bir şehirde yaşayıp, hayatta kalabildikten sonra. Bazen gerçekten kendimi düşünmekten alamıyorum, kendi başıma daha mı iyiyim acaba? Ne zaman ailemle, akrabalarımla bir münasebetim olsa, ne bileyim en ufak onlarla ilgili bir şey olsa, kesin bir zarara uğruyorum. Yani tamam annemi babamı çok seviyorum ama acaba uzaktan sevsek birbirimizi?

Pazardan sonraki 3 gün boğazım aynıydı. Yutkunamadan, bir şey yiyemeden, ilaçları içerken saatlerce ağlayarak. Hiç uyanamadığım bir karabasan gibi. Tüm gün köydeki kanepede yatıp, karanlık, yağmurlu, rüzgarlı gökyüzüne bakarak. Tüm duvarlar üstüme yıkılıyor, boğazıma bastırıyor gibiyken. Öylece başım ağrıyarak yattım. Birkaç saatte bir önüme bir çorba kasesi geldi, zorla iki yudum alıp, ilaç içtim. Böyle karanlık bir evde, havasız, nemden her şey ıslak gibi, üstüme aldığım yorgan bile ıslak gibi olduğu için üşüyerek, yattım. Annem devamlı başımda dönüp durdu, yemek yedirmeye, birşeyler içirmeye çalıştı. Babam diğer tarafta yattı, o da iki gece ateşlendi. Benim gibi boğaz ağrısı çekmese de sanırım o da ağır geçirdi.

Boğazımdan ve hastalıktan çok sanırım içinde olduğum durum psikolojimi bozduğu için daha da kötü oldum. Nihayet sınavı atlattım, 9 gün tatil oldu, deniz kenarına geldim, kendi arabamla geldim diye kocaman bir umutla kendimi dışarı atmışken birden böyle bir durumda bulduğum için sanırım daha kötüydüm. Nasıl olur, nasıl hasta olurdum? Hem de annemlerin yanında? Pandemi başladığından beri en çok korktuğum şeydi, anneme bir şekilde bulaştırmak, annemin hasta olması. Her şey üst üste gelmiş gibi oldu. O klostrofobik evde, kapkara Karadeniz havasında, umutsuzluk içinde günlerce acıyla kıvranarak yattıktan sonra nihayet çarşamba günü kafamı doğrultup, gitmek istedim. Kriptonlu arkadaşımız gibi bende güneş ışığıyla şarj oluyorum herhalde. Azcık güneş vardı o gün. Perşembe günü sonunda evime dönebildim. Gerçi 8 saatlik yol da alt üst etti beni. Daha da ilginci, köydeyken en azından kafam ve enerjim fena değild gibiydi, oysa Ankara'ya geldiğimden beri enerjim yok. Bu ne saçma bir hastalıkmış böyle? İyileşemiyorum. Perşembeden beri sarhoş gibiyim. Grip oldum sanki bu hafta da. Boğazım hala acıyor. Tabi o ilk günlerdeki ölümcül hali gibi değil ama gene de acıyor. Bugün karantinam bitmiş oluyor, yarın gidip bir test yaptırayım ve ciğerlerime baktırayım diyorum ama hiç umutlu değilim. Çünkü hala hastayım yani. Bu nasıl bana oldu ya? Evin içinde iki adım atıyorum pilim bitiyor. Nefes alırken burnumun içi ve genzim acıyor. 10 gün olacak neredeyse. Nasıl bir şey bu ya?

Hayat böyle. Sanki habire benimle kafa buluyor. Hani ben daha fazlasını istedikçe, ne bileyim dünyayı ele geçirmek istiyorum dedikçe bana daha da kafa tutuyor. Diyor ki her adımda, al bak sen misin dünyayı isteyen, seni iki doğru düzgün nefes almaya bile muhtaç edeyim de gör. Şu son birkaç hafta mesela, evimde kendi kendime oturup, dışarıdan söylediğim yemeğimi önümde dizimi açıp yemenin bile ne büyük keyif, ne büyük nimet olduğunu bana öğretmeye çalışır gibiydi. Her böyle ben bu kadarıyla yetinemem ben bu kadar azı için dünyaya gelmiş olamam dediğim seferinde böyle bir şey çıkarıyor karşıma evren ve dalga geçiyor.



“This is an important lesson to remember when you're having a bad day, a bad month, or a shitty year. Things will change: you won't feel this way forever. And anyway, sometimes the hardest lessons to learn are the ones your soul needs most. I believe you can't feel real joy unless you've felt heartache. You can't have a sense of victory unless you know what it means to fail. You can't know what it's like to feel holy until you know what it's like to feel really fucking evil. And you can't be birthed again until you've died.”

13 Temmuz 2022 Çarşamba

에너지


 Köye geldim. Sınav geçti. Ben de sınavı geçtim. Keşke burada anlatabilsem. Ama detayları anlatamam. Neyse. Tuhaf. Bu sınav da geçince artık tamamen istediklerimi yapmaya başlayabilirim diye düşünüyordum ya, hiçbir şey anlamıyorum şu an. Yani günlerimden bir şey anlamıyorum henüz. Herhalde şeyden, sınavdan beri hiç kendi başıma kalıp, şöyle derin bir nefes alıp verip, içinde olduğum hayatı algılayabilecek birkaç dakika geçiremediğimden. Annemler gelmişti, sonra birkaç gün yeğenlerim benim evdeydi. Sonra bayram ziyaretleri, amcamlar, abimler...Bayramın üçüncü günü de annemlerle köye geldim. Bir an duruyorum, diyorum ki neler yapacaktım bir not alsam. Defterimi açıp baksam. Sonra kafam dağılıyor.

Karnım şişiyor, doktora gittim, ilaçlar işe yaramıyor demiştim ya. Bayramın ilk gününün gecesi feci bir mide ağrısıyla uyandım. 2 sene öncesine kadar mide ağrısı diye bir şey bilmezdim, son iki senedir böyle arada hafif bir ağrı tutuyor, sonra geçiyordu. Hani şu bir sefer kalp çarpıntım oldu gecenin bir yarısı ambulans çağırdım, acile gittim falan diye anlatmıştım ya, sanırım o da midemdendi. Çünkü kalbimde bir şey bulamamışlardı. İşte bu bayram gecesi ölüyorum sandım. Hiç böyle bir ağrı yaşamadım çünkü. Yine öncekiler gibi geçecek sandım. Geçmedi. Tüm gece kıvrandım. Bir de sabahında yola çıkacaktık. Arabayı ben sürecektim ilk defa uzun yolda. Gözümü kırpmadan kıvrandım. Sabahın ilk ışıklarıyla annemi uyandırmaya cesaret edebildim sonra, onda mide ilacı vardır diye. İlaç saatlerce fayda etmedi. Doktora gitmeyi reddettim, çünkü bir yandan da regl olmuştum ve kendimi iğrenç hissediyordum. Bırakın evden çıkmayı, yatağımla klozet arasındaki rotadan hiçbir güç beni çıkaramazdı.Öğlene kadar kıvranmaya devam ettim. Sonra ilaç biraz etki eder gibi oldu, ekmek peynir yiyebildim. Birkaç saatin ardından yine ağrı azıttı, bir ilaç daha içtim.Onun etki etmesi de saatler aldı. Pazar günüm böyle saçmasapandı. Ama sonunda azmettim ve pazartesi günü, hem çılgınca regl olurken hem de sızım sızım mide ağrısıyla 8 saatlik yolda arabayı sürdüm. Güçlü kadın olacağız diye ölüyoruz ama neyse.

Bu güçlü olma mevzuusundan bahsetmişken eril-dişil enerji diye bir şey varmış ya onu diyeceğim. İlk defa T.'den duymuştum, 2014 veya 2015'ti herhalde. O zaman tam sallamamıştım, hayatımı nasıl yoluna koyacağım sorusun daha çok meşgul ediyordu aklımı. Ama sonraki zamanlarda daha mantıklı gelmeye başladı. Şu son birkaç zamandır da farklı farklı arkadaşlarımla aynı yere geliyor konu, bir eril enerji dişil enerji konuşuyoruz. Ben ilk duyduğumdan beri hep bende ikisi de yok, direkt çocuk enerjisi var diye düşünüyordum :) Şimdiyse bilmiyorum, o berbat halde bile arabaya atlayıp, yol gittikten sonra bende çok daha fazla bozuk enerjiler var diye düşünmeye başladım.

Ahh gene midem ağrıyor. Çakralarımı falan mı açsam? Avatar gibi bağdaş kurup, ışıklar mı saçsam? Ya da şekerden bayılana kadar bayramdan kalan tatlıları mı yesem? Keşke biri çay demlese.


Mayıs '25 - Yeni Çıkanlardan Beğendiklerim

1. BOYNEXTDOOR (보이넥스트도어) - I Feel Good ve 123-78 Boynextdoor'u ilk dinlediğimde hımm çok mu neşe dolular acaba bana göre diyerek bir ger...