24 Temmuz 2022 Pazar

“Sometimes you have to lose all you have to find out who you truly are.”

 Hayat hakikaten de ilginç. Tam daha da tuhaflaşamaz dediğim noktada, tuhaflaşmaya devam edebiliyor. Tam artık daha da plan yapmayacağım, plan kelimesi üzerine bile düşünmeyeceğim derken, insanı aslında hala daha içten içe plan yapıyor olduğuna ikna edebilecek kadar zorlayabiliyor.

En son 13 Temmuz çarşamba günü yazmıştım. Ertesi sabah kalktığımda boğazım acıyordu. O güne kadar hala annemin mide ilacından içiyordum her sabah aç karnına. Ne olur ne olmaz, belki o gün de gene bir şekilde ağrırsa diye. Köyde hava fena değildi, her zamanki gibi, yarı güneşli yarı bulutlu değişiyordu. O perşembe sabahı boğazımın hafif acıyor olmasına canım sıkılmıştı tabi ama çok önemsemedim. Sonuçta birkaç haftadır saçma bir roller coasterda yaşıyor gibiydim. Babam önce Ankara'da, benim evde tüm camları açmıştı günlerce, sonra köye gittiğimizde de yine oradaki her kapı pencere açık halde yaşıyorduk. Kendisi sıcaklıyorsa benim üşümemde sorun vardır kesin çünkü, onun mantık devreleri böyle çalışıyor. Zaten dedim ya haftalardır yorgundum, regl olmuştum, mide ağrısıyla uykusuz geceler geçirmiştim. Zayıf düşmüş olabilirdim. Tüm çocukluğumu her hafta birkaç gün ateşlenip, sayıklayarak antibiyotiklerle geçirirdim. Liseyle birlikte bu boğaz şişmeli ateşlenmeli üşütmeler yerini her ay birkaç gün regl ağrısından yatakta kıvranmaya bırakmıştı. Son 10 yıldır da kolay kolay hasta olmadığımı düşünüyorum, bu malum regl günleri dışında. Çünkü her ne kadar çelimsiz ve hiçbir şey yemiyor gibi görünsem de insanların gözünde, iyi beslendiğimi biliyorum. Zaman zaman olan psikolojik kaynaklı istisna durumlar dışında (kafam bozuk olduğu için bir hafta boyu sadece irmik helvası yemek gibi mesela, çünkü neden olmasın) her şeyden yiyorum. Tüm besinlerden, tüm vitaminlerden metabolizmama yetecek kadar alıyorum.

Bu yüzden o gün, boğazım azcık acısa da geçer diye düşündüm. Kafam da gün içinde ağırlaşmış gibiydi ama aldırmadım. Akşamına annem de biraz üşüdüm dedi otururken, haa dedim herhalde hava cidden serinledi, tek üşüyen ben değilsem normal. Cuma sabah kalktığımızda annem de biraz hasta gibiydim dedi, benim boğazım aynı acılıktaydı. Üşüttük demek ki dedik, bal falan yiyelim. O akşam hafif ateşim var gibiydi, babam da yatağa düştü. Cumartesi günü, bugün artık boğaz acımalı üşütme hastalıklarının geçme günü diye düşündüğüm için o gün geçmesini bekledim. Normal öyle olur çünkü, ilk gün belli eder, ikinci gün ağırlaşır, üçüncü gün takılır ve geçecek gibi olur, ertesi gün azalmıştır. Cumartesi günü annemler sağlık ocağına gidelim dediler ilçedeki. Üçümüzün de kafası gözü yamulmuş haldeydik çünkü. Öksürüyor gibiydim. Oradaki doktorlar kalçadan iğne yaptı, içinde ne vardı bilmiyorum. Büyük ihtimalle suydu, çünkü bana günlerce süren kalça ağrısından başka bir etkisi olmadı. Bir de soğuk algınlığı ilacı, öksürük şurubu falan verdi. Eve gittik ama hepimiz yatıyorduk. O gün kafam rahat yattım, soğuk algınlığının son günüydü mantıken, ilaçları da almıştım. Sabah kalktığımda hiçbir şeyim kalmayacaktı. İyileşiyor da gibiydim.

Ama pazar sabahı kalktığımda kabustu. Ölüyordum. Başka açıklaması yoktu. Boğazıma gece birileri açıp, kırılmış cam parçaları doldurmuştu. Su içemiyordum, değdiği an yakıyordu. Su bile ya, bildiğimiz su. Nefes alırken bile değen hava acıtıyordu. Yutkunamıyordum. Durup durup nefesimi tuttum. Bu şekilde ne kadar süre yaşayabilirim diye merak ettim. Babam da daha kötüydü, ateşi vardı. Annemin de kötü olduğuna eminim ama ben yatağımda oturmuş nefes nefese ağlıyor olduğum için beni sakinleştirmeye çalışıyordu. Apar topar şehir merkezindeki hastanenin aciline gittik. Acilde hepimize serum taktılar. Ki o serumda da bence su vardı, yine bana gözle görülür hiçbir etkisi olmadı. Serumun bitmesini beklerken yine ağlıyordum acıdan. Serumu taktıkları yerse hala acıyor, bir hafta oldu, sarı-yeşil bileğimin orası. Akciğer filmi çektiler, kan testi yaptılar. Covid testi de yaptırdım. Ve tahmin edin ne olmuş? Evet. 2,5 yıldır kendi başıma, büyük bir şehirde yaşayıp, hayatta kalabildikten sonra. Bazen gerçekten kendimi düşünmekten alamıyorum, kendi başıma daha mı iyiyim acaba? Ne zaman ailemle, akrabalarımla bir münasebetim olsa, ne bileyim en ufak onlarla ilgili bir şey olsa, kesin bir zarara uğruyorum. Yani tamam annemi babamı çok seviyorum ama acaba uzaktan sevsek birbirimizi?

Pazardan sonraki 3 gün boğazım aynıydı. Yutkunamadan, bir şey yiyemeden, ilaçları içerken saatlerce ağlayarak. Hiç uyanamadığım bir karabasan gibi. Tüm gün köydeki kanepede yatıp, karanlık, yağmurlu, rüzgarlı gökyüzüne bakarak. Tüm duvarlar üstüme yıkılıyor, boğazıma bastırıyor gibiyken. Öylece başım ağrıyarak yattım. Birkaç saatte bir önüme bir çorba kasesi geldi, zorla iki yudum alıp, ilaç içtim. Böyle karanlık bir evde, havasız, nemden her şey ıslak gibi, üstüme aldığım yorgan bile ıslak gibi olduğu için üşüyerek, yattım. Annem devamlı başımda dönüp durdu, yemek yedirmeye, birşeyler içirmeye çalıştı. Babam diğer tarafta yattı, o da iki gece ateşlendi. Benim gibi boğaz ağrısı çekmese de sanırım o da ağır geçirdi.

Boğazımdan ve hastalıktan çok sanırım içinde olduğum durum psikolojimi bozduğu için daha da kötü oldum. Nihayet sınavı atlattım, 9 gün tatil oldu, deniz kenarına geldim, kendi arabamla geldim diye kocaman bir umutla kendimi dışarı atmışken birden böyle bir durumda bulduğum için sanırım daha kötüydüm. Nasıl olur, nasıl hasta olurdum? Hem de annemlerin yanında? Pandemi başladığından beri en çok korktuğum şeydi, anneme bir şekilde bulaştırmak, annemin hasta olması. Her şey üst üste gelmiş gibi oldu. O klostrofobik evde, kapkara Karadeniz havasında, umutsuzluk içinde günlerce acıyla kıvranarak yattıktan sonra nihayet çarşamba günü kafamı doğrultup, gitmek istedim. Kriptonlu arkadaşımız gibi bende güneş ışığıyla şarj oluyorum herhalde. Azcık güneş vardı o gün. Perşembe günü sonunda evime dönebildim. Gerçi 8 saatlik yol da alt üst etti beni. Daha da ilginci, köydeyken en azından kafam ve enerjim fena değild gibiydi, oysa Ankara'ya geldiğimden beri enerjim yok. Bu ne saçma bir hastalıkmış böyle? İyileşemiyorum. Perşembeden beri sarhoş gibiyim. Grip oldum sanki bu hafta da. Boğazım hala acıyor. Tabi o ilk günlerdeki ölümcül hali gibi değil ama gene de acıyor. Bugün karantinam bitmiş oluyor, yarın gidip bir test yaptırayım ve ciğerlerime baktırayım diyorum ama hiç umutlu değilim. Çünkü hala hastayım yani. Bu nasıl bana oldu ya? Evin içinde iki adım atıyorum pilim bitiyor. Nefes alırken burnumun içi ve genzim acıyor. 10 gün olacak neredeyse. Nasıl bir şey bu ya?

Hayat böyle. Sanki habire benimle kafa buluyor. Hani ben daha fazlasını istedikçe, ne bileyim dünyayı ele geçirmek istiyorum dedikçe bana daha da kafa tutuyor. Diyor ki her adımda, al bak sen misin dünyayı isteyen, seni iki doğru düzgün nefes almaya bile muhtaç edeyim de gör. Şu son birkaç hafta mesela, evimde kendi kendime oturup, dışarıdan söylediğim yemeğimi önümde dizimi açıp yemenin bile ne büyük keyif, ne büyük nimet olduğunu bana öğretmeye çalışır gibiydi. Her böyle ben bu kadarıyla yetinemem ben bu kadar azı için dünyaya gelmiş olamam dediğim seferinde böyle bir şey çıkarıyor karşıma evren ve dalga geçiyor.



“This is an important lesson to remember when you're having a bad day, a bad month, or a shitty year. Things will change: you won't feel this way forever. And anyway, sometimes the hardest lessons to learn are the ones your soul needs most. I believe you can't feel real joy unless you've felt heartache. You can't have a sense of victory unless you know what it means to fail. You can't know what it's like to feel holy until you know what it's like to feel really fucking evil. And you can't be birthed again until you've died.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...