31 Temmuz 2022 Pazar

“You cannot protect yourself from sadness without protecting yourself from happiness.”

 Dün, sonunda nihayet 15 günden sonra, kendimi dışarı attım. Hala tam olarak iyileşmiş gibi hissetmiyorum gerçi. Böyle hafif boğazımdaki ve sesimdeki etkisi duruyor. Bunun yanında iyice güçten düşmüş hissediyorum. Zaten en sağlıklı halimde bile acayip güçlüymüşüm gibi. Dün evden çıkıp hemen hemen 4 km yürüdüm tam öğlen saatinde. Sanırım güneş göreyim D vitamini alayım konusunu abarttım. Normal halimde de yorucu olabilecek böyle bir yürüyüş, bu halimle de yorucuydu ama böyle hastalık yorgunluğu gibiydi. Bunu tam olarak nasıl ifade edebilirim bilmiyorum. Normal bir yorgunluk değil, böyle ateşlenip, ateşiniz düştükten sonra yataktan kalktığınızdaki yorgunluk gibi. Gene de inat edip, dolanmaya devam ettim. Ama her yaptığım şeyde bir eksiklik...Kahvenin yarısını içemedim, yemeğe oturduğumuz yerde öylesine ağırlık çöktü ki baygınlık geçirir gibi oldum. Kafamın masaya düşmesini zor engelledim. Yemeklerden ikişer kaşık alıp, gerisini yiyemedim. Sadece bol bol çay içtim. Her durakladığım yerde koca bir kupa çay içtim. Ki bu da dün geceyi tamamen gözlerim açık geçirmeme sebep oldu. Yatakta döndüm durdum. Açıp youtube'dan dans-tepki videoları izledim peş peşe. Gene de en son saat 4'e gelmişti. Dışarıda gökyüzünün renginin değişmeye başladığını fark ettikten sonra uykuya dalmışım. O yüzden bugün için yaptığımm tüm planlar suya düştü. Sabah kahvaltıya, oradan da şehir dışında bir göl kenarına gidecektik. Kendimi bu halde araba sürecek sağlıkta hissetmedim. Bir yandan, içimdeki bir yanım, off şahane yaz havası, temmuzun son günü, evde mi geçireceksin bu günü toparla kendini de çık dışarı birşeyler düşün diyor. Diğer yanım ise dışarı çıkma olmaz diyor.

Böyle bir tuhaflık var. Dün gece eve gelip, yatağa uzandığımda kendimi acayip mutsuz hissediyordum. Oysa günlerdir, bu şekilde dışarıda geçireceğim zamanın hayalini kuruyordum. Uzun zamandır merak ettiğim bir yerde, Bagel-i Manyak'ta kahvaltı etmiştim. Hem de kendi başıma. Cesaret ederek. Dopdolu bir mekana kendi başıma girmeye cesaret ederek. Oturup, yemeğimi yemeye cesaret edebilmiştim. Gerçi çok lezzetli gelmedi. Çok muazzam bir şeyler beklediğim için herhalde, bagel normal geldi, çırpılmış yumurta da işte lezzetli sayılabilirdi. Çay acıydı gerçi, acımıştı yani. Amaan bunlar önemli değildi, dedim ya kendi başıma merak ettiğim bir yeri deneyebildim. Güzel sokaklardan yürüdüm, parklarda oturdum, kahvemi içtim. Arkadaşımla muhabbet ettim. Yeni açılan Sopung Kore restaurantını denedik. Gerçi orası da pek lezzetli gelmedi, Korelee'de yediğim her şeyin lezzeti rüyalarıma bile girerken Sopung'daki peynirli rabokki'nin mesela pirinç keklerinden un kokusu geliyordu. Akşam olunca Çankaya Belediyesi'nin açık hava sinemasına gittik mesela sonra. Orası da çok sarmadı gerçi, Zoraki Misafir(2021) diye bir film gösteriliyordu. Başlarken, ilk 15 dakikası çok keyifliydi. Sonra içime fenalıklar geldi, izleyemedim. Film o kadar sarmasa bile belki hava güzel, yaz akşamı güzel, çimlerde oturuyoruz diye durabilirdim ama insanlar da her an bana Türkiye'de yaşadığımı hatırlattığı için dayanamadım. Herkes bedava patlamış mısır ve içecek için gelmiş gibiydi. Yeni doğmuş kundaktaki bebeğini bile kucaklayıp gelenler, çocuklarını habire mısır çay sırasına sokup beleşliğini iliğine kemiğine kadar sömürenler, habire flaşla fotoğraf çektirip, ekranın önünde dikilenler...Gene de hayatımda ilk defa açık havada film görme şansım olduğu için mutlu olmalıydım.


Oysa dedim ya, eve geldiğimde çok mutsuz hissediyordum. Bu bahsettiğim ufak tefek eleştirilerimi düşündüğümden değil. Aksine bunlar benim için tamamen önemsizdi dün. Böyle saçma, tuhaf bir mutsuzluk hissi anlatmaya çalıştığım. Sebepsiz. Güzel bir gün geçirdim diyebilirdim ama o tuhaf mutsuzluk hissi içime çöreklendi. Sanki dışarı çıkmamam gerekiyormuş gibi hissediyordum, eğlenceli bir şeyler yapmamam gerekiyormuş gibi, bir şeyler denemem, yememem içmemem gerekiyormuş gibi.  Çok tuhaf. Böyle hayatı yaşamamam gerekiyormuş gibi, suç işliyormuşum gibi bir his. Anlatabildim mi bilmiyorum. Hala tuhaf geliyor. Önüne geçemiyorum bu hissin. O yüzden içimdeki o öbür yan, evden çıkmadığı için iyi hissediyor işte. Değişik, üstüme kalın bir battaniye gibi örtülen bir mutsuzluk. Dün gece boğuştum durdum.

Şimdi de çok farklı değil gerçi. Neyse. Neverland'i instagrama da taşıdım. Bakmak isterseniz böyle: https://www.instagram.com/neverlandhikayeleri/. Bunun dışında son birkaç yıldır biriktirdiğim, bakacağım diye kenara koyduğum her şeye yetişmeye çalışıyorum. Okumak istiyorum diye biriktirdiğim kitapları, dergi sayılarını okumaya çalışıyorum. İnceleyeceğim dediğim web sitelerine tek tek bakmaya çalışıyorum. Dinleyeceğim diye ayırdığım albümleri, çalma listelerini dinlemeye çalışıyorum. Evin içinde toplayacağım diye tıkıştırdığım dolaplarla, atılacakları belirleyeceğim diye gözden geçireceğim dediğim eşyalarla uğraşıyorum. Son 30 yılın aksine, çok az eşya ile yaşamaya çalışmak için çaba sarf ediyorum. Biriktirdiğim her şeyi atmaya çalışıyorum. İzlemek istiyorum diye yarım bıraktığım, listelere doldurduğum her şeyi izlemeye başlamaya çalışıyorum. Ama o kadar yerleşmiş ki bu meşgul olma hali içimde, herhangi bir şeye rastlayıp mesela nette okumaya başladığım anda kendi kendime dur napıyorsun şimdi bunu okumakla zamanı çarçur etme, kenara koy dediğimi fark ediyorum. Hep yapmam gereken başka bir şey olması ve o yapmam gereken şeylerin benim hiçbir şekilde ilgimi çeken şeyler olmaması durumu o kadar uzun süredir o kadar benliğimi, ruhumu yemiş tüketmiş ki...Şu an kendi yapmak istediğim şeyleri yapmaya bile gönlüm el vermiyor. Refleks gibi, hayır zevk aldığın bir şeyi yapamazsın diyor. Merak ettiğin bir makaleyi okuyamazsın, bilgisayarla ilgili, işinle ilgili şeyler var onları okuman lazım diyor. Şimdi bu şarkıları dinleme, zamanın gidiyor diyor. Bunu izleme, kalk mutfağı topla diyor. Dedim ya, tuhaf bir mutsuzluk.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...