Yazın bitişi, kışın geliyor olduğunun habercisi sonbaharın gelişi size de büyülü hissettirmiyor mu? Her sene aynı şey oluyor halbuki ama yine de her sene ilk defa oluyormuş gibi bana böyle kıpır kıpır bir şeyler hissettiriyor. Belki binlerce yıldır insanların kutladığı, ritüeller yaptığı, dikkat ettiği, önem verdiği bir tarih, bir geçiş, bir doğa olayı olduğu için genlerime kodlanmış bir histir bu. Kendi kendine geliyordur. Bir de aydınlıkla karanlık arasında, günle gece arasında, güneşle ay arasında insanları etkileyen büyülü bir şey var ya, sanırım hep bu bizi harekete geçiren, düşünmeye, hayal etmeye iten.
Bu yüzden binlerce yıldır, takvimlerde iki önemli tarihte insanlar kendilerini gündelik mantıklarının dışına çıkarıyorlar. Tamam aslında ikiden fazla tarih var da böyle, işte en çok kutlananı bu ikisi bence. Işığın gelişi ve karanlığın gelişi. Kış biter, doğa uyanırken ve yaz biter, karanlığa hazırlanırken. Bu yüzden yaz biterken hemen hemen tüm kültürlerde kutlanacak ayrı bir bayram ortaya çıkmış gibi.
İlk bahsedeceğim özellikle Çin'de kutlanan Ay Festivali. Ya da Güz Ortası/Sonbahar Festivali. Çin ay takvimine göre 8.ayın, 15.gününe denk gelen bu gün, haliyle her sene farklı bir tarihte kutlanıyor. Bu takvimi duymuş olmalısınız, her sene bir hayvanın ismini taşıyor. Efsaneye göre tanrı tüm hayvanları huzuruna çağırdığında geliş sıralarına göre yıl hediye etmiş bu hayvanlara. En son gelen fare, en büyük olduğunu boğanın sırtına zıplayarak kanıtladığında ona takvimin en başı düşmüş. Sonraki yıllar da tanrının davetine yetişme sıralarıyla boğa, kaplan, tavşan, ejderha, yılan, at, koç, maymun, horoz, köpek, domuz olarak isim almışlar. Bu sene boğa yılındayız mesela. Aylar da birinci, ikinci falan diye isimlendirilmiş. Aslında yüzlerce yıl önce her bir ayın ismi, o zamana denk gelen bir meyve ya da onun gibi bir şey ile ifade edilirmiş. Hani işte şimdi erikler oldu, bu zamanda narlar çıkıyor diye nar ayı, erik ayı ya da tam yolların buz tutma zamanı haydi bu buz ayı demişler. Bu takvim MÖ 771-476 arasına, Doğu Zhou hanedanlığına tarihleniyor. Bundan önce güneş temelli takvimler kullanılmış oralarda (Takvimler, zaman, zaman yolculuğu...benim değerlilerim biliyorsunuz). Bu geleneksel ay takvimine göre her ay, yeni ay ile başlıyor. Şahane bir cümle oldu bu değil mi?! Türkçe'de "month" ve "moon" için tek bir kelimemiz var, yapacak bir şey yok. Her bir yeni yıl da baharın ilk günü başlıyor. Bu baharın ilk günü bizim bildiğimiz baharın ilk günü de olmuyor yalnız. Kış ekinoksundan sonraki ikinci veya üçüncü yeni ay evresi oluyor bu tarih.
Bu sene bu takvime göre hesaplandığında bizim takvimimizin 21 Eylül'üne denk geldi festival. Ama Çin'de ve diğer uzak doğu ülkelerinde bu günden öncesi ve sonrasındaki günleri de içine katıp, böyle birkaç günlük bir bayram yapıyorlar resmi tatil olarak. Çünkü bizdeki bayramlar gibi, insanları memleketlerine döndüğü, ailelerin bir araya gelip, şenlikli yemekler yediği bir bayram oluyor onlarda da. Bu kağıttan lambalar yakılıyor, gökyüzünde tam da bu güne denk düşmesi gereken ama her sene düşmeyebilen dolunaya dilekler iletiliyor. Esasında kış geliyor diye değil de bereketli geçen bir bahar ve yazın ardından ürünlerin elde edilmiş olması kutlanıyor bir anlamda da. Bu festivale özel bir de kek/çörek var : Moon Cake. Geçen sene biraz bahsetmiştim bu kekten yediğimden (şurada), eylüle ve sonbaharın gelişine dair diğer şeylerden ve bu Güz Ortası Festivali'nin mitolojisinden ondan bir önceki yıl bahsetmiştim (o da burada). 2015'te Eylülün Getirdikleri'ni yazmışım. Neyse yine Neverland'in 10 yıllık arşivi içinde yolumu kaybetmeye başlamayayım.
Bu festivalin Kore'deki hali ise "추석" adını taşıyor. "Çusok" olarak okuyabilirsiniz. "한가위" olarak da adlandırılıyor (hangavi okuyun). Kore'de bu festivalin efsanesi ise şöyle: Silla krallığının eski bir kralı, iki takım arasında bir ay sürecek bir dokuma yarışması başlatmış. En çok kumaşı dokuyan takım kazanmış haliyle ve kaybeden takım onlara yiyecek, içecek ve hediyeler vermiş. Böylece de bu gelenek, festival başlamış. Bazı akademisyenlerse bu festivali, tarımın günlük yaşamın büyük bir parçası olduğu Kore tarihine de bağlıyor. Koreliler genellikle atalara şükranlarını sunmak ve hasat ayını kutlamak için ritüeller sunarlarmış zaten eskiden beri.
Kore'de de yine herkes ailelerin yanına gidiyor, bir dolu yemek pişirip yiyor ve ölmüş aile büyüklerini andıkları, saygılarını sundukları törenimsi şeyler yapıyorlar. Yani bunu nasıl ifade edeyim bilemedim, bizim bayram arifelerinde mezarlıklara gitmemiz gibi düşünün. Onlarda ise evlerde bir sunak ve masa kurup, masanın üzerine yiyecekleri koyuyorlar. Sunu yiyecekleri yani. Ölmüşleri andıktan sonra da yemekler yeniyor hep beraber. Kore'deki bu festivale özgü yiyeceklerden bir tanesi de Çin'deki ay keki gibi bir mantıkla yapılan "송편". Bunu da "songpuyon" gibi okuyabilirsiniz. Eski zamanlarda yılın bu zamanında yeni biçilmiş, taze pirinçten elde edilen unla pirinç kekleri yapılırmış. Şimdi de pirinç unuyla yapılıyor da artık taze mi bilemem. İçine yine ay kekindeki gibi iç malzemesi koyarak kapatıp hamuru, yarım ay şekli veriliyor ve buharda pişiriliyor. Altına da çam ağacının yapraklarından döşeniyor ki onun kokusunu aromasını da alsın.Bu sene bunu yapmayı denedim ama kıvamı tutturamadım, benimkisi hiç güzel olmadı.
Kore'deki geleneğe göre bu kekleri ne kadar güzel yapabiliyorsanız o kadar iyi bir evlilik yapacağınız veya o kadar güzel çocuklarınız olacağı söyleniyor. Hani bizdeki hamileyken güzel birine bakarsan çocuk güzel olur türünden inanışlardan yani. Başka bir dolu geleneksel yiyecek de yapılıyor bu bayramda Kore'de ama bu yazımın konsepti kek çörek tarzı olanlar.
Bulunduğumuz topraklardan çok uzaktaki bu yerlerde sonbaharın gelişini böyle kutlarlarken bizim içinse bugün Güz Ekinoksu meydana geliyor. Teoride dün gece ile bugün, 12'şer saat olarak eşitlenmiş oluyor. Pratikte ise uzay boşluğundan atmosferimize geçen güneş ışığı kırılıyor, böylece gün doğumu ve gün batımında normalde alacağımızdan birkaç dakika daha fazla ışık almış oluyoruz. Neyse, orasına çok takılmayalım. Sonuçta kış karanlığının gelişinde yine de büyülü bir şeyler var.
“He found himself wondering at times, especially in the autumn, about the wild lands, and strange visions of mountains that he had never seen came into his dreams.” (diye yazmıştı Tolkien...)
Bayramda yaptığım birkaç ufak geziden bahsedeceğim. Temmuzun ortasında olan şeyleri ancak şimdi anlatabiliyorum ama sonuçta yazıyorum, bu da bir şey.
(Videodan da gezimi izleyebilirsiniz.)
Bu gezilerden ilkinde Ordu sahilindeki Yason Burnu'na gittik. Burası zaten aslında tam olarak bizim köyün sınırları içinde bulunduğundan gezi olarak niteleyebilir miyim bilemiyorum. Küçüklüğümden beri gördüğüm bir yer. Ama çok da uzun yıllar olmadı restorasyon geçireli ve çevre düzenlemesi yapılarak turistik bir yer olarak açılalı. 1. derece arkeolojik, 2.derece doğal sit alanı olmuş. Ben küçükken buradaki eski kilise yıkık dökük bir harabe halinde, öylece kendi başına dururdu. O zamanlar Indiana Jones olacağıma dair inancımın en kuvvetli olduğu olduğu dönemler olduğu için annemlerden beni kiliseye götürmelerini isterdim ısrarla. İçeride dört bir yana dağılmış sütun parçalarının ve taşların arasında kendi kendime kazı yapıyormuş gibi toprağı eşelerdim. Şimdi kilisenin içine girilmiyor, kapalı durumda. Etrafına da yürüme yolu yapılmış durumda, oturmak için denizin kenarına banklar konulmuş, bir dolu kafe, restoran yerleşmiş.
Burası Yason Burnu denilen bir yarımada aslında. Denizin içine doğru uzanan çimenlerle kaplı ufak tümsekleri olsa da düz bir burun. Uçlarında denizle birleşen kayalık kısımları var. En uç noktasında bir deniz feneri, hemen hemen ortasında da taştan bir kilise var. İsmi Yason, "Jason"dan geliyor. Aslında o da "Iason"dan geliyor. M.Ö.3.yüzyılda yaşamış olan Rodoslu Apollonius'un yazdığı ve günümüze kalan tek şiiri olan Argonautica efsanesinde anlatılan olayların geçtiği yerlerden biri olduğu için bu adı aldığı söyleniyor. Bu hikayedeki, Kolkhis ülkesinde bulunan Altın Post'un peşine düşen Yunan kahramanlar, söylenceye göre bu yarımadaya gelmiş. Iason'un önderlik ettiği bu kahramanların arasında mitolojiden bildiğimiz Herakles, Peleus, Orpheus gibi pek çok karakter de var. Kral Aietes'in topraklarında tabi kimin postunu kimden alıyorsunuz, kral sinirlenip, yapamayacağı görevler söylüyor Iason'a. Bunları yaparsan veririm postu diyor. Bu görevlerin her birinde bir trick var bu arada, onları bilirsen yapabilir oluyorsun. Kralın kızı Medea da ilk görüşte Iason'a vurulduğu için gizliden ona çıtlatıyor bilgileri. Bunu öğrenen kral daha da sinirlenince, bizim kahramanlar postu çaldıkları gibi Medea'yı alarak, Yunan topraklarındaki köylerine dönüyorlar. Bu kahramanların bu yolculuğu yaptıkları gemilerini yapan Argus isimli ustadan dolayı geminin ismi Argo ve kahramanlara da bu yüzden Argonautlar deniyor. 2012 yapımı Argo filmini burada yazmıştım (şurada), aklınıza o gelmedi mi? Ahh semboller. Bu arada Argonautika kitabını da okuyabilirsiniz, İş Bankası Hasan Ali Yücel Klasikler serisinde yer alıyor (şurada).
Bir diğer gezi noktamız Karaoluk (Çiseli) Şelalesi'ydi. Yason'a gittiğimiz gün hava Karadeniz'den beklenmeyecek kadar açık ve güneşliyken şelaleye gittiğimiz gün tam ruhuna uygun davrandı. Kapalı, dağların tepelerinin gri bulutların arasında kaybolduğu, habire ince ince yağmur yağan, sıcak gibi ama devamlı ıslandığınız için bir türlü karar veremediğiniz bu havaya Karadeniz'in yaz havası diyoruz. Nefret ediyorum. Hayatımın neredeyse tamamını Ankara'nın kupkuru havasında geçirdiğim için bana o kadar sinir bozucu geliyor ki bu ıslak üşümeyle karışık nemden bunalma hissi, tahmin edebilir misiniz bilmiyorum. Ama havadan daha da sinir bozucu bir şey vardı ki şelale ile ilgili, burada saatlerce çemkirsem de rahatlayamazmışım gibi geliyor.
Bakın şimdi şu üstteki fotoğraftaki yeri hayal edin. Şırıl şırıl akan su, önünüzde o suyun oluşturduğu berrak göl, etrafında doğa harikası kayalıklar, gökyüzüne uzanan ağaçların kapladığı kocaman dağlar dört bir yanınızda. Bir an cennette gibiyiz. Ama sonra gözlerimizi bir açıyoruz, her bir yanımızda insanlar, kayaların üstünden göle pat pat atlayanlar, şelalenin aktığı noktada dikilmiş saatlerce orada başından sular aka aka etrafı izleyen poz veren tipler, suyun tam dibindeki noktada kayaların üzerine kilimini atmış, yemeklerini döke saça yiyenler, bir diğer tarafta ağaçların dibinde mangalını yakmış ortalığı dumana boğmuş tipler, her yerde çöpler, yemekler, bağıranlar çağıranlar...Rezillik. İnsan olmaktan utandım onları görünce. Eğer buradakilere insan deniyorsa bana denmesin diye.
Oysa Kültür ve Turizm Bakanlığı buraya şöyle doğru düzgün bir düzenleme yapsa, girişler için falan, içeride görevliler olsa insanlar böyle başıboş hayvanlar gibi davranmayabilirler. Hem de etraf temiz tutulmuş olur. Doğru düzgün işletme konsa, tuvaletler falan olsa. Ama kime diyorum ki ben? Neyse.
Ordu'daki bu yerlerin ardından bir günümüzde de Samsun tarafına gittik. Orada uzun zamandır görmek istediğim Amazon Adası üzerindeki Amazon Köyü ana hedefimizdi. Burası Samsun kent merkezinde, sahilde Batı Park adı verilen yerde, 50 bin metrekarelik alan üzerine kurulu olan Amazon Adası içerisinde yer alan 2.5 dönümlük Amazon Köyü. Yapay bir ada oluşturulup, üzerine yapılmış tüm bunlar. Kocaman, denizin dalgalarının dövdüğü kayalıkların üzerinde, alabildiğine açık bir manzarada bir değişik yer. Biz gittiğimizde hemen hemen kimse yoktu, hava güneşli ve sıcaktı. Bu ada alanında aslında bir dolu tesis yapılmış, değişik değişik aktiviteler için gerekli şeyler konulmuş. Amazon kanalı, suni kayak pisti, balık restoranları ve piknik sahalarını kastediyorum Su parkı, spor tesisleri falan da yapılacak diye yazıyordu ama yapılmış mı yapılmamış mı göremedim pek. Çünkü pandemi nedeniyle neredeyse hiçbir yer açık değildi.
Amazon Köyü dedikleri kısma 5 TL'lik bir bilet ücretiyle giriliyor. Ama burası büyük hayalkırıklığı oldu benim için. Çok azimli, masum ama yetersiz bir çaba olmuş. Tüm köy toptan baktığınızda hiçbir şey yok hissi veriyor, tek tek baktığınızda ise komiklikleri karşısında üzülüyorsunuz. Ufak ufak odacıklara birkaç cansız manken koyup, otururlarken uyurlarken dinlenirlerken falan diye sahneler yazılmış. Ama çok saçma görünüyorlar, hani beş bin dolarlık çantaların çakmasını sosyete pazarında 500 liraya satarlar ya aynen öyle bir görüntü. Tüm köyü pıskırarak, gülerek ve allahım buraya mı 5 lira verdik diyerek gezdim.
Köyden çıkıp adanın geri kalanına baktığımızda ise benim gittiğim dönemde pek bir şey yoktu. 12.5 metre yüksekliğe ve 4 metre genişliğe sahip, 6 ton ağırlığındaki Amazon savaşçısı heykeli var, Samsunlu ve Ankaralı heykeltıraşlardan oluşan 10 kişilik bir grup tarafından 5 aylık bir çalışma süresi sonunda tamamlanmış. Heykel ilk bakışta olağanüstü bir şey görecekmişiz hissi verse de yakından baktığımızda o da güldürüyor. Heykelin iki yanında yine devasa aslan heykelleri var. Onların içinde de aynen köyde olduğu gibi çeşitli sahnelerin canlandırmaları varmış ve teras kısımlarına çıkıp, manzaraya bakılabiliyormuş ama kapalıydı, ben göremedim. Yani tüm bir 50 bin metrekarelik alanda çok da görülecek bir şey yoktu.
Buranın ardından Kızılırmak Deltası Kuş Cenneti'ne (Resmi Web Sitesi) doğru yola çıktık. (Bu arada tüm bu gezintileri ailemle ve arabanın yolcu koltuğunda oturarak yaptığım için diğer kendi yaptığım gezilerdeki gibi nereden nasıl ne kullanılarak kaç km yürüyerek kaç lira vererek gidiliyor falan gibi bilgiler veremiyorum. Daha çok burada burada bunlar var diyebiliyorum, onları da gene kendim gezerken gördüğüm gibi her detayını inceleyebilerek göremediğim için biraz yüzeysel kalıyor ama bunlar da böyle olsun artık, ne yapalım.) Burası Türkiye'nin en büyük deltalarından biri. Samsun’a 30 km mesafede, gidiş yolu biraz uzun ama yol üstünde belirli mesafelerde kuşların tanıtımlarının olduğu reklam panoları var ve manzara yol boyu - bence - çok güzel. Delta’da bulunan su basar ormanları (Galeriç) ilkbaharda tabanı tamamen suyla kaplanan yaprak döken ormanlarmış. Kızılırmak nehrinin taşıdığı alüvyonlar ile oluşan, ülkemizdeki en büyük deltalardan biri. Girişte sağda ufak bir bölümde kafe restoran tarzı bir yer var, asıl girişte ise bilgi alabileceğiniz danışma var. Ben sorduğumda deltayı gezebilmek için bisiklet kiralayabildiğimizi ya da belirli saatlerde kalkan üstü ve yanları açık araçlarla gerçekleştirilen turlara katılabileceğimizi öğrendim. Bizim her ikisi için de vaktimiz olmadığından girişin sol tarafındaki seyir için yapılmış ufak toprak yolda biraz yürüyüp, geri yola çıktık. Ama uygun bir zamanda, erkenden gelerek burada bisiklet sürerek kuşları gözlemlemek istiyorum. Umarım.
Bugün böyle o hiçbir şeyden yapmadığım saçma günlerden biriydi. Normalde de pek bir şey yapmıyorum ama bugün tam anlamıyla sadece yemek yedim - yapmadım bile dışarıdan söyledim, Run BTS izledim, yatağımda tavana bakarak uzandım. Başım zonklayarak ağrıyordu çünkü sabah 5'te gözlerimi açtığımda. Çünkü iki yastıkla neredeyse dimdik yattım. Çünkü odyolog ve kbb doktoru öyle yapmamı söyledi. Çünkü kulak içindeki kristallerim oynamış. Temmuzun ortasından bu yana başım dönüyordu yatarken, yatakta sağa sola dönerken falan. Geçen sene de olmuştu, birkaç hafta sürüp geçmişti. Gene geçecek diye düşündüm, herhalde yoruldum dedim. Geçmedi. Aylar geçti, geçmedi. Öyle olunca doktora gittim, sonuç bu. Doktor, kristalleri geri yerine döndürmek için birkaç hareket yaptırdı, pazartesi yine gideceğim. Bu arada soluna yatma, iki yastıkla yat, ani hareket etme, bir yere döndüreceksen kafanı tüm bedeninle dön falan dedi. Hayır sanki evin içinde ters takla atarak dolaşıyormuşum gibi bu kristaller nereye oynuyor, neden oynuyor, nasıl oynuyor? Kafam leyla gibi zaten. Ama başım bu kadar ağrıdığı ve iki yastıkla uykumun sağlıklı olmayışından mı yoksa psikiyatristin verdiği ilaçlardan mı karar veremedim. Haa doğru ben hayatımda ilk defa terapiye gittim. Tüm cesaretimi toplayıp, bu halde olduğum bunca yıldan sonra ilk defa doktora gittim. Hala kendimi tuhaf hissediyorum. Doktora anlattığım şeyleri anlatmış olmama da şaşırıyorum. Çünkü resmen kızlarla aramızda yaptığımız muhabbetlerdi anlattıklarım. Okul şöyleydi, şurası böyleydi falan gibi. Önümde yetişkin bir adama, bir doktora tutmuş bunların muhabbetini ettim. İşin garibi o da ilgiyle dinledi. Benim heyecanla bahsettiğim şeylerde o da heyecan gösterdi, çoğu zaman bir yandan konuşurken bir yandan da tövbe yarabbim benimle dalga mı geçiyor niye bu kadar ilgiyle dinliyor diye düşünüp durdum. Hayır bir de birisi karşıma geçip, dert diye benim anlattıklarımı anlatsa, ben derim ki senin derdini...Ulan insanlar şişme botlara binip denizler aşmaya çalışıyor, havalanmış uçakların tekerleklerine tutunup kurtulmaya çalışıyor, ben oturmuş her ay gelen maaşım, başımı sokacak evim, yediğim önümde yemediğim arkamda (tam tersi miydi ya neydi bu) yok şunu yapamadım yok bunu başaramadım bik bik bik diye anlatıyorum. Saçmalık. Kendime nasıl kızıyorum.
İlaçlardan birini sabah birini de gece yatarken içiyordum. Gece içtiğim ilacı içmemeye karar verdim. Amacı uyumama yardımcı olmaktı ama açıkçası olmuyor. Yani benim uykuya dalamama sebebim etraftaki seslere odaklanıyor olmam. İlacı içince üstüme acayip bir ağırlık çöküyor, böyle elimi kolumu tuğla gibi oynatamıyorum. Ama sesleri yine duyuyorum, küldür paldır apartmanda ne varsa artık. Sadece uyuşmuş gibi yatıyorum dinleyerek. O yüzden onu bıraktım. Sabah içtiğim ilaçtan da şüphelendim bugün. Normalde de rüyalar içinde dolaşırım ama bu halim daha bir değişik. Ayakta rüyanın içine dalıyorum, sonra ben niye bunları düşünüyorum şimdi diye farkına varıp geri ayılıyorum. Tüm günüm böyle geçti. Gözlerimi odaklayamıyorum gibi hissediyorum. Bu ilacı da içmeyeyim diyorum ama önce doktora yazıp söylemem gerekiyor mu acaba? 15 gün sonra yine görüşmemiz var. Ama nasıl yazabilirim ki, normal mesaj mı atmalıyım whatsapptan mı yazmalıyım, yazabilirsin dediğinde hangisini demişti ki hatırlayamıyorum. İçmeyeceğim ya yarın sabah. Yarın da göz doktoruna gideceğim. Hah tam oldu, her yerim çürüdü. Sol göz kapağım şişti dün. Acıyor. Zaten bir ara kontrole gitmem gerekiyordu. Ameliyattan sonra pandemi ortaya çıktığı için çok kontrole gidemedim. Umarım geri bozulmamıştır.
Bir de hasta gibiyim ya. Sanki böyle nezle olacak gibi. İlaçlar mı yapıyor, başım ağrıdığından mı, gerçekten üşütmüş olabilir miyim, buna da karar veremiyorum. Ter basıyor arada, hani ateşlenip, sonra terlersiniz ya öyle. Sabah 5'te ağrı kesici içtim. Sonra akşam üstü bir tane daha içtim. Ama ağrı geçmiyor. Bu arada aklıma acaba psikiyatristin verdiği ilaçla ağrı kesicileri içmem sakıncalı mıydı ki diye şüphe düşmeye başladı. Bir de şu sivilce ilacını içiyorum zaten. Neyse ki kadın doğumcunun verdiği ilaç bitti de ondan içmiyorum. Hah bir de yeni bir kadın doğumcu bulup kistlerimle ilgili ne olacağına dair karar vermem gerek. Psikiyatrist de konuşarak çözebileceğimizi düşünüyor sorunlarımı. Sadece gülüyorum.
Az önce yeni gelecek bir dizinin konu özetini okudum. Sonra da diyorsunuz ki her şey tesadüf, evrenin mesaj göndermesi diye bir şey yok, vay efendim sen her şeye anlam yüklüyorsun. Hayır. Hakikaten etrafım mesaj dolu. Belki sizin de dolu. Öff...Bu mesajlar bir de cevapları verse.
Bu konuda gerçekten kafayı yemek üzereydim. Dizileri izlerken haliyle bir dolu kelimeye aşina olmaya başlıyorsunuz ve ister istemez öğrenmiş oluyorsunuz. Bir de etrafta herkes yok Korece çok kolay, vay efendim Korece öğrenmek özellikle bize çok kolay diyerek dolaştığı için daha da çok sinirim bozuluyordu. Çünkü ben duyduğum her şeyi farklı duyuyorum gibime geliyor. Ve de çok zor geliyor bu yüzden bu dil bana. İşte bu aşağıdaki videodaki durumu da sadece ben yaşıyorum zannediyordum, çünkü herkes ay şöyle basit ay böyle basit deyip duruyordu. Meğerse yalnız değilmişim. Ama biraz geç buldum bu videoyu, olsun.
Sanırım partiye çok geç kaldım. Film taa 2019'un mayısında Cannes Film Festivali'nde gösterildikten sonra bir dolu festivali de dolaşıp, nihayet şubat 2020'de Oscar aldığında Türkiye'de de çoktan vizyona girmişti. Oscar'dan sonraki bir iki ay içinde de ismini duymayan, bir şekilde açıp bakmayan kalmamıştı. Öyle ya film, bir ülkenin belki de 20 yıldan daha fazladır hazırladığı, çabaladığı bir yolun başarı noktalarından biriydi. 100 bin kilometrekarelik Güney Kore'nin yıllardır kültür alanında gösterdiği çabanın bir diğer sonucuydu. Oscar alan ilk Güney Kore filmiydi Parasite.
Orijinal adı olan 기생충, "gisaengchung" şeklinde okunuyor. 기생물 (gisaengmul) kelimesi aslında tam olarak parazit-asalak demek. Naver'deki sözlüğe göre filmin adı bağırsak kurdu. Valla bu Korece'yi bir noktada çözeceğim ama artık 70 yaşında mı olur bilemiyorum. Bağırsak kurdu da bir asalak mıdır yoksa parazitlerle kurtçuklar farklı biyolojik sınıflardalar mıdır...Kim bilir.
Filmi izlemek için bu kadar geç kalmamım tabi ismiyle bir alakası yok. Kore dizilerini manyak gibi izlerken filmlerine aynı gözle bakamadığımdan da olabilir (ilk Kore filmi tecrübem Kim Soo Hyun'un başrolünde olduğu 2017 yapımı Real'dı, valla düşününce bile içim bulandı), Parasite'ın bir dönem acayip popülerleşmiş olmasının ters tepkimesi de olabilir. Sonuçta izleyeyim izleyeyim diye ara ara gelen düşünceler geçen gün yine bir cuma akşamı sineması yapayım diye açmamla son bulmuş oldu. Evde her cuma akşamı, sinema akşamı yapmaya çalışıyorum başka bir şey çıkmazsa. Keşke hep beraber izleyip, konuşabileceğim insanlar olsa hayatımda ama. Neyse.
Film ilk başta 2 saat 12 dakikalık süresiyle gözümü korkutmadı değil. Öyle ya bir de Oscar aldığı için kesin içimi bunaltacak bir şeyleri vardır diye düşünüyor insan (önceki Oscar tecrübelerime dayanarak). Ama film açıkçası şaşırttı. Şaşırtmadı da aynı zamanda. Bir Oscarlı, festival filmi olmasına rağmen eğlendim, güldüm, üzüldüm, gerildim, düşüncelere gömüldüm, şoka girdim. Bir Kore filmi olduğu için de tam onlardan beklediklerimi ise, buldum. Sanırım tam da bu yüzden ortada kaldım. Filmi çok beğendim de diyemiyorum, hiç sevmedim de diyemiyorum. Zaten bildiğimiz bir şeyi anlatıyor ama aşırı tezatlığını yüzümüze çarparak ve çoğunlukla yarım gülüşün o alaycı haliyle bakarak. Filmin üstünde hep o sırıtış var, tüm hikayeyi o sırıtışla izletiyor. Ama işte, dediğim gibi, o sırıtış, ağzımızın kenarıyla, hep bir yarım. Çünkü biz de taa en başından hep o, birşeyler olacak hissiyle izliyoruz. Tıpkı zengin ailenin babasının, şöförü olarak çalışan fakir ailenin babası hakkında dediği his gibi. Hep haddini aşacak bir şey söyleyecek gibi duruyor ama hiç haddini aşmıyor, diyor zengin baba, fakir olanı için. Biz de filmi hep bu duyguyla izliyoruz. Hep o uçurumun kenarında düştü düşecek gerilimiyle.
Bunu büyük oranda da fakir ailenin babası rolündeki Song Kang Ho'nun - bence - muhteşem ötesi oyunculuğuna borçluyuz. Benim onu ilk izleyişimdi, haliyle, hiç dizide rol almamış 1996'da ilk filminde rol aldığından beri. Öyle ki filmografisinde sadece filmler var. Ama çok şey kaçırmışım. Eğer her rolünde de böyleyse...Onun yanındaki diğer pek çok oyuncuyu izlediğim dizilerden biliyordum. Zengin babayı oynayan Lee Sun Kyun'u Coffee Prince(2007)'de (şurada anlatmışım) izleyip, çok sevmemiştim oynadığı karakterden ötürü. Burada da sinir bozucuydu ve pek de parlayan bir yanı yoktu. Evin ilk hizmetçisini oynayan Lee Jung Eun'ı daha geçenlerde Law School(2021)'da izledim ve orada aşırı başarılı bir karakter yazılmıştı kendisine. O diziyi de anlatmayı çok istiyorum ama zaman olmadı. Asıl beni şaşırtan ise fakir ailenin üç kağıtçı kızını oynayan Park So Dam'dı. Cinderella and The Four Knights(2016) (onu da burada anlatmıştım) dizisinde izleyip, nasıl bu kadar boş oynayabilir tüm bu oyuncular diye diziye çemkirdikten sonra aslında sorunun oyuncularda değil tamamen diziyi yapanlarda olduğunu anlamıştım ama yine de onu başka bir yerde izleme şansım olmamıştı. Bu filmde, Song Kang Ho ile birlikte izlemesi en keyif veren oyuncu oydu. Ya da o saçmasapan dizide o kadar düşmüş ki beklentim, burada ister istemez vaaay dedirtti kendisine. Bilemedim şimdi.
Filmin konusunu, hala izlememiş, görmemiş olanlar varsa diye anlatmak bile spoiler vermeden çok kolay değil benim için. O yüzden bu noktaya kadar uzak durdum konusundan. Güney Kore'nin varoşlarında, işsiz, fakirlikten artık insanın sinirini bozacak kadar komik bir haldeki Kim ailesi bir gün kaderin cilvesiyle aşırı zengin Park ailesinin evinde çeşitli işlerde çalışmaya başlıyor. Onların bodrum katındaki dairelerinde sersefil yaşayan bir aile olduklarını bilmeyen Park ailesi, baba Kim'i şoför, anne Kim'i yardımcı, kızı resim öğretmeni ve oğul Kim'i de İngilizce öğretmeni olarak işe alıyor. Hikaye ilerledikçe bu iki ailenin bize zengin-fakir dünyalarının tezatlıklarını yaşatmalarına tanık oluyoruz daha çok.
Filmi herkes izlemeli, yok mutlaka görün diyemiyorum. Ama bence izlemesi keyifli, hikayesi sürükleyici, çoğu yerde şaşırtıcı, eğlendirici ama çoğunlukla düşündürücü. Süresi biraz uzun sayılabilir, bu yüzden çoğu insanın temposuna çok kapılabileceğini ve izlemeye devam edeceğini düşünmüyorum. Yine de bir şans verebilirsiniz.
Kanala yeni video yükledim. Göstereyim istedim. Hani burada diyorum ya arada köye gittim, geldim diye. Hah işte oraları çektim. Bu arada birkaç film izledim peş peşe denk geldi, onları yazacağım yetiştirebilirsem.