18 Kasım 2020 Çarşamba

The Crown

The Crown'ın 4.sezonu geldi, biliyorsunuz.
Demir Leydimiz bu sezon bana sesleniyor.
Karşısında ben varmış gibi hissettim burada.






6 Kasım 2020 Cuma

Dante Gibi

Bugün marketten dönüyordum. Fileli bez torbama uzun baget ekmeğimi koymuş, koluma asmış, akşamüstü güneşinin son demleri arkamdan kovalarken, yokuştan aşağı yürüyordum. Kendi kendime de sırıtıyordum (maskelerin iyi yanlarından biri de bu oldu sanırım, salak saçma ifadelerle ortalıkta dolaşabiliyorum), tam bir romantik komediden fırlamışım gibiyim diyordum. Ya da sanki küçükken izlediğim o Meg Ryan'lı, Julia Roberts'lı filmlerden birinin bir sahnesindeydim, file torbasından ya da kese kağıdından fırından yeni çıkmış bagetin bir ucu fırlamış halde dükkanların önünden yürüyerek, eve doğru giden o görüntü aklıma tıpkı sabah kahvesini taşınabilir bardakta almış, gökdelenler arasında koşturan Manhattan insanı sahnesi gibi kazınmıştı çünkü. Gerçi benim üstümde klas bir etek takım yoktu ya da tasarımcı elinden çıkmış çizgi bir elbise de yoktu, önümden fırlamış göbeğimi zar zor kapatan fermuarlı polarım ve bacakları uzun geldiği için ayakkabılarımın üstüne kat kat yığılmış eşofman altımla, ayağımda tee ilk çalışmaya başladığımdaki o umutlu gençliğimle kesin trekkinglere vururum kendimi diyerek aldığım trekking ayakkabıları vardı. Umut. Evet sanırım kelime buydu. O sırıtışla yürürken de aynı şey oldu. Mutlu hayaller içinde Heidi gibi zıplayarak yürürken o anda da birden takıldım kaldım. İçinde olduğum durum yine birden kafama dank etti. O filmleri, o sahneleri izlerken içimde doğup, koskocaman olan o umut artık yoktu. O an onu fark ettim. Artık umutsuzdum. Umutsuzmuşum yani. Zaman zaman gelirdi bu, yalan yok. İlk defa oluyormuş gibi anlatmıyorum. Ama ilk defa bu kadar umutsuz olduğumu fark ediyorum. Üniversitede depresyona girdiğimde de, ilk işimden istifa etmeye doğru giden zamanlarda da yine depresyona gömüldüğümde de umutsuzdum doğru. Ama onlar hep böyle bir anda vurup, yıkan, sonra ufak tefek iteklemelerle geçiveren umutsuzluklardı. Şimdi öyle değil. Bunu da yaşıma bağlayasım geliyor ama. Hakikaten öyle galiba. Daha önceden umutsuzluğa düştüğümde hep bir şekilde önümde zaman vardı, daha yolum var diyebiliyordum. Daha hayatım bitmedi. Hala bir şeyler yapılabilen yaşlardayım. Diyebiliyordum. Oysa artık diyemiyorum. Bitti. Bir yaş vardı, bir sayı, hangisiydi bilmiyorum ama o yaştan sonra bitti sanki. O noktadan sonra artık hayatta bir şeyler yapabileceğimiz zamanı geçmiş oluyoruz. Kimse bana ay aman öyle deme yok caaanım can çıkmadan umut bitmez falan da filan da demesin. İnanılır yanı yok çünkü bunun. Herşey için belli zamanlar var, her şey için bize ayrılmış bir süre var. Yoksa doğup yaşayıp ölmezdik. Zamanlama diye bir şey var. Zamanı biz uydurmadık da. Güneşin etrafında dönüp duruyoruz. Bu yüzden umut edebilecek yaşı geçtim. You've Got Mail'de Meg Ryan'ın kahvesini alıp, sabah erkenden kitapçısını açmaya gittiği o sahnede yer alabileceğime dair umudum gitti. Then&Now'daki Demi Moore gibi karizmatik giysiler içinde ünlü bir yazar olarak çocukluk arkadaşlarımla buluşmaya gidebileceğim o sahnede olabileceğime diar umudum da yok artık. Ya da Stargate'teki Daniel Jackson gibi akıl almaz maceralara yol açan, beş parasız ama bilginin peşinde mutlu mesut savrulan bir arkeolog (Daniel filologdu filmde ama o kadar detaylara takılmayalım) olarak dünyada dolanıp duracağıma dair umutlarım da bitti. Yıllardır hevesle bir köşede tuttuğum hasır görünümlü kağıt rulosunu geçende açıp, eski dolabın içine kapladım. Boyası çıkıyordu artık dolabın, boyamasın diye. O kağıt rulosunu büyük romanımın taslaklarını yazacağım bir gün diye almıştım, görür görmez gözümün önünde belirmişti o kağıtlara bir dolu şey yazdığım. Kestim biçtim, dolaba yapıştırdım. Umut edebileceğim yaşı çoktan geçmiş olduğum gibi, korkacağım yaşa da gelmek üzereyim. 35'i görmeme 1 sene falan var bir iki ay eksik fazla. Oysa ortaokulda o kütüphane nöbetinde Cahit Sıtkı'nın kitabına rastladığımda, o satırları okuduğumda ne kadar da uzak görünüyordu. Hiç gelmeyecek bir yaştı. Hiç gerçek olamayacak bir yaştı. O zamanlar kütüphanede nöbet tutardık. Bir ilkokulun tek göz oda kütüphanesinde görevli olamayacağından biz öğrenciler nöbet tutuyorduk. Kütüphaneden gün içinde yararlanmak isteyenlerin yanında kütüphaneye göz kulak olmak için gün boyu orada duruyorduk. Haliyle bir ilköğretim okulunda gün içinde kütüphaneye kim gelecek, tüm gün orada oturuyordu nöbetçi olan. Kafasını dinliyordu bir günlüğüne, derslere girmiyordu. Benim durumumda bir dolu kitabı tüm gün kendine ayırmışlık oluyordu. Gerçi teneffüslerde sınıftakiler toplaşıp, yanıma geliyordu her defasında. Ben ohh ne değişik kitaplar buldum diye mutlulukla otururken, küldür paldır harala gürele içeri doluşuyorlardı. Şimdi dönüp bakınca insanlar beni seviyormuş diyorum. Hakikaten de seviliyormuşum. O kütüphanede tek başıma duruyor olmaktan mutluydum ama bir yandan da her 40 dakikada bir yanıma gelmeleri, benimle orada bulunmak istemiş olmaları da mutlu ediyordu. Gülümsüyordum. Seviliyordum. Sonra herkes gitti. Geri geldiklerinde artık tek sevdikleri ben değildim. Teker teker herkesi uzaklaştırdım ben de. Yok ettim. Çıkardım hayatımdan. Bütün çöküntülerimin sorumlusu bu sevgi olabilir mi diyorum bazen. Yıllarca başarısızlık zannetmiştim, başarısızlıkla nasıl baş edeceğimi bilemiyorum oluşumdan demiştim. Ama belki de bu kadar fazla, bu kadar yoğun sevildikten sonra birden uçurumdan aşağı atılmış olduğum gerçeğini fark edememiş olabilirim. Böyle yıllardan sonra birden bildiğim yerden, bildiğim insanlardan tamamen farklı bir yerde kendimi bulunca, kimseye kendimi sevdirememişim. Nasıl sevdireceğimi bilememişim, çünkü daha önce hiç bunun için çabalamam gerekmemiş. Buraya nereden geldim? Umutsuzluğum.
Eskiden de her şey kötü değil miydi? Kötüydü. Depremler dünyamızı alt üst ediyordu, her gün savaş varmışçasına çatışma haberleri alıyorduk, bombalar patlıyordu,...ama her felaketten bir şekilde bu da geçecek, önümde çok yıllar var ve uzak bir gelecekte bunların hiçbirinin olmadığı bir hayatı yaşıyor olacağım diyordum. Diyebiliyordum. Çünkü hala zamanım vardı. O "uzak gelecek" için daha çok vakit vardı, o zaman geldiğinde artık bu felaketlerin hiçbirisi olmuyor olacaktı. Herşeyi düzeltebilmiş bir dünyada yaşıyor olacaktım. Oysa şimdi o uzak gelecekteyim, o hiç gelmeyecekmiş gibi düşündüğüm gelecek, bu zaman. O yaşlara geldim. Ve hiçbir şeyin değişmediğini görüyorum. Görmeye devam ediyorum. Tüm kötülükler olmaya devam ediyor. Topyekün blockbuster bir felaket filminin içine düşmüşüz, savruluyoruz. İşte bu yüzden umudum, hiç geri gelmeyecek şekilde yok oldu. Bundan ötesi yok. Buradan daha ileride bir geleceği hiç düşünmemiştim. Ne yani 70 yaşımda Central Park'ta köpeğimle oyun oynadığımı, koşturduğumu mu hayal edecektim? 20li yaşlarımda, 30larımda artık çok güzel bir dünyada, hayallerinde yaşadığım filmler gibi bir hayatım olacaktı. Oysa yolun orta noktası bombok bir yere çıktı. Hiçbir şey değişmedi.

21 Ekim 2020 Çarşamba

Jane Austen olmakla alakası bile olmayan bir uyarlama, 8 bölümlük Sanditon


Yeşillikler içindeki kasabasında bir dolu kardeşi ve sevgi dolu ailesiyle birlikte yaşayan, hayat dolu, enerjik, güleryüzlü Charlotte Heywood bir gün kardeşleriyle kırlarda koştururken yoldaki bir kazaya tanık oluyor. Bay ve Bayan Parker'ın at arabası ufak bir kaza yapınca Charlotte ve kardeşleri çifti kurtarıyor ve Heywood ailesi Parker'lara yardım ediyor. İki aile arasında güzel bir dostluk oluşması münasebetiyle Parkerlar Charlotte'u evlerine kalmaya davet ediyor. Evleri Sanditon isminde bir deniz kenarı kasabasında. Aslında burası yeni kurulmakta olan bir "seaside resort". İnsanların gelip, deniz havası alması, denize girmesi ve yeni yapılan evlerden satın alması için planlanan ve inşa edilmekte olan bir yer. Bay Parker da buranın mimarı gibi bir şey. Genç kızımız Charlotte küçük kasabasından çıkıp, yeni maceralara atılırken, yepyeni insanlarla da tanışıyor. Tabi aralarında Bay Parker'ın genç erkek kardeşi, yakışıklı ve karizmatik Sydney de var. Charlotte dahil olduğu bu alabildiğine renkli ve değişik ortamda kim bilir neler yaşayacak? (IMDb linki burada)

Itv kanalında 2019'un ağustosunda ve PBS kanalında bu senenin ocak ayında 1'er saatlik 8 bölüm olarak yayınlanan Sanditon'ın hikayesi böyle. Neredeyse 60lardan beri Britanya'da bu "period drama"ların senaryolarını yazıyor, Sanditon'ı da senaryolaştıran Andrew Davies. Bu yüzden senaryolaştırdığı pek çok şeyi izlemişim - 2008'deki Little Dorrit ve Sense&Sensibility, 2007'deki Northanger Abbey, 96'daki Emma, 95'teki (efsane) Pride&Prejudice. Yani aslında yazdığı şeyleri severek izlediğim için Sanditon'da da beklentim yüksekti ama biraz duralım, oraya geleceğim.
Sanditon aslında Jane Austen'ın 1818'inde temmuzunda bu dünyaya veda etmeden kısa bir süre önce, 1817'de sağlığı iyice kötülemeye başlamadan aylar önce yazmaya başladığı bir hikaye. 1817'de artık kalem tutup da yazabilecek kadar bile kendini iyi hissedemediğinde yazmayı bıraktığında ilk 11 bölümü tam olarak bitirebilmiş, 12.bölümün de bir kısmı varmış. Toplamda 24 bin kelimesini yazdığı kitap bu şekilde kalmış. Bu kadarlık kısmında ise bizim tv uyarlamasının yalnızca ilk bölümünün bir miktarını oluşturabilecek kadar malzeme yer alıyor. Düşünün tüm bir bölümün senaryosu bile Jane'e ait değil yani. İşte bu noktada aslında yazdıklarını beğenmiş olduğum Andrew Davies amca giriyor devreye. Ve birkaç başka senarist daha. Jane bu noktadan bu hikayeyi nereye götürmeyi düşünmüş olabilirdi, ne yazabilirdi, ne olmasını hesaplamış olabilirdi diye bir beyin fırtınası yapmış olmalarını bekliyoruz haliyle. Günahlarını almış olmayayım yapmış da olabilirler, zira 200 yıldır pek çok yazar bunu deniyor zaten. Sanditon'ı tamamlasak nasıl olurdu diye. Yine de dizinin senaryosu daha çok karman çorman bir Jane Austen kitapları birleşimi ile izleyiciyi nasıl şok ederiz'in bir çorbası olmuş durumda. Her bir yayınlanmış kitabından bir parça alıp, buradaki bir iki karaktere uygulamışlar. Geri kalanında araları olabilecek en "Austen olmayan" şekilde doldurmuşlar. Bunca yıldan ve bunca kitaptan (yayınlanmış 6 kitabını milyonlarca kez okumayı "bunca" olarak tanımlıyorum çocuklar) uyarlamadan sonra artık ben de bir Austen uzmanı sayılırım ve neyin Jane'in kaleminden çıktığını/çıkabileceğini, neyin çıkmayacağını çok iyi biliyorum. O kadar saçma sapan şeyler yazmışlar ki kendi başına bir dönem dizisi yapıyor olsalar belki (BELKİ) kabullenebilirdim ama bir Austen uyarlaması yapıyor olduklarını söylemeleri hakikaten cesurca. Grafik derecesinde s.. sahneleri, normal kötülük seviyesinden çok daha başka seviyelerde kötüler (psikopatlar diyeyim ben), kan bağları olmasa da kardeş sayılabilecekler arasında ens... hikayesi,...kafayı yedim izlerken. Ben ne izliyorum böyle diye. 

Jane'in diğer kitaplarından aşırdıkları ve oraya buraya yamamaya çalıştıkları hikayeler ise alabildiğine sırıtıyor. Tam ekranda belirdiğinde ohaaa şimdiye kadar neredeydin be koçum dedirtecek kadar manyak bir Austen erkeğine dönüşmüş Theo James'in karakterine - Sydney Parker - doğru düzgün bir "karakter" yazamamış olmalarından mı en saçma sapan ve itici Austen "heroine"ne dönüştürdükleri bir Charlotte Heywood'dan mı bahsetmeli? İki ana karakter arasında bir P&P yaratmaya çabalamışlar ama hiçbir mantıklı tabana oturmuyor. Sydney durup dururken Charlotte'a bağırıyor, kükrüyor. Charlotte ise nereden çıktığı belirsiz bir ot gibi her şeyin içinde, her olayın ortasında beliriyor ve dahası herkes her şeyi düzelttiği ya da ne bileyim yardım ettiği için ona minnettar halde. Yolda rastlayıp, iki gün tanıyıp, evinize aldığınız bir genç kıza valla sen olmasaydın biz hiçbirimiz hiçbir haltlar yapamazdık iyi ki varsın Charlotteçuğum iyi ki evimizde aylardır bize masraf oluyorsun diye yerlere kapanıyorlar yani. Oysa Charlotte'un biz izleyici olarak hiçbir şeyini görmüyoruz, anlatamıyorlar çünkü. Dahası öyle bir karakter de çizmiyorlar. Sydney'i Charlotte'a aşık ediyorlar mesela (Charlotte'un Sydney'e aşık olmasını hiç sorgulamıyorum bile, Theo James'i o şekilde karşımda görsem ben nefes almayı bile unuturum yeminle), ama nasıl, neden, neye dayanarak hiçbiri yok. Hani pek de "dashing" bir Darcy olarak Matthew Macfadyen, Elizabeth'i görünce bir bakıp, şoka girip bir daha bir gözlerini kırpıştırıp bakmıştı ya yıllar evvel, hah işte, o minicik saniyede bile hep beraber anlamıştık mesela. Oysa bu hikayede hiçbir altyapı, nüans, hiçbir şey yok. Anca ooo merhaba sevimli Charlotte bu kumaş sence beyaz mı dedikten sonra, ehihih evet beyaz Sydney Bey diye cevap veren bir Charlotte'a karşı saniyesinde hörörörö sen ne bileceksin beyazı beyazmış hadi oradan bea sen ancak böyle beyaz dersin çekiiiil karşımdan bre gafil! diye böğüren bir Sydney'nin, bölümler sonra tutup da kıza "senin yanında en iyi halim oluyorum, senin yanında kendim oluyorum" diyerek aşık olduğunu belirttiğine şahit oluyoruz. Adamın en iyi hali - my best self  dediği - bu bipolar böğüren haliymiş meğersem, ben anlayamamışım.




Tabi bunların yanında Jane'in bile yazmaya giriştiğine hala şaşırdığım şeyler de yok değildi. Dönemin artık değişen ruhuyla birlikte (Frankenstein'ın yazıldığı, kadın haklarının dillendirildiği bir dönemi kastediyoruz) Jane de ilk gençliğinde anlattığı veya 10 yıl önce yazdığı şeylerden farklı şeyler söylemeye başlamış gibi görünüyor. "Mulatta" olarak yazdığı farklı bir ten rengine sahip bir karakter yarattığını görüyoruz, deniz kenarı resortu kapsamında girişimciliğe, yeni ufuklara doğru yelken açan bir hikayeye giriştiğini fark ediyoruz. Bir 10-20 yıl daha yaşasa kim bilir neler yazacaktı, nelerden bahsedecekti dedirtiyor insana. Belki bu 6 kitaptakinden çok daha farklı bir Jane'e doğru evrilecekti kalemi, belki tanıdığımızdan çok daha farklı bir Jane'i de görecektik kitaplar boyunca. Bilemiyoruz. Maalesef. Kaderin var bir bildiği galiba.
Aslında ben bunu taa nisanda, o saçma sapan günlerimdeyken izlemiştim. Kalp çarpıntılarıyla boğuşup, uykusuz gecelerle, gecenin dördünde ambulansı aramalarla geçen o günlerde akıl sağlımı az buçuk da olsa korumamı sağlayan şey olmuştu yine de Sanditon. Tüm saçmalıklarına rağmen, umarım size de iyi gelir.


Ve Jane'e yakışan bir mutlu sona sahip olacak bir ikinci sezonun hikayesini hayal etmemizde hiçbir sakınca yok bence.

15 Ekim 2020 Perşembe

16 Bölümlük "Flower of Evil"


Dedektif Cha Ji Won ile kocası Baek Hae Song'un mutlu, gayet sevimli bir hayatları var. Baek Hae Song metalden takılar, eşyalar falan gibi şeyler yapıyor, metal sanatçısı mı deniyor öyle bir şey. Evlerinin hemen altında kendi atölyesinde hem yapıyor, hem satıyor. Valla bu Güney Kore dizilerindeki meslek çeşitliliğine her defasında şaşırıyorum. Artık şaşırmam herhalde dediğim noktada bile şaşırmaya devam ediyorum. Her defasında da aynı umutsuz düşünce döngüsüne düşüveriyorum onlar yüzünden. Dünyada ne kadar çeşitli işler, zanaatlar, neler neler var insanın yapabileceği ama biz niye hepimiz birden doktor-mühendis-avukat çorbasında boğulmaya çalışıyoruz diyorum. Niye boğuyorlar bizi diyorum? Kim boğuyor diyorum? Offf. Neyse şurada gayet başarılı bir dizi anlatacaktım ben. Bir rahat bıraksam ya kendimi.

İşte bu çiftimizin bir de anaokuluna mı ne giden bir kızları var. Yer aldığı her sahneyi çalan minik bir sevimlilik bombası kendisi. Böyle her şey normalmiş gibi görünen hayatlarında satır aralarında ufak tefek tuhaflıklar görüyoruz tabiki. Tüm tuhaflıklar bir noktada uç veriyor ve hikayeyi ilmek ilmek sökmeye başlıyoruz. Dedektif ablamızın ekibinin araştırdığı bir cinayet, seneler önceki dehşet verici bir seri katil davasına bağlandığında, metalci kocamızın geçmişi ve gerçek yüzü de önümüze serilmeye başlıyor. Suçluların peşinde bir dedektif, yanıbaşındaki, hayatını paylaştığı bir suçluyu ne zaman tanıyacak diye bu ilginç serüvene atlayıveriyoruz.



Orijinal dilindeki ismi "악의 꽃", "evil" ve "flower" kelimelerinden oluşuyor. Çevirince arabesk şarkısı ismi gibi oluyor ama aslında hikayenin mesajını çok da iyi veriyor: Kötülüğün/şeytanın çiçeği. Senaristin daha önceki hiçbir işini izlememişim, zaten bu da ikinci draması görünüyor. Ama var ya eğer hep böyle yazacaksa, her bir işini takip etmek gerek. Hakikaten çok heyecanlı ve ters köşeli bir hikayeydi bu. Boşlukları vardı, mükemmel değildi orası tamam. Eh hadi ama nasıl anlamaz olur mu ama canım öyle şey yemeyin bizi..diye diye ekrana doğru köpürten çok şey oldu. Ama öyle o kadar rahatsız edici değildi, genel anlamda hikayenin gidişatıyla, o heyecanla, macerayla zaten sürükleniyordu insan. Ters köşeler iyi noktadalardı, abartılı ya da zorlama değillerdi. Her bir karakterin, yan roller diyebileceğimiz rollerdekilerin bile hikayenin önemli bir noktasında, önemli bir köşesinde tamamlayacak bir görevi, genel hikaye için önemli bir amacı vardı.


Ama bu dizinin, bu 16 bölümlük hikayenin işlenişi ve çekimi bu oyuncular olmasa, bu kadar etkili olmayabilirdi. Sırlarla dolu geçmişe sahip koca rolünde Lee Joon Gi çok iyi. Ama özellikle - burası spoiler da olabilir benden günah gitti - kişilik değişimlerinde insanı şoka sokacak kadar iyi. Güney Kore dizilerinde şimdiye kadar gördüğüm kadarıyla bir oyuncu iki ayrı karakteri oynarken ya da başka biriymiş gibi davranırken mutlaka saçını ve giyim tarzını değiştiriyorlar ki o farklılığı bize anlatabilmek için. Oysa LJG tamamen aynı kıyafetler içinde, tamamen aynı saç modeli ile hafızasını kaybedip, tamamen farklı bir insan oluveriyor. Görünüşte hiçbir değişiklik yokken, karşımızda bambaşka bir insan vardı. Rol yapmak değil bu bence artık, kendini bile inandırıyor büyük ihtimalle o kişi olduğuna kameralar çalışırken.


Yumuşak kalpli, sevdiği adamı sevgisine ikna eden, sevgisi için emek vermekten çekinmeyen, kendine de ailesine de sonuna kadar sahip çıkan dedektif rolünde Moon Chae Won'u ise izlemelere doyamadım desem yeri. LJG ile ikisini daha önce Criminal Minds'ta izlemiştim, o konudaki düşüncelerim şurada. Moon Chae Won'u ilk orada izlemiştim zaten, ondan sonraki dizisine (Mama Fairy and The Woodcutter (2018)) büyük hevesle başlayıp, ikinci bölüme bile geçememiştim. Oysa burada kadına birşeyler yapmışlar ya da kendisi mi yapmış, yoksa ışıktan mı çekimden mi, görüntü yönetmeninin gözünün güzelliğinden mi nedir çok başka, çok değişik bir güzellikle göründü gözüme. Dizi boyunca hem rolüyle hem her hareketiyle ışıl ışıldı.


Pek çok oyuncuyu da ilk defa izleme şansım oldu bu dizi ile. Gazeteci rolündeki Seo Hyun Woo'ya yazılan karakter ve hikayesi, metalci esas adamımız ile olan beklenmedik hikaye örgüsü kesinlikle dizinin en keyifli yanlarından biriydi. Polis merkezindeki dedektiflerimiz ayrı bir keyifti izlemek için. Ortamı doldurmak için değil, her birine tek tek bir kişilik verilmiş karakterlerdi ve onlara hayat veren oyuncular da rollerini yanmış, küçükmüş falan gibi hiç düşünmeden hakkıyla oynamışlardı. Onlardan biri olan Choi Dae Hoon'u bu sene her izlediğim dizide gördüm sanırım. Şu an hala devam eden Do You Like Brahms'da izliyorum ve önce de Crash Landing On You'da izlemiştim. Her birinde tamamen farklı, ilginç karakterleri oynadı. Kim Soo Oh ise alabildiğine sevimli, bundan sonra bir esas rol alması an meselesi bence.

Ama en en büyük şaşkınlığım, yeni tanışmam, Kim Ji Hoon ile oldu. Adam bu rol için doğmuş gibiydi, dahası normal hayatında da eski haline göre çok daha değişmiş olarak görünüyor olması da ilginç. Bu dizi biterken tamamen tesadüf eseri açtığım Flower Boy Next Door(2013)'da da karşıma çıktı. Arada 7 yıl var ama adam o zaman, şimdi olduğundan 20 yaş daha yaşlı görünüyor.

Son olarak bu hakikaten son zamanlarda izlediğim en keyifli maceralardan biriydi diyerek, kendi başına bile dinlendiklerinde süper olan ama yer aldıkları sahnelerde insanı uçuran iki şarkısıyla bitiriyorum dizinin.



Bu adamın sesi gerçek mi ya?

Yalnız gene bir şeyi öğk getirene kadar yaptığım bir dönemdeyim sanırım. Halihazırda haftalık izlediğim iki Güney Kore dizisini de bitirdikten sonra bu sene daha başka GK dizisi izlemeyeceğim. İçim dışım çekik oldu vallahi. Evde kendi kendime aigoo aigoo diyerek dolaşıyorum.
Neyse, bir dahaki Lee Joon Gi dizisinde buluşmak üzere.

12 Ekim 2020 Pazartesi

Gangsta's Paradise

 Böyle bir film olduğunu, böyle bir filmi izlediğimi bile unutmuşum. Unutmak doğru kelime değil hayır, aklımdan çıkmış. Tamamen çıkmış. Bugün alakasız başka şeyler dinlerken oradan oraya, birden karşıma çıktı. Ve o an yine, yeniden, tıpkı ilk duyduğumdaki gibi bu şarkıyı, vurdu. Bir film müziği, filmin kendisinden daha vurucu, daha çok şey anlatan, hatta filmi yapanların ya da yazanların bize anlatmaya çalıştığı şeyi direkt anlatan şey olabilir mi? Böyle bir şarkıyı dinlerken sizin de tüyleriniz ürpermiyor mu? Boğazınız düğümlenmiyor mu? Düşünsenize buradan baktığımızda belki bize çok da yabancı bir ortamdaki, çok da yabancı insanların daha da yabancı dertlerini anlatıyor. Hiç karşılaşmadığımız, deneyimleyemeyeceğimiz durumlardan bahsediyor. Ama yine de taa içimizde hissediyoruz dinlerken, orada o okulda, o mahallede o dertleri yaşıyoruz. Bir şarkının, müzik denen şeyin olması gereken hali bu değilse nedir ben bilmiyorum.

2 Ekim 2020 Cuma

Babaannem ve Dolunay

Sabah babaannemin vefat ettiği haberini aldım. Bir süredir hastaneye kaldır, eve getir, şekeri yükselmiş şekeri düşmüş, ciğerleri su toplamış falan filan diye uğraşıyordu çocukları zaten. Üzülmedim aslında o kadar, pek bir şey hissetmiyorum daha doğrusu ama sabahtan beri ağlıyorum. Neden ağladığımı da bilmiyorum. Büyük ihtimalle telefonda babamın sesini duyduğum için. Yoksa babaannem pek de sevilen bir insan değildir. Bunu arkasından böyle kötü bir şey söylemek için demiyorum, sadece normal bir şey bu. Kötü bir insan demiyorum, sadece her zaman her fotoğrafta somurtuyor çıkardı diyorum. Benim 30 küsür yıllık hayatım boyunca pek de gülümsediği görmedim, çocuklarının bile pek gördüğünü sanmıyorum. Her zaman biraz duygusuz bir kadın olduğunu düşünmüşümdür. Ya da bilmem, belki onun da aklındaki, istediği şeylerin büyük çoğunluğu olmamıştır, gerçekleşmemiştir, o da onun somurtukluğunu gösteriyordur hayata karşı. Çoğu insanın babaanneleriyle ya da anneanneleriyle büyüme gibi anıları vardır. Çocukluklarında onlar tarafından bakıldıkları için, ne bileyim böyle sevimli anıları vardır. Benim yok. Babaannem hiçbir zaman bana bakmadı. Annem evdeydi zaten, gerek de yoktu. İyice gençlik fotoğraflarına baktığımda aslında güzel yüz hatlarına sahip, gayet boylu poslu bir genç kadın gibi görünüyor bana. Yaşı o zamanlar köydeki standartlara göre baya ilerleyip de hala evlenmekte gözü olmayınca, etraftakiler sen evlenemedin falan demeye başlamışlar. Hiç öyle bir isteği olmamasına rağmen sinir olmuş, inat etmiş, gidip büyükbabamı bulup, evlenmiş. Sanırım hayatındaki her şeye/hayata karşı hep bu böyle inatlaşma, yukarıdan bakma, beğenmeme düsturuyla yaklaştığından, kendinden 180 derece farklı bir adamla, büyük ihtimalle pek de sevmeden/hissetmeden evlenmiş olmuş yani. Büyükbabam hemen hemen herkes tarafından sevilen, eğlenceli, neşeli, konuşkan, alabildiğine dışa dönük bir adamdı. Küçüklüğümden hatırladığım her sahnede bağrıştıklarını, babaannemin büyükbabama söylendiğini ve delici bakışlar attığını hatırlayabiliyorum. Çocuklarına da aynı mantıkla sahip olduğunu düşünüyorum. Evlenemez dediniz, evlendim. Alın işte çocuklarım bile oluyor diyerek. Bu yüzden onlara da pek sevgi gösterdiğini görmedim. Herkesin çift yaratıldığını düşünmüyorum artık o çocukluğun romantizmiyle. Bazı insanların yaradılış itibariyle başka biriyle hayatı paylaşması gerekmiyor bence, uygun değiller yani. Öyle bir istekleri de yok. Bildiğim böyle birkaç insan var, nedense hepsi de evli ve çocuklu. Oysa buna ne uygunlar, ne buna ihtiyaçları var, ne de aslında böyle bir istekleri var. Hepsinin ortak noktası, bunu sadece uyum sağlamış olmak için, başardıklarını gösterebilmek için yapmış olmaları. Babaannem de onlardan biri bence. Belki öyle bir köy yerinde, öyle bir zamana doğmuş olmasa, tek başına pek de başka şeyler başarmış bir insan olabilirmiş diye düşünüyorum. Oysa şimdi, 90 küsür yıl sonra, sadece nesillere yayılan bir mutsuzluk zinciri oluşturmuş oldu. Mental sorunları olan, mutsuz çocuklar yetiştirdi. O çocuklar da, hayatta tökezleyerek yönlerini bulmaya çalışan daha mutsuz çocuklar büyüttü.

Oysa dün gece çok güzel bir dolunay vardı. Asya kıtasının bize uzak ucunda bayram olarak kutlanan, adına şenlikler yapılan bir dolunay. 2018'de tam bu zamanlarda Huawei'den bir ekiple toplantımız/görüşmemiz gibi bir şey vardı. "Mid-Autumn festival" keklerinden getirmişlerdi. İlk defa öyle haberim olmuştu zaten. Geçen sene eylül ayının gelişininden bahsederken (yazım burada) anlatmışım : "Çin ve Vietnam'da kutlanan Zhong Qiu Jie var bir de bu ay. Onların ay takvimine göre hesaplanıyor, mid-autumn festivali oluyor. Bu sene mesela 13 eylül görünüyor. Ay takviminin 8.ayının 15.günü sonbahar hasadının bitişini simgeliyor. Ay festivali bir diğer adı. Dolunay en parlak günündeyken kutlanıyor çünkü. Çin mitolojisindeki ay tanrıçası Chang'e nin onuruna bu festival. " O zaman eylülün ortasına denk gelmiş. Bu sene sonuna denk geldi. Birkaç gün önce başladılar sanırım kutlamalara. Dolunay'a, Ay'a tapınmaya dayanan bir festival bu. Aileler bir araya toplanıyor, kadınlar kadınların bereket tanrıçası Ay'a dua ediyor ve evlilikler kutlanıyor. Babaannemin bunların kutlandığı bir dolunayda bu dünyadan ayrılmış olması da...Umarım gittiğin yerde çok daha mutlu olursun, çok daha rahat edersin babaanne.

Previously on Neverland { 29.06 - 26.07}

 Yaz gelince, üstümde güneş parlamaya başlayınca bana bir her şeyi yapabilirim hissi geliyor her sene. Çoğunlukla. Tabi bu his, gün içinde b...