25 Nisan 2020 Cumartesi

6 Bölümlük Belgravia

1815 yılında Brüksel kentindeyiz. Yirmi küsür senedir Avrupa'da savaş devam ediyor (öyle dünya savaşı tarzında değil de ülkeler birbirleriyle hep bir çatışma halinde yani öyle bir durum). Bir önceki yazıda, hani kitabı anlattığım, Fransa Kralı XIV.Louis'den bahsettim ya, hah işte bizim güneş gibi parlayan luiden sonra gayet otomatik bir sıralamayla XV.Louis ve XVI.Louis Fransa tahtına çıkıyor. XV.'nin yönetimi biraz çalkantılı, kendisi bizim luinin torunu (72 yıl tahtta kalırsan senden sonra ancak torunların hayatta kalmış oluyor haliyle), eh güçsüz de, ortalık karışıyor. Gidip evlendiği kişiden dolayı Polonya tahtına da hak iddia ediyor arada. Eee Polonya bu, dünya savaşlarında bile çok sorun olacak yer (savaşların tarihinde Polonya oradan buradan pop-up gibi çıkıverir çocuklar). Önüne gelen orası benim diyor tee o zamanlar da (önüne gelenler : Avusturya, Rusya felan feşmekan). Bu XV.'den sonra gelen de hepinizin bildiği XVI.Louis, hani Marie-Antoniette'in kocası. Hah işte insan ona biraz acıyor, çünkü aslında tee bizim güneş kral luinin zamanında tomurcuklanan devrim, on altıncının yönetiminde iyice olgunlaşıyor ve en sonunda bu on altıncının başına patlıyor (giyotin olarak). Oldu mu size Fransız Devrimi?! Hah işte devrimden sonra alıyor diğer Avrupa krallıklarını bir korku. Ulan bizimkiler de ayaklanıp, gelir mi saraya diye (Victoria'nın 3.sezonunda sanırsam böyle bir bölüm vardı).
Hal böyle olunca diğer Avrupa krallıkları-devletleri, Fransa hanedanlığından geriye ne kaldıysa onu desteklemeye başlıyor. Fransa'daki cumhuriyet ise vay siz misiniz bizim cumhuriyetimize karışan diye efeleniyor. Bu efelenme olayı insanın gözünde hep minik bir adam boyundan büyük hareketlere girişiyor olarak canlanır ya, hah tam öyle işte. Napolyon Bonapart isminde bir küçük enişte kılıklı general bu devam eden savaşmaların, çatışmaların arasında milleti punduna getirip, darbe yapıyor, artık o imparatoreeee. Ve hambur humbur dünyayı yutmaya başlıyor.
İşte 1815 yılının haziranında Brüksel'in dışında, Waterloo denen bir yerin yakınında en son meşhur Dük Wellington komutasındaki İngiliz, Hollandalı, Hannover'lı falan toplaşmış kuvvetler Napolyon'u ve ordusunu dümdüz ediyor (her iki taraf için de ağır oluyor da işte Fransızlar yenilmiş oluyor). Napolyon durdurulmuş, 23 yıldır süren savaşlar bitirilmiş oluyor.
Dizimiz de tam olarak o savaştan iki gün önce başlıyor (https://www.imdb.com/title/tt9642982). Brüksel'de Britanyalı aristokratların ve üst rütbeli askerlerin olduğu bir baloya konuk oluyoruz önce. Orduya mal tedarik eden alt tabakadan bir tüccar olan James Trenchard'ın kızı Sophia, acayip asil ve köklü Brockenhurst ailesinin varisi Edmund'la birbirlerine çok aşık. Sophia'nın annesi endişeli, bu aile bizim kızı istemez, kalacak bu kız ortada diye. Nitekim tam da o gece Quatre Bras Muharebesi patlak veriyor ve Edmund da tüm askerlerle birlikte savaşa gidiyor. İki gün sonra Waterloo kazanılıyor ama Edmund artık hayatta değil. Sophia, Edmund'ın onu sahte bir evlilikle kandırdığını söylüyor ailesine. Ama çok büyük bir sorunları var, Sophia aynı zamanda hamile. Gizli gizli ayarlamaları yapıyorlar, Sophia, İskoçya'da bir yerde çocuğu doğuruyor, bir rahip ailesine veriliyor çocuk. Ve 28 yıl sonrasına atlıyoruz.
1843 yılına geldiğimizde görüntü tamamen değişmiş. Artık İngiltere tahtında Kraliçe Victoria var, Trenchard ailesi daha da zenginleşmiş, aristokrasi içerisinde kendilerine yer edinmeye başlamış. James Trenchard sadece tüccar değil artık, inşaat işine de girmiş. Londra'da köklü aristokratlar için Belgravia denilen toki gibi bir yer inşa etmiş. Trenchard'ın karısı Anne Trenchard, yıllar önce kaybettiği kızının hala yasını tutarken, kendisi gibi yas tutan bir diğer anne ile karşılaşıyor: Edmund'ın annesi Kontes Brockenhurst. Ve ortak bir torunları olduğunu söylemeye karar veriyor.
İşte böyle başlayan hikayemiz 6 bölüm olarak ITV kanalında 15 Mart-19 Nisan arasında yayınlandı. Birkaç gün önce anlattığım The English Game gibi, bir Julian Fellowes senaryosu. Daha doğrusu Fellowes'un 2016'da yayınlanan aynı isimli romanından uyarlama. Geneline baktığımızda oldukça iyi bir iş olmuş gibi duruyor. Gayet iyi oyuncularla, tıkır tıkır işleyen bir hikaye. Zaten gözleri kapalı bile period-drama çekebilen Britanya tvlerinde çok da olağanüstü bir durum olmadıkça ortaya çıkan işler kalitesiz olmuyor. Ama azıcık durup düşünüp baktığımızda bu tıkır tıkırlık sanki biraz formülize geliyor. Downton Abbey'den önce ve DA'dan sonra diye iki dönem var artık çünkü tv seyircileri için. Karşılaştırıp duruyor insan ister istemez artık izlediği her period-dramayı. Belgravia'da da sanki bildiğimiz tüm formülleri kullandıkları bir çorba oluşturmuşlar gibi geliyor ilk başlarda. Çok doğal bir hikaye izlemiyoruz gibi oluyor. Ne zamanki hikaye hızını alıyor, oradan buradan sağlı sollu kroşeler önümüzde patlamaya başlıyor, hah işte o zaman biz de kaptırıp gidiyoruz. O formüllü yapaylık kayboluyor, oyuncular karakterlere bürünüyor ve vay anasını şimdi ne olacak acaba demeye başlıyoruz.
Yine de arada takıldığım şeyler yok değil. Misal neden Belgravia? Yani asillerin oturduğu, işte Trenchardların inşa ettiği bölge orası ama dizinin, hikayenin odak noktası ya da önemli bir parçası değil. Yani Downton'da o ev, o arazi asıl konuydu, o ailenin var oluş sebebiydi. Burada bu isim pek alakasız hikaye ile. Sırf karizmatik bir isim olsun diziye diye koymuşlar ha, ya da işte Fellowes kitaba öyle koymuş.
Bir de böyle çoğu şeyi, çoğu karakterin neye ne diyeceğini tahmin edebiliyorsunuz. Yani formül formül deyip durmak da istemiyorum ama bir karakterle tanıştığımız anda ne olacağını ufaktan tahmin ediyoruz. Gerçi hakkını yemeyeyim, acayip twistler de oldu yol boyunca. Daha önce hiç rastlamadığım türden karakterlere de rastladım. Yani elimizde yine bir üst kattakiler-alt kattakiler hikayesi var ama burada - dönemin de etkisiyle - daha karmaşık gruplarımız. Bir yanda geleneksel asillerimiz var title'larıyla rank'leriyle, havada burunlarıyla. Bir yanda bu geleneksel yapı içinde yer edinmeye çalışan, yeni yüzyılın, sanayi ve teknoloji devriminin yol aldığı çağın asıl sahipleri olan çalışarak zenginleşmiş kesim var. Onlar da asiller gibi görünüyor, onlar gibi yaşıyorlar ama yine de hep uzak tutuluyorlar. En son da hizmetçi dediğimiz sınıf var. Asillerin ve aristokratların hep etrafında, hayatlarının her anında, her olayın içinde. Ve bu sefer hiç de bildiğimiz gibi değiller, neler dönüyor neler.
Ama tüm hikayede en bir sevdiğim, tüm bu sınıfların arasında, tüm olayların entrikaların içinde, Kontes Brockenhurst ile Anne Trenchard'ın ilişkisiydi. Yani bu bromance'in kadın versiyonuna ne deniyordu hah işte o. Bu iki kadının bir araya geldiği her sahne pırlanta gibiydi. İzlemesi en keyifli dakikaları onlar oluşturuyordu bence.
Demem o ki, bu ara canınız Downton ya da Bronte kardeşler, Austen hikayeleri falan çekiyorsa (ki ne zaman çekmiyor değil mi:D ), Belgravia bir parmak bal çalabilir ağzınıza.

22 Nisan 2020 Çarşamba

Vonda McIntyre'dan "Ay ve Güneş"

Muhteşem Versailles Sarayı'nın ahalisi hep beraber okyanustaki görevinden dönecek olan gemiyi bekliyor. Genç bir rahip olan Yves, aynı zamanda bir doğa filozofu olarak krala inanılmaz bir deniz canavarı getiriyor. Kral XIV.Louis, 50li yaşlarında ama kendisi de Fransa'sı da altın çağını yaşıyor. Sarayda ilişkiler karmaşık, herkes kralın gücünden yararlanmak istiyor. Güç oyunları, entrikalar birbirine girmiş durumda. Tüm bunların ortasında Rahip Yves'in kız kardeşi Marie-Josephe, henüz çok genç, çok masum. Martinique'deki manastırdan sonra kendini birden Versailles'ın tüm bu karmaşasının içinde buluyor. Dahası, hayatı abisinin krala getirdiği deniz canavarıyla birlikte geri dönülemez bir biçimde değişiyor.
Vonda McIntyre Amerikalı bir bilimkurgu yazarı. 1948 doğumlu yazar, geçen sene ayrılmış dünyamızdan. Bu kitap (Goodreads'te Ay ve Güneş) ile ilk defa adını gördüm ben ama 70lerden beri bilimkurgu dünyasında oldukça tanınmış ve başarılı bir yazarmış. Nebulalar Hugolar havada uçuşuyor resmen biyografisine baktığımızda. Bu kitabı ile de 1997'de Nebula kazanmış zaten. Beni daha çok kapağındaki "alternatif tarih" ibaresi çekti kitaba. Güneş kral XIV.Louis dönemi, genel anlamda Fransa tarihi, biraz cahil kaldığım bir alan olduğu için o döneme, o tarihe dalmak için fantastik bir tarih yazımından daha iyi bir şey olamaz diye düşündüm. Kim bu lui diyorsanız, ki ben de diyordum, Versailles'ı yaptıran kral kendisi. Yani aslında babası XIII.Louis'nin av köşküymüş orada duran. Versailles diye bir orman köyünde, avlanmaya gittiklerinde kalmak için yani. Ama bizim lui takmış, ki bunun da hikayesi 2015-2018 arasında 3 sezon süren Versailles dizisinde anlatılıyor, burası benim kalem benim sarayım gücümün göstergesi olacak diye saraya çevirmeye (Versailles Sarayı'nı gezişimi şurada anlatmıştım). Sadece şimdinin bu ünlü sarayını yaptıran kral değil o, aynı zamanda 72 yıl Fransa tahtında kalarak antibiyotiklerin veya penisilinin olmadığı bir çağda manyak da bir iş başarmış bir insan evladı. Gerçi 5 yaşında tahta çıktığı için biraz avantajlı olmuş oluyor ama sonuçta çocukluğu bile sağlıkla atlatmanın zor olduğu bir çağ yani öyle düşünün. Hatta şöyle karşılaştırabiliriz: Lui tahta oturduğunda Osmanlı'da Sultan İbrahim padişah, hani şu Kösem'in azcık kafası değişik oğlu. Ardından IV.Mehmet, II.Süleyman, II.Ahmed, II.Mustafa ve III.Ahmed padişahlık yapıyor. Lui hala tahtta. En son işte buralarda Lale Devri'nin başlamasına 3 sene kala gidiyor. Off aklıma geldi, şahane de bir filmi var ya, 1998 yapımı The Man In The Iron Mask. Leo'nun bu krala hayat verdiği film en bir favorilerim arasındadır ha. Hatta bu Üç Silahşörler hikayesi falan hep onun döneminde, gerçi sanırım babasının döneminde başlıyor. Neyse ne diyordum? Kitap. Tamam.
Hikayemiz kesinlikle orijinal. Evet, ona bir şey diyemem. Yani bildiğimiz tarihin içine deniz kadını-adamı gibi fantastik öğeler sayılan şeyler atmak ne kadar orijinal de diyebilirsiniz ama hakkını yemeyelim, değişik. Ancak zaten yazarın - diğer pek çok fantasik/bilimkurgu yazarının da yaptığı gibi yapmaya çalıştığı şey aaa bak bak bak deniz insanları nasıl da oluyormuş gibi bir şey anlatmak değil, fantastik bir öğe üzerinden insan doğasına, insan beyninin kendisine ve çevresine yapabileceklerine dair bir hikaye anlatmak. 40-50 yıldır tahtta oturan ve artık gençliğinin o kuvveti, sağlığı kendinden uzaklaşan kralın gençliğini geri getirme bencilliği, ölümsüzlük açlığı üzerine bir arayışın etrafındakilere neler yaptığına dair bir hikaye de anlatıyor. Ve tabi, Versailles'ın 17.yy.ına baya gerçekçi bir bakış da sunuyor.
Vonda McIntyre
Hikaye ilk başta benim için içine dalması zor bir haldeydi aslında. Bir kere başlayıp, bıraktım. Araya başka kitaplar girdikten sonra yine aldım elime, bu ikinci seferimde okumaya devam edebildim. Hem yazarın anlatımından hem de karakterlerin isimleriyle rütbeleriyle, kova ile kafamıza dökülüyor olmasından. İlk başta bir karakter listesi veriyor zaten Vonda McIntyre, o da farkındaymış demek ki ne kadar zor olduğunun. Kim kimdir, necidir, niye bunu söylüyor, o nereye gidiyor falan diye bir 50-60 sayfa bakınıp durdum. Açıp, tarihi okumak ve notlar almak zorunda kaldım. Kimseyi tanımıyorum, dönemi bilmiyorum, benim aklımda XIV.Louis hep lepiska saçlı LeoDiCaprio. Luinin kardeşi kimdir, onun çocukları, bunun çocukları, luinin binbir tane sevgilisi falan hiçbir fikrim yoktu. Ama tüm bunları oturtunca kafamda, hikaye hızını aldı, dört nala gitmeye başladı.
Hikaye çok güzel okunuyordu evet, yine de bir soğukluk vardı bence. Tıpkı bu kitabı beğendiğini ifade etmiş olan Ursula K. LeGuin'in de yazdıklarını okuduğumda hissettiğim gibi, bir soğukluk. Bir mutsuzluk. Kötü olaylar olmasını falan kast etmiyorum ya da depresyonda karakterleri de kast etmiyorum. Bazı hikayeler mutsuz geliyor bana. İnsanı sarıp sarmalayamıyorlar yani. Bu da öyle bir kitaptı. Hikayesini sevdim ama bir şeyler eksik geldi hep. Karakterleri konuşurken çoğu zaman ayırt edemedim. Her birine ayrı bir soluk vermemiş gibi, birbirine girdi benim için hep. Yine de ben hikayeye konsantre olmaya çalıştım, karakterlere kendi hayallerimi verdim, öyle devam ettim. Girişi zor olan hikaye dediğim gibi ortalarda çok keyifliydi benim için, sona doğru ise yine bir içimi baydı, bitirişini ise ne yani hakikaten mi diyerek yaptım.
Kitabın bu arada yapımına 2014'te başlanmış bir de filmi varmış. İsmini "The King's Daughter" koymuşlar, kitapta hikayenin odak noktası bundan çoook uzakken hem de. IMDb'ye göre gösterim tarihi 2020 ama 2014-2015 civarında çekilip bitirilmiş film, yapımcının web sitesinde fragmanları bile var. Okuduklarımdan anladığım kadarıyla film 5-6 yıl önce bir hevesle çekilmiş, sonra az bir yerde gösterilecek derken gelin biz buna daha fazla efekttir şudur budur koyalım işi büyütelim, gösterimi de geniş olsun demişler. Odur budur derken sanıyorum film bir yerde gösterilmemiş henüz. Dağıtıcısı mı olmamış, kimselerle anlaşılamamış mı ne, öyle bir şeyler. Görüntülerinden gördüklerime göre ise film bir tuhaf olmuş. Pierce Brosnan'ı XIV.Louis olarak görüyoruz, o anlaşılabiliyor ama Kaya Scodelario'nun kitabın anlattığı masum ve cahil Marie-Josephe ile hiç ilgisi yok. Hele ki o kostümler ne öyle? 17.yy. ile alakası yok, yine bir kafamıza göre modernize edelim böyle bütçesi düşük olur demişler gibi. Ama en bir gözlerime inanamadığım durum ise Lucien de Barenton karakteri. Kitap boyunca da, en azından son 100 sayfaya kadar bu karakter ile ilgili durumu bir türlü algılayamamıştım ben zaten. Filmde de benim gibi bakmışlar duruma. Ben gerçeği kavradıktan sonra bile kafamda yine de onu öyle hayal etmek istemedim mesela, filmi yapanlar da tıpkı benim gibi hayal etmişler karakteri. Gönlümüzden böyle geçiyor o zaman böyle olsun amaaan diyerekten de, eh o zaman hikayenin çok büyük bir yapıtaşına sıva dökmüş olmuyor musunuz dostlarım?



Zaten ben kendimi de Elizabeth Olsen olarak hayal ediyorum. Her şey mümkün.

Bu arada bende kitabın İthaki Yayınları'ndan çıkan Aslı Genç çevirisiyle 2015 tarihli ilk basımı var. 544 sayfa. Yurtdışındaki basımına göre İthaki'nin kapağı, tasarımı muhteşem. Öyle çok fazla yazım hatasına da rastlamadım, tek tük. Taa yazın sipariş etmişim Kitap Yurdu'ndan. Ben aldığımda 23,50 tl imiş. Şimdi 47 tl görünüyor, ayrıca tükenmiş Kitap Yurdu'nda. Kitabın arka kapağında İthaki'nin bastığı fiyat 34 görünüyor, onun üstüne bir etiket yapıştırılmış 39 olarak, onun da üstüne en son 47 etiketi yapıştırılmış. Demek ki kitabı 5 liraya falan mal ediyorlar diye düşünüyor insan bu durumda. Idefix'te de stokta yok diyor. Ama HepsiBurada'da falan var.

21 Nisan 2020 Salı

6 Bölümlük The English Game

1879 yılında İngiltere'deyiz (O zaman ne zaman oluyor ki diye bir düşünürsek şöyle karşılaştırabiliriz: II.Abdülhamid tahta çıkalı 3 yıl olmuş, Meşrutiyet ilan edilmiş, 93 harbi olmuş, Kıbrıs İngilizlere kiralanmış. Edison ampulü ha tanıttı ha tanıtacak. Einstein yeni doğmuş. Kraliçe Victoria tahtta 52.yılını geçiriyor. Ünlü Benjamin Disraeli başbakan. Oxford'a ilk kez kadın öğrenciler girmiş. Almanya'da Bismarck şansölye. 1873'te başlayan ekonomik bunalım dünya genelinde devam ediyor-ama bitecek. Öyle bir zamandayız.). Futbol henüz bizim bildiğimiz futbol değil. Ülkenin köklü ve prestijli okullarında, zengin ve asilzade "centilmen" beyler kendi aralarında oynuyor. Orada burada fabrika işçileri de oynuyor gerçi ama oyun, hala zenginlerin. Kupayı her sene aynı takım kazanıyor, kupayı veren federasyonun başkanı ve üyeleri de o takımda zaten. Böyle bir ortam.
İşte bu ortamda pamuk işçilerinden oluşan Darwen kasabasındaki futbol takımı kuzeyden, İskoçya'dan iki oyuncu transfer ediyor. Transferin, hele ki futboldan para kazanmanın sözlüklerde bile olmadığı bir dönemde Fergus Suter ve Jimmy Love Darwen takımına geliyor. Hedef büyük, o kadar yıldan sonra kupayı ilk defa bir işçi takımının kazanması. Bir yanda pamuk fiyatlarının düşmesiyle birlikte fabrikaların işçi çıkarmaya, ücretleri düşürmeye gittiği ve yoksulların daha da yoksullaştığı; diğer yanda zengin centilmenlerin yoksulların isyanlarıyla ve değişmekte olan dünyaya ayak uydurmaya çalışmalarının arasında bocalamadıkları bir ortamda futbol herkesin ortak noktası oluyor.

"The English Game" 20 Mart'ta 6 bölüm olarak yayınlanmış Netflix'te. İlk sezon olarak görünüyor şimdilik IMDb'de ama devamı gelecek mi henüz bir malümatım(bu kelime böyle mi yazılıyor acaba) yok. Instagram'da Charlotte Hope'u takip ediyorum, onun sayesinde haberim olmuştu diziden. Hem "period drama"ydı, hem futbol vardı, hem Charlotte Hope oynuyordu (The Spanish Princess'de izlediğim için takip edilesi gelmişti, bu arada size anlattım mıydı ben o diziyi?). Ama asıl itici güç, Julian Fellowes'un işin içinde olduğunu öğrenmem oldu. Kendini pek kıymetlim Downton Abbey'nin yaratıcısı, senaristi. O yüzden bu dizi de yayınlansın da göreyim diye umutla bekledim. Downton'dan sonra susuzluğumu belki bir nebze olsun giderebilirdi.
Dizi bu yüzden hikaye anlamında gayet iyi. Tam olarak tarihte olduğu şekliyle anlatmıyor tabiki olanları ama pek çok şeyi değiştirerek gayet anlamlı bir hikaye çıkarıyor. İyi yazılmış karakterleri var. Bu karakterleri çok da iyi oynayan oyuncuları var. İzlemesi son derece keyifli futbol sahneleri var. Her ne kadar insana az gibi gelse de bu sahneler, başarılı. Bir "British-period-drama"sı izliyor olduğumuzu aklımızdan çıkarmamamız gerek, aksiyondan çok durumlar, diyaloglar önemli. Ayrıca müzik kullanımı da bir o kadar iyi. Pek çok yerde o müziklerle gaza geliyor insan, bazen de tüyleri diken diken ediyor, gözlere yaş biriktiriyor.
Hikayemiz de sadece futbol değil tabi. Ya da futbol sadece bahane diyebiliriz. İngiliz gelenekselciliğinin ya da oradan yola çıkarak dünyanın eski halinden nasıl yeni bir çağa doğru ilerliyor olduğunun hikayesi daha çok. Elit kesimin kendi arasında tuttuğu bir eğlencenin yoksulların, emekçilerin umudu haline gelmesinin hikayesi. Hatta futbolun 20.yy.da (ama kesinlikle 21.yy.daki değil, şu an olan şey çok daha saçma bir şey) dünyanın en ücra köşesinde bile nasıl bir anlam ifade ettiğini, buraya nasıl geldiğini görebileceğimiz kıvılcımların hikayesi gibi.
Öte yandan hikayesi, görüntüleri, oyuncuları ne kadar iyiyse anlatımı da bir o kadar tekliyor dizinin. Yani keşke Downton'ı falan çeken, editleyen ekip toptan buraya da gelseymiş. Her bir sahnenin başladığı yeri ayırt edebiliyorsunuz, böyle her bir parça ayrı ayrı duruyor gözümüzün önünde. Bir şeyler akmıyor, birleşmiyor. Hani hikayeye kaptırıp, karakterlerle de işli dışlı olup çok takılmıyorsunuz ama diziyi izleyip bitirdiğinizde "oha muhteşem bir şey izledim ben" demenizi sağlayacak o duygudan yoksun kalıyorsunuz. Ve tabi Downton susuzluğuna da ancak bir damla gibi geliyor.
Bence izlemesi keyifli, merak ettirici, emekle çekilmiş (ama editlenememiş) pırıl pırıl bir dizi var karşımızda. Çok da öyle incelemeyin, aşırı parlamalar beklemeyin. Oturun izleyin, mis gibi.


Neyse ben gideyim de Belgravia'nın son bölümü düşmüş onu izleyeyim. Daha size onu anlatacağım.

20 Nisan 2020 Pazartesi

Denis Villeneuve'ün Dune'u deli geliyor

Aylardır takipteyim, Dune filminin haberi geldiğinden beri. Ay mı oldu yıl mı oldu kaybettim hesabını da. En sonunda geçenlerde ilk fotoğraflar geldi. Ve yanıyor. Yerimde duramadım.
İlk fotoğrafta tabiki Paul Atreides'imizi görüyoruz. Henüz Arrakis'e gitmemiş.


Bu fotoğraflarda ise önce Paul ile annesi Jessica, sonra Chani, ardından Atreides hanesine toplu bir bakış var. Ardından Dük Leto'yu ve arkasındaki Gurney Halleck'i görüyoruz. Beşinci fotoğrafta bir fremen kadını var ama spesifik biri miydi emin olamadım. En şahanesi en son, Duncan Idaho. Duncan'ı hiçbir türlü Jason Momoa'nın vücudunda hayat bulmuş olarak hayal edemiyorum ama yine de bu içimden çığlıklar atmama engel değil.





Film için şimdilik 18 Aralık tarihi belirlenmiş durumda ama dünya ne zaman doğrulur yerinden de sinemaya geri dönebiliriz bilmiyorum. (https://www.imdb.com/title/tt1160419)

palpitazione

Saçma sapan bir hafta daha geçirdim. Halbuki evde çok rahatım, evde olabildiğim için çok mutluyum. Ama değilmiş. En azından ailem ve tanıdıklarım ve doktorlar öyle karar verdi.
Bu pazar değil de ondan önceki pazar, gözüme damla damlatırken başım döndü. Artık yıllardır yapıyorum bu damlatma işini kendi başıma, hafiften başı da dönebiliyor insanın, dünyası da. Ama o gün her şey gözümün önünde yan yattı resmen. Kendimi yerde buldum. Zaten öncesindeki bir haftadan beri kalbim çarpıyordu. Anladınız işte ya, normalde iç organlarınızın çalıştığını duymamanız, fark etmemeniz gerekiyor ya, hah işte kalbim son bir haftadır manyakça buradayım ben buradayım diye hoplayıp duruyordu. Bazen olur, çaya abanırım tüm gün, dizi izlerim canım kahve çeker (dizide içiyorlardır), abartırım. Sonra yatağa yatınca kalbim bir süre sallar tümden, ama takılmam, uyurum gider. Bazen olur yani.
O bir hafta boyunca geçmedi bu sefer çarpıntı. Çay bile sürmedim ağzıma. En sonunda o pazar başım da dönünce tansiyonumu ölçtüm. Hayatımda ilk defa yüksek çıktı. Normalde düşüktür, genelde daha da düşünce başım döner. Bu kez yükselmiş görünce nassı yani noluyor lan bana diye bakakaldım. Yine de kafama takmadan devam ettim. Ama gece olan oldu. Uyutmadı. Yatakta haldır huldur kalbimle birlikte sallanıp durdum. Yerinden fırlayacak gibiydi. Tüm göğsüm, sol tarafım, kolum, sırtım her yanım ağrıyordu. Gecenin dördünden en son, dedim herhalde kriz geçiriyorum. Ambulans çağırdım. Tansiyonumu ölçtüler, nabzıma baktılar falan ama normal dediler ambulansta. Hastaneye acile götürdüler. Orada da ölçtüler, ekg diye bir şey çektiler, kan alıp test ettiler. En son çarpıntın yok dedi doktor acildeki. O, onu derken bile sallanıyordum halbuki. İyi peki deyip, tek başıma hastaneden çıktım. Sabah altı. Sokağa çıkma yasağı biteli 6 saat olmuş, ortalık yeni aydınlanıyor. Üstümde eşofmanım, başka bir şey almamışım. Telefonum evde kalmış. Bir anahtarımla cüzdanım. Taksi çağırıp, eve gittim. O sabahki taksici amca da yazık pek konuşkandı, yani insan gibi sohbet etmeye çalışıyordu ama ben öyle bir gece geçirdikten sonra ağzımı açamadığım için kendimi çok kötü hissettim. Kusura bakma amca, inşallah o gün çok kazanmışsındır.
Eve girdim ama artık kaç saattir uykusuzum bilmiyordum. Açtım, midem bulanıyordu, ayakta duramıyordum ama hastaneden geldiğim için tüm her yerim mikrop kaplanmış gibi hissediyordum. O halde kendimi banyoda çitiledim resmen. Bak tamam kalbinde bir şey yokmuş işte, yat uyu diye kendime söylene söylene uyumaya çalıştım ama nafile. Öğlene doğru artık zombi gibiydim. Önceki gün kalktığımdan beri gram uyumamış halde, hala kalbim göğsümü parçalayıp çıkacakmış gibi atarak, midem saatlerdir hiçbir şey yemediği için tamamen bulanma ve başka bir şeyi kabul etmeme halindeyken artık dedim tamam, buraya kadarmış, dibe vurdum.
O dakikadan şu an bu yazıyı yazdığım ana kadar bir dolu uğraştım. Önce eski komşumuz geldi doktora götürdü, sonra annemler çıktı geldi izinle, yine doktorlara, kan testlerimde eksik vitamin bile çıkmadı. Tek tük öksürmeme rağmen boğazımda hiçbir şey yokmuş, tiroidim yokmuş, kanım tamammış falan filan. Ama hala çarpıntıyla dolaşıyorum. Sol tarafım tutulmuş gibi ağrıyor. Kulaklarım uğulduyor. Hakikaten kafayı yemiş olamam değil mi? Ben neler yaşadım da hiçbir seferinde böyle kafamın bozukluğu bedenimi etkilememişti. Çok zayıf olabilirdim bünye olarak, ufak tefek olabilirdim, üflesen yıkılacak gibi olabilirdim ama yine de kafam kuvvetliydi, bedenime söz geçirebiliyordum. Bir Bene Gesserit kadar olmasa da idare ediyordum işte. Artık yapamıyor muyum? Bu çarpıntı bu mu demek oluyor? Kafam da bozuk değil ki. Ne güzel evdeyim, işe gitmiyorum. İstediğim gibi bir o kanepeye bir bu halıya atıyorum kendimi. Yüzümde bir aydır tek bir sivilce bile çıkmadı. Psikolojimde bir sorun yok yani. Ben bunu anlamıyorum. Aha bakın hala atıyor. Şu an kafamda sıcak çikolata mı içsem yoksa muzlu süt mü içsem sorularından başka hiçbir şey yok. Ama bu atıyor manyak gibi.
Böyle işte. 30lu yaşlar zormuş çocuklar.

19 Nisan 2020 Pazar

Zero Assoluto'dan Per Dimenticare

Bazı günler takılıyorum plak gibi. Bu şarkıda. Evin içinde per dimenticaaaarreee diyerek kayıyorum, di te di te di te diye zıplaya zıplaya dolaşıyorum. Yıllar geçiyor, yaşları eskitiyorum ve her yeni günle birlikte biraz daha azalarak yok olduğunu fark edebiliyorum.
Ama işte bazı günler, öyle sebepsiz yere, şarkılar takılıyor. Aşama aşama, aşacağım biliyorum ama şimdilik öfke aşamasındayım, zamanla bu da yok olacak. Bu öfke yok olana kadar sanırım hayatımın girmiş olduğu yoldan, başıma gelen her şeyden onu sorumlu tutmaya devam edeceğim. Hepsi senin suçun işte, bu yarım yamalak ergen kalmış büyüyememiş akıl yaşım, olasılıklar, olasılıklar...Hepsi. Diyerek öfke kusmaya devam edeceğim sanırım. O yüzden de bazı sabahlar bazı rüyalardan uyanıp, tüm gün "io sarei pronto a cambiare vita" diyerek, "se avessi più coraggio quello che io ti direi" diyerek dolaşıyorum.


Neyse, şarkı pek güzeldir bu arada. Dinleyin mutlaka.

11 Nisan 2020 Cumartesi

Xena ile Mitoloji Saati 3 : Hercules:TLJ 112 - The Gauntlet


Ve en sevdiğim Xena hikayelerinden biri ile birlikteyiz: The Gauntlet. Hercules:TLJ'nin 1.sezonunun 12.bölümü, 1 Mayıs 1995'te yayınlanan The Gauntlet hikayesi. Bir Hercules bölümü ama bence tam bir Xena bölümü, yani Xena'nın ilk sezonunun ilk bölümü de olabilirmiş pekala, öyle bir bölüm bu. Bölüme verilen isim, tam olarak anlatıyor durumu aslında, "undergo the military punishment of receiving blows while running between two rows of men with sticks." diye çevirmiş google. Tam olarak da bu şekilde, tv tarihindeki en ikonik sahnelerden birini izliyoruz hikayenin bir noktasında. Xena, o kocaman görkemli savaşçı prenses, kendi adamlarının oluşturduğu bir ceza yolunu yürümeye başlıyor. Ama oraya gelmeden bahsedeceğimiz başka şeyler var.


Hikayemiz Xena ve acımasız ordusu (ordu dediğimiz taş çatlasın 50-60 tane çirkin adam, antik zamanların çapına göre düşünün yani) başka bir köyü daha yağmalamışken başlıyor. Xena yine sert, yine acımasız, diğer bölümde tanıştığımız büyük savaşçı. Ama bu sefer ufak tefek merhamet kırıntıları görüyoruz gözlerinde. O bunu daha çok bir onurlu savaşçı kuralı olarak görüyor. Köyleri yağmalıyorlar, yakıp yıkıyorlar ama Xena bunu daha çok ele geçirmek olarak görüyor, "savaş" olarak görüyor. Bu yüzden kadınlara ve çocuklara dokunmadığını öğreniyoruz. Önceki bölümde bunu görme şansımız olmamıştı, o bölümde erkeklerle karşılaşmıştı hep.
Öte yandan bu hikayede ikinci adamı Darphus, tam bir vahşi. Xena'ya dikleniyor, önüne gelen her köyü yakıp yıkma, çocukları bile yok etme güdüsüyle esiyor gürlüyor. Önlerinde bir harita var. Batıya doğru incelerek uzanan bir burna sahip bir yarımada gibi görünüyor kabaca, buradaki köyleri yağmalayarak kuzeye doğru gideceklerini öğreniyoruz. Açıkçası bu harita ile antik yunan şehirleri haritası arasında bir benzerlik bulamadım.
Neyse, Darphus bir fırsatını bulup, adamlarla birlikte batıdaki bir köye saldırıyor. Dümdüz ediyorlar, tek bir çocuk bile sağ kalmıyor. Sonradan gelen Xena, Darphus tam bir bebeği öldürtecekken engel oluyor. Tabi lan sen kimsin de benim lafımı dinlemiyorsun diye Darphus'a çıkışıyor. Bunun üzerine ikisi arasında kavga çıkıyor ama Darphus, adamları da arkasına alıp, Xena'yı "gauntlet"e sokuyor. Askerler arasında bir cezalandırma şekli bu, iki yana dizilmiş eli sopalı adamların arasından yürümen gerekiyor. Bundan sağ çıkan daha önce olmamışken, Xena üstündeki tüm zırhlardan arındırıldıktan sonra, yürümeye başlıyor. Ve işte o bahsettiğim sahne başlıyor, arkadan o muhteşem müzikle birlikte (Joseph LoDuca'nın bölüm için bestelediği şarkı). Tüylerimiz diken diken, Xena ile birlikte yürüyoruz. Kasılarak başladığı gauntlet'in ortalarında dayak yemeye ve dayak atmaya başlıyor Xena. En son bitiş çizgisine gelmişken düşüyor yere ama yine de kalkıyor ayağa, çünkü o Xena. Ve gauntlet'ten sağ çıkan ilk savaşçı olarak sürgüne gönderiliyor.


Hikayenin diğer yanında ise Hercules'in kuzeni ile tanışıyoruz, Iloran (aynı oyuncu daha sonra pek çok Hercules bölümünde daha yer almıştı, Iolaus'un gençliğini bile oynadı. Ama siz belki Hobbit'in Fili'si olarak göz ucuyla tanıyabilirsiniz). Iloran'ın annesinin yaşadığı Parthus isimli köye saldıracakları için Xena'nın adamları, Hercules ile yola koyuluyorlar. Bu sırada gereksiz Iolaus ortada yok bu bölüm boyunca, nerede bilmiyoruz.
Ayrıca eski dostumuz Salmoneus ile beraberiz bu bölümde. Hercules'in önceki bölümlerinde çokça yer alan Salmoneus daha sonra Xena'da da fazlasıyla görünecek. Cin fikirli, komik bir amcadır kendisi, nitekim Xena'yı eğlendirdiği için yaşamasına izin veriliyor. Xena'nın bu "dönüşüm" hikayesinin de önemli bir parçası oluyor Salmoneus, ondaki iyilik pırıltılarını görüp, herkesi ikna etmeye çalışıyor. Küçükken çok sinir olurdum bu karaktere, öff yine çıktı bu derdim. Artık hiç de öyle görünmüyor gözüme, hikayelere hizmetini anlayabiliyorum. Demek ki insan hakikaten de büyüyebiliyormuş.


Sonunda köyün savunmasında Xena, Hercules ve diğerlerine katılıyor. En son pislik adam Darphus'u da öldürüp, kurtardığı bebeği babasına teslim ederek bir anlamda dark side'dan bu yana geçişini tamamlamış gibi oluyor. Hercules de soruyor bizim gibi "what now?". Ordundan kovuldun, ordun dağıldı, kötü adamı öldürdün, iyilerin yanında durdun, ee peki? Birlikte bakalım mı diyor Xena, Hercules'e. Hımm ne gelecek acaba diyoruz. Ama o noktada Ares hazır. Darphus'u zombi gibi dirilterek, pek kötü bir efektle, win93 ile yapmışız gibi duran bir canavarla birlikte Hercules'in peşine takıyor. Oha resmen tüm bölümü sahne sahne anlattım ya. Ne yaptım ben ya? Hay allahım. Neyse, bu bölümü çok sevmeme verin artık.
Peki bu bölümde mitoloji dersimiz için nelerle karşılaşmış olduk böylece? Öncelikle olaylar "The Warrior Princess" bölümünde geçen yerin baya bir kuzeyinde geçiyor. Çünkü Hercules'den yardım istemeye gelen kuzeni Iloran'ın annesinin Parthus köyünde yaşadığını öğreniyoruz. Xena'nın ordusu da en son o köye saldırıyor. Parthus, antik yunanda gerçekten de yer alan bir yerleşim. Kuzeyde, günümüzde Arnavutluk'un içinde kalıyor. O zamanlar ise Iliyra bölgesi olarak geçen bir yerde. Iliyralı insanların yaşadığı bir yer yani. Bölümde bu bölgeden Parthian Province olarak söz ediliyor ama bu kullanım yanlış. Çünkü "Parthian" olarak daha sonra tarihte yer alacak bölge günümüz İran'ında. Hakikaten de Parthava-Parsia-Persia olarak izini sürebileceğimiz (Britannica'ya göre) şekilde, sonraları Pers İmparatorluğu olacak yer yani. Oysa burada Parthini olarak bahsedilmesi daha doğru bu haritamızdaki yerin.
The Warrior Princess'te aşağıdaki işaretlediğim yerdeydik, bu bölümde yukarıdakinde.
(haritayı Ancient-Greece.Org'dan aldım)

Bölgeden sonra elimizde Iloran, Salmoneus, Spiros (bebeğin kurtarıldığı köyden bir adam-bebeğin babası), Darphus gibi isimler var. Salmoneus mitolojide oldukça önemli bir isim sayılabilir. Soyundan gelenler birçok hikayede karşımıza çıkıyor çünkü. Kendisi ise Thessalia kralı Aeolus'un 7 oğlundan biri. Thessalia dediğim yer bu yukarıdaki haritadaki iki işaretimin tam ortasına denk gelen yerin doğusu oluyor. Hah işte bu mitolojideki Salmoneus, yanına insanları katıp, aşağıya, haritada aşağıya koyduğum işaretin de olduğu yarımadanın güneydoğusunu oluşturan yere iniyor. Buraya Pelopennose deniyor, şimdilerin Mora'sı hani. Burada bir nevi kolonistler gibi yerleşiyorlar, Salmoneus da kral oluyor Salmone ismini verdiği şehre. Ama pek sinir bozucu, egoist bir kral. Aile ağacında bir dolu manyaklık var, oralara girmiyorum. Sadece şeyi diyeyim, Salmoneus'un kardeşi Sisyphus, mitolojide ders dolu hikayesiyle yer alır ve yanlış hatırlamıyorsam Xena bölümlerinde bir yerde bu isme rastlayacağız. Kral Salmoneus bir noktada artık milletten ay ben çok aşırı mükemmelim bana Zeus olarak tapınan falan filan diye isteklerde bulunup, iyice coşunca Zeus da sen misin bana şirk koşan bre kafir diyerek gazabına maruz bırakıyor. Tabi sonrası Tartarus'da (yer altı dünyası gibi bir şey diyelim şimdilik, buna da sonra pek rastlayacağız konuşuruz) sonsuz işkence.
Bölümün sonunda adını duyduğumuz tanrı ise Ares. Vuhuu. Ares. Savaş tanrısı. Tanrıların kralı ve kraliçesi, Zeus ile Hera'nın oğlu. Daha sonra özellikle Xena'nın sezonlar süren hikayesinde olaylara yön veren, ortalığı karıştıran, saç baş yoldurtan ama yine de Kevin Smith'in (allah rahmet eylesin diyelim) öyle mükemmel canlandırmasından ötürü bir türlü çek git diyemediğimiz Ares. Mitolojide koca bir kitabı doldurabilecek hikayeleriyle oku oku bitmeyen Ares, savaşın, kana susamışlığın, kavganın, cesaretin tanrısı. Yunan sanatında genellikle sakallı yetişkin bir adam ya da sakalsız genç bir adam olarak betimleniyor. Ama her zaman hep bir böyle savaşa hazır halde görünen miğferi olur. Ona özgü hayvanı ise yılan, bilmem bu size bir şey çağrıştırdı mı?
Neyse bu ders kendime engel olmazsam bitmeyecek. O yüzden bunu burada kesiyoruz. Önümüzde daha bir dolu ders var çünkü.

Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }

 En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...