5 Mart 2020 Perşembe

İki Film, İki Farklı Ruh Hali : To All the Boys I've Loved Before & To All the Boys: P.S. I Still Love You

16 yaşındaki Lara Jean, öyle kendi halinde okuluna gidip gelir, her içine kapanık genç kız gibi hayaller dünyasında yaşarken bir gün küçük kız kardeşi bir delilik yapar. Lara Jean'in küçüklüğünden beri dönem dönem hoşlandığı çocuklara onlardan hoşlandığını itiraf ettiği ama hiç göndermediği mektupları, bu cin fikirli kız kardeş alır, bir güzel sahiplerine postalar. Mektupları okuyanlar tek tek Lara Jean'e cevaplarını dönmeye başlayınca da olaylar birbirine girer. Lara Jean'in hayaller içindeki dünyası birden allak bullak olmaya başlar.
Amerikalı yazar Jenny Han'ın 2014'te yayınlanan kitabından uyarlanan hikayemiz böyle başlıyor. Çok şahane ve de etkili bir fikirden doğuyor bu hikaye: Şimdiye kadar aşık olduğunuz tüm insanlar onlar hakkında ne düşündüğünü öğrenseydi bir gün, ne olurdu acaba? Bu aslında o kadar çok hayalini kurduğumuz bir şey ki. Bu satırları okuyan sizlerin de eminim bir iki saniye durup, ahh diye bir kafasından geçirdiğinden eminim. Düşünsenize karşınızdaki insanlara içinizden geleni, o anda onlar için ne hissettiğinizi söyleyebilme şansınız olsa. Hiç de öyle aa canım kim tutuyor ağzını, söyle niye söylemiyorsun falan demeyin. Diyemezsiniz. Çünkü hiç birimiz birbirimize gerçekten ne düşündüğümüzü söylemiyoruz ki ne hissettiğimizi söyleyeceğiz. Tutuyor işte bir şeyler ağzımızı. Ne bileyim korku deyin, utanç deyin, gurur deyin. Bir şey var ve bize engel oluyor. Oysa Lara Jean'inki gibi bir kız kardeşimiz olsa bence hepimize çok büyük iyilik yapmış olabilirdi. Lara Jean 16 yaşında liseye giden bir genç kız olarak kendine sevgili yapmış, eski arkadaşlarına kavuşmuş, yeni ortamlar kurmuş olabilir ama benim hayatım çoook aşırı farklı bir şeye dönüşmüş olabilirdi mesela onlarca yıldır defterlere/ajandalara doldurduklarımı kardeşim gidip de muhataplarına okutmuş olsa. Aslında sanırım hayatından geçtiğim pek çok insanın hayatı çok farklı olurdu ama neyse oralara kadar düşünmüyoruz şimdi. Geçmiş yok, geçmişe dönüş yok, düşünme, düşünme. Nefes al, ver.
Ne diyordum, hah, yazar. Jenny Han tabiki pek çok yazar gibi kendinden çıkmış yola. O da gençliğinde böyle mektuplar yazarmış aşık olduğu çocuklara. Bu ilk kitaptan sonra iki kitap daha gelmiş aynı hikayenin devamı niteliğinde. Yani elimizde üç kitaplık bir seri var: To All The Boys I've Loved Before, P.S.I Still Love You, Always and Forever Lara Jean. Pegasus Yayınları üçünü de yayınlamış tabiki Türkiye'de (Pegasus'un sayfası). Artemis Yayınları'ndan da yazarın diğer bir serisi yayınlanmış ama onu bilemeyeceğim, bakarsınız. (Artemis Yayınları'nın sayfası)
Netflix de durmamış tabi, 2018'de ilk kitabın filmi yayına girmiş. Ben tam olarak o sene izlemiş olmalıyım, çünkü Cey ile birlikte izlemiştik, eh o da daha göreve gitmemişti. Neyse, demem o ki o film çok eğlenceli gelmişti o zaman. Belki birlikte izlediğimizden, belki hakikaten de film iyi olduğundan, karar veremiyorum açıkçası. Yeni bir soluk gibiydi bunca yıllık romantik komedi dünyamıza (ki bu işin uzmanlarıyız), eğlenceliydi, keyifliydi. 30 yaşımıza geldiğimiz için artık lise romantiklik komiklikleri pöff geliyorken bu filmi izlerken yaşımız hiç mevzu bahis olmamıştı. Film öyle akıp gitmişti, Cey zaten Lara Jean'i oynayan kıza bayılmıştı. Ben de tabiki serseri/bad boy ama içi pofuduk başrol çocuğumuzu izlemelere doyamamıştım (ay aman yarabbim hakikaten çocuk ya, çocuk yani, kendimden iğreniyorum).
Ama sonra bu yıl ikinci kitabın filmi geldi. İlk filmde o kadar eğlendiğimiz, mutlu olduğumuz hikaye devam ediyordu. Haliyle bir aşk üçgeni yaratılması gerektiği için yeni bir çocuğumuz daha geldi. İlk filmde birleşmelerini izlediğimiz çiftimiz bu filmde engebeli yollara girdi. Ve sonsuza kadar mutlu yaşadılar yazdıktan sonra ekranda, aslında neler olduğunu göstermeye çalıştı film. Ama olmamış, maalesef olamamış. Sıkıldım filmi izlerken. Aklım uçtu gitti filmden başka her yere. Ama özellikle de filmden yola çıkarak uçtu. Ulan lanet olsun 16-17 yaşlarımı heba ettim, ahh ahh ben o yaşlarda ne gerizekalıca yaşadım şunlara bak işleri güçleri ne, ahh ulan lanet olsun hayatım boş yere uçtu gitti, şu geldiğim yaşa bak öhüüü öhüüü diyerek ekranın karşısında oturdum durdum. Film devam ettikçe ben kendi içime döndüm, hikaye o saçma salak aşk üçgenini yaratmaya çalışırken ben kendime daha çok acıdım. İkinci film beni acayip mutsuz etti. Hem de ilk filmden aldığım gazla, şunu açayım da azıcık mutlu olayım diye izlememe rağmen.
Üçüncü kitabın filmini de ikinciyle peşpeşe çekmişler bu arada. O da artık çok geçmeden yayınlanır. Ama hiç hevesim yok. Kitapları da zaten okumam da. Öff. Dünya neden bu kitaplardaki hikayeler gibi değil. Tobey Maguire ile Reese Witherspoon hani izledikleri dizinin içine düşüyorlardı ya Pleasantville'de, öyle bir şey yapamıyor muyuz?

23 Şubat 2020 Pazar

Deborah Harkness'tan "Zamanın Dönüşümü"

Deborah Harkness başladığı hikayeye devam ediyor. Ruhlar (All Souls) üçlemesinde habire bir dolu yeni karakter katarak yaza yaza bitiremediği hikayeye Marcus'un hikayesiyle yeni bir kitap ekliyor.  (İlk 3 kitabı ve diziyi anlattığım yazı şurada.) Açıkçası kimse Marcus'un hikayesini merak etmiyordu. Sadece habire hikayenin bir yerinden fıtı fıtı fırlayıp duran bir "amaaa növv orlöyonsta nölör olmuştu heee" bir yem vardı önümüzde, haliyle öff tamam artık ne olmuş New Orleans'ta, ne yapmış ergen Marcus diyesimiz geliyordu o kadar. Çünkü Deb ablanın o kadar gözümüze sokmaya çalışmasına rağmen Marcus ilginç bir karakter değil. Yapamamış yani ablamız onu ilginç. İçinden istemiş olabilir, öyle düşünmüş olabilir ama yazınca ortaya böyle çıkmış, yapacak bir şey yok. Onun yanında başka başka ilginç karakterler ortaya koymuş, onun farkında değil. Hatta lanet olsun ki yine bir çok iyi malzemeye denk gelmiş yeteneksiz yazar durumu ile karşı karşıyayız tıpkı açlık oyunlarında olduğu gibi. Ablanın elinde manyak malzeme var, binyıllara yayılmış yaşam öyküleriyle vampirler, deli deli işleriyle iblisler, acayip soy ağaçlarıyla - zaman yolculuklarıyla - cadılar...Ama tutup bize en az merak ettiğimiz vampirin hikayesini yazıyor.
Haa bakın sadece Marcus'un hikayesi değil bu. Daha doğrusu şöyle afili bir şeyler yapmaya çalışayım demiş Deb abla, üç hikayeyi içe içe geçirerekten maceralara girişmiş. En son Hayat Kitabı (Book of Life)'nda kaldığımız noktada Marcus'un sevgilisi Phoebe vampir olmaya karar vermişti. Paris'te onu dönüşüme hazırlamalarını ve dönüşümünü, vampirliğinin ilk zamanlarını nasıl geçirdiğini okuyoruz bir yandan. Bu kısımlar beni arada bırakan tarafıydı kitabın. Ne beğendim diyebiliyorum, ne de beğenmedim. Phoebe de en az Marcus kadar sıkıcı ve saçma bir karakter, onun vampire dönüşmesi olayını da çok aşırı kontrollü bir işlem olarak anlattığı için ayrıca sıkıcıydı. Ama onun yanındaki eski vampirlerin hikayelerini arada böyle tadımlık olarak vermesi, okunabilir kılıyordu bu bölümleri.
Phoebe Paris'te vampir oladururken bir yandan da tabiki baş kahramanlarımız Diana ve Matthew'un evindeki olanları okuyoruz. 3 kitap boyunca yaşadıkları onca şeyden sonra ikiz bebekleri ile tam bir aile evi çekip çeviren çiftimizin tarafında aslında pek bir aksiyon yok. Ama onların hikayesi bu kitabın bağlayıcısı gibi göreve sahip. Onlar evlerinde sabit dururken, tanıdığımız neredeyse diğer tüm karakterler gelip gidiyor. Herkesi şöyle bir ufaktan görüyoruz, bunun dışında bir işlevleri yok. Bu kısımlar aslında kitabın en salak saçma ve işlevsiz bölümleriydi ama kitabın geneline baktığımda okumaktan en keyif aldıklarım Diana ve Matthew'un evindeki bölümler olmuş diyebiliyorum. Düşünün yani kitabın geneli ne kadar saçma yazılmış ki bu bölümler güzel gelmiş bana artık yokluktan. Yani aslında çok daha güzel olabilecek kısımlarmış bunlar bence. Ah işte bir yazabilse Deb abla. Oysa bunun yerine salak salak çocuklarla uğraşmalarını okuyoruz. Daha da kötüsü, ki tüm kitabın en büyük falsosu bu, bu bölümlerin bağlayıcı olması durumunu beceremiyor yazarımız. Bu bölümlerin Marcus'un hikayesine zemin hazırlaması, bizi 200-300 yıl öncesine döndürmesi gerekiyor ya hani, hah işte bunu her defasında pattadanak yapmaya çalışıyor. Hiçbir türlü organik bir geçiş sağlayamıyor. Ve bu işlevini gözümüze parmak olarak sokuyor. Nasıl anlatabilirim size? Mesela evin önünde oturuyor Diana diyelim. Bu durumda bile yazarın bize bir şeyler anlatması gerek ya hani, tamam anlatmaya çalışıyor. Üç beş bir şeyler oluyor, konuşuyorlar falan. Sonra olayın en ortasında, en heyecanlı yerinde, Marcus'un kafası giriyor. Ahh işte benim annem de böyle yapmıştı diye bir cümle atıyor ortaya. Ama ortada konuşulan olayın annelerle veya Marcus'un annesinin yaptığı şeyle hiçbir ilgisi olmuyor. Lafı Marcus'a getirebilmek için çabalamıyor Deb ablamız. Sadece yazıveriyor ve hoop oradan Marcus'un 1700-1800lerdeki hikayesine atlıyoruz. Bu yetmezmiş gibi bir de kitap boyunca Diana, Marcus'un geçmişinde ne olmuştu ne olmuştu yarebbim onu da bulayım bunu da bulayım diye yapay bir merak içinde dolanıp duruyor. Usanıyorsunuz okurken. Normal bir şekilde meraka (bu kelime yumuşamıyordu diye biliyorum, kısmet) kapılmıyor, sırf dürtüklenmemiz için karakterin içine ediyor Deborah Harkness. Bilmiyorum, ya kadın gerçekten çok ama çok kötü yazıyor ya da editörü tutup her bir bölümde bu çok uzun olmuş bunu atalım, bu çok sürmüş bunu keselim diye çizip durdu paragrafları. Bence ikincisi daha muhtemel. Çünkü normal bir insan böyle atlamalar yapamaz. İnsan beyninin akışına uymuyor yani.
Marcus'un hikayesi ise bir tarih aşığı olarak tabiki okumaktan keyif aldığım bölümleri oluşturuyordu. Ama dedim ya aslında iyi yazılsa Diana ve Matthew'un günümüzdeki bölümlerinden de keyif alabilirdim bu denli. Her neyse. Marcus'un hikayesi 1770lerin sonunda Amerika'nın kuzeydoğu yakasından başlıyor, önce Amerikan Bağımsızlık Savaşı'na, oradan Paris'te Fransız İhtilali'ne ve 1800lerin New Orleans'ına dek uzanıyor. Hakkını yemeyeyim, akademisyen bir tarihçi olarak Deborah Harkness buralarda gerçek kaynaklarla, tarihi kişiliklerle vampirlerimizin hikayesini içe içe geçiriyor. Gerçi ben çok da objektif bakamıyor olabilirim. Tarihe pek de ilgi duymayanlar için bu bölümler yani Marcus'un hikayesi, biraz fazla tarih dersi gibi gelebilir. Çünkü çoğu yerde kendini kaptırıp detaylarla anlatmaya girişiyor, bu zamanda burada bu olmuştu bu böyle yapmıştı diye sürüyor gidiyor.
Diğer 3 kitabı ve diziyi de anlatırken demeye çalıştığım durum bu kitabı okuyunca da değişmedi. Önümüzde çok iyi yakalanmış bir altın damarı var ama bunu anlatırken aşırı iyi bir iş çıkaramıyor Deborah Harkness. Hikayeyi seviyorum ama işte bu sebeple bir türlü o beklediğim tadı alamıyorum. Bu hikayenin nerelere gittiğini, gideceğini okumak istiyorum; bu karakterlerle daha bir dolu yolculuk yapmak istiyorum ama her defasında eleştirmekten kendimi alamıyorum. Okurken o satırları yazan eli-aklı durup durup eleştiresim geliyor. Oysa hikaye çok güzel, oysa hikaye tam da ihtiyacını duyduğum dünya (okumak ve içinde hayal kurmak için, yanlış anlamayalım :p ). Ne diyeyim, ablamız 5.kitabı yazıyor şu aralar. Dizinin ikinci sezon çekimleri bitti, büyük ihtimal sonbahara kalmaz gelir. Hevesle bekliyorum tabi.

Bende kitabın Ekim 2019 tarihli 561 sayfalık ilk basımı var. Yelda Rasenfos çevirisi, Pegasus Yayınları'ndan yine tabi diğer kitapları gibi serinin. Geçen senenin sonunda KitapYurdu'ndaki , Pegasus kitaplarında %50 indirim kampanyasından almıştım. O zaman 29,99 TL'ye gelmişti. Şimdi aynı yerde 37,49 TL görünüyor

13 Şubat 2020 Perşembe

Terry Grandchester Sendromu diye bir şey var


Gene uzun saçlı "bad boy"a düştüm ya, vay halime.
Yaş oldu 33, hala mı beaa?!

(The Ghost Bride diye bir dizi var netflixte, 1890'ın Malakka'sında geçiyor. Yukarıdaki de dizinin hayaleti.)

12 Şubat 2020 Çarşamba

Hiç Beklemediğim Bir Eğlence : 32 Bölümlük Love With Flaws

Joo Seo Yeon kızımız bir lisede beden eğitimi öğretmeni. Aynı lisede öğretmen olan Kim Mi Kyung'la tee ortaokul döneminden kankalar (hem de ne kankalık, vallahi şimdiye kadar izlediğim en iyi yazılmış iki dost karakterdi bu ikisi). Her sene gerçekleşen sınıf buluşmasında bu sefer yıllardır görmedikleri bir diğer arkadaşlarıyla karşılaşıyorlar: Lee Kang Woo (esas oğlanımız yani). Esas oğlumuz okulun yarısında okuldan ayrılıp, Amerika'ya okumaya gitmiş. Senelerden sonra ilk defa memlekete dönüyor. Çocukluğunda tombalak-gözlüklü, içine kapanık, pek sevimli bir velet iken esas kızımıza çıkma teklifi ediyor ve reddediliyor. Bunun üzerine azmediyor, yemiyor içmiyor, spor yapıyor, yıllarca Amerikalarda kendini kampa çekiyor ve mükemmel olduğunu düşündüğü bir görünüşe kavuşmuş olmanın özgüveniyle esas kızımızın ve çocukluk arkadaşlarının karşısına çıkmaya geliyor. Ama bilmediği bir şey var. Bunca yılın ardından esas kızımız artık yakışıklı-fit erkeklerden nefret ediyor halde, çirkin erkek seviyor.
Konusunu hemen hemen böyle özetleyebileceğim "Love With Flaws" 27 Kasım'da başlayıp, 16 Ocak'ta son bölümü yayınlanan bir Güney Kore dizisi. Orijinal dilindeki ismini birebir çevirdiğimizde aslında "kusurlu insanlar" oluyor. Ki hikayenin de anlatmaya çalıştığı, bir veya birkaç aşk hikayesindense, böyle insanlar. İnsan olmanın kusurlu olmak demek olduğu. Hepimizin bir şekilde hayatta topallayarak, tökezleyerek, yuvarlanarak yol aldığı. Haa ama bunları en sonda söylemem gerekiyordu. Önce nasıl buraya geldik ondan bahsedecektim. Neyse, tüh, anlatıyorum hemen.
Daha önce anlattığım bir dizi vardı, Cinderella and The Four Knights diye. Hah işte, o diziye katlanmamı sağlayan tek şey oyuncu Ahn Jae Hyun'du. İlk defa orada gördüğüm bu adam için o zamanlar herhalde bunda baya iş var, ben bir yeni dizisi falan olursa izleyeyim demiştim (tipini beğendiğimden değil, oyunculuğunda bir şeyler olabilir diye, yoksa biliyorsunuz benim tipim belli - Ji Chang Wook :p ). Bunu dediğim tarihlerde hemen bir başka dizisi başlamıştı "The Beauty Inside" diye ama konusunda "yüz tanıyamama hastalığı" gibi bir şey olunca meehh deyivermiştim (yüz tanıyamama hastalığı nedir ya allah aşkına, tamam saçmalamayın demiyorum ama böyle saçmalamayın). Sonunda geçen sene bu dizinin geleceğini görünce hah dedim, ilk defa bu çocuğu bir düzgünce izleyeceğim bakalım. Konusuna şöyle bir göz gezdirip, he he iyi tamam deyip beklemeye koyulmuştum.
Sonunda oturup ilk bölümü izlemeye koyuldum. Açıkçası pek eğlenmedim. Hiç keyif almadım. Hikayeye dahil olamadım, atmosefer hiç sıcak gelmedi. O öbür saçma dizide bir deri bir kemik olan çocuk burada bulum bulum yağ et halinde geziniyordu. Yıllarca uğraşıp, dış görünüşünü mükemmelleştirmeye çalışmış bir adamı oynamaya gıdısıyla ve dolu dolu yanaklarıyla gelmişti. Esas kızı oynayanı ilk defa görüyordum ve o da pek bet suratlıydı. Esas kızın erkek kardeşlerini birbirinden ayırt edememiştim 20 dakika boyunca. Üstüne bir de esas oğlanın altına etme sendromu-travması diye bir şey önüme gelince dedim öhhh. Yok artık. Ciddi ciddi adamın altına yapması konusunu mu işleyeceksiniz? Kapattım.
Sonra o diziye bu diziye baktım, döndüm durdum. Bir türlü izleyecek bir şey bulamıyordum. Dedim yapacak bir şey yok, şuna bir şans daha vereyim. Diğer bölümünü açtım, izlemeye başladım. Ve inanılmaz eğlendim. İkinci bölümden itibaren çılgınca güldüğümü, hikayeyi benimsediğimi ve karakterlere alıştığımı fark ettim. Hikayenin çıkış noktası, temeli falan biraz zorlamaydı falan ama acayip güzel karakterler yazmışlardı, her geçen dakika bağlanıyordum.
İlk olarak esas kızımızın ailesi çok içten, çok samimi. Bunca zamandır izlediğim en samimi karakterlere hayat vermiş bu oyuncular. Her birinin payına düşen hikayelerse ayrı bir güzellikte. Hatta dizi biterken keşke dedim keşke yan karakter olarak tabir edilen bu karakterlerin hikayelerini daha çok, daha derin işleselermiş. Keşke dizi esas oğlanla kızla uğraşacağına uzun uzun, bölümlerce bu karakterleri gösterseymiş. Esas kızımızın annesi, 2 oğlu olan bir adamla evleniyor zamanında. Evlendikten sonra da aileye bir erkek kardeş daha katılıyor ve esas kızımızın 2 büyük, bir küçük erkek kardeşi oluveriyor. Bu aileyi oluşturan anne ve baba mükemmel insanlar. Bu 4 kardeş de o kadar güzel bir dinamik yakalamış ki. Her bir arada oldukları sahne elmas değerindeydi. İnanılmaz eğlenceli, komik, bir o kadar da neleeer neleer barındıran hikayelere sahipler. Kardeşlerin tek tek kendi hikayeleri ve o hikayelerdeki partnerleri de çok güzel yazılmış. Ben dizi boyunca büyük kardeşin sevgilisini oynayan Hwang Woo Seul Hye'nin oynayışına hayran hayran baktım. Daha da çok böyle bir karakteri yazan senarist nasıl olur da böylesine sıkıcı ve amaçsız bir dizi hikayesi çıkarabilmiş ona şaşırdım ama neyse şimdi konumuz o değil. Aynı oyuncuyu aynı zamanda bir diğer dizide "Crash Landing On You"da tamamen farklı bir karakter olarak izliyorum ve bir kez daha bayılıyorum şu sıralar.
Asıl ortanca kardeşin hikayesi hem yeni bir şeydi benim için kore dizileri tarihimde, hem de çok güzel yazılmış, çok çok daha iyi oynanmış bir karakterin hikayesiydi. Ama bu konu biraz...Şöyle anlatayım. İkinci üçüncü bölümden sonra çok da keyiflenmiş halde, dedim ki bu ortanca kardeşi oynayan kimdir necidir, baya iyi gibi çünkü. Baktım Cha In Ha yazıyor ismine, instagramdan takibe aldım. Birkaç gün geçmemişti ki ölüm haberi geldi. Artık koreli şarkıcı-oyuncular arasında çok yaygın olmaya başlamış olan intihar salgınına mı dahil oldu orasına bir şey diyemiyorum. Ama çok üzücü bir şey. Birkaç bölüm bir şey izliyor, gülüyor, mutlu oluyorsunuz. Sonra önünüze gencecik bir oyuncunun öldüğü (büyük ihtimalle kendi yaşamına son vermiş olduğu) haberi geliyor. Ve resmini gördüğünüz anda birkaç gündür sizi keyiflendiren, eğlendiren bir hikayede yer alan o güzel yüzü görmüş oluyorsunuz. En kötüsü de bu dizi boyunca çok ama çok iyi bir oyunculuk ortaya koymuş olması Cha In Ha'nın. Çok özel bir hikayesi olan, çok anlamlı bir karaktere hayat verip, insanları çok daha fazlası için umutlandırmışken...Ne diyeyim.
Küçük kardeşin hikayesi de ayrı bir eğlenceli ama bir o kadar da insanın içini dışına çıkartacak kadar ağlatanından. Onun da partneri ile olan hikaye örgüsü dizinin komedi unsurlarının çoğunu yükleniyor. Bunun yanında ikisi de bu karakterlerin yeri geldiğinde boğazımıza düğüm oturtuyor.
Esas oğlanımızın kankası ile esas kızımızın kankasının ilişkisi ise ayrı bir komedi. Onların karakterlerine çok derin anlamlar veya yan hikayeler oluşturulmamış ama tek başlarına da bir arada da pek keyifli ve cuk oturmuş bir hikaye izletiyorlar. Bu rollerden birinde Kim Seul Gi'yi izlerken tesadüfen bir yandan da oynadığı bir başka dizi "Splash Splash Love"ı açmıştım, sanırım o da takip edilesi bir başka oyuncu. Ama buradaki karakteri bir ayrı iyi yazılmış. Esas kızımıza verdiği akıllar, her şeye tepkisi, duruşu, en beklenmedik ifadeleri ile çok kıskandırıyor. Öylesine kıskanıyor ki insan, keşke benim de böyle dostluklarım olsa diye, acı verici.
Bunların yanında çok güzel bir şeyler olacakmış gibi gelen ama bir türlü tam hikayeye dahil edemediğimiz yan hikayeler var. Biri Baek Jang Mi kızımızın muhteşem şeyler vaat eden hikayesi, diğeri de esas oğlanımızın kuzeni olan karakterin ilginçlikler barındıran, değişik hikayesi. Bu ikisini hatta birbirlerine bağlamalarını bekledim ben baya ama yapmadı senarist. Oysa ne muhteşem, ne güzel olurdu. (Bu arada Baek Jang Mi'yi oynayan oyuncu ne saf bir güzelliktir öyle: Shin Do Hyun kendisi.)
Bir de psikolog yan hikayemiz var ki, inanılmaz eğlenceli. Esas aşk hikayesinin içinde adeta çöldeki bir vaha gibi ilerliyor çoğu yerde. Oynayan oyuncu ve çeken ekip çok eğlenmiş olmalı.
Tüm bunların arasında işlemeyen bir esas ilişkimiz var maalesef. Yani aslında bir arada alabildiğine komik, eğlenceli iki karakter var önümüzde ama aralarında romantik anlamda bir kimya oluşamıyor bir türlü. Ortada o kadar hikaye oluşturacak bir aşk oluşturamıyorlar. Belki yazımdandır, belki oyunculardandır. Ama mesela ikinci adamımız, olmazsa olmaz aşk üçgeninin 3.köşesini oluşturan karakterimiz ile esas kızımız arasında gözle görülür, ortadaki havada çatır çutur elektrikler oluşturan bir kimyayı hissediyoruz. Ve daha kötüsü bunu son dakikaya kadar sürdürüyor senarist. Böyle hikayelerde bu üçgeni oluşturup, geliştirip, en son olamayacağına dair izleyiciye gerekli ikna delillerini sunar, sonlandırırsın. Oysa burada son bölümde bile gereksiz sahneleri mevcuttu.
"Love With Flaws" benim için değişik bir yolculuk oldu böyle. Hevesle bekleyip, ilk başta büyük hayalkırıklığına uğrayıp, bıraktığım; sıkıntıdan açıp tekrar izlediğimde tesadüfen acayip eğlendiğim, devam ettikçe karakterlerine ve yan hikayelerine hayran kaldığım ama sonunda ortalamadan kurtulamayan ana hikayesinden dolayı hak ettiği kadar parlayamayan bir diziydi. Hepimizin kusurları var, kusur olarak gördüğümüz şeylerle doluyuz ama sevdiğimiz, bizi seven insanlarla ailemizle olduğumuz sürece, kendimizi kabul ettiğimiz sürece hayat öyle pek de fena bir şey değil demeye çalışan hikayesiyle kalbimde güzel karakterler bırakan bir yolculuktu.

8 Şubat 2020 Cumartesi

Xena ile Mitoloji Saati 1 : Hercules and The Amazon Women (1994)

Hazır mıyız çocuklar? İlk dersimizde daha önceki yazıda bahsettiğim Hercules : Legendary Journeys başlığı altında tv için yapılan filmlerden ilki olan Hercules and The Amazon Women ile başlıyoruz. Bu şekilde 94 senesinin ikinci yarısında 5 tane film yaptıklarını söylemiştim. Ama biz sadece ilk filmi inceliyoruz çünkü Xena'nın hikayesine temel oluşturduğunu, böyle bir karakterin ortaya çıkışına zemin hazırladığını düşünüyorum bu filmin. (https://www.imdb.com/title/tt0110015/)
---Bu noktadan sonra valla spoiler gelecek, hatta direkt şöyle oldu böyle oldu diyeceğim, ona göre okuyun---
25 Nisan 1994'te yayınlanan 1 saat 31 dakika süren hikayemizde kısaca şunlar oluyor: Hercules, maceralarını birlikte yaşadığı kankası Iolaus'un bir hafta sonra gerçekleşecek düğünü için memlekete dönüyor (bahsettiler de ben mi kaçırdım diye emin olamadım ama bu filmde yer ismi geçmiyor burası için). Fırsat bu fırsat annesine de uğruyor. Iolaus ve Hercules, anne evine giderken yolda tanrıça Hera'nın tuzaklarından biriyle karşılaşıyor. Her başını kestikçe yerine iki tanesi daha çıkan yılan benzeri canavarı ateşe vererek kurtulabiliyorlar. Bu arada annesinin evindeyken eh tabi babası Zeus da bir uğruyor göklerdeki tahtından gelip. 
Hercules ve annesi, Iolaus'la nişanlısı Ania'ya akşam yemeğine gitmişken ise Pithus adında bir adam çaresizce Hercules'ten yardım istemeye geliyor. 2 günlük mesafede olduğunu öğrendiğimiz köyü Gargarencia'nın başına canavarların musallat olduğunu söylüyor. Evlilik paniği sarmış Iolaus da son bir macera heyecanıyla Hercules'e hadi gidelim diye tutturuyor ve ikilimiz canavarlı köye gidiyor. Köye gittiklerinde onlar bir tuhaflık var lan burada diye bakarken, filmin ismini de bildiğimizden ötürü bizde jetonlar düşüyor. Köyde sadece yetişkini çocuğu erkek cinsinden insan var. İşgüzarların söylemeye dili varmıyor, kadınlar bize kök söktürüyor demeye. Hercules ile Iolaus canavarların peşine düşüyor mecburen. Ormandaki gayet saçma bir dövüş sekansıyla birlikte canavarların Amazon kadınları olduğunu öğreniyorlar. O sırada pervasız salak Iolaus da ölüyor. İnsanların en güçlüsü, dünya üstünde yürüyen tanrı çocuğu Hercules'i ise bağlayıp, tutsak olarak köylerine getiriyorlar. Burada Amazon kraliçesi Hippolyta ve Lucy Lawless'ın oynadığı bir başka Amazon kadını Lysia gibi Amazonlarla tanışıyoruz. Bir dolu olayın ardından Hercules Amazonlar ile köy arasındakileri çözüyor ama kankasını, Amazon kraliçesini ve köylü Pithus'u kaybettiğinden ötürü, babası Zeus'tan zamanı geriye almasını istiyor. Sihirli bir mumu üflediğinde fır fır fır olayları geri sarıyor ve akşam yemeğine geri dönüyoruz Hercules ile birlikte. O noktada tüm film boyunca olan hiçbir şeyin gerçekleşmeyeceği şekilde Pithus'a aklı veriyor ve gönderiyor. Sonunda da Iolaus ile birlikte mutlu mesut gülümsüyor Hercules.
Bu filmi birçok yönden pek severim. Bir kere en başta Amazon konusuna girdiği için (ama çok salak saçma bir şekilde anlatır o ayrı), sonra acayip eğlenceli bir Zeus karakteri çizen Anthony Quinn için, kısa ama keyifli bir rolle Lucy Lawless ile tanıştırdığı için ve sonunda bir şekilde zaman yolculuğu içerdiği için. Film olarak nasıl diye sorarsanız da Xena'nın ilk sezonundaki kadar çiğ görüntüler yok ama yine de özellikle dövüş bölümlerinde o amatörlük gözümüze gözümüze giriyor. Kostümler, ortam kesinlikle antik yunan değil tabi, ama müziklerle - Joseph Lo Duca'nın daha sonra Xena'nın 6 sezonu boyunca da sürecek efsane müzikleriyle - acayip gaza getiriyor. Habire de Yeni Zelanda'nın muhteşem doğasını gösteren, geniş plan dağ tepe ırmak orman görüntüleri gösterip duruyorlar. Ama herkes çok samimi, ortam samimi. Eğleniyoruz. Neyse derse geçelim çocuklar.
En başta Hercules kim? Hercules, Yunan tanrılarının babası da olan Zeus ile ölümlü bir insan olan Alcmene'nin oğlu. Alcmene'nin soy ağacı da Zeus'a dayanıyor bir yandan, o yüzden orası çok karışık. Sadece ben diyeyim ki Tiryns-Mycenae kralının kızı. Zeus'un bu ölümlüler arasına inip, habire birini baştan çıkarıp, çocuk peydahlaması hikayeleri pek meşhur. Yunan mitolojisindeki kahramanların neredeyse yüzde sekseni onun çocuğu bu sebeple. Hercules ise babası tanrı annesi insan olduğu için insanüstü bir güce sahip. Dizide (ve filmlerinde) ana hikaye de buradan çıkıyor zaten, bu gücünü insanlara yardım etmekte kullanıyor. Oysa mitolojide çok öyle değil. Yani ana amacı bu değil. Zeus'un karısı ve tanrıların kraliçesi Hera tıpkı filmde olduğu gibi gerçekte de Hercules'ten nefret ediyor. Çünkü Zeus'un onu habire başka kadınlarla aldatmalarına engel olamıyor. Bu aldatmanın meyvesinden de nefret ediyor tabi. Mitoloji der ki Hera bir gün delilik verir Hercules'e ve çıldıran Hercules kendi karısını ve çocuklarını katleder. Kendine geldiğinde bedbaht halde artık ne için yaşayacağını bilemediğinden Delphi kahinine gider. Kahin ona kuzeni de olan  Tiryns-Mycenae kralı Eurystheus'un hizmetine girmesi gerektiğini, onun vereceği 12 görevi başarıyla tamamladığında da artık bu dünyada işi kalmayacağını, ölümsüz bir tanrı olarak tanrıların arasına yerleşeceğini söyler. Bu noktadan sonra Hercules, kralın verdiği, mitolojide pek meşhur olan o görevleri yerine getirmek üzere maceralara atılır.
Filmde de bu görevlerin ikisinden etkilenmiş şeyler izliyoruz. İlki, Hercules'in ikinci görevi olan Hydra'yı öldürme görevinden, ikincisi de 9.görevi olan Amazon kraliçesi Hippolyta'nın kemerini getirme görevinden. Hydra, koca gövdeli, biri ölümsüz dokuz başa sahip bir canavar olarak betimleniyor mitolojide. Tıpkı filmde olduğu gibi birini kesince hemen yerine yenisi çıkıyor başların (bazı yerlerde de iki tane çıkıyor diyor). Ve yine filmde olduğu gibi Hercules onu ateşe vererek öldürebiliyor. Diğer başları ateşe veriyor, ortadaki ölümsüz olanı da koparıp, büyük bir kayanın altına gömüyor.
Amazon kraliçesinin kemerini alma görevindeyse kraliçe tarafından nazik bir şekilde karşılanıyor Hercules ama sonra Hera'nın oyunları araya giriyor. Vay efendim Hercules geldi kraliçemizi kaçırıyor diye ortalığı galeyana getirtiyor insanların akıllarına girip. Sonunda tabi hırgür, Hercules Hippolyta'yı öldürdü mü öldürmedi mi orası kesin değil.
Filmde tanıştığımız karakterlerden bir diğeri ise Iolaus. Mitolojide de Hercules'in sadık yoldaşı ve yeğeni olarak geçiyor. Onun nişanlısı olarak Ania ismi geçiyor filmde ama mitolojide bu isim 3 "acı" ruhunun isminden biri. Lupe, Achos, Ania. Ania'nın anlamı yas, üzüntü. Filmde neden bu ismi seçmişler bilemedim. Bir diğer karakter ismimiz Pithus ise antik yunanda Attica'da bir yönetim biriminin ismi. Amazonumuz Lysia'ya ise mitolojide rastlayamıyoruz.
Filmde Iolaus'un yaşadığı ve Hercules'in annesinin de yaşadığı köy, kasaba, yer neresi ise onun ismini belirtmemişler dedim ya, mitolojide Iolaus'un memleketi normalde Thebai. Burası Atina'nın kuzeybatısında bir şehir devleti. Filmde bir de Alturia ile Gargarencia diye yer isimleri duyuyoruz. Ama bunlar da biraz uydurulmuş açıkçası.

İndirmeden izlemek için vimeo'dan bir kaynak buldum, portekizce altyazılı ve 360p ama hiç yoktan iyidir:D -->https://vimeo.com/206290433

6 Şubat 2020 Perşembe

gözlüksüz


Kaybettiğim bir tanesi ve kırdığım bir diğeri eksik.
Yoksa nasıl çöpçüyüm bilirsiniz :)
Sonunda dönebildim. Bilgisayarın başına yani. Aslında pazartesi dönmüştüm - mecburen işe başladım çünkü. Tam 2 hafta önce bugün, perşembe günü yani, lazer ameliyatı oldum. Buna nasıl cesaret ettim hala kendime inanamıyorum ama yaptım. Ama çok acılı oldu ya. Vallahi billahi. Ben nasıl dayandım ya.
Hakikaten ben acıya hiç dayanamam. Senelerce hep kendimi gaza getirirdim, ben çok güçlüyüm, ben çok dayanıklıyım, hadi koçum hadi aslanım kaplanım diye. İşte gene hep o kendini kafanda bambaşka bir şey zannetmek illüzyonum. Her neyse, acıdan nefret ederim. Ulan üzücü bir şey bile izlemiyorum ben aman şimdi moralim bozulur ağlarım diye. Hayatım son 20 yılını da regl ağrısı çekerek geçirdiğimden acıdan hepten nefret etmiş haldeyim. En sonunda kabul ettim, benim acı eşiğim falan yok. Bir eşik yok ortada, direkt acı. Direkt ben yerlere düşüyorum. Psikolojik olarak yani. Fiziksel olarak da kendimi salıyorum, psikolojim de yok oluyor. En ufak baş ağrısında kafamı duvarlara vurmak istiyorum. Bu halimle işte ne cesaret. Çünkü lazerin de çeşitleri var ve bana uygun olan çeşidi, ameliyat sonrasını kabusa çeviriyor-muş. Doktorum anlattığında hiç bu kadar olacağını düşünmemiştim. İlk akşam ağrın olacak ama ilaç alırsın falan diye anlatmıştı. Ben o "ağrı" kelimesine pek takılmamıştım, baş ağrısı gibi olacak herhalde ağrı kesicimi alırım tamam demiştim. Ama...hayal bile edememişim. Gerçi bir dakika bir dakika, kötü kısmına gelmeden operasyonun kendisini anlatayım. (Önce çok korkutmayayım diyorum:D )
Operasyon dediğim şey on dakika bile sürmedi aslında. Önce bir ara kısma aldılar hemşireler. Giysilerimin üstüne ameliyat önlüğü gibi birşey giydirdiler, hani şu arkası bir türlü birleşmeyenden. Saçıma da bone geçirdiler. Gözlerime göz kapaklarımı uyuşturan bir damla döktüler. Sonra bir sonraki kısma aldılar, oturup beklemeye başladım. Benden önce iki kişi daha vardı. Ameliyathaneye girince ameliyat masasına yattım. Doktor baş kısmında oturuyordu. Önce gözlerimi temizleyeceğini söyledi. Bir sürü poşet gibi bir şeyi yerleştirdi, gözlerime denk gelen kısımlarında delik açtı sanki (bu arada bu işlemleri her göz için tek tek yaptı öyle ikisini birden değil). Sonra da o araya göz kapaklarımı açık tutacak bir şey yerleştirdi. Şimdi baya bir su gelecek sakın korkma dedi. Ama ne olacağına dair hiçbir fikrim olmadığından tabiki korkuyordum. Su tutmak nedir yahu? Böyle bir kova suyu gözüme boca etmiş gibi bir şey oldu. Kulaklarım falan ıslandı. Ardından doktor elindeki ince bir aletle gözümün üzerinde süpürme gibi bir hareketler yapmaya başladı. İlk anda aha dedim gözümün içine sokacak bu aleti, acıtacak. Ama hiçbir şey hissetmiyordum. Bilmiyorum belki de hakikaten gözüme değdirmişti elindeki neyse. Belki de damlalar su falan derken uyuşuyordur. En sonunda hemen kafamın üstündeki kırmızı ışığa bakmamı söyledi. 14 saniye sürecek dedi. İşte o aşamada yine tırstım ben. Ya o ışık acıtırsa? Çünkü belli ki asıl işlem o. Baktım ama hiçbir şey olmadı. 14 saniye kadar kırmızı ufak bir ışığa baktım ve bitti. Haa en son ikisine de şeffaf birer lens bırakıverdi doktor elindeki incecik aletle. Vallahi ben yıllarca güdük parmaklarımla ne uğraşmışım lensleri takacağım diye, bu nasıl kolay bir yöntemdir yarebbi diye kaldım bir süre. Her iki gözüm için de aynı işlem tekrarlandıktan sonra hemen ameliyathaneden çıktım. Girerkenki o ara bölmede bu kez hemşire üstümdekileri çıkardı, elime bir güneş gözlüğü gibi bir şey (hani 99da mı neydi güneş tutulmasına bakmak için gazeteler dağıtmıştı ya onlar gibi) ve iki hap tutuşturdu. Bu ağrı kesici bu da uyku ilacı akşam yatmadan bir saat önce alırsın dedi. Ağrı kesici tamam da uyku ilacını niye alıyorum dedim saf saf. Uyuyabilmek için dedi hemşire. Dedim uyuyamayacak mıyım? Güldü, haydi haydi yaparak yol etti beni oradan. Kafam bir karıştı tabi. Çıktım. Gayet iyiydim, ne olduğunun farkında değildim. Doktor da zaten ameliyathaneden çıkarken bir an önce eve git yat demişti. Ona da anlam verememiştim, çünkü ameliyathaneye girerkenki halimden hiç de farklı hissetmiyordum. Neyse bari dedim, güneş gözlüğünü taktım, hiçbir şey göremediğimi düşünen annem koluma girdi, eve gittik.
Evde de önce birkaç saat normaldim. Sadece ışık bir fazla mı ne diyerek bakınıyordum. Sonra nasıl oldu, aşamalar nasıl gelişti hatırlayamıyorum ama kabus başladı. Gözlerim ölümüne yanmaya, batmaya, sulanmaya başladı. Göz kapaklarımı kontrol edemiyordum. Ellerimle alttan üstten çekerek açabiliyordum sadece. Gözlerime sözüm geçmez oldu. Ve bu acı öylesine yoğundu ki. Dedim bende bir sorun var. Başım ağrımıyor, ağrı yok. ACI var. Acıyor. Hiçbir şey göremiyordum, çünkü gözlerim kapalıydı. Karanlık odada bile ışık varmış gibi geliyordu. Her şey parlak gibiydi, Ama Brad Pitt de yaşlandı allahım vampir mi oluyordum? Yatsam yatamıyorum, kalksam kalkamıyorum. Ağrı kesiciyi aldım sonunda hemşirenin verdiği. Belki uyurum da sabaha her şey çok güzel olur diye. Ama doğru düzgün uyuyamadım bile. Çünkü acı hep vardı ve gözlerim hep kapalıydı. Gözlerim kapalı olunca da uyuyor muyum, uyanık mıyım o farkı kaybetmiştim. Sabah nasıl oldu pek anlamadım. Öğlene kadar doktorum kontrole gelmemi istemişti, ona yetişebilelim diye annem kaldırmaya geldi yataktan. Midem acayip bulanıyordu, yatak odasından banyoya gittiğimizi hatırlıyorum. Lavaboya öğürdüğümü de hatırlıyorum. Sonraki an ise yatak odasında yerde oturuyor ve anne ne oldu diyordum. Kulaklarım acayip uğulduyordu ve annem panik olmuş haldeydi. Bir süre ne olduğunu anlamadım. Anlayamadım. Önce tırstım, çünkü yataktan hiç kalkmadım herhalde banyoya da gitmedim hayal gördüm dedim, bu noktaya da uyurgezer olarak kalkıp gelmiş olmalıyım dedim. Banyodan çıkarken bayılmışım meğerse. Nereden bileyim? Daha önce hiçbir durumda ama hiçbir durumda bilincimi kaybetmemiştim. Annem bayıldın tamam tamam diyerek hem beni hem kendisini panikten kurtarmaya çalışıyordu. O birkaç saniye içinde çok korktum. Çünkü en başta uyurgezer olduğumu düşündüğüm için tırsmıştım. Ardından bayıldığımı öğrenince ve bunu hatırlayamadığımı fark edince çok önemli bir şey elimden kaymış gibi hissettim. Aklıma olan güvenim. Bilincime olan güvenim. 33 yıldır yaptığım tüm salaklıklara rağmen bir kere bile benden ayrılmamış olan bilincime olan güvenim kayıp gitti. Bilincimi kaybetmiş olduğumu fark ettiğimde çok korktum. Çünkü olabileceğini kavradım. Bilincimi kaybedebiliyordum demek ki ve buna engel olamıyordum besbelli. Tabiki hemen kontrolü ele geçirmeye çalıştım. Annem yerde birkaç saniye bile kalmadın diyor. Gözlerimi açtığım anda oturmaya ve ayağa kalkmaya çalışmışım. Yürüyüp salona geldim ve kanepeye yatırdı beni. Annem normalde de felaket paniktir, normal konuşurken bile eli ayağı her yeri oynar, pır pır pırdır her zaman. O yüzden de kontrolü sağlamalıydım. Elinde telefon abini arayayım napayım hastaneye gidelim diyerek önümde zıplıyordu tabi. Dedim dur, bizim oğlan nöbetçi gelemez onu da heyecanlandırma. Ambulansı ara. Ambulans görevlileri gelip, tansiyonumu ve şekerimi ölçtü. Şekerim normalmiş ama tansiyonum düşük gibiydi. Yine de o kadar değildi tabi, bayıldıktan hemen sonra yükselmiş olmalı. Hastaneye gitmek istemedim. Hala göz doktoruma kontrole nasıl giderim diye hesap yapıyordum, çünkü gözlerim bir saniye bile iyi olmamıştı, mutlaka doktora göstermeliydim. Ama berbat durumdaydım. Kalkamadım.
O gün akşama doğru daha da kötü oldu. Düşünün devamlı acı içindesiniz ve hiçbir şey yapamıyorsunuz. Yani başınız ağrısa sararsınız, ovalarsınız. Karnınız ağrısa üstüne yatarsınız, sıcak su torbası koyarsınız, bir şeyler yaparsınız yani. Ağrır, acı çekersiniz ama bir şeyler yapıyor olursunuz. Oysa bu durumda elimden hiçbir şey gelmiyordu, dokunamıyordum bile gözlerime. Acı hiç bitmiyor, aklımı oyalayabilecek hiçbir şey yok. Uyku yok, hiçbir şey göremiyorum, bir şeylere bakamıyorum. Dahası kendime kızıyorum. Ben kendime bunu niye yaptım, kendim ettim kendim buldum, ahh be gerizekalı bir gözlüğü atınca sanki wonder woman olacaktın şu düştüğün hallere bak. Sanki tek sorunun gözlük, sanki dünyalar güzelisin de gözlük engel oluyor. Diye diye acılar içinde kıvranarak, kendime kızarak bitmeyen saatler geçirdim. Bu arada her saat başı bir damla, günde 3 defa başka bir tanesini damlatıyoruz. Onlar da yakıyor mu o durumda. Ohh mis.
Akşamüstü sonunda dayanamadım. Dedim acile bari gidelim anne. Bende bir sorun var. Yani ben eminim sorun bende. Başkalarına böyle olmuyordur yani yoksa insanlar bunu yapar mı? Hatta direkt gözüme koyulan lensten diye düşünüyordum. Çünkü son 3 senedir ben de lens takmaya çalıştığımda böyle oluyordu, bu yüzden takamıyordum artık. Bu yüzden lanet olasıca gözlüğe geri dönmüştüm. Evet kesinlikle o lenslerdendi. Gidip alın bunları diyecektim. Acile gittik, doktor demez mi ki şu yaşadığın çok normal. Tam da böyle oluyor bu ameliyat. Dedim yok artık. Böyle olduğunu bilsem yeminle yanaşmazdım hastanenin 100 metre yakınına.
O gece de kabus gibi geçtikten sonra ertesi sabah bir çare daha iyi gibiydi. Lensler normalde 4.gün alınıyor gözden ama benim 4.günüm pazara denk geldiğinden pazartesi 5.günde alındı. Gözlerimi ilk defa 4.günün sabahında açabildim. Ve yataktan bakınca karşı tarafı görebildiğimi fark ettiğim ilk birkaç saniyede genişçe bir gülümsedim. Ama tabi her şey çok net değildi, lensleri gözümde hissedebiliyordum ve yine ışık rahatsız ediyordu. Ertesi gün lensleri çıkardı doktor. Bir rahatladım. Ama hastaneye gidene kadar bile arabanın camından her yeri görüp, her şeyi okuyabiliyor gibiydim. Doktor dedi ki 3 ay içerisinde giderek netleşecek. Oysa bana bu bile yeterdi, eskisine oranla her şeyi görüyordum. Mutlu hissettim bir an. Buruktum ama mutlu hissetmek istedim. 2,5 miyop ve üstüne astigmatla ben o kadar da gözüm bozuk diye düşünmüyordum ama hiçbir şey görmediğimi anladım o an. Görmüyormuşum yani.
Hala tuhaf hissediyorum. Bir türlü o hayal ettiğim şekilde hissedemedim. Diyordum ki bir lazer olayım, bir görebileyim, böyle süper olacağım. Hiçbir şey hissedemiyorum. Çünkü hep şey geliyor, mesela dışarıdan eve giriyorum hah tamam lenslerimi çıkarayım da bir rahatlayayım diyorum. Sonra haa doğru ya lens yok, ben kendim görebiliyorum diye hatırlıyorum. Ya da evin içinde bir şey yapacağım, o ince iş göremem şimdi bu mesafeden dur gözlüklerimi alayım da geleyim diyorum. Sonra yine haa oluyorum, baktığım yeri görebildiğimi fark ediyorum. Dedim ya ben o kadar da gözüm bozuk diye düşünmüyordum, meğerse hiçbir şey göremiyormuşum.
Şimdiki hali de öyle tamam sıfır değil de 2,5 da değil yani hani olur ya 0,75 bozuk gibi. Bir de yakın mesafede bir netsizlik var hafif. Ona hiç alışık değilim işte, sinirimi bozuyor. Işık ilk günlerdeki gibi değil kesinlikle ama zaten bende ışık hassasiyeti ameliyattan önce de vardı, diğer doktor demişti. Bir de çoğunlukla gözümün içinde tozlar kirpikler varmış gibi oluyor. Ama bu sadece ameliyattan olmuş olamaz, önceden de oluyordu. Doktor kirpik diplerinde iltihap var hep, o yapar demişti. Elimdeki bir damlayı bir ay daha, diğer damlayı da 3 ay daha kullanacağım. Kuruluk da devam ediyor ama sanki eskisi gibi değil. Yani ama büyük ihtimalle bu damlalardan dolayı. Kuruluk için olanı doktor saat başı damlatmayı bırakabilirsin dedi, talimatlarda da günde 4 defaya düşürün yazıyor ama denedim, bana saat başı olmalı. Bir ay boyunca kalabalık bir yere girmeyeceğim, yemekhaneye falan inmiyorum, dışarı yemeğe gitmiyorum. Göz makyajı yapma dedi doktor ama yüzüme bile hiçbir şey sürmüyorum şimdilik.
Off bilmiyorum. Bir türlü alışamadım. Yani gözlük olmadan hayatım çok daha kolaymış gibi evet ama bir farkına varamadım, bir algılayamadım. Şöyle bir ohh be özgürüm diyemedim. Neden bilmiyorum. Belki de ameliyat olduğum günden beridir habire kötü bir şeyler olduğundan, habire dünya başımıza yıkılıyormuş gibi hissettirdiğinden. Sonunda gözlükten kurtuldum her yere gideceğim derken şimdi evden adımımı atmak istemiyorum, battaniyenin altına sokarsam kafamı belki hiçbir kötülük olmaz diye düşünüyorum. Sadece yatakta, yorganın battaniyenin altında dizi izlemek istiyorum. Belki o zaman hiçbir şey olmaz.

22 Ocak 2020 Çarşamba

Haber vermeden duramadım. Kendimi tıpkı şu sahnedeki Cüneyt Arkın gibi hissediyorum:


Yarın sabah yıllardır hayalini kurduğum şeyi gerçekleştireceğim çünkü. Lazerle gözlüklerden kurtulacağım. Son zamanlarda tüm bu güven eksikliğimi, kendimden nefret etmelerimi gözlüğe bağladım gibi bir şey. Tabi başka milyon tane sebebim var, orası ayrı ama gözlüğe takmış durumdayım. Mantıklı düşünürsek 17 yaşımdan 30 yaşıma kadar gözlük kullanmadım, lens taktım, o zaman ne bu durumum demeliyim ama biliyorsunuz artık mantıklı düşünemiyorum.
Demem o ki bir 15 gün şöyle olacağım galiba:


Uff resmen tırsıyorum var ya. Kısmet artık.
(Şu sahneyi de paylaşmadan edemeyeceğim, resmen aklımda dönüyor günlerdir:
https://www.facebook.com/CuneytArkinResimVideo/videos/1554775577891347/)

Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }

 En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...