Deborah Harkness başladığı hikayeye devam ediyor. Ruhlar (All Souls) üçlemesinde habire bir dolu yeni karakter katarak yaza yaza bitiremediği hikayeye Marcus'un hikayesiyle yeni bir kitap ekliyor. (İlk 3 kitabı ve diziyi anlattığım yazı şurada.) Açıkçası kimse Marcus'un hikayesini merak etmiyordu. Sadece habire hikayenin bir yerinden fıtı fıtı fırlayıp duran bir "amaaa növv orlöyonsta nölör olmuştu heee" bir yem vardı önümüzde, haliyle öff tamam artık ne olmuş New Orleans'ta, ne yapmış ergen Marcus diyesimiz geliyordu o kadar. Çünkü Deb ablanın o kadar gözümüze sokmaya çalışmasına rağmen Marcus ilginç bir karakter değil. Yapamamış yani ablamız onu ilginç. İçinden istemiş olabilir, öyle düşünmüş olabilir ama yazınca ortaya böyle çıkmış, yapacak bir şey yok. Onun yanında başka başka ilginç karakterler ortaya koymuş, onun farkında değil. Hatta lanet olsun ki yine bir çok iyi malzemeye denk gelmiş yeteneksiz yazar durumu ile karşı karşıyayız tıpkı açlık oyunlarında olduğu gibi. Ablanın elinde manyak malzeme var, binyıllara yayılmış yaşam öyküleriyle vampirler, deli deli işleriyle iblisler, acayip soy ağaçlarıyla - zaman yolculuklarıyla - cadılar...Ama tutup bize en az merak ettiğimiz vampirin hikayesini yazıyor.
Haa bakın sadece Marcus'un hikayesi değil bu. Daha doğrusu şöyle afili bir şeyler yapmaya çalışayım demiş Deb abla, üç hikayeyi içe içe geçirerekten maceralara girişmiş. En son Hayat Kitabı (Book of Life)'nda kaldığımız noktada Marcus'un sevgilisi Phoebe vampir olmaya karar vermişti. Paris'te onu dönüşüme hazırlamalarını ve dönüşümünü, vampirliğinin ilk zamanlarını nasıl geçirdiğini okuyoruz bir yandan. Bu kısımlar beni arada bırakan tarafıydı kitabın. Ne beğendim diyebiliyorum, ne de beğenmedim. Phoebe de en az Marcus kadar sıkıcı ve saçma bir karakter, onun vampire dönüşmesi olayını da çok aşırı kontrollü bir işlem olarak anlattığı için ayrıca sıkıcıydı. Ama onun yanındaki eski vampirlerin hikayelerini arada böyle tadımlık olarak vermesi, okunabilir kılıyordu bu bölümleri.
Phoebe Paris'te vampir oladururken bir yandan da tabiki baş kahramanlarımız Diana ve Matthew'un evindeki olanları okuyoruz. 3 kitap boyunca yaşadıkları onca şeyden sonra ikiz bebekleri ile tam bir aile evi çekip çeviren çiftimizin tarafında aslında pek bir aksiyon yok. Ama onların hikayesi bu kitabın bağlayıcısı gibi göreve sahip. Onlar evlerinde sabit dururken, tanıdığımız neredeyse diğer tüm karakterler gelip gidiyor. Herkesi şöyle bir ufaktan görüyoruz, bunun dışında bir işlevleri yok. Bu kısımlar aslında kitabın en salak saçma ve işlevsiz bölümleriydi ama kitabın geneline baktığımda okumaktan en keyif aldıklarım Diana ve Matthew'un evindeki bölümler olmuş diyebiliyorum. Düşünün yani kitabın geneli ne kadar saçma yazılmış ki bu bölümler güzel gelmiş bana artık yokluktan. Yani aslında çok daha güzel olabilecek kısımlarmış bunlar bence. Ah işte bir yazabilse Deb abla. Oysa bunun yerine salak salak çocuklarla uğraşmalarını okuyoruz. Daha da kötüsü, ki tüm kitabın en büyük falsosu bu, bu bölümlerin bağlayıcı olması durumunu beceremiyor yazarımız. Bu bölümlerin Marcus'un hikayesine zemin hazırlaması, bizi 200-300 yıl öncesine döndürmesi gerekiyor ya hani, hah işte bunu her defasında pattadanak yapmaya çalışıyor. Hiçbir türlü organik bir geçiş sağlayamıyor. Ve bu işlevini gözümüze parmak olarak sokuyor. Nasıl anlatabilirim size? Mesela evin önünde oturuyor Diana diyelim. Bu durumda bile yazarın bize bir şeyler anlatması gerek ya hani, tamam anlatmaya çalışıyor. Üç beş bir şeyler oluyor, konuşuyorlar falan. Sonra olayın en ortasında, en heyecanlı yerinde, Marcus'un kafası giriyor. Ahh işte benim annem de böyle yapmıştı diye bir cümle atıyor ortaya. Ama ortada konuşulan olayın annelerle veya Marcus'un annesinin yaptığı şeyle hiçbir ilgisi olmuyor. Lafı Marcus'a getirebilmek için çabalamıyor Deb ablamız. Sadece yazıveriyor ve hoop oradan Marcus'un 1700-1800lerdeki hikayesine atlıyoruz. Bu yetmezmiş gibi bir de kitap boyunca Diana, Marcus'un geçmişinde ne olmuştu ne olmuştu yarebbim onu da bulayım bunu da bulayım diye yapay bir merak içinde dolanıp duruyor. Usanıyorsunuz okurken. Normal bir şekilde meraka (bu kelime yumuşamıyordu diye biliyorum, kısmet) kapılmıyor, sırf dürtüklenmemiz için karakterin içine ediyor Deborah Harkness. Bilmiyorum, ya kadın gerçekten çok ama çok kötü yazıyor ya da editörü tutup her bir bölümde bu çok uzun olmuş bunu atalım, bu çok sürmüş bunu keselim diye çizip durdu paragrafları. Bence ikincisi daha muhtemel. Çünkü normal bir insan böyle atlamalar yapamaz. İnsan beyninin akışına uymuyor yani.
Marcus'un hikayesi ise bir tarih aşığı olarak tabiki okumaktan keyif aldığım bölümleri oluşturuyordu. Ama dedim ya aslında iyi yazılsa Diana ve Matthew'un günümüzdeki bölümlerinden de keyif alabilirdim bu denli. Her neyse. Marcus'un hikayesi 1770lerin sonunda Amerika'nın kuzeydoğu yakasından başlıyor, önce Amerikan Bağımsızlık Savaşı'na, oradan Paris'te Fransız İhtilali'ne ve 1800lerin New Orleans'ına dek uzanıyor. Hakkını yemeyeyim, akademisyen bir tarihçi olarak Deborah Harkness buralarda gerçek kaynaklarla, tarihi kişiliklerle vampirlerimizin hikayesini içe içe geçiriyor. Gerçi ben çok da objektif bakamıyor olabilirim. Tarihe pek de ilgi duymayanlar için bu bölümler yani Marcus'un hikayesi, biraz fazla tarih dersi gibi gelebilir. Çünkü çoğu yerde kendini kaptırıp detaylarla anlatmaya girişiyor, bu zamanda burada bu olmuştu bu böyle yapmıştı diye sürüyor gidiyor.
Diğer 3 kitabı ve diziyi de anlatırken demeye çalıştığım durum bu kitabı okuyunca da değişmedi. Önümüzde çok iyi yakalanmış bir altın damarı var ama bunu anlatırken aşırı iyi bir iş çıkaramıyor Deborah Harkness. Hikayeyi seviyorum ama işte bu sebeple bir türlü o beklediğim tadı alamıyorum. Bu hikayenin nerelere gittiğini, gideceğini okumak istiyorum; bu karakterlerle daha bir dolu yolculuk yapmak istiyorum ama her defasında eleştirmekten kendimi alamıyorum. Okurken o satırları yazan eli-aklı durup durup eleştiresim geliyor. Oysa hikaye çok güzel, oysa hikaye tam da ihtiyacını duyduğum dünya (okumak ve içinde hayal kurmak için, yanlış anlamayalım :p ). Ne diyeyim, ablamız 5.kitabı yazıyor şu aralar. Dizinin ikinci sezon çekimleri bitti, büyük ihtimal sonbahara kalmaz gelir. Hevesle bekliyorum tabi.
Bende kitabın Ekim 2019 tarihli 561 sayfalık ilk basımı var. Yelda Rasenfos çevirisi, Pegasus Yayınları'ndan yine tabi diğer kitapları gibi serinin. Geçen senenin sonunda KitapYurdu'ndaki , Pegasus kitaplarında %50 indirim kampanyasından almıştım. O zaman 29,99 TL'ye gelmişti. Şimdi aynı yerde 37,49 TL görünüyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder