13 Şubat 2020 Perşembe

Terry Grandchester Sendromu diye bir şey var


Gene uzun saçlı "bad boy"a düştüm ya, vay halime.
Yaş oldu 33, hala mı beaa?!

(The Ghost Bride diye bir dizi var netflixte, 1890'ın Malakka'sında geçiyor. Yukarıdaki de dizinin hayaleti.)

12 Şubat 2020 Çarşamba

Hiç Beklemediğim Bir Eğlence : 32 Bölümlük Love With Flaws

Joo Seo Yeon kızımız bir lisede beden eğitimi öğretmeni. Aynı lisede öğretmen olan Kim Mi Kyung'la tee ortaokul döneminden kankalar (hem de ne kankalık, vallahi şimdiye kadar izlediğim en iyi yazılmış iki dost karakterdi bu ikisi). Her sene gerçekleşen sınıf buluşmasında bu sefer yıllardır görmedikleri bir diğer arkadaşlarıyla karşılaşıyorlar: Lee Kang Woo (esas oğlanımız yani). Esas oğlumuz okulun yarısında okuldan ayrılıp, Amerika'ya okumaya gitmiş. Senelerden sonra ilk defa memlekete dönüyor. Çocukluğunda tombalak-gözlüklü, içine kapanık, pek sevimli bir velet iken esas kızımıza çıkma teklifi ediyor ve reddediliyor. Bunun üzerine azmediyor, yemiyor içmiyor, spor yapıyor, yıllarca Amerikalarda kendini kampa çekiyor ve mükemmel olduğunu düşündüğü bir görünüşe kavuşmuş olmanın özgüveniyle esas kızımızın ve çocukluk arkadaşlarının karşısına çıkmaya geliyor. Ama bilmediği bir şey var. Bunca yılın ardından esas kızımız artık yakışıklı-fit erkeklerden nefret ediyor halde, çirkin erkek seviyor.
Konusunu hemen hemen böyle özetleyebileceğim "Love With Flaws" 27 Kasım'da başlayıp, 16 Ocak'ta son bölümü yayınlanan bir Güney Kore dizisi. Orijinal dilindeki ismini birebir çevirdiğimizde aslında "kusurlu insanlar" oluyor. Ki hikayenin de anlatmaya çalıştığı, bir veya birkaç aşk hikayesindense, böyle insanlar. İnsan olmanın kusurlu olmak demek olduğu. Hepimizin bir şekilde hayatta topallayarak, tökezleyerek, yuvarlanarak yol aldığı. Haa ama bunları en sonda söylemem gerekiyordu. Önce nasıl buraya geldik ondan bahsedecektim. Neyse, tüh, anlatıyorum hemen.
Daha önce anlattığım bir dizi vardı, Cinderella and The Four Knights diye. Hah işte, o diziye katlanmamı sağlayan tek şey oyuncu Ahn Jae Hyun'du. İlk defa orada gördüğüm bu adam için o zamanlar herhalde bunda baya iş var, ben bir yeni dizisi falan olursa izleyeyim demiştim (tipini beğendiğimden değil, oyunculuğunda bir şeyler olabilir diye, yoksa biliyorsunuz benim tipim belli - Ji Chang Wook :p ). Bunu dediğim tarihlerde hemen bir başka dizisi başlamıştı "The Beauty Inside" diye ama konusunda "yüz tanıyamama hastalığı" gibi bir şey olunca meehh deyivermiştim (yüz tanıyamama hastalığı nedir ya allah aşkına, tamam saçmalamayın demiyorum ama böyle saçmalamayın). Sonunda geçen sene bu dizinin geleceğini görünce hah dedim, ilk defa bu çocuğu bir düzgünce izleyeceğim bakalım. Konusuna şöyle bir göz gezdirip, he he iyi tamam deyip beklemeye koyulmuştum.
Sonunda oturup ilk bölümü izlemeye koyuldum. Açıkçası pek eğlenmedim. Hiç keyif almadım. Hikayeye dahil olamadım, atmosefer hiç sıcak gelmedi. O öbür saçma dizide bir deri bir kemik olan çocuk burada bulum bulum yağ et halinde geziniyordu. Yıllarca uğraşıp, dış görünüşünü mükemmelleştirmeye çalışmış bir adamı oynamaya gıdısıyla ve dolu dolu yanaklarıyla gelmişti. Esas kızı oynayanı ilk defa görüyordum ve o da pek bet suratlıydı. Esas kızın erkek kardeşlerini birbirinden ayırt edememiştim 20 dakika boyunca. Üstüne bir de esas oğlanın altına etme sendromu-travması diye bir şey önüme gelince dedim öhhh. Yok artık. Ciddi ciddi adamın altına yapması konusunu mu işleyeceksiniz? Kapattım.
Sonra o diziye bu diziye baktım, döndüm durdum. Bir türlü izleyecek bir şey bulamıyordum. Dedim yapacak bir şey yok, şuna bir şans daha vereyim. Diğer bölümünü açtım, izlemeye başladım. Ve inanılmaz eğlendim. İkinci bölümden itibaren çılgınca güldüğümü, hikayeyi benimsediğimi ve karakterlere alıştığımı fark ettim. Hikayenin çıkış noktası, temeli falan biraz zorlamaydı falan ama acayip güzel karakterler yazmışlardı, her geçen dakika bağlanıyordum.
İlk olarak esas kızımızın ailesi çok içten, çok samimi. Bunca zamandır izlediğim en samimi karakterlere hayat vermiş bu oyuncular. Her birinin payına düşen hikayelerse ayrı bir güzellikte. Hatta dizi biterken keşke dedim keşke yan karakter olarak tabir edilen bu karakterlerin hikayelerini daha çok, daha derin işleselermiş. Keşke dizi esas oğlanla kızla uğraşacağına uzun uzun, bölümlerce bu karakterleri gösterseymiş. Esas kızımızın annesi, 2 oğlu olan bir adamla evleniyor zamanında. Evlendikten sonra da aileye bir erkek kardeş daha katılıyor ve esas kızımızın 2 büyük, bir küçük erkek kardeşi oluveriyor. Bu aileyi oluşturan anne ve baba mükemmel insanlar. Bu 4 kardeş de o kadar güzel bir dinamik yakalamış ki. Her bir arada oldukları sahne elmas değerindeydi. İnanılmaz eğlenceli, komik, bir o kadar da neleeer neleer barındıran hikayelere sahipler. Kardeşlerin tek tek kendi hikayeleri ve o hikayelerdeki partnerleri de çok güzel yazılmış. Ben dizi boyunca büyük kardeşin sevgilisini oynayan Hwang Woo Seul Hye'nin oynayışına hayran hayran baktım. Daha da çok böyle bir karakteri yazan senarist nasıl olur da böylesine sıkıcı ve amaçsız bir dizi hikayesi çıkarabilmiş ona şaşırdım ama neyse şimdi konumuz o değil. Aynı oyuncuyu aynı zamanda bir diğer dizide "Crash Landing On You"da tamamen farklı bir karakter olarak izliyorum ve bir kez daha bayılıyorum şu sıralar.
Asıl ortanca kardeşin hikayesi hem yeni bir şeydi benim için kore dizileri tarihimde, hem de çok güzel yazılmış, çok çok daha iyi oynanmış bir karakterin hikayesiydi. Ama bu konu biraz...Şöyle anlatayım. İkinci üçüncü bölümden sonra çok da keyiflenmiş halde, dedim ki bu ortanca kardeşi oynayan kimdir necidir, baya iyi gibi çünkü. Baktım Cha In Ha yazıyor ismine, instagramdan takibe aldım. Birkaç gün geçmemişti ki ölüm haberi geldi. Artık koreli şarkıcı-oyuncular arasında çok yaygın olmaya başlamış olan intihar salgınına mı dahil oldu orasına bir şey diyemiyorum. Ama çok üzücü bir şey. Birkaç bölüm bir şey izliyor, gülüyor, mutlu oluyorsunuz. Sonra önünüze gencecik bir oyuncunun öldüğü (büyük ihtimalle kendi yaşamına son vermiş olduğu) haberi geliyor. Ve resmini gördüğünüz anda birkaç gündür sizi keyiflendiren, eğlendiren bir hikayede yer alan o güzel yüzü görmüş oluyorsunuz. En kötüsü de bu dizi boyunca çok ama çok iyi bir oyunculuk ortaya koymuş olması Cha In Ha'nın. Çok özel bir hikayesi olan, çok anlamlı bir karaktere hayat verip, insanları çok daha fazlası için umutlandırmışken...Ne diyeyim.
Küçük kardeşin hikayesi de ayrı bir eğlenceli ama bir o kadar da insanın içini dışına çıkartacak kadar ağlatanından. Onun da partneri ile olan hikaye örgüsü dizinin komedi unsurlarının çoğunu yükleniyor. Bunun yanında ikisi de bu karakterlerin yeri geldiğinde boğazımıza düğüm oturtuyor.
Esas oğlanımızın kankası ile esas kızımızın kankasının ilişkisi ise ayrı bir komedi. Onların karakterlerine çok derin anlamlar veya yan hikayeler oluşturulmamış ama tek başlarına da bir arada da pek keyifli ve cuk oturmuş bir hikaye izletiyorlar. Bu rollerden birinde Kim Seul Gi'yi izlerken tesadüfen bir yandan da oynadığı bir başka dizi "Splash Splash Love"ı açmıştım, sanırım o da takip edilesi bir başka oyuncu. Ama buradaki karakteri bir ayrı iyi yazılmış. Esas kızımıza verdiği akıllar, her şeye tepkisi, duruşu, en beklenmedik ifadeleri ile çok kıskandırıyor. Öylesine kıskanıyor ki insan, keşke benim de böyle dostluklarım olsa diye, acı verici.
Bunların yanında çok güzel bir şeyler olacakmış gibi gelen ama bir türlü tam hikayeye dahil edemediğimiz yan hikayeler var. Biri Baek Jang Mi kızımızın muhteşem şeyler vaat eden hikayesi, diğeri de esas oğlanımızın kuzeni olan karakterin ilginçlikler barındıran, değişik hikayesi. Bu ikisini hatta birbirlerine bağlamalarını bekledim ben baya ama yapmadı senarist. Oysa ne muhteşem, ne güzel olurdu. (Bu arada Baek Jang Mi'yi oynayan oyuncu ne saf bir güzelliktir öyle: Shin Do Hyun kendisi.)
Bir de psikolog yan hikayemiz var ki, inanılmaz eğlenceli. Esas aşk hikayesinin içinde adeta çöldeki bir vaha gibi ilerliyor çoğu yerde. Oynayan oyuncu ve çeken ekip çok eğlenmiş olmalı.
Tüm bunların arasında işlemeyen bir esas ilişkimiz var maalesef. Yani aslında bir arada alabildiğine komik, eğlenceli iki karakter var önümüzde ama aralarında romantik anlamda bir kimya oluşamıyor bir türlü. Ortada o kadar hikaye oluşturacak bir aşk oluşturamıyorlar. Belki yazımdandır, belki oyunculardandır. Ama mesela ikinci adamımız, olmazsa olmaz aşk üçgeninin 3.köşesini oluşturan karakterimiz ile esas kızımız arasında gözle görülür, ortadaki havada çatır çutur elektrikler oluşturan bir kimyayı hissediyoruz. Ve daha kötüsü bunu son dakikaya kadar sürdürüyor senarist. Böyle hikayelerde bu üçgeni oluşturup, geliştirip, en son olamayacağına dair izleyiciye gerekli ikna delillerini sunar, sonlandırırsın. Oysa burada son bölümde bile gereksiz sahneleri mevcuttu.
"Love With Flaws" benim için değişik bir yolculuk oldu böyle. Hevesle bekleyip, ilk başta büyük hayalkırıklığına uğrayıp, bıraktığım; sıkıntıdan açıp tekrar izlediğimde tesadüfen acayip eğlendiğim, devam ettikçe karakterlerine ve yan hikayelerine hayran kaldığım ama sonunda ortalamadan kurtulamayan ana hikayesinden dolayı hak ettiği kadar parlayamayan bir diziydi. Hepimizin kusurları var, kusur olarak gördüğümüz şeylerle doluyuz ama sevdiğimiz, bizi seven insanlarla ailemizle olduğumuz sürece, kendimizi kabul ettiğimiz sürece hayat öyle pek de fena bir şey değil demeye çalışan hikayesiyle kalbimde güzel karakterler bırakan bir yolculuktu.

8 Şubat 2020 Cumartesi

Xena ile Mitoloji Saati 1 : Hercules and The Amazon Women (1994)

Hazır mıyız çocuklar? İlk dersimizde daha önceki yazıda bahsettiğim Hercules : Legendary Journeys başlığı altında tv için yapılan filmlerden ilki olan Hercules and The Amazon Women ile başlıyoruz. Bu şekilde 94 senesinin ikinci yarısında 5 tane film yaptıklarını söylemiştim. Ama biz sadece ilk filmi inceliyoruz çünkü Xena'nın hikayesine temel oluşturduğunu, böyle bir karakterin ortaya çıkışına zemin hazırladığını düşünüyorum bu filmin. (https://www.imdb.com/title/tt0110015/)
---Bu noktadan sonra valla spoiler gelecek, hatta direkt şöyle oldu böyle oldu diyeceğim, ona göre okuyun---
25 Nisan 1994'te yayınlanan 1 saat 31 dakika süren hikayemizde kısaca şunlar oluyor: Hercules, maceralarını birlikte yaşadığı kankası Iolaus'un bir hafta sonra gerçekleşecek düğünü için memlekete dönüyor (bahsettiler de ben mi kaçırdım diye emin olamadım ama bu filmde yer ismi geçmiyor burası için). Fırsat bu fırsat annesine de uğruyor. Iolaus ve Hercules, anne evine giderken yolda tanrıça Hera'nın tuzaklarından biriyle karşılaşıyor. Her başını kestikçe yerine iki tanesi daha çıkan yılan benzeri canavarı ateşe vererek kurtulabiliyorlar. Bu arada annesinin evindeyken eh tabi babası Zeus da bir uğruyor göklerdeki tahtından gelip. 
Hercules ve annesi, Iolaus'la nişanlısı Ania'ya akşam yemeğine gitmişken ise Pithus adında bir adam çaresizce Hercules'ten yardım istemeye geliyor. 2 günlük mesafede olduğunu öğrendiğimiz köyü Gargarencia'nın başına canavarların musallat olduğunu söylüyor. Evlilik paniği sarmış Iolaus da son bir macera heyecanıyla Hercules'e hadi gidelim diye tutturuyor ve ikilimiz canavarlı köye gidiyor. Köye gittiklerinde onlar bir tuhaflık var lan burada diye bakarken, filmin ismini de bildiğimizden ötürü bizde jetonlar düşüyor. Köyde sadece yetişkini çocuğu erkek cinsinden insan var. İşgüzarların söylemeye dili varmıyor, kadınlar bize kök söktürüyor demeye. Hercules ile Iolaus canavarların peşine düşüyor mecburen. Ormandaki gayet saçma bir dövüş sekansıyla birlikte canavarların Amazon kadınları olduğunu öğreniyorlar. O sırada pervasız salak Iolaus da ölüyor. İnsanların en güçlüsü, dünya üstünde yürüyen tanrı çocuğu Hercules'i ise bağlayıp, tutsak olarak köylerine getiriyorlar. Burada Amazon kraliçesi Hippolyta ve Lucy Lawless'ın oynadığı bir başka Amazon kadını Lysia gibi Amazonlarla tanışıyoruz. Bir dolu olayın ardından Hercules Amazonlar ile köy arasındakileri çözüyor ama kankasını, Amazon kraliçesini ve köylü Pithus'u kaybettiğinden ötürü, babası Zeus'tan zamanı geriye almasını istiyor. Sihirli bir mumu üflediğinde fır fır fır olayları geri sarıyor ve akşam yemeğine geri dönüyoruz Hercules ile birlikte. O noktada tüm film boyunca olan hiçbir şeyin gerçekleşmeyeceği şekilde Pithus'a aklı veriyor ve gönderiyor. Sonunda da Iolaus ile birlikte mutlu mesut gülümsüyor Hercules.
Bu filmi birçok yönden pek severim. Bir kere en başta Amazon konusuna girdiği için (ama çok salak saçma bir şekilde anlatır o ayrı), sonra acayip eğlenceli bir Zeus karakteri çizen Anthony Quinn için, kısa ama keyifli bir rolle Lucy Lawless ile tanıştırdığı için ve sonunda bir şekilde zaman yolculuğu içerdiği için. Film olarak nasıl diye sorarsanız da Xena'nın ilk sezonundaki kadar çiğ görüntüler yok ama yine de özellikle dövüş bölümlerinde o amatörlük gözümüze gözümüze giriyor. Kostümler, ortam kesinlikle antik yunan değil tabi, ama müziklerle - Joseph Lo Duca'nın daha sonra Xena'nın 6 sezonu boyunca da sürecek efsane müzikleriyle - acayip gaza getiriyor. Habire de Yeni Zelanda'nın muhteşem doğasını gösteren, geniş plan dağ tepe ırmak orman görüntüleri gösterip duruyorlar. Ama herkes çok samimi, ortam samimi. Eğleniyoruz. Neyse derse geçelim çocuklar.
En başta Hercules kim? Hercules, Yunan tanrılarının babası da olan Zeus ile ölümlü bir insan olan Alcmene'nin oğlu. Alcmene'nin soy ağacı da Zeus'a dayanıyor bir yandan, o yüzden orası çok karışık. Sadece ben diyeyim ki Tiryns-Mycenae kralının kızı. Zeus'un bu ölümlüler arasına inip, habire birini baştan çıkarıp, çocuk peydahlaması hikayeleri pek meşhur. Yunan mitolojisindeki kahramanların neredeyse yüzde sekseni onun çocuğu bu sebeple. Hercules ise babası tanrı annesi insan olduğu için insanüstü bir güce sahip. Dizide (ve filmlerinde) ana hikaye de buradan çıkıyor zaten, bu gücünü insanlara yardım etmekte kullanıyor. Oysa mitolojide çok öyle değil. Yani ana amacı bu değil. Zeus'un karısı ve tanrıların kraliçesi Hera tıpkı filmde olduğu gibi gerçekte de Hercules'ten nefret ediyor. Çünkü Zeus'un onu habire başka kadınlarla aldatmalarına engel olamıyor. Bu aldatmanın meyvesinden de nefret ediyor tabi. Mitoloji der ki Hera bir gün delilik verir Hercules'e ve çıldıran Hercules kendi karısını ve çocuklarını katleder. Kendine geldiğinde bedbaht halde artık ne için yaşayacağını bilemediğinden Delphi kahinine gider. Kahin ona kuzeni de olan  Tiryns-Mycenae kralı Eurystheus'un hizmetine girmesi gerektiğini, onun vereceği 12 görevi başarıyla tamamladığında da artık bu dünyada işi kalmayacağını, ölümsüz bir tanrı olarak tanrıların arasına yerleşeceğini söyler. Bu noktadan sonra Hercules, kralın verdiği, mitolojide pek meşhur olan o görevleri yerine getirmek üzere maceralara atılır.
Filmde de bu görevlerin ikisinden etkilenmiş şeyler izliyoruz. İlki, Hercules'in ikinci görevi olan Hydra'yı öldürme görevinden, ikincisi de 9.görevi olan Amazon kraliçesi Hippolyta'nın kemerini getirme görevinden. Hydra, koca gövdeli, biri ölümsüz dokuz başa sahip bir canavar olarak betimleniyor mitolojide. Tıpkı filmde olduğu gibi birini kesince hemen yerine yenisi çıkıyor başların (bazı yerlerde de iki tane çıkıyor diyor). Ve yine filmde olduğu gibi Hercules onu ateşe vererek öldürebiliyor. Diğer başları ateşe veriyor, ortadaki ölümsüz olanı da koparıp, büyük bir kayanın altına gömüyor.
Amazon kraliçesinin kemerini alma görevindeyse kraliçe tarafından nazik bir şekilde karşılanıyor Hercules ama sonra Hera'nın oyunları araya giriyor. Vay efendim Hercules geldi kraliçemizi kaçırıyor diye ortalığı galeyana getirtiyor insanların akıllarına girip. Sonunda tabi hırgür, Hercules Hippolyta'yı öldürdü mü öldürmedi mi orası kesin değil.
Filmde tanıştığımız karakterlerden bir diğeri ise Iolaus. Mitolojide de Hercules'in sadık yoldaşı ve yeğeni olarak geçiyor. Onun nişanlısı olarak Ania ismi geçiyor filmde ama mitolojide bu isim 3 "acı" ruhunun isminden biri. Lupe, Achos, Ania. Ania'nın anlamı yas, üzüntü. Filmde neden bu ismi seçmişler bilemedim. Bir diğer karakter ismimiz Pithus ise antik yunanda Attica'da bir yönetim biriminin ismi. Amazonumuz Lysia'ya ise mitolojide rastlayamıyoruz.
Filmde Iolaus'un yaşadığı ve Hercules'in annesinin de yaşadığı köy, kasaba, yer neresi ise onun ismini belirtmemişler dedim ya, mitolojide Iolaus'un memleketi normalde Thebai. Burası Atina'nın kuzeybatısında bir şehir devleti. Filmde bir de Alturia ile Gargarencia diye yer isimleri duyuyoruz. Ama bunlar da biraz uydurulmuş açıkçası.

İndirmeden izlemek için vimeo'dan bir kaynak buldum, portekizce altyazılı ve 360p ama hiç yoktan iyidir:D -->https://vimeo.com/206290433

6 Şubat 2020 Perşembe

gözlüksüz


Kaybettiğim bir tanesi ve kırdığım bir diğeri eksik.
Yoksa nasıl çöpçüyüm bilirsiniz :)
Sonunda dönebildim. Bilgisayarın başına yani. Aslında pazartesi dönmüştüm - mecburen işe başladım çünkü. Tam 2 hafta önce bugün, perşembe günü yani, lazer ameliyatı oldum. Buna nasıl cesaret ettim hala kendime inanamıyorum ama yaptım. Ama çok acılı oldu ya. Vallahi billahi. Ben nasıl dayandım ya.
Hakikaten ben acıya hiç dayanamam. Senelerce hep kendimi gaza getirirdim, ben çok güçlüyüm, ben çok dayanıklıyım, hadi koçum hadi aslanım kaplanım diye. İşte gene hep o kendini kafanda bambaşka bir şey zannetmek illüzyonum. Her neyse, acıdan nefret ederim. Ulan üzücü bir şey bile izlemiyorum ben aman şimdi moralim bozulur ağlarım diye. Hayatım son 20 yılını da regl ağrısı çekerek geçirdiğimden acıdan hepten nefret etmiş haldeyim. En sonunda kabul ettim, benim acı eşiğim falan yok. Bir eşik yok ortada, direkt acı. Direkt ben yerlere düşüyorum. Psikolojik olarak yani. Fiziksel olarak da kendimi salıyorum, psikolojim de yok oluyor. En ufak baş ağrısında kafamı duvarlara vurmak istiyorum. Bu halimle işte ne cesaret. Çünkü lazerin de çeşitleri var ve bana uygun olan çeşidi, ameliyat sonrasını kabusa çeviriyor-muş. Doktorum anlattığında hiç bu kadar olacağını düşünmemiştim. İlk akşam ağrın olacak ama ilaç alırsın falan diye anlatmıştı. Ben o "ağrı" kelimesine pek takılmamıştım, baş ağrısı gibi olacak herhalde ağrı kesicimi alırım tamam demiştim. Ama...hayal bile edememişim. Gerçi bir dakika bir dakika, kötü kısmına gelmeden operasyonun kendisini anlatayım. (Önce çok korkutmayayım diyorum:D )
Operasyon dediğim şey on dakika bile sürmedi aslında. Önce bir ara kısma aldılar hemşireler. Giysilerimin üstüne ameliyat önlüğü gibi birşey giydirdiler, hani şu arkası bir türlü birleşmeyenden. Saçıma da bone geçirdiler. Gözlerime göz kapaklarımı uyuşturan bir damla döktüler. Sonra bir sonraki kısma aldılar, oturup beklemeye başladım. Benden önce iki kişi daha vardı. Ameliyathaneye girince ameliyat masasına yattım. Doktor baş kısmında oturuyordu. Önce gözlerimi temizleyeceğini söyledi. Bir sürü poşet gibi bir şeyi yerleştirdi, gözlerime denk gelen kısımlarında delik açtı sanki (bu arada bu işlemleri her göz için tek tek yaptı öyle ikisini birden değil). Sonra da o araya göz kapaklarımı açık tutacak bir şey yerleştirdi. Şimdi baya bir su gelecek sakın korkma dedi. Ama ne olacağına dair hiçbir fikrim olmadığından tabiki korkuyordum. Su tutmak nedir yahu? Böyle bir kova suyu gözüme boca etmiş gibi bir şey oldu. Kulaklarım falan ıslandı. Ardından doktor elindeki ince bir aletle gözümün üzerinde süpürme gibi bir hareketler yapmaya başladı. İlk anda aha dedim gözümün içine sokacak bu aleti, acıtacak. Ama hiçbir şey hissetmiyordum. Bilmiyorum belki de hakikaten gözüme değdirmişti elindeki neyse. Belki de damlalar su falan derken uyuşuyordur. En sonunda hemen kafamın üstündeki kırmızı ışığa bakmamı söyledi. 14 saniye sürecek dedi. İşte o aşamada yine tırstım ben. Ya o ışık acıtırsa? Çünkü belli ki asıl işlem o. Baktım ama hiçbir şey olmadı. 14 saniye kadar kırmızı ufak bir ışığa baktım ve bitti. Haa en son ikisine de şeffaf birer lens bırakıverdi doktor elindeki incecik aletle. Vallahi ben yıllarca güdük parmaklarımla ne uğraşmışım lensleri takacağım diye, bu nasıl kolay bir yöntemdir yarebbi diye kaldım bir süre. Her iki gözüm için de aynı işlem tekrarlandıktan sonra hemen ameliyathaneden çıktım. Girerkenki o ara bölmede bu kez hemşire üstümdekileri çıkardı, elime bir güneş gözlüğü gibi bir şey (hani 99da mı neydi güneş tutulmasına bakmak için gazeteler dağıtmıştı ya onlar gibi) ve iki hap tutuşturdu. Bu ağrı kesici bu da uyku ilacı akşam yatmadan bir saat önce alırsın dedi. Ağrı kesici tamam da uyku ilacını niye alıyorum dedim saf saf. Uyuyabilmek için dedi hemşire. Dedim uyuyamayacak mıyım? Güldü, haydi haydi yaparak yol etti beni oradan. Kafam bir karıştı tabi. Çıktım. Gayet iyiydim, ne olduğunun farkında değildim. Doktor da zaten ameliyathaneden çıkarken bir an önce eve git yat demişti. Ona da anlam verememiştim, çünkü ameliyathaneye girerkenki halimden hiç de farklı hissetmiyordum. Neyse bari dedim, güneş gözlüğünü taktım, hiçbir şey göremediğimi düşünen annem koluma girdi, eve gittik.
Evde de önce birkaç saat normaldim. Sadece ışık bir fazla mı ne diyerek bakınıyordum. Sonra nasıl oldu, aşamalar nasıl gelişti hatırlayamıyorum ama kabus başladı. Gözlerim ölümüne yanmaya, batmaya, sulanmaya başladı. Göz kapaklarımı kontrol edemiyordum. Ellerimle alttan üstten çekerek açabiliyordum sadece. Gözlerime sözüm geçmez oldu. Ve bu acı öylesine yoğundu ki. Dedim bende bir sorun var. Başım ağrımıyor, ağrı yok. ACI var. Acıyor. Hiçbir şey göremiyordum, çünkü gözlerim kapalıydı. Karanlık odada bile ışık varmış gibi geliyordu. Her şey parlak gibiydi, Ama Brad Pitt de yaşlandı allahım vampir mi oluyordum? Yatsam yatamıyorum, kalksam kalkamıyorum. Ağrı kesiciyi aldım sonunda hemşirenin verdiği. Belki uyurum da sabaha her şey çok güzel olur diye. Ama doğru düzgün uyuyamadım bile. Çünkü acı hep vardı ve gözlerim hep kapalıydı. Gözlerim kapalı olunca da uyuyor muyum, uyanık mıyım o farkı kaybetmiştim. Sabah nasıl oldu pek anlamadım. Öğlene kadar doktorum kontrole gelmemi istemişti, ona yetişebilelim diye annem kaldırmaya geldi yataktan. Midem acayip bulanıyordu, yatak odasından banyoya gittiğimizi hatırlıyorum. Lavaboya öğürdüğümü de hatırlıyorum. Sonraki an ise yatak odasında yerde oturuyor ve anne ne oldu diyordum. Kulaklarım acayip uğulduyordu ve annem panik olmuş haldeydi. Bir süre ne olduğunu anlamadım. Anlayamadım. Önce tırstım, çünkü yataktan hiç kalkmadım herhalde banyoya da gitmedim hayal gördüm dedim, bu noktaya da uyurgezer olarak kalkıp gelmiş olmalıyım dedim. Banyodan çıkarken bayılmışım meğerse. Nereden bileyim? Daha önce hiçbir durumda ama hiçbir durumda bilincimi kaybetmemiştim. Annem bayıldın tamam tamam diyerek hem beni hem kendisini panikten kurtarmaya çalışıyordu. O birkaç saniye içinde çok korktum. Çünkü en başta uyurgezer olduğumu düşündüğüm için tırsmıştım. Ardından bayıldığımı öğrenince ve bunu hatırlayamadığımı fark edince çok önemli bir şey elimden kaymış gibi hissettim. Aklıma olan güvenim. Bilincime olan güvenim. 33 yıldır yaptığım tüm salaklıklara rağmen bir kere bile benden ayrılmamış olan bilincime olan güvenim kayıp gitti. Bilincimi kaybetmiş olduğumu fark ettiğimde çok korktum. Çünkü olabileceğini kavradım. Bilincimi kaybedebiliyordum demek ki ve buna engel olamıyordum besbelli. Tabiki hemen kontrolü ele geçirmeye çalıştım. Annem yerde birkaç saniye bile kalmadın diyor. Gözlerimi açtığım anda oturmaya ve ayağa kalkmaya çalışmışım. Yürüyüp salona geldim ve kanepeye yatırdı beni. Annem normalde de felaket paniktir, normal konuşurken bile eli ayağı her yeri oynar, pır pır pırdır her zaman. O yüzden de kontrolü sağlamalıydım. Elinde telefon abini arayayım napayım hastaneye gidelim diyerek önümde zıplıyordu tabi. Dedim dur, bizim oğlan nöbetçi gelemez onu da heyecanlandırma. Ambulansı ara. Ambulans görevlileri gelip, tansiyonumu ve şekerimi ölçtü. Şekerim normalmiş ama tansiyonum düşük gibiydi. Yine de o kadar değildi tabi, bayıldıktan hemen sonra yükselmiş olmalı. Hastaneye gitmek istemedim. Hala göz doktoruma kontrole nasıl giderim diye hesap yapıyordum, çünkü gözlerim bir saniye bile iyi olmamıştı, mutlaka doktora göstermeliydim. Ama berbat durumdaydım. Kalkamadım.
O gün akşama doğru daha da kötü oldu. Düşünün devamlı acı içindesiniz ve hiçbir şey yapamıyorsunuz. Yani başınız ağrısa sararsınız, ovalarsınız. Karnınız ağrısa üstüne yatarsınız, sıcak su torbası koyarsınız, bir şeyler yaparsınız yani. Ağrır, acı çekersiniz ama bir şeyler yapıyor olursunuz. Oysa bu durumda elimden hiçbir şey gelmiyordu, dokunamıyordum bile gözlerime. Acı hiç bitmiyor, aklımı oyalayabilecek hiçbir şey yok. Uyku yok, hiçbir şey göremiyorum, bir şeylere bakamıyorum. Dahası kendime kızıyorum. Ben kendime bunu niye yaptım, kendim ettim kendim buldum, ahh be gerizekalı bir gözlüğü atınca sanki wonder woman olacaktın şu düştüğün hallere bak. Sanki tek sorunun gözlük, sanki dünyalar güzelisin de gözlük engel oluyor. Diye diye acılar içinde kıvranarak, kendime kızarak bitmeyen saatler geçirdim. Bu arada her saat başı bir damla, günde 3 defa başka bir tanesini damlatıyoruz. Onlar da yakıyor mu o durumda. Ohh mis.
Akşamüstü sonunda dayanamadım. Dedim acile bari gidelim anne. Bende bir sorun var. Yani ben eminim sorun bende. Başkalarına böyle olmuyordur yani yoksa insanlar bunu yapar mı? Hatta direkt gözüme koyulan lensten diye düşünüyordum. Çünkü son 3 senedir ben de lens takmaya çalıştığımda böyle oluyordu, bu yüzden takamıyordum artık. Bu yüzden lanet olasıca gözlüğe geri dönmüştüm. Evet kesinlikle o lenslerdendi. Gidip alın bunları diyecektim. Acile gittik, doktor demez mi ki şu yaşadığın çok normal. Tam da böyle oluyor bu ameliyat. Dedim yok artık. Böyle olduğunu bilsem yeminle yanaşmazdım hastanenin 100 metre yakınına.
O gece de kabus gibi geçtikten sonra ertesi sabah bir çare daha iyi gibiydi. Lensler normalde 4.gün alınıyor gözden ama benim 4.günüm pazara denk geldiğinden pazartesi 5.günde alındı. Gözlerimi ilk defa 4.günün sabahında açabildim. Ve yataktan bakınca karşı tarafı görebildiğimi fark ettiğim ilk birkaç saniyede genişçe bir gülümsedim. Ama tabi her şey çok net değildi, lensleri gözümde hissedebiliyordum ve yine ışık rahatsız ediyordu. Ertesi gün lensleri çıkardı doktor. Bir rahatladım. Ama hastaneye gidene kadar bile arabanın camından her yeri görüp, her şeyi okuyabiliyor gibiydim. Doktor dedi ki 3 ay içerisinde giderek netleşecek. Oysa bana bu bile yeterdi, eskisine oranla her şeyi görüyordum. Mutlu hissettim bir an. Buruktum ama mutlu hissetmek istedim. 2,5 miyop ve üstüne astigmatla ben o kadar da gözüm bozuk diye düşünmüyordum ama hiçbir şey görmediğimi anladım o an. Görmüyormuşum yani.
Hala tuhaf hissediyorum. Bir türlü o hayal ettiğim şekilde hissedemedim. Diyordum ki bir lazer olayım, bir görebileyim, böyle süper olacağım. Hiçbir şey hissedemiyorum. Çünkü hep şey geliyor, mesela dışarıdan eve giriyorum hah tamam lenslerimi çıkarayım da bir rahatlayayım diyorum. Sonra haa doğru ya lens yok, ben kendim görebiliyorum diye hatırlıyorum. Ya da evin içinde bir şey yapacağım, o ince iş göremem şimdi bu mesafeden dur gözlüklerimi alayım da geleyim diyorum. Sonra yine haa oluyorum, baktığım yeri görebildiğimi fark ediyorum. Dedim ya ben o kadar da gözüm bozuk diye düşünmüyordum, meğerse hiçbir şey göremiyormuşum.
Şimdiki hali de öyle tamam sıfır değil de 2,5 da değil yani hani olur ya 0,75 bozuk gibi. Bir de yakın mesafede bir netsizlik var hafif. Ona hiç alışık değilim işte, sinirimi bozuyor. Işık ilk günlerdeki gibi değil kesinlikle ama zaten bende ışık hassasiyeti ameliyattan önce de vardı, diğer doktor demişti. Bir de çoğunlukla gözümün içinde tozlar kirpikler varmış gibi oluyor. Ama bu sadece ameliyattan olmuş olamaz, önceden de oluyordu. Doktor kirpik diplerinde iltihap var hep, o yapar demişti. Elimdeki bir damlayı bir ay daha, diğer damlayı da 3 ay daha kullanacağım. Kuruluk da devam ediyor ama sanki eskisi gibi değil. Yani ama büyük ihtimalle bu damlalardan dolayı. Kuruluk için olanı doktor saat başı damlatmayı bırakabilirsin dedi, talimatlarda da günde 4 defaya düşürün yazıyor ama denedim, bana saat başı olmalı. Bir ay boyunca kalabalık bir yere girmeyeceğim, yemekhaneye falan inmiyorum, dışarı yemeğe gitmiyorum. Göz makyajı yapma dedi doktor ama yüzüme bile hiçbir şey sürmüyorum şimdilik.
Off bilmiyorum. Bir türlü alışamadım. Yani gözlük olmadan hayatım çok daha kolaymış gibi evet ama bir farkına varamadım, bir algılayamadım. Şöyle bir ohh be özgürüm diyemedim. Neden bilmiyorum. Belki de ameliyat olduğum günden beridir habire kötü bir şeyler olduğundan, habire dünya başımıza yıkılıyormuş gibi hissettirdiğinden. Sonunda gözlükten kurtuldum her yere gideceğim derken şimdi evden adımımı atmak istemiyorum, battaniyenin altına sokarsam kafamı belki hiçbir kötülük olmaz diye düşünüyorum. Sadece yatakta, yorganın battaniyenin altında dizi izlemek istiyorum. Belki o zaman hiçbir şey olmaz.

22 Ocak 2020 Çarşamba

Haber vermeden duramadım. Kendimi tıpkı şu sahnedeki Cüneyt Arkın gibi hissediyorum:


Yarın sabah yıllardır hayalini kurduğum şeyi gerçekleştireceğim çünkü. Lazerle gözlüklerden kurtulacağım. Son zamanlarda tüm bu güven eksikliğimi, kendimden nefret etmelerimi gözlüğe bağladım gibi bir şey. Tabi başka milyon tane sebebim var, orası ayrı ama gözlüğe takmış durumdayım. Mantıklı düşünürsek 17 yaşımdan 30 yaşıma kadar gözlük kullanmadım, lens taktım, o zaman ne bu durumum demeliyim ama biliyorsunuz artık mantıklı düşünemiyorum.
Demem o ki bir 15 gün şöyle olacağım galiba:


Uff resmen tırsıyorum var ya. Kısmet artık.
(Şu sahneyi de paylaşmadan edemeyeceğim, resmen aklımda dönüyor günlerdir:
https://www.facebook.com/CuneytArkinResimVideo/videos/1554775577891347/)

15 Ocak 2020 Çarşamba

Xena ile Mitoloji Saati

Bu, blogda uzun zamandır yapmak istediğim bir şeydi. Her hafta Xena'nın bir bölümünü izleyip, o bölümün konusunda, karakterlerinde, olaylarında mitoloji ile ilgili, mitolojiden, tarihin kendisinden neler varsa hep beraber incelemek. Yine ortasından mı daldım anlatmaya? Tamam, peki başa dönelim.
Xena dediğim tam olarak "Xena:Warrior Princess" ismindeki tv dizisi. 1995'in eylülünde başlayıp, 6 sezon 134 bölüm süren ve 2001'in haziranında biten, benim için aşırı önemli bir tv dizisi. O aşırı önemine girip şimdi kafaları ütülemeyeceğim tabi. Bizde tahminen 1998-2001 arasında yayınlanmış olmalı, çünkü 12-15 yaşlarım arasındaydım diye hatırlıyorum. Kanal D'de yayınlanıyordu, akşamüstü ya da haftasonları gibi hatırlıyorum sanki, çok net olmamakla birlikte. Tabi o zamanlar böyle sezon, bölüm hesabı bildiğimiz şeyler değildi. Cnbc-e bile yeni yeni giriyordu tvmize. O yüzden Kanal D kafasına göre yayınlıyordu bölümleri. Bir o sezondan bir bu sezondan, bir eski bir yeni bölüm gibi. Çok kafam karışıyordu tabi ama başka çarem yoktu, bilgisayar ve internet eve 2000 yılında girecekti ve o internette de şimdiki gibi torrent doğmamıştı. Her neyse, demem o ki o zamanlar bölük pörçük izleyip de kursağımda kalan Xena macerasını yüzyıllardır oturup da şöyle adamakıllı baştan sona, şanına yaraşır şekilde izlemek istiyordum. Başlamak için de hep böyle bir başlangıçlara, başlama dönemine denk getirmeye çalıştıkça olmamıştı. Sonunda 2020 gibi bir yılın ocak ayı, bir şeylere başlamak için iyi gibi göründü gözüme (gerçi yine geç kaldım ama olsun).
Yani şöyle yapacağım. Her hafta (umarım her hafta) en azından bir bölüm izleyip, o bölümün üzerinden mitolojiye - ve belki de tarihe - girişivereceğim. Duruma göre, yani boş olmama göre haftada birkaç bölüm bile yapabilirim ama eminim o kadar boş olmayacağım.
1995'in 4 Eylül'ünde yayınlanan ilk bölümden başlamadan önce Xena hikayesinin temellerinden bahsetmek istiyorum. Asıl olay, Sam Raimi-Rob Tapert-Bruce Campbell üçlüsünden çıkıyor. Bu kafadarlar 1979'da (oha çok mu başa aldım ya!?) "The Evil Dead" filmini yaptıklarında-yapmak için bir prodüksiyon şirketi kuruyorlar mecburen. Irvin Shapiro da el atıyor ve Renaissance Pictures ortaya çıkıyor (Den of Geek'te şöyle bir yazısı var mesela anlarsınız). Önce bizim Herkül diye bildiğimiz Hercules'in maceralarına ilişkin tv filmleri geliyor. 1994'te "Hercules and The Amazon Women" filmi Kevin Sorbo'lu olarak hatta içinde bir adet Anthony Quinn barındırarak geliyor. Bu ilk hikayenin yazarları farklı tabi o zamanlar, dikkat edin efsanevi Xena'mız olacak olan Lucy Lawless ise daha ufak sayılabilecek bir rolde bu filmde. Böylece daha sonra neler olacağına dair önümüze kocaman bir dünya seriliyor. Ardından aynı yıl Hercules: The Legendary Journeys - Hercules and the Lost Kingdom filmi geliyor, diziye dönüşecek kıvama yaklaşıyoruz. Çünkü bu filmin yazarı, diziyi de yaratacak olan Christian Williams. 1994'ün sonuna doğru Hercules: The Legendary Journeys - Hercules and the Circle of FireHercules in the Underworld ve Hercules in the Maze of the Minotaur filmleri tvdeki yerini alıyorlar.
1995'in ocak ayında ise "Hercules:The Legendary Journeys"i patlatıyor ekip. 5 tv filmiyle işi kapan ekip 13 bölümlük başarılı bir ilk sezon koyuyor ortaya. Bu ilk sezonun 6. bölümünde (As Darkness Falls) Lucy Lawless'ı yine başka bir karakter, Lyla olarak izliyoruz. Yine yan rol aslında. Asıl fırtına 9. bölümde kopuyor. Xena ile hem Hercules ve Iolus tanışıyor, hem de biz. Xena'nın hikayesinin tam tepe noktası zamanları bu, kötü mü kötü, güçlü mü güçlü bir savaşçı prenses o sıralarda Xena. Zaten bölümün adı da ona ithaf "The Warrior Princess". Kimse doyamıyor tabi bu prensesin hikayesine, üç bölüm sonra, 12. bölümde (The Gauntlet) ve sezon finalinde 13.bölümde (Unchained Heart) yine geliyor. Bu iki bölümde aslında Xena'nın pişmanlık-tövbe-kurtuluşa giden yolunu izliyoruz. Ki bu iki bölüm bizi asıl hikayeye, altı sezon sürecek efsanede anlatılacak hikayeye hazırlayan bir zemin oluşturuyor.

Hercules'in ikinci sezonunun başladığı gün Xena : Warrior Princess dizisi de başlıyor. Tarihler 4 Eylül 1995. Eski kötü, acımasız savaşçı günlerini geride bırakmaya çalışan Xena'nın yolculuğunu izlemeye başlıyoruz böylece. Bu iki dizinin hikayeleri ve karakterleri daha sonra pek çok sezonda ve bölümde bir araya geliyor tabi. Bu yüzden ben bu projemizde o bölümleri de ele almaya çalışacağım. Yalnız çocuklar, bunlar çook aşırı eski sayılan şeyler ya artık, bulması, izlemesi pek öyle kolay değil. Bakalım nasıl olacak?
Bizi çok eğlenceli bir yolculuk bekliyor bence.

14 Ocak 2020 Salı

Jumanji : Welcome to The Jungle (2017)

Aynı lisede okuyan 4 genç Spencer, Fridge, Bethany ve Martha aynı gün okuldan sonra cezaya kalır. Ceza olarak ise okuldaki eski depo gibi bir odayı elden geçirmeleri gerekmektedir. Birbirinden oldukça farklı olan bu gençler, bu bir sürü ıvır zıvırla dolu odada eski bir video oyunu bulur ve meraktan açıp oynamaya çalışırlar. Oysa bu oyun bildikleri hiçbir oyun gibi değildir, sihirlidir ve dördünü de içine çeker. Kendilerini birden bire oyunun içinde ve dahası seçtikleri avatarların görüntüsünde bulan gençler Jumanji'nin dehşetli ormanlarında hayatta kalıp, eve dönmek üzere heyecanlı bir maceraya çıkarlar.
Bu konuyu hepimiz biliyoruz değil mi? 1995'teki efsanevi filmde Jumanji'nin dünyasına dalanlarımız çok iyi biliyor. O filmin yeri bende çok ayrı. Daha önce hiç bahsetmemişim, şimdi farkına vardım. Halbuki yukarıda "Ben Masumum" sayfasından da bulabileceğiniz gibi benim için böyle olan filmleri falan oturup, uzun uzun yazmıştım (tamam öyle uzun değil de işte bahsetmiştim). O film öyle değişik ama sempatik, eğlenceli ama dehşetengiz, içe dokunan, hem insanın böğrüne oturup, hem de kahkahalara boğan öylesine sevimli bir filmdi ki bu yenisinin haberini ilk gördüğümde beynimden alevler fışkırdı haliyle. Yapmamalılardı. Böylesine içimde olan bir filmi, bir hikayeyi, Robin Williams'tan bize kalan güzelliklerden bir tanesini daha mahvetmemelilerdi. Bakın Dwayne Johnson'ı da çok severim, biliyorsunuz. Ama hep aynı şeyi yaptığı, hep aynı şeyi olduğu filmler çok ve bunu da onlardan birine çevirecek kesin diye öylesine emindim ki. Yapay bir saçmalıklar silsilesine dönüştürecekler işte kahretsin diye düşündüm. Bir yandan görmeyi çok istedim, bir yandan da hiç istemedim. Sonunda tam da böyle bir şey yaptıklarını unutacaktım ki geçen sene bir tane daha yaptılar. Olamazdı. Bu kadar da olamazdı. Belki de Rock'tan artık nefret etme vaktim gelmişti.
Oysa geçen akşam tvde denk geldim. Tam açtığımda yeni başlıyordu. Yoo dedim, izleyemem. Gittim geldim, evin içinde dolandım, yine başına oturdum. Bakmaya başladım. Daha ben ne olduğunu anlamadan sarmıştı film, deli gibi izliyordum. Neyse ki reklam oldu, ben de gözlerimi ekrandan ayırabildim ve kapattım tvyi. Kararlıydım, izlemeyecektim.
Ama her hikayenin bir vakti var işte ve o vakit gelince ne olursa olsun önünüze çıkıyor. Ertesi sabah, tam da kahvaltıyı masaya getirmiş, oturmuş ve tvyi açmıştım ki yine o! Tam da akşam kaldığım yerden hem de devam ediyordu. Artık bu kadarına Simyacı bile kader diyeceği için izlemeye devam ettim. Ve ne kadar salaklık ettiğimi anladım. Film müthişti. Tamam tamam abartıyorum ama hakikaten çok iyi ya. Hikayesi özenilerek yazılmış, oyuncular özenerek oynamışlar, görüntüler, sesler, atmosferi, hissettirdikleri her şeyi öylesine iyi bir araya getirilmiş ki. Ya da ben o kadar rezil leş bir şey bekliyordum da beklentimin üzerinde çıktı diye mi böyle hissettim. Bu film gerçekten çok iyi. Oturup 120 dakika boyunca güzel anlatılmış, eğlenceli bir film izliyorsunuz. Her şeyi kendi içinde mantıklı. Dahası mahvedeceklerinden emin olduğum oyuncular, harika bir şey ortaya çıkarmışlar. Dwayne Johnson kendi dışında bir şeyler yapıyor. Karen Gillan ve Jack Black sevimli bir şekilde genç oyuncuların ruhuna bürünüyorlar. Bir zayıf halka bence Kevin Hart ve onun karakterinin hikayesiydi ama olsun, toplamda tüm bir hikaye çok iyi şeyler başarıyor.
Ama tüm bunlara rağmen bu bizim bildiğimiz Jumanji değil. Daha doğrusu bu, Jumanji değil. Çok eğlenceli, keyifli, iyi yazılmış, oynanmış, çekilmiş bir film ama başka bir film. Bu başka filmin geçen sene de Jumanji : Next Level diye bir devamını daha yaptılar işte. Neyse en azından batırmadıkları için affedebilirim belki. Ama ne bileyim yaa, keşke Jumanji demeselerdi.

Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }

 En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...