Böyle şeylere rastlayınca hem çok mutlu oluyorum, heyecanlanıyorum. Hem de pek bir mutsuzluk, umutsuzluk çöküyor üstüme. Çünkü vay be insanlar neler yapmış diyorum. Vay be insanlar nelerle uğraşabiliyor diyorum. Öğrenilecek ne kadar çok şey var yandım diyorum. Ben tüm bu çalışmalara nasıl yetişirim diyorum. Dahası ben taa en başından beri bu tür şeylerle ilgilenebilme lüksüne sahip olamadım ahh ahh diyorum. Neyse, oralara dalmıyorum yine. Diyeceğim şu ki böyle şeyler var, takdire şayan. Neler mi?
Chicago Üniversitesi'nin "Oriental Institute"si yani ne diyelim biz ona - Doğu Enstitüsü 90 yıllık bir çalışmanın ardından Asurca sözlüğü yayınlamış. Düşünsenize, ne çalışma! Şuradan pdfleri indirebiliyoruz. Satın da alınabiliyor da kağıt hali, pdfi indirmek bedava.
Londra Üniversitesi'nin "School of Oriental and African Studies"i de yani Doğu ve Afrika Çalışmaları Kürsüsü/Okulu/Bölümü falan diyebiliriz, Gılgamış Destanı ve çeşitli Babil metinlerini kendi dillerinde okunmuş halde yayınlamış web sitesinde. https://www.soas.ac.uk/baplar/recordings/ adresinden dinleyebiliyorsunuz. Dinlerken bir yandan okunan metnin orijinaline (yani romanize edilip yazılmış orijinaline) ve ingilizce çevirisine de bakabiliyorsunuz.
Bir de British Museum'un Orta Doğu Departmanı'nda çalışan Asurolojist Irving Finkel'den nasıl çiviyazısı yazacağınızı öğrenebileceğiniz videolar var. Bu amca aslında baya ünlü. British Museum'un youtube kanalında resmen dizi yapmış durumda.
Son olarak da Mısır hiyerogliflerinin açıklamalı bir listesini indirebileceğiniz bir adres var: Burada.
(Bir de dayanamadım bunu da göstereyim. Open University'nin youtube kanalında 10 dakikada İngilizce'nin tarihini anlatan video serisi var: https://www.youtube.com/playlist?p=PLA03075BAD88B909E)
22 Kasım 2019 Cuma
Çin Ay Takviminin Aylarının Her Birine Bir Çiçek Fincanı
Met'te (The Metropolitan Museum of Art yani) böyle bir eser var. Varmış yani, ben gittiğimden hiçbir şey hatırlamıyorum tabi bin yıl oldu gideli ama sonradan web sitesinde koleksiyonlarda rastladım. Yılın 12 ayını temsilen, her bir fincanın (şarap bardağı-fincanı olarak geçiyor ama bilemem ben) üzerinde bir çiçek resmi yapılmış. Hangisi hangi ayı temsil ediyor bilemiyorum (açıklama da yok), ama çiçekler şöyle:
Bu fincanlar Çin'de yapılmış. 1644–1911 arasında süren Qing Hanedanı dönemine aitler ve 1622–1722 arasını kapsayan Kangxi Dönemi'nin işaretini taşıyorlar (Çin porselenlerinde böyle bir işaret - mark - mevzusu var, girmeyelim). Her birinin diğer tarafında bir de bir cümlelik bir deyiş/söz/şiir gibi bir şey yazılı. Çok hoşuma gitti duruşları. Daha doğrusu bir şekilde "zamanı" temsil ediyor oluşları ve bunun yanında bu kadar güzel durmaları beni yakaladı hemen.
British Museum'ın web sitesinde de tek tek hepsinin fotoğrafları var ama onların çözünürlüğü daha düşük gibi geldi bana, o yüzden yukarıdakileri koydum (British Musuem).
Met'in açıklamasında çiçekler sırası söylenmeden şöyle belirtilmiş:
Erik çiçeği
Şeftali çiçeği
Şakayık çiçeği
Kiraz çiçeği
Manolya
Nar çiçeği
Nilüfer ya da orkide
Armut çiçeği
Gülhatmi
Kasımpatı
Gardenya
Gelincik
British Museum'daki açıklamaya göre ise Lunar-yani ay takvimine göre sıralanan çiçeklerin isimleri de şöyle:
(Fotoğraflar Met'in web sitesinden: https://www.metmuseum.org/art/collection/search/52872)
British Museum'ın web sitesinde de tek tek hepsinin fotoğrafları var ama onların çözünürlüğü daha düşük gibi geldi bana, o yüzden yukarıdakileri koydum (British Musuem).
Met'in açıklamasında çiçekler sırası söylenmeden şöyle belirtilmiş:
Erik çiçeği
Şeftali çiçeği
Şakayık çiçeği
Kiraz çiçeği
Manolya
Nar çiçeği
Nilüfer ya da orkide
Armut çiçeği
Gülhatmi
Kasımpatı
Gardenya
Gelincik
British Museum'daki açıklamaya göre ise Lunar-yani ay takvimine göre sıralanan çiçeklerin isimleri de şöyle:
- Kış tatlısı çiçeği/Kalikantus/Kadeh çiçeği (Ya bu çiçeğin bizde bir karşılığı yok benim anladığım. Orijinali Wintersweet diye geçiyor, ocak ortasından şubat başına kadar açıp, tatlı talı kokarmış). Met'in erik dediği oluyor bu durumda.
- Kayısı çiçeği. Met'in şeftali dediği.
- Yaban elması ya da şeftali çiçeği
- Şakayık çiçeği
- Nar çiçeği
- Nilüfer
- Orkide
- Sinameki/Çin tarçını çiçeği
- Kasımpatı
- Gül
- Erik çiçeği
- Nergis
18 Kasım 2019 Pazartesi
16 Bölümlük Kocaman Bir Hayalkırıklığı : Melting Me Softly
1999 yılındayız. Esas oğlanımız Güney Kore'nin bir tv kanalında acayip başarılı bir show programı yapımcısı-yönetmeni olan Ma Dong Chan için her şey mükemmel gitmektedir. Başarılı anne babasının serveti sayesinde üst tabakadan bir hayat sürmekte, erkek kardeşi gelecek vaat eden bir müzisyen olarak boy göstermekte ve kız kardeşi de güzelliğinin baharında çok mutlu bir hayata doğru yelken açmaktadır. Ma Dong Chan da 32'sindedir, aktörleri kıskandıran bir yakışıklılığı vardır. Yaptığı show programının sunucusu olan Na Ha Young ile evlenmek üzeredir ve işinde de aldığı ödüllerin haddi hesabı yoktur.
Esas kızımız, Ma Dong Chan'ın programında çalışan korkusuz Ko Mi Ran ise üniversite son sınıfta, 24 yaşında bir Çin Dili ve Edebiyat öğrencisidir. Ailesinin maddi durumu pek de iyi değildir, küçük erkek kardeşi de bir miktar zihinsel engellidir. Ama çok çok mutlu ve sevgi bir dolu ailedir onunkisi. Ko Mi Ran'ın da bir sürü umudu vardır zaten, bu şekilde sıkı çalışmaya devam edip çok para kazanacak, ailesiyle yaşayabileceği bir ev alacaktır.
![]() |
Sene 99, fotoğraf makinesini ters çevirip kendimizi çektiğimiz zamanlar |
![]() |
Hiç sormayın :) |
Başrollerimiz arasında bir kimya yok mesela sonra. Aslında var gibi, ama aslında yok. Çok ilginç değil mi? İşte bir senaryo yazımı insanı ne hale düşürüyor en güzel örneği. Ma Dong Chan karakterine çok iyi bir kişilik çizmişsin ama üstünü dolduracak bir şey yok, JCW sadece cazibesini, teatralliğini kullanarak günü kotarmaya, boşlukları doldurmaya çalışıyor. Ko Mi Ran'a kapı gibi güçlü, atılgan ama pervasızca olmayan, dürüst ama boşa konuşmayan bir karakter vermişsin. Gel gör ki bu iki karakteri bir araya getirdiğinde hikayeyi taşımıyor. Aslında bir arada çok iyiler, ellerinde iyi bir senaryo olsa şahane olacaklar ama bu hikayeyi götüremiyorlar. İkisinin aşkı, şusu busu için hiçbir şey hissetmiyorsunuz, hissettiremiyor dizi.
Oysa böyle ara ara ışık çakmaları gibi parlayan mükemmel yan hikayeler izletiyor. Ko Mi Ran'ın engelli kardeşi ile olan hikayesi böğrümüzü deliyor. Ma Dong Chan'ın kardeşleriyle olan her şeyi, bu 3 kardeşin yer aldığı her sahne mükemmel mesajlar taşıyor. Hele insanın hayatının nasıl geçtiğine, yaşlanmaya, hayatın bizi nerelere götürdüğüne dair o kadar güzel noktalardan yakalıyor ki hikaye, tam da hah işte bu dizinin rayını bulacağı şey de bu diyorsunuz ama devam ettiremiyor tabiki. Halbuki o Go Go 99 programının çekimlerini yaptıkları bölümde resmen içim dışıma çıktı ağlamaktan. O kadar güzel anlatmış, o kadar güzel çekmişlerdi.
Komedi tarafında da acayip iyi şeyler başarıyordu mesela - neredeyse. Profesör ile Ko Mi Ran'ın kardeşinin dinamikleri mükemmeldi. Ko Mi Ran'ın eski sevgilisini oynayan Shim Hyung Tak yine şahaneler yaratmış (daha 6-7 ay önce Touch Your Heart ile tanıştım bu oyuncu ile, orada da çok iyiydi), sahnesi olsa da gelse diye bakıyorsunuz, keşke gene hayal kursa da absürt absürt izlesek diyorsunuz.
Ama yine de neresinden tutarsak tutalım elde kalıyor dizi. Ve suçun tamamı senaristte. Onun yazdığı şeylerden yönetmen de oyuncular da ancak bu kadar çıkarabilmiş ortaya (çünkü yönetmeni A Gentleman's Dignity'yi - benim en bir favorim olan diziyi - yapan yönetmen, ona laf edemeyiz). Oysa ne özlemiştik be JCW'yi. Yazık oldu.
Oysa böyle ara ara ışık çakmaları gibi parlayan mükemmel yan hikayeler izletiyor. Ko Mi Ran'ın engelli kardeşi ile olan hikayesi böğrümüzü deliyor. Ma Dong Chan'ın kardeşleriyle olan her şeyi, bu 3 kardeşin yer aldığı her sahne mükemmel mesajlar taşıyor. Hele insanın hayatının nasıl geçtiğine, yaşlanmaya, hayatın bizi nerelere götürdüğüne dair o kadar güzel noktalardan yakalıyor ki hikaye, tam da hah işte bu dizinin rayını bulacağı şey de bu diyorsunuz ama devam ettiremiyor tabiki. Halbuki o Go Go 99 programının çekimlerini yaptıkları bölümde resmen içim dışıma çıktı ağlamaktan. O kadar güzel anlatmış, o kadar güzel çekmişlerdi.
![]() |
Ahh arada gülmekten bayılmadık da değil |
![]() |
Ama genelinde böyleydik |
16 Kasım 2019 Cumartesi
7 Bölümlük İlk Sezonuyla Bir II.Dünya Savaşı Dizisi : World on Fire
1939 yılının ortalarındayız. Bütün Avrupa fırtınadan önceki sessizliği yaşıyor. Büyük Savaş'ın üstünden ancak 20 yıl geçmişken kimse yeni bir savaşın eşiğinde olduklarına inanmak istemiyor. Britanya'da genç aşıklar Lois ve Harry'nin hayatı, Harry'nin devlet görevlisi olarak Varşova'ya gönderilmesi ile tamamen değişiyor. Varşova'daki Tomazsezki ailesi 3 çocukları ile birlikte sevgi dolu hayatlarını yaşıyor. Paris'te yakışıklı doktor Webster gündüzleri Amerikan hastanesinde hayat kurtarırken, geceleri Paris'in meşhur kulüplerinde jazın dibine vuruyor, müzisyen Albert'e sırılsıklam aşık oluyor. Berlin'de, yükselen karanlığın kalbinde Rossler ailesi oğullarını Hitler'in ordusuna göndermişken, küçük kızlarını etraflarındaki tehlikeden korumaya çalışıyor. Rossler'ların yan komşusu Amerikalı gazeteci Nancy ise sezdiği şeyin peşinden koşarken kan dondurucu gerçeğe rastlıyor: Polonya askeri üniforması giymiş Alman askerleri Polonya topraklarına dolaşıyor. Ve malum gün, 1 Eylül 1939'da Alman uçakları Polonya'nın ufak bir kasabasına, hiçbir şey olmayan Wielun'a saldırıyor. Herkesin hayatı geri dönülemeyecek bir şekilde o gün sonsuza kadar değişiyor.
Peter Bowker'ın yazdığı-yarattığı bu hikaye 29 Eylül-10 Kasım arasında Britanya'nın BBC One kanalında 7 bölümlük bir dizi olarak yayınlandı. Haberini önceden gördüğüm için bekliyordum (bu period dramalar için özellikle takip ettiğim site Willow and Thatch, tavsiye ederim), ilk bölümün internete yüklendiğini gördüğümdeyse resmen havalara uçtum. Hafta hafta takip ettim ve bu bir dolu karakterin hikayesine tutuldum. Evet biliyorum II.Dünya Savaşı filmlerinden-dizilerinden gına geldi hepimize, artık anlatılmadık neresi kaldı, neyi kaldı diye düşünüyoruz. Ben de öyle diyordum, ama nasıl yaptıysa senarist Peter Bowker farklı bir şey göstermeyi başardı bu gözlere. Savaşın başlamasıyla hayatların nasıl değiştiğini, farklı farklı ülkelerdeki, şehirlerdeki insanlara tüm bunların nasıl dokunduğunu anlatıyor dizi. Normal hayatınıza devam ediyorsunuz, günlük ne yapıyorsanız onları yapıyorsunuz, sonra bir gün her şey değişiyor. Yaşadığınız şehir harabeye dönüyor, yıkıntıların arasında hayatta kalıyorsunuz. İşinizden çıkıp, evinize dönüyorsunuz bir akşam ve evinize Nazi askerleri el koymuş, içeride parti yapıyorlar haliyle karşılaşıyorsunuz. Tanıdığınız herkesi, kardeşlerinizi, oğullarınızı denizin ötesine savaşa yollamış halde uyanıyorsunuz bir sabah. Tüm bunları o sadelik içinde, sanki gerçek olmamış bir masal gibi anlatmayı başarıyor. Renk paleti ve müzikleriyle, karakterleriyle bir masal, ama korkunç olduğunu ekran kararıp, yazılar geçmeye başlayana kadar anlamadığınız bir masal gibi izliyorsunuz.
![]() |
Aslında savaş olmasa dönemin görüntüsü çok güzel |
13 Kasım 2019 Çarşamba
Keşke sonsuza kadar devam etseydi : 18 bölümcük Agent Carter
İzleyip bitireli neredeyse bir seneyi bulacak sanırım ama ben o gün bu gündür etrafta bağırarak, yolda herkesi durdurarak söylemek istiyorum: Agent Carter'ı izleyin! Ben çok ama çok, ama nasıl da çok sevdim bu diziyi! Doğruya doğru, MCU'nun şimdiye kadar izlediğimiz fazlarındaki en sevdiğim karakter Captain America'ydı ama ilk filmde Peggy Carter'ı izlemek keyif vermiş olsa da çok takılmamıştım. Hikaye beni çılgınca sarmalamıştı (benim gibi çelimsiz-bücür-dikkat çekmeyen bir insan, bilimin manyak bir çözümüyle tüm sorunlarından kurtulabiliyor, şahane bir insana, hep hayalini kurduğu o insana dönüşebiliyordu, aman yarabbi Doktor Erskine neden beni de iyileştirmeden gitmiştin?!). (Captain America:The First Avenger(2011)'den bahsediyorum çocuklar.) İkinci Captain America filmi The Winter Soldier(2014) daha da deliceydi benim için, Sebastian Stan'e oldum olası bayılırım zaten. Haliyle yine çok gözümde değildi Peggy hikayesi. Bu filmden bir yıl sonra dizinin geldiği haberini görünce haliyle en fazla bir "period-tarih" dizisi olduğu için heyecanlanırım, ilgimi çeker diye düşünmüştüm. Çok acele etmemiştim izlemek için. Keşke etseymişim. Neler kaçırmışım bunca zaman.
Agent Carter 2015-2016 arasında iki sezon olarak toplam 18 bölüm olarak yayınlanmış. Peggy Carter'ın Captain America kaybolduktan (First Avenger'ın sonunda hani denize uçakla daldıktan sonra) hayatına nasıl devam ettiğini anlatıyor temelde. Savaş sonrası NY'da erkek egemenliğinin zirvesinin yaşandığı yıllarda, işini çok da iyi yapan bir ajan olarak kötülere karşı savaşına devam etmesini izliyoruz. Bunu yaparken tabiki topluma, kültüre karşı da savaşıyor ve yanında Stark ailesinin sadık yardımcısı Jarvis var (evet Jarvis kanlı canlı bir adam). Bir de tabi gidip gelen, serseri mayın, gönüllerin dahi çocuğu Howard Stark. Peggy Carter rolündeki Hayley Atwell'e burada aşık olmamak mümkün değil. Yani hayran kalmamak. Ne öyle çıtkırıldım görünüyor, ne de erkeksileşiyor. Tamamen güçlü ama baştan ayağa zarif halini koruyor. Hızla giden bir kamyonun üstünde kalem eteğiyle tekme atarak dövüşüp, kötü adamı perişan ettiği sahnelerde mesela hiçbir şey tuhaf gelmiyor (vallahi dalga geçmiyorum, samimiyim burada). Ya da doğru bildiğinden şaşmayıp, dürüstçe yapılması gerekenleri söylediğindeki duruşunu huşu içinde izlerken buluyoruz kendimizi. Gayet de doğal geliyor bunu ondan görmek. Yeri geliyor tamirci tulumunu giyip, alet çantasını eline alıp, gece operasyonuna gidiyor. Sanki daha önce bunu yapan bir dolu karakter izlemişiz gibi, hiç yadırgamıyoruz. Hayley Atwell üzerine öyle bir ruh geçiriyor, öyle bir Agent Carter'a bürünüyor ki ekrandan acayip bir enerji fışkırıyor.
![]() |
yakıyor |
![]() |
Howard Stark ile Peggy |
![]() |
ajanlarımız |
![]() |
komşu kızı Dotty ve şahane yardımcı Jarvis |
Ben aşırı çok sevdim bu diziyi ve Ajan Carter'ı. Keşke oturup gene çekelim deseler. Peggy'yi Captain America'nın ikinci filmde döndüğü zamana kadar izlesek.
7 Kasım 2019 Perşembe
10 Günde Barselona-Paris-Amsterdam : Bölüm 4 - Amsterdam
Yazımın bu son bölümünde sanki o akşam orada hiçbir şey olmamış gibi, sanki o akşam normal bir şekilde uçağa binip dönebilmişim gibi davranacağım. Kötü hiçbir şey olmamış gibi anlatacağım Amsterdam'ı ve bitireceğim. Çünkü canım çok yanıyor.
Tamam.
![]() |
Amsterdam Centraal tren istasyonu bu |
![]() |
Montelbaanstoren kulesi bu uzaktan görünen |
![]() |
meşhur Dam meydanı |
Paris'ten de Amsterdam'a trenle gittik. Paris Nord istasyonundan 10:25'te bindik, saat ikiye doğru Amsterdam Centraal istasyonunda indik. Bu bilete de kişi başı 35 euro verdik. Yine hava kapalı ve buz gibiydi Paris'ten bindiğimizde. Amsterdam'da ise hava nedense daha ılık geldi.
Amsterdam'da istasyondan kafanızı çıkarıp şöyle bir baktığınızda hemen o farklılığını hissedebiliyorsunuz. Mimari, köprüler, kanallar, insanlar, bisikletler...daha istasyondan adımınızı attığınız anda daha önce gördüğünüz hiçbir yere benzemeyen bir yerde olduğunuzu anlıyorsunuz.
Biz istasyondan 15 dakikalık yürüme mesafesinde olan otelimize yürüdük önce. Motel One Amsterdam-Waterlooplein'de kaldık ve keşke 4 günü Barselona'da ve o evde heba edeceğimize burada, bu otelde daha çok kalsaymışız dedim. Diğer kaldığımız yerlerden midir bilmem, burası gözüme cennet gibi göründü. Şaka bir yana o kadar salak saçma yerde kalınca normal bir otele tabiki dibim düştü. Girişteki dekora, koltuklara, 24 saat açık bara bayıldım. Odamıza bayıldım, odadaki banyoya bayıldım. Ama tek bir gece yatabildik burada ve onda da sabahın köründe kalkıp, çıkmamız gerekiyordu.
Otelin konumu, dediğim gibi istasyondan kolaylıkla yürünebilir bir yerde. Otelden de yürüyerek tüm kenti gezebilirsiniz, sadece güzel bir havada. Çünkü Amsterdam'ın o zaman zaman çisil çisil yağmurlu, puslu, zaman zaman yerleri göle çeviren şarıl şarıl yağmurlu havasında bu yürüyüş keyiften çok eziyet oluyor.
![]() |
benim olsun lütfen - 1 |
İlk gittiğimiz gün hemen otele yerleşip, kendimizi dışarı attık. Otelden diklemesine, daha doğrusu yatayda, yol tutturduk şöyle bir kent hakkında ilk izlenimlerimizi edindik. Binalar, o resimlerde hep gördüğünüz binalar var ya, onlar gerçek :) Ve fotoğraflardakilerden daha da güzeller. Kent topluca bir masaldan fırlamış gibi (bunu Prag'ı, Floransa'yı, Nürnberg'i görmüş bir insan olarak söylüyorum bakın). Her bir binayı fotoğraflamak istiyorsunuz, her bir kanalda köprünün tam ortasında durup her tarafınızı çekmeye çalışırken buluyorsunuz kendinizi. Yapmayın. Keyfini çıkarın. Bir de bisikletlere dikkat edin. Bu şehirde bisiklet terörü var. Her yerden fırlıyor, kanun benim diyerek üstünüze geliyorlar. Hayatımda bisikletlilerden hiç bu kadar nefret etmemiştim. Pisler. Hıh.
O akşamüstü ilk işimiz meşhur pankekçilerden birine koşturmak oldu bu arada. Gitmeden önceki araştırma aşamasında resmen delirmiştim pankekçilerin görüntülerine. Dekorlar, mekanlar şahane göründüğü gibi pankekler de manyak görünüyordu. Biz Pancakes Amsterdam'ın Negen Straatjes şubesine gittik (https://pancakes.amsterdam/about/locations/negen-straatjes). İçerisi acayip sevimli, üst katta oturduk biz. Herkes bizim gibi turistti zaten, başka başka milletlerden. Üst katla ilgilenen garson abi de alabildiğine sempatikti, kendi kendine şarkı söyleyip dans ederek dolanıyordu. Biz bir tuzlu bir de tatlı aldık, ortaklaşa yedik. Tuzlu dediğim sebzeliydi ortasında da pesto sosu vardı. Tatlı dediğim de çilekliydi ortasında yoğurt sosu ile geldi. Yanlarında da çay ve latte aldık. Toplamda 34,45 euro ödedik. Hesabı ödedikten sonra da garson abi geleneksel Hollanda tahta ayakkabısı şeklinde anahtarlıklardan verdi, müşterilere hatıra olarak veriliyor böyle.
O gün öğleden sonra ve akşam boyunca kenti karış karış yürüdük açıkçası. Waterstones diye bir kitapçıya girdik mesela, çok mutluydum orada. Bizde çevrilip, basılmamış bir dolu kitapla tanıştım. Ayrıca diğer kitapçı ve kırtasiye malzemeleri de çok tatlıydı. Merkezdeki tüm alışveriş sokaklarına daldık, tüm pahalı butiklere, turist mağazalarına girdik. Amsterdam Cheese Company'de peynirler denedik - çalışan gençler pek iyiydi :p -, Dam Meydanı'nda Cafe Zwart'ta oturup içkilerimizi yudumladık (TripAdvisor). Ama dediğim gibi hava berbattı. Bunların hepsini ıslanarak, üşüyerek, kendimizden bezerek gerçekleştirdik.
Ertesi gün sabah kahvaltı için bir randevumuz vardı oraya gittik ama ondan sonra tüm gün bavullarımız otelin deposunda beklerken vakit geçirmek ve akşamki Anne Frank Evi'ne girme saatimize kadar sokaklarda dolanmak zorundaydık. Tam bir eziyetti o gün. Hava zaten kötü. Habire bir kafede mekanda da oturamayız yani. Vakit geçirmek için kanal turu yaptık. Ama iyi ki de yapmışız, çok keyifliydi. 13,50 euro kadardı bizim seçtiğimiz. Bu turların tekneleri hemen istasyonun karşısındaki büyük Damrak isimli kanalda duruyor, oradan seçip binebilirsiniz (bizim bindiğimiz https://www.stromma.com/en-nl/amsterdam/).
![]() |
benim olsun lütfen - 2 |
Akşam sekiz çeyrek için Anne Frank House'a bilet almıştık. Girme saatinizden bir dakika bile önce içeri sokmuyorlar kesinlikle. Oraya vardığımızda ölmüş, bitmiştik. Tuvalete sıkışmıştım, üstümüzden sular akıyordu yağmur hiç durmuyordu. Yine de tüm diğer insanlarla birlikte sersefil halde bekledik müzenin önünde. Tam sekiz çeyrekte kuyrukla birlikte içeri alındık. Tüm çantaları, şemsiyeleri girişte bırakıyorsunuz. Sonra audioguidelarla birlikte ilerlemeye başlıyorsunuz. Burayı anlatmak da bana çok iyi gelmiyor şu an. Boğazıma yumrular oturuyor, özür dilerim. Çok küçüktüm ben kitabı, daha doğrusu günlüğü okuduğumda. 9-10 yaşlarında ya vardım ya yoktum. Hiçbir şeyin farkında değildim, savaşlardan, dünyanın pisliğinden haberim yoktu. Dayımların denize bakan evinde bir yaz, kuzenimin kitapları arasında bulup okumuştum herkes denize gider etrafta oyun oynar koştururken. Her şey, Anne'in öyküsü kafama dank diye çarptığında tabiki büyümüştüm. Evi görmek ise...Gitmeniz gerek. Tek söyleyebileceğim bu. (Biletler için-->https://www.annefrank.org/en/)
(Bu arada şu sıralar World on Fire diye bir dizi izliyorum. Haftaya ilk sezonun son bölümü yayınlanacak sanırım. Tam da 1939'da başlıyor hikayesini anlatmaya, Polonya'yı, Britanya'yı, Fransa'yı izliyoruz. Tavsiye ediyorum şiddetle. Son bölümü de izleyip öyle yazacağım.)
Bu noktada anlatımımı bitirmek istiyorum çocuklar. Daha fazla bir şeyler hatırlamaya çalışıp, anlatmaya çabaladıkça canım çok acıyor. Sadece birkaç tavsiyeyle bitirmek istiyorum:
Yeni yerler keşfetmeye tek başınıza çıkın.
Her şeyden kısın ama kaldığınız yerlerden kısmayın. En iyi yerlerde kalın. Çünkü iyi bir uyku, iyi bir dinlenme tüm ruh halinizi, tüm yaşamınızı etkiliyor.
Avrupa'nın güneyindeki ülkelerin kentlerinde tüm o turist kalabalığının arasında aslında kocaman bir sefalet yaşanıyor buna şahit olacaksınız. Tüm göçmenler, afrikalı asyalı ortadoğulu, sokaklarda yerlerde sersefil bir halde ekmeğinin peşinde debeleniyor. İnsanın içine oturuyor. Hazırlıklı olun.
Hava durumuna bakın evet ama yine de güvenmeyin. Her ihtimali düşünün. Hazırlıklı gidin. Çok eşya taşımayın ama hazırlıklı olun.
Minimum zamanda maksimum şey görmeye çalışmayın. Bizim gibi 10 günde 3 şehir göreceğim diye açlıkla saldırmayın. İnsan gibi düşünün, 4-5 günlüğüne bir şehre gidin, insan gibi gezin dolaşın.
Ve en önemlisi çocuklar, sakın ama sakın döneceğiniz akşam trende çantanızı unutmayın.
6 Kasım 2019 Çarşamba
10 Günde Barselona-Paris-Amsterdam : Bölüm 3 - Paris
Paris hep korktuğum bir şehirdi. Çocukluğumdan beri bir sürü şehrin hayalini kurdum. Hayal kurmadığım, başka bir şehirde, ülkede yaşamadığım tek bir gün yoktu kafamda. Ama hiçbirinde Paris yoktu, Fransa yoktu. Çünkü aklıma geldiği anda korkuyordum ve hayal etmekten bile vazgeçiyordum. Fransa benlik değil diyordum. Yok, yok Fransa hiç benlik değildi. Ama nasıl da merak ediyordum bir yandan. "Rose of Versailles" bilinçaltımda çok önemli bir mihenk taşıydı zaten, üstüne bir de bu arkeoloji çukuruna bulaştığım andan itibaren Louvre kutsaldı. Ama ben ingilizdim ya, merak edip, korkup, burun kıvırıyordum.
Bu yüzden bu geziyi planlarken en merak edip, heyecan duyduğum kısmının Paris olması çok normaldi. Gitmeden önce en içimi kıpır kıpır eden düşünceydi Paris'e ayak basacak olmam. Sonunda tüm o filmlerdeki, dizilerdeki, hikayelerdeki sokakları kendi ayaklarımla yürüyecektim. O havayı soluyacaktım, orada olacaktım.
Barselona'dan sabah 9:25'te trene bindik. Çeşidi Renfe-SNCF olarak geçiyor. Sants tren istasyonundan biniyorsunuz. Oraya da kolaylıkla metroyla, şehrin her yerinden ulaşılabiliyor. Tren istasyonuna giderken hava iyice bozmuştu, Barselona'ya da sonbahar gelmişti. Yağmur ince ince ama sıklıkla yağıyor, soğuk kendini belli ediyordu. Tabi biz tüm bavulumuzu Barselona'da ve Paris'te güneşli-20 dereceler içerisinde geçireceğiz diye doldurduğumuz için ayağımızda yağmurla alakası olmayan yazlık ayakkabılar ve üstümüzde yağmuru soğuğu içimize işleten ince şeylerle tren istasyonuna gittik. Trenle Barselona-Paris yaklaşık 6 saat sürüyor. Girona-Perpignan-Narbonne-Montpellier-Lyon ve Paris güzergahını takip ediyor. En erken haziranın başında alabildim biletleri eylül için. Tren biletlerini alabildiğiniz web sitesinde maksimum 90 gün diyordu. Yani satın alacağınız tarih ile seyahat tarihiniz arasında 90 günden fazla olunca satılmıyor. İki kişi 178 euro tuttu o zaman. Ama avrupadaki trenlerde şöyle bir özellik var, vakit geçtikçe fiyat artıyor. O yüzden olabildiğince erken almaya çalışmıştım.
Bu trenin içi gayet güzel, temiz, rahattı. İnternet var, restaurant var, tuvalet var. Daha ne olsun? Ayrıca o sabah o trende yediğim ekmek arası omlet hayatımda yediğim en lezzetli şeylerden biriydi. Zaten bu gezide sadece kahvaltılarda yediğim şeylere bayıldım. Diğer yediğim hiçbir şeyi pek içimden gelerek yiyemedim maalesef ilk kaşıktan sonra. Her neyse ne diyordum, tren. Evet tren çok güzel bir seyahat yöntemi çocuklar. Keşke her yere trenle gidebilsek.
Paris'te Gare de Lyon'da indik. Bu istasyon şehrin biraz daha merkezinde gibi. Oysa kalacağımız yer bu sefer merkezin biraz dışındaydı. İki metro hattı değiştirerek ulaşabildik. Paris'te de 10'luk bilet alabiliyorsunuz. Ama çok saçma bir şekilde 10 tane ufak kağıt bilet veriyor. Öyle tek bir bilet değil. İsmi t+, tanesi 1,49 euro. Ve unutmayın, dikkat edin, bu biletleri saklamanız gerekiyor. Yani turnikeden geçtiniz, metroya bindiniz, durakta indiniz. İndiğiniz durakta görevliler kontrol için bekliyor olabiliyor. Ya da bazı duraklarda, tren istasyonlarında falan çıkış yapabilmeniz için aynı bileti yine okutmanız gerekebiliyor (Bu durumda da yine çöpçülüğüm işe yaradı tabi. Her şeyi çöpe değil, cebime atmamın faydası:)).
Kaldığımız yer Le Montclair Hostel Montmarte idi. Daracık, yukarı doğru çık çık bitmeyen merdivenleriyle aslında sevimli ama hostel yani. Zaten dorm roomları da vardı. Bana ilginç gelen, bir sürü çocuklu aile de kalıyordu. Herhalde daha büyük aile odaları da vardı diğer katlarda ama ne bileyim. Bizim kaldığımız oda iki kişilik diye geçiyordu ama allahtan ikimiz de bir buçuk metreyiz, yoksa o odada hareket edebilmenin imkanı yoktu. Ama özel banyo-tuvalet için hepsine razıydım emin olun. Yine de benim gibi ses konusunda çok duyarlıysanız çok zor kalınıyor. Barselona'daki odaya göre cennetti tabiki ama yine de etraftaki tüm ses odanın içinde. Allahım ben ne zaman şöyle normal bir otelde kalarak gezi yapabileceğim ya? Bundan önce hep öğrencilik falan, para yok diye katlandım bunlara ama al işte kazanıyorum, niye gene böyle sersefil geziyorum ben ya? Neden bu içimdeki sefil varoş öğrenci gitmiyor?
![]() |
samosa dediğim bunlar |
![]() |
Colline d'Asie'deki yemeğimiz |
![]() |
Sacre Coeur şahanesi |
![]() |
Sacre Coeur'dan Paris'i dinliyorum |
![]() |
Paris'teki ilk sabahta Seine |
![]() |
Orada olmuş olduğuma hala inanamıyorum. |
![]() |
Evet gerçeği burada burada! Önünde durup, uzuuun uzuuun seyrettim. |
![]() |
Orada bir La Gioconda var uzaktaaaa |
![]() |
Ben öldüm çocuklar. |
Biz çıktığımızda akşam beş buçuktu. Ki arada da piramidin altındaki kafelerden çay sandviç falan alıp, enerji yenilemiştik. Çıktığınız noktada metro altı alışveriş yerleri gibi bir bölüm var. Ayrıca bir de avmnin en üst katında yemek yerleri olur ya öyle de bir üst kat var. Biz oraya kendimizi atıp, birer çay falan içip, tatlı yedik. Creme Catalane diye bir tatlı yedim ben. Katalan ama Barselona'da yoktu, Paris'te yedim :) Valla muhallebi ile krem karamel arası bir tat ama şahane. Çıktığımızda hava buz gibi olmuştu ve yağmur yağıyordu. O kadar kötüydü ki halimiz, kendimizi otele atmaktan başka çaremiz yoktu.
![]() |
Pere Lachaise |
![]() |
Mezara bakın yuh. |
Pere Lachaise'de saatlerimizi harcadıktan sonra bari azıcık bir şeyleri görelim diye fırladık. Önce tabiki ilk durağımız Notre Dame'dı. Ahh Notre Dame. İlk sinema filmim (çizgi filmim). Sinemada ilk ağlamam. Bir gün Quasimodo'nun çan kulesini, tüm o herşeyi görebileceğimi düşünürken...Yoktu. Sadece bir ön tarafı kalmıştı o kadar. Seine'in kenarında yine herkes en güzel pozu yakalamaya çalışıyor ama o yok ki. Notre Dame yok.
Yine de havası çok güzel. Ortam. Nehir kenarında, o yıkıklığa doğru oturmuş, elinde çizim kağıtları kalem, gençler. Sanatçılar. Ahh Paris. Kafalar. Orada hemen Notre Dame'ı arkalarına alıp herkesin fotoğraf çektiği köprünün üstünde seyyardan krep yedik, o meşhur tatlı kreplerden. Orada, o atmosferde acayip lezzetli geliyor tabi, vay be diyorsunuz. Ama sakinleşince düşünceleriniz açılıyor, bu yediğimiz evde tavada annelerimiz yapıyor ya incecik (benimki akıtma diyor mesela), hah işte o. Seyyarcı abiler ablalar içine nutellayı çileği muzu doldurunca insanın gözü dönüyor olay o. Yoksa annem de yıllarca içine peynir maydanoz sarıp ağzımdan burnumdan sokmaya çalışmasaydı belki ben de yerdim. Yemez miydim anneee?
![]() |
Notre Dame'dan bir şeyler kalmış gibi diyorsunuz tam... |
![]() |
Ama kalmamış. |
![]() |
Bir Eiffel de ben koyayım |
![]() |
Versailles'da çok insan var |
![]() |
Duvarları bile ulaşıp da göremeyeceğiniz kadar çok insan var |
Tabi Versailles'a nasıl gittik asıl orası da önemli. Araştırma aşamasında çok düşündürmüştü beni. Nereden nereye bineceğiz nasıl gideceğiz diye. Valla bir dolu yol var, trenle, otobüsle, araba kiralayarak, bisikletle...Size en kolay ya da keyifli hangisi geliyorsa onu seçmekte fayda var. Biz trenle gittik. Şuralardaki bilgilerden yararlandım ben önce, sonrası araştırma zaten:
Trenin biletlerini internetten alamıyorsunuz. Yani öyle şehirlerarası, ülkelerarası trenlerden değil. Yerel. Paris ve çevresi treni işte. Biz sabah tren istasyonundaki kiosktan aldık. Gidiş için ve geliş için sabahtan aldık hemen çünkü belli mi olur. Üzerinde saat falan yok. Hani ego bileti aldım istediğim zamanda binerim gibi. Şu an elimde tuttuğum bilette 3,65 yazıyor, tanesi bu kadar. Paris-Versailles Chateu güzergahı olarak seçip, alıyorsunuz kiosktan. Hemen oradaki istasyon içi kafesinde kahvaltı yaptık o sabah. Tabi burada yalnızca kruvasan ve kahve ve portakal suyu ile yetinmek zorundaydık. Ama buradaki çalışan amca çok sempatik, çok iyiydi.
İndiğiniz istasyonda bir tren dolusu insanla birlikte yürümeye başlıyorsunuz. Hiç öyle saray ne taraftaydı, aman allahım çok mu uzak nereye gideceğim diye endişeye gerek yok. İnsan kalabalığına takılın gitsin. Bir on beş dakikalık yürüyüşten sonra karşınıza çıkıyor saray arazisi. Bizim yürüyüşümüz bastıran yağmur ve soğuğun gölgesinde geçti. Saraya ulaştığımızda ise bahçe demirlerinin dışındaki milyonlarca insandan oluşan kuyruğu görmemizle resmen çöktük. Ama o kısımlardan üstte yakınmıştım. Sarayın içine geçiyorum.
İçeride trenle geldiğiniz kalabalığın arasında, her beraber, boğula boğula dolaşıyorsunuz. Sağ kanattan girip, içeride odadan odaya geçerek ilerliyorsunuz. Her odanın bir ismi var, Hercules, Diana Room gibi. Girişte aldığınız free audioguidelarda her odanın bilgi levhasındaki numarayı tuşlayarak oda ile ilgili bilgileri dinliyorsunuz. Odaların hepsi alabildiğine süslü ama eşyaların çoğu eksik. Çünkü bildiğiniz ihtilalin sabahında halk saraya akın edip, her şeyi talan etmiş. Şimdilerde, o gün saraydan aşırılan ve o kadar yıl nesilden nesile evlerde yer alan eşyaların peşine düşmüş Fransız hükümeti. Saraya orijinal eşyalar geri toplanıyormuş.
Bir de aynalar salonu-koridoru meselesi var. Burası kral XIV.Louis tarafından aynalarla doldurulmuş. Sarayın en dikkat ve ilgi çeken yeri gibi bir şey. Bu yüzden de herkes orada yığılıyor. Adım atılmıyor. Her santimde birisi durmuş poz veriyor. Yalnız harbiden güzel yer.
Saray için ne planlar kurmuştum gitmeden önce kafamda ama havanın saçmalığından bahsettim değil mi? Güya içeride çok kalmayacak, kendimizi bahçelere atacak, bisiklet kiralayacak, gölde kürek çekecektik. Oysa sarayın pencerelerinden baktığımızda bahçelerde fırtına vardı resmen. Her yer göl olmuş, göz gözü görmüyordu. Biletlerimiz boşa gitti. (Versailles'ın web sitesi: http://en.chateauversailles.fr/)
O havada tabi geri dönüş yolunda kendimizi istasyonun yakınındaki mcdonalds ve starbucks'a attık. Evet mecburen. Çünkü ölmüş bitmiş, ıslanmış, donmuş ve açtık. Yapacak bir şey yok. Kendimizi otele nasıl attık bilmiyorum. O kadar saçma bir gündü o.
Ertesi gün Paris'te 4 gün kalıp da hiçbir sokağında doğru düzgün dolaşamamış olarak Amsterdam'a doğru yola çıktık.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }
En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...
-
20li yaşlarındaki Kim Sol Ah (esas kızımız kendisi) bir tasarım şirketinde çalışıyor, tüm gün oturup müşterilere, firmalara, şirketlere f...
-
Şimdi yaptığım salaklığı anlatacağım. Bir süredir bahsetmeyi düşünüyordum zaten. Konu benim gerizekalılığım ve alt geçitte mendil satan ufa...
-
Çoook eskiden, şimdinin Polinezya diye adlandırılan adalarından birinde, ada halkının şefinin sevimli mi sevimli kızı Moana, babasının t...