5 Ağustos 2019 Pazartesi

Roman Holiday (1953)

Avrupa turunda şehir şehir dolaşan Prenses Anne, artık üstündeki tüm kraliyet sorumluluklarından ve dakika dakika belirlenmiş programa dayalı yaşamından o kadar sıkılır ki bir gece gizlice kaçar. Gece iyi uyusun diye doktorunun verdiği ilaç da etkisini gösterince bir yol kenarında uyuklarken, Joe Bradley ile karşılaşmış olur. Sonraki gün bu ikisi (ve bir de Joe'nin arkadaşı Irving Radovich) beraberce muhteşem şehir Roma'nın altının üstüne getirir, maceradan maceraya yol alarak unutamayacakları bir gün geçirirler.
Aslında artık bize çok tanıdık bir hikaye gibi geliyor değil mi? Bu hikayenin yazılışının üstünden geçen neredeyse 70 yıl boyunca pek çok benzerini gördük tabi. Ama 1953'te bu film yapıldığında o kadar da alışıldık bir senaryo olmasa gerek. Yine de hemen işe yarayacağı belli, sevimli mi sevimli bir hikaye bu. Henüz yolun başında, hiç tanınmayan peri kızı misali bir Audrey Hepburn'ü dünyalar tatlısı bir prenses olarak izletiyor. Karizma timsali Gregory Peck'inse sanırım altın çağları (içimizdeki yara Atticus Finch olmasına daha 9 yıl var). 30larının sonunda, ışık saçıyor. Onları bir de alıp caaanım Roma'ya koyuyorlar. Tüm film boyunca tek tek her bir sokağını, bildik tanıdık noktalarını mı seyredeyim yoksa ikisine mi bakayım diye telaşa düşüyor insan.
Çok uzun zamandır izlemek istediğim bir filmdi Roman Holiday bu yüzden. Taa Roma'dayken görmem gerek diye düşünüyordum, belki böyle bir film temalı gezerim bir de diye. Ama siyah beyaz film, bir de 50lerin filmlerini pek sevemediğimi düşündüğümden içimden gelmiyordu bir türlü. Oysa çok yanlış yapmışım. Nasıl da yanılmışım, nasıl da gitti hoşuma. Hem beklediğimden çok daha eğlenceli, sürükleyici ve akıcı çıktı hikaye hem de siyah beyaz oluşu hiçbir türlü eksik gelmedi gözüme. Hakikaten de tüm film boyunca şahane bir şehir turu eşliğinde, kahkahalar atıyor, eğleniyorsunuz. Herşey o kadar sade ama bir o kadar da doğru ve kolay görünüyor ki o zamanı izlerken bir yandan. Cep telefonları yok, bilgisayar internet yok, kıvırcık kablolarını çekerek uzattıkları çevirmeli telefonlardan ulaşıyor arkadaşlar birbirine. Gazeteler var, kağıt üzerinde, herkes oradan alıyor haberleri. Fotoğrafları banyo etmek gerekiyor, zahmetli bir iş fotoğrafa kavuşmak. Ülke ülke gezen bir prensesi sokakta kimse tanımıyor mesela, kimse hemen fotoğrafını çekip, instagrama yükleyip, tweetleyip tt'ye sokmuyor bu haberi. İstediği gibi gezebiliyor Prenses Anne, güzel yılların teknolojisiz özgürlüğünün tadını çıkarabiliyor.
Çok öyle büyük bir dersi, anlattığı bir derdi falan yok aslında. Ama insanın içinde hoş bir tebessüm bırakıyor. Sonunda her şeyin sonuca varması için sanırım gördüğüm en naif, en gözleri dolu dolu tebessüm ettiren bitiş sahnelerinden biriydi diyebilirim.
Geçen gün içim Roma çektiği bir anda, bir tabak makarna pişirip hemen, dolaptaki ricotta e noci sosumu katıp, bir bakayım bakalım ne kadar merhem olacak yarama diye açtığım bir filmdi Roman Holiday. Oldu da, çok güzel oldu. Çok sevdim. Siz benim kadar geç kalmayın.

4 Ağustos 2019 Pazar

32 Bölümde Angel's Last Mission : Love

Lee Yeon Seo (yani esas kızımız - bundan sonra ondan LYS diye bahsedeceğim) alabildiğine küstah, kendini beğenmiş bir balerin. Eski bir balerin daha doğrusu, çünkü 3 yıl önce geçirdiği bir kaza sonucu kör olduğundan beri hem kendine hem de etrafındakilere eziyet eden bir baş ağrısına dönüşmüş durumda. LYS öte yandan anne ve babasının kurucusu olduğu Fantasia bale-tiyatro şirketinin varisi. (valla çevirmen arkadaşlar bale tiyatrosu diye çevirmişlerdi artık tam ne deniyor bilmiyorum, bir tane özel şirket düşünün. Bu şirket bale gösterilerinin sergilendiği bir binanın sahibi ve burada sergilenen bu bale gösterilerini de bu şirket yapıyor. Kendi bünyesinde balerinler, baletler, yönetmen, prodüktör falan filan çalıştırıyor. Öyle bir şey yani.). Ama tabi durumundan ötürü şirketi şimdilik halası, eniştesi ve onun büyük kızı yönetiyor. Ayrıca LYS gibi balerin olan bir de diğer kızları daha var bu hala ailesinin.
Melek Kim Dan ise (esas oğlanımız yani) ölen hayvanları huzurlu bir şekilde cennete havale etmekle görevli, sevimli mi sevimli bir meleğimiz. Yeryüzünde yerine getirmesi gereken son görevinden sonra cennete yükselecek artık vakti gelmiş. Ama kaderin oyunu devreye giriyor, Kim Dan görevi bitince cennete gitmesi gereken saati kaçırıyor. Çünkü bizim LYS ile karşılaşıyor, birtakım olaylar falan derken kalıyor mu Kim Dan yeryüzünde. Neyse ki ondan sorumlu başmelek abisi, bir son görev daha başarınca cennete gidebilme şansı olduğunu iletiyor Kim Dan'a. Son görevi en zoru. LYS'nin birine aşık olmasını sağlayacak. Bunu sağlarsa tamam. Bunun için Kim Dan'a geçici bir insan bedeni veriliyor ve LYS'nin yanında işe başlıyor.
Böyle başlıyor işte melekle dırdırcının hikayesi. Bu şekilde umut vaat eden bir hikayeden bekleyebileceğimiz gibi acayip eğlenceli ve komik de başlıyor aslında. Esas kızımızın sinir bozucu katılığı ve gıcıklığı karşısında ona boyun eğmeyen ama deli olan meleğimizin maceraları her sahnesinde kahkahalar attıran bir hikaye oluşturdu ilk başlarda. Esas kötülerimizin yan hikayeleri de iyi başladı, motivasyonlar iyiydi, yöntemler böyle eğlenceli görünen bir hikayeye göre yer yer anlamsızca büyük dursa da olaylar gelişiyordu. Aşk üçgenimiz için de ilginç, gizemli bir ikinci adam karakteri de girmişti olayın içine. Ama sonra, herhalde bir 6., 7. bölümlerden sonra hikaye yavaşladı. Senaryonun bizi oyalamaya giriştiği belli oluyordu, kahkahalarla bir tempoda koşarken birden oturup, kendi etrafımızda  yuvarlanmaya başladık. Bir de üstüne iyice drama bağladı, ilk bölümlerdeki tonunu tamamen değiştirdi ve bambaşka bir hikayeye dönüşmeye çabaladı. Sonunda da artık yeter bitsin bari dediğim noktada birçok şeyi havada (tam havada olmasa da böyle kursakta diyeyim) bırakarak cumborlop bitti. Herhalde 10-11.bölüm diyebileceğim bölümlerden sonra ben bir süre izlemeyi bıraktım. Normalde haftalık izliyordum ama baktım içimden gelmiyor öyle bir duruma girmiş dizi. Sonunda geçen hafta, dizi biteli baya olduktan sonra açtım da geri kalan bölümleri atlaya atlaya izledim de içimde kalmasın, bitireyim dedim.
Oysaki çok ama çok iyi başlamıştı. Melek rolündeki Kim Myung Soo'yu ilk defa gördüm ve izlemiş oldum ama hem çok iyiydi en başlarda, hem de ben bu adamı nasıl kaçırmışım diye bakakalmamı sağladı (harbiden çok iyiymiş ama - görüntü olarak yani). Balerin LYS'yi oynayan Shin Hye Sun ise izleme sebebimdi zaten. Bir önceki dizisi Thirty But Seventeen benim için çok özel dizilerden biriydi, o yüzden burada görünce o ne oynuyorsa bakmalıyım demiştim. Hakikaten burada da hem çok farklı hem de çok iyiyi oynayışı. Çok iyi demek pek yeterli olmadı aslında. O kadar incecik, o kadar zarif ama bir o kadar gıcık olmayı başarması takdire şayan. Ayrıca bir balerini böylesine su gibi canlandırması inanılmaz. Bir insan nasıl böyle durabilir, nasıl böyle görünebilir bilemiyorum (Shin Hye Sun'ı güzel bulmam, yüzü değil çünkü ama topyekün duruşu, bedeni, zerafeti etkileyici). Duyguları bu kadar iyi yansıtan ama saçmalamayan başka çok az koreli oyuncu var bence. Ayrıca tüm giysileri dizi boyunca başka bir oyuncu onun gibi taşıyamazdı. Hiç beğenmediğim giysilerdi bu arada. Ama karaktere uygun bir gardroptu.
Bu iki esas karakterimiz kendi başlarına ve bir aradayken çok iyiydi. Romantizm olana dek. Çünkü karakterlerinin çarpışması ve mücadeleleri şahaneyken romantik açıdan kimyaları sıfırdı. Tamam sıfır demeyeyim de yok gibi yani. Ama öbür türlü bir arada gayet iyiler.
Esas karakterlerimiz dışında kötülerimiz, yan karakterlerimiz de iyi çizilmişti aslında ama işte senaryoyu nasıl becerdilerse hikayenin ikinci yarısında olabilecek en kötü hale soktular ve dizi o süper başlangıcına rağmen koca bir hayalkırıklığına dönüştü. Romantizm olmadı, kötülerin hikayeleri saçma bir twiste sokuldu. Keşke 8 bölüm falan yapıp bitirselermiş.
(Bu arada 32 bölüm ama yarımşar saatten. Yani aslında 16 bölüm diye düşünün ve benim dediğim bölüm sayıları da 16lık olarak düşünerek dediğim sayılar. 22 Mayıstan 11 Temmuza kadar Güney Kore'nin KBS2 kanalında yayınlandı dizi. Haftada yarımşar saatlik dört bölüm yayınlanıyordu.)

30 Temmuz 2019 Salı

The Queen (2006)

Yeni eve taşındığımdan beri deli gibi tv izliyorum demiştim ya, hah işte neye denk gelirsem hepsini izlemeye çalışma çabam içinde baştan yakalayıp da tümünü izleyebildiğim tek film bu oldu şimdilik. Peter Morgan'ın yazdığı senaryoyu yöneten Stephen Frears'ın 2006 yapımı filmi "The Queen". Senaristi ve yönetmeni özellikle belirtiyorum ki filmin ne menem bir şey olduğu anlaşılabilsin. Senaristimizin izlediğim işleri The Crown, Bohemian Rhapsody, Rush, The Other Boleyn Girl. Hatta bu anlatacağım filmle aynı yıl The Last King of Scotland'ı da yazmış bir insan kendisi. Ki o filmi anlatmış mıydım ben size ya? (şimdi kontrol ettim anlatmamışım) James McAvoy'un tüm filmlerini izleyeceğim diye çabaladığım dönemde izlediğim ve hala aklıma geldiğinde tüylerimi ürpertecek kadar etkili bir filmdi o. Bohemian Rhapsody'yi hepimiz izledik sanırım :) The Crown ise...muazzam bir dizi açıkçası. Gerçi devamı nasıl olacak bilmiyorum ama.
"The Queen" tam da izlemeye bayıldığım tipte bir film. İngiliz, fazlasıyla İngiliz. Monarşisini anlatıyor, oh oh en bir sevdiğim. Öyle aksiyon, büyük büyük hareketler, dünyayı yerinden oynatan şeyler falan yok. Ufak ufak ama insana dong diye vuran "durumlar"ı ve dibine kadar oyunculukları izliyoruz. Tüm bir Britanya tarihine hakim olabileceğim kadar çok film ve dizi çekmelerine rağmen yine de bu konuda anlatacak şeyleri bitmiyor ya, bence sorun yok. "The Queen"de de bu sefer 1997 yılının yazında, o birkaç aylık süre zarfında Tony Blair'ın başbakan olmasından başlayarak Lady Diana'nın kazası ve ardından kraliyet ailesinin ne yaşadığı, nasıl tepki verdiği üzerine bir hikaye izliyoruz. Filmin isminden de ipucu alabileceğimiz gibi daha çok kraliçemizin etrafında dönüyor, onun tepkilerini izliyoruz. Helen Mirren'ın bu roldeki performansıyla Oscar aldığı bir film bu. Tüm film boyunca hakikaten de ona kitlenmiş halde buluyorsunuz kendinizi. Gerçi zaman zaman insana tuhaf gelmiyor mu diye düşündürüyor, yaşayan birinin yaşadığı kötü bir zamana dair bir hikayeyi tüm dünyanın önüne seriyorlar ve bu insanlar da kendilerine tüm dünyanın önünde böyle şeyler denmesini izleyebiliyor. Hakikaten de tuhaf aslında.
Dahası ben o günleri de hatırladığımı fark ettim filmi izlerken. 97'nin ağustosunda lojmandaki evimizin salonunda haberlerde bir gece vakti Diana'nın kaza geçirdiği haberini duyduğumu hatırlıyorum. O zamanlar lojmanın uydu yayını vardı, böyle tv izleyebildiğimiz bir dolu platformun, internetin falan olmadığı zamanlardı ve yurtdışından kanalları izleyebiliyor olmak acayip bir lükstü benim için. Gençlik dergilerinin altın çağları başlıyordu, gazetelerin bile ufak gençlik dergileri bastığı yıllardı. Magazin manyaktı, her şeyi yeni keşfediyorduk. Ve Diana bu ortamın en konuşulan konularından biriydi. Alışık olmadığımız bir şey olmuştu o akşam haliyle. Çok tanıdığımız insanların tvden ölüm haberlerini almaya alışık değildik. Oysa iki sene sonra Barış Manço'nunkini de, ondan bir sene sonra da Kemal Sunal'ınkini de yine aynı evde, aynı salondaki tvnin başında alacaktım.
Yine bitmek tükenmeyen hatıralarıma daldım. O kısmı geçiyoruz. Filme geliyoruz. Film oldukça düzgün, kaliteli bir seyirlik. Baştan sona kaptırıp izleniyor. İnce ince detaylarda güzelliklere sahne olmayı da ihmal etmiyor. Tüm bu anlattığı olaylara yaklaşımı ise ne şiş yansın ne kebap. Bu böyle yaptı evet kötü görünüyor ama sor bir niye yaptı diyerek bakıyor her karakterine. Yani hemen hemen her karakterine. Prens Charles'ı resmen karikatürize etmeyi seçmişler ama herhalde oralarda böyle şeyler için kimse kimseye dava açacak kadar egoist değil (Bir de onu oynayan Alex Jennings'i herhalde tüm kraliyet temalı şeylerde izlemişimdir. Bir prens, kral, dük birşey rolü yazıldığında direkt akıllara o geliyor herhalde. Adam bir ailedeki tüm erkek akrabaları tek tek oynadı yahu. Çok kraliyet ailesi tipi varsa demek ki). Ya da Prens Philip'in hep aynı şeyleri ve davranışları tekrarlaması bu konulara - kraliyet ailesine dair hikayelere - yeteri kadar hakim olmayanlar için oldukça saçma ve anlamsız gelebilir. Ama yine de bir açıklama getirmeye çabalamamış film onun karakteri için de. Tony Blair olarak Michael Sheen ise temiz bir oyun çıkarmış görünüyor, ne eksik ne fazla.
"The Crown" işten geldiğiniz bir akşam ya da boş bir haftasonu öğleden sonrası şöyle kanepeye yerleşip de baştan sona keyifle izleyebileceğiniz, iyi bir film.

28 Temmuz 2019 Pazar

Tolstoy'dan "Kafkas Tutsağı"

Bu taşınma haftasında, tesadüfen aynı sokağa taşınmış olduğum bir abi (işyerinden) ile taşınma işlerini konuşurken masasında gördüğüm kitap sonucunda Tolstoy'dan konuşmaya başlamıştık biraz. Sivastopol'u okuyordu (daha önce şurada, şurada ve şurada hem Tolstoy'dan hem de Sivastopol'dan bahsetmiştim), sonra aldığı diğer Tolstoy kitaplarını göstermeye başladı çekmecesinden çıkarıp. Kafkas Tutsağı'nı okumadığımı söylediğimde direkt verdi, al oku diye. Kitaplar konusunda çok hassas olduğum için panik yaptım tabi, kendi kitaplarımı insanlara vermeye pek hevesli olmadığımdan (eskiden çok kötü tecrübelerim olmuştu) insanlardan da kitap almaya istekli olmuyorum haliyle. Böyle birden kucağıma düşünce bu kitap, bir an önce okuyup, geri verebilmek için telaşlandım. Çünkü düşünüyorum ki hani yeni almış kitabı, dokunulmamış duruyor yani, ben okurken bu dokusu bozulacak. Ben olsam nefret ederim, karşımdakileri de öyle düşünüp, panik yapıyorum işte. Halbuki çoğu insan önemsemiyor sanırım. O kadar acele ettim okumak için ama artık servisle işyerine gidip gelmek 30-40 dakika değil, tamı tamına 15 dakika sürüyor. E ben de serviste okumaya alışığım, uzun zamandır evde ya da sabit bir yerde kitap okumadım. Hal böyle olunca resmen zamanla ve kendimle yarıştım. Sabah akşam o 15'er dakikalarda okuyabildiğim kadarıyla, en sonunda da evde akşamları, iş yerinde öğle aralarında azmettim bitirdim. Gerçi 200 küsür falan ancak, ufak bir kitap ama gene de öyle haldır haldır okunmuyor.
4 ayrı öyküden oluşuyor kitap. Baskın, Orman Kesimi, Rütbesi Düşürülen ve kitaba ismini de veren Kafkas Tutsağı. Baskın isimli öykü 1853 tarihli, genç bir adamın Rus ordusundaki ilk tecrübesini, bir Çeçen köyüne yapılan baskını anlattığı bir öykü. Okurken fazlasıyla bir otobiyografi havası taşıyor. Zaman zaman genç bir Tolstoy yaşadıklarını mı anlatıyor yoksa bildiğimiz yazar Tolstoy öykü mü anlatıyor çizgiler birbirine karışıyor. Orman Kesimi 1855 tarihli, yine genç bir subay adayının birliğinin başında Çeçenlere karşı yaşadıklarını anlatıyor. Ordudaki insanları anlatışı, 19.yy.daki Rus insanlarını şimdi bile yaşıyormuşçasına gözümüzün önünde canlandırışı muazzam bu öyküde. İnsan ruhuna dair yaptığı çıkarımlarsa incelikli bir güzellikte. Benim kitap içinde en beğendiğim, okumaktan en keyif aldığım, iyi ki okumuş dediğim öykü bu.
Rütbesi Düşürülen Tolstoy'un ordudan salıverildiği 1856 yılına ait. Yine bir subayın/prensin Rus ordusunda görev yaparken (yanlış hatırlamıyorsam) Kırım topraklarında Moskova'dan eski bir tanıdığı ile karşılaşması ile başlıyor. Sonra bu tanıdık başlıyor kendi hayat hikayesini anlatmaya falan. Açıkçası hiç okuyamadığım bir öyküydü bu. Doğru düzgün okumadım da zaten. Diğerlerine göre oldukça zayıf kalıyordu bence. Son öykü Kafkas Tutsağı ise 1870'te yazılmış, 1872'de basılmış gibi görünüyor. Rus ordusundaki bir asker, annesinden aldığı mektup üzerine evine bir ziyaret yapmaya karar veriyor. Yola çıktığında Tatarlar tarafından yakalanıp, hapsediliyor. Bir Tatar köyünde, ailesinden para gelirse salıverileceği için hapis halde yaşamaya başlıyor. Kitaba adını veren öykü ama açıkçası ilk iki öyküden daha iyi değildi. Bana daha düz, daha hafif geldi. Ama sanırım o dönemde Rusların Tatarların olduğu topraklara bakışını, Tatar köylerini insanlarını bir Rus'un gözünden anlatışı açısından önem taşıyor.

Bu 4 öykünün oluşturduğu kitabı okumak benim için panik içinde de olsam keyifliydi. Yine iyi ki Tolstoy yazmış, yazmayı tercih eden bir insan olmuş dedim. İş Bankası Kültür Yayınları'nın Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi içinde yayınladığı bir basımını okudum ben. Mazlum Beyhan'ın Rusça'dan direkt çevirisiyle 2019 tarihli 5.basımı. Kısacık bir kitap, bence siz de deneyin.

27 Temmuz 2019 Cumartesi

yeni abonelikleri nasıl yapıyoruz

Son haftada edindiğim tecrübeleri paylaşsam iyi olur diye düşündüm. Bu yeni bir eve geçmek ve yeni abonelikler açtırmak hakkındaki tecrübelerimi özellikle. Çünkü eminim benim gibi çok var, kimlikte büyüyüp de gerçekte büyümemiş olan.
Tüm abonelikler için öncelikle su, elektrik ve gaz sayaçlarının fotoğrafını çektim. Kira sözleşmesini yanıma aldım. Bir de evin DASK sözleşme numarasını not aldım. Ayrıca kimliğim ve sözleşmenin fotokopilerini çektirdim. Tabi bunları kafamdan yapmadım, bunlar hepsi için gerekli olanlar.
Önce su aboneliğini nasıl yaptım onu anlatayım. Ankara'da ASKİ'ye abone oluyorsunuz. Başka yok sanırım. ASKİ'nin taşındığınız ilçeye ait şube müdürlüğünü bulun önce. Ben açtım Çankaya ilçe müdürlüğünü buldum internetten. Sadece hafta içi çalışıyorlar. Sabah 8'den akşam 4'e kadar. O yüzden ben hemen cuma sabahı 8'de koşturdum gittim. Kira sözleşmesine, kimliğime, su sayacının numarasına ihtiyacım oldu (asıllarına bakıp, geri veriyorlar). Zaten sabahın köründe kapıyı yeni açmışlardı kimse yoktu, hemen işlemimi yaptılar. Sayaç açma bedeli olarak 19,47 TL, abone değişikliği güvence bedeli olarak da 51,06 TL aldılar.
Sonraki adımım Başkentgaz'dı. Yeri Söğütözü tarafında. Orası da 8:30'da açılıyor, akşam da herhalde 5'e kadar çalışıyorlar. Burada bir saat önceden insanlar kapalı kapı önünde sıraya geçmiş oluyor. O yüzden geceden de gidebilirsiniz bence yani. Kapı açılınca hemen içerideki kiosktan sıra numarası alıyor, bankolarda sıranızın gelmesini beklemeye başlıyorsunuz. Sözleşmenin ve kimliğin fotokopilerini veriyorsunuz burada. İlk gittiğim gün önceki abonenin kapatma işlemini yapmak üzere ekipler sayaca gelmemiş o yüzden açma işlemi de yapamıyoruz dediler. Ama bir kart veriyorlarmış, onu götürüp sayaca takıyormuşuz. Sayaç ekranında çıkan numaraları not alıp, geri geliyormuşuz. Böylece sayaç sıfırlamasını kendimiz yapmış oluyormuşuz, onlar da yeni abonelik başlatabiliyormuş. Cuma sabahı bunun için vaktim yoktu, zaten işe geç kalmıştım, bekleyelim bakalım belki cuma gün içinde gelip kapatırlar, ben de pazartesi açtırırım dedim. Ama tabiki gelmemişler. Tüm haftasonu geçti, oldu pazartesi. Pazartesi sabahı yine gittim. Yine kapanma işlemi bitmemişti. Bu sefer dedikleri gibi kartı aldık, ben işe gitmek zorundaydım yine, babam gitti sayacı sıfırladı geri getirdi. Açma işlemini başlatmışlar. (Bu sırada 13,35 ve 0,68 TL'lik iki makbuz ödemiş görünüyor. Başka para verdi mi unuttum. Ha bir de karta 70 TL'lik gaz yükletmiş. 50 TL'nin üstünde yükletmeniz gerekiyormuş sanırım.) Kartlı oldu sayacım böylece. Ama bu işlemden sonra da ekiplerin gelip kontrol edip, açma onayı vermesi gerekiyor. O gün içinde mesaj geldi, salı günü 11-13 arası ekipler gelecek evde olun diye. Ekipler gelene kadar da yine mesaj geliyor, bir saate oradalar, yarım saate oradalar diye. Gazcılar için abonenin kendisinin evde olmasına gerek yok, evde biri olsa yetiyor. Salı günü gelmişler, sızıntı var demişler. Teknik ekibi çağırın, onlar baktıktan sonra bir daha geleceğiz demişler. Babam teknik ekibi aramış, randevu almış. Salı akşamı 7'yi geçiyordu teknik ekip geldi. İnce ince her bir noktayı incelediler, boruları, ocağı, kombiyi, camı pencereyi, sayacı. Ölçümler falan bir dolu şey yaptılar. Ocağın borusunu, dirseğini değiştirdiler. Bunun için de 100 TL aldılar. Sonra yine diğer ekibin gelmesi için arayıp, randevu aldık. Çarşamba akşam 5-7 arasında gelecekler diye mesaj geldi. Babam salı akşam teknik ekip gittikten sonra köye doğru yola çıktığı için çarşamba akşamına işten izin alıp, erkenden gittim eve. Yine yarım saate gelecekler evde olun gibi mesajlar geldi. Herhalde 6 buçuğa doğru açmak için bir görevli geldi. Yine kontrol yaptı, sayacı ölçtü, teknik ekibin imzalayıp bıraktığı belgeye baktı. Haa bu arada her ekip her şeyin fotoğrafını çekiyor, belgeliyor. Ve teknik ekibin imzalayıp bıraktığı belgeyi de açma ekibinin görmesi gerekiyor. Neyse ki bu kontrolde birşey çıkmadı da gazı açtı, kullanabilirsiniz dedi. Yani gaz aboneliğini de böyle yapmış olduk.
Elektrik çok ilginçti. Enerjisa'ya aboneliği e-devletten yapabiliyor görünüyorsunuz normalde. Ama ben sayaç numarasını yazıp, başvur deyince yok bu numara uygun değil buradan aboneliğe diye hata verdi sayfa. Bunun üzerine iki seçeneğiniz var. Ya Maltepe tarafındaki merkeze gidecek şahsen başvuru yapacaksınız. Ya da telefon edeceksiniz. Ben telefon ettim. Dediler ki şimdi size bir numara vereceğiz, bu numaraya whatsapptan kimliğinizin önünü arkasını, sözleşmenizi fotoğraflayıp atın. Bir de DASK numarasını yazın. Whatsapp'tan attım. Öğleden sonra temsilcisi aradı. Dedi bilgileriniz böyle böyle mi, şimdi abonelik işlemlerine başlıyorum. Bir abonelik numarası verdi, internet bankacılığından elektrik faturası ödeme işlemlerinden o numaraya otomatik çıkan tutarı yatırdım. Bir de emalime bir dolu sayfa pdf yolladı, sözleşme bu. Onun çıktısını alıp, her sayfayı ad-soyad-imza yapıp, belirttikleri adrese kargoladım. Bir hafta içinde ellerine geçmesi ve her sayfanın imzalanmış, ad-soyadlanmış olması gerekiyormuş. Yoksa elektriği geri kesiyorlarmış. (Dün bir hafta oldu, bugün elektriğim var, demek ki bir sorun çıkmadı inşallah diye düşünüyorum.) Bunları yaptıktan birkaç saat sonra elektriğiniz açılmıştır diye mesaj geldi.
Bir de tv, internet falan var. Şimdi normalde eski evde telekomdan adsl internet ve telefon hattım vardı. Tv için de çatıda ortak anten vardı, direkt duvardaki girişe kabloyu takınca tv gösteriyordu. Bu yeni evde ortak anten yokmuş, herkes kendi çanağını alıyormuş. Çanak almak falan çok daha masraflı ve uğraştırıcı. O yüzden baktım bu bölgede kablo tv hattı var. Orayı aradım. Çeşit çeşit abonelik seçenekleri var. 80 TL olan seçeneğe abone olmak istediğimi söyledim. Telefonda işlemi başlattılar. Ertesi gün ekip geldi, internet bağlantısı için bir modem ve tv için de bir cihaz daha getiriyorlar. Bağlantıları yapıp, sözleşme imzalatıyorlar. 4-5 saate de bu bağlantı açıldı. Hem tv hem internet olmuş oldu. Yalnız bununla kendimi acayip lüks içinde hissettim. Sinema kanalları, yabancı haber ve spor, belgesel kanalları falan var. Yıllar yıllaaar olmuştu böyle yayına sahip olmayalı. Eve girdiğim an tvyi açıyorum artık. Normalde bilgisayarı açıyordum, hemen bir dizi. Şimdi bir o kanalı bir bu kanalı açıyorum deliler gibi. Yaşam kalitesinin değişmesi diye buna mı diyorduk? :)
Telekom aboneliğini ise adres değişikliği ile taşıtabiliyorsunuz. Ama onun taahhütü ağustosta dolacağı için kapattırmaya karar verdik. Aradık taşıtmak için gerçi, ev telefonunu bağlamaya gelmişler, bağlamışlar ama internet için bir daha aramışlar, babam da telefondaki görevli ile anlaşamamış (biraz küfretmiş kadına, sinir ve yorgunlukla 60 yaşındaki adamlar böyle olabiliyor maalesef). Onun için internete gelmediler ama zaten gerek de yoktu, sonuçta kablo tvden internetim var. Haa bunun için de taşıma ücreti alıyorlar. Telefonda ilk aradığımızda söylemişlerdi ama unuttum miktarı.
İşte böyle, yeni bir eve taşındığınızda su, elektrik, gaz, tv, telefon ve internete ihtiyacınız oluyor. Hem işe gidip, hem de hepsini yapmak da çok zor oluyor (şansıma yanımda biri vardı, arabayı da sürüyordu). Şimdi böylece hayatımda ilk defa tüm abonelikleri adıma olan bir evde yaşıyorum. Fatura zamanı geldiğinde artık ben ödeyeceğim (öbür evde babamın hesabından otomatik ödeme ile ödeniyordu, ben de babama toplamı kadar para gönderiyordum). Hala benim evim gibi gelmiyor, yabancı bir yerdeymişim gibi. Burada da alttan gümbürtüler geliyor, sokakta çocuklar çığlık atıyor, top oynuyor. Ama sanırım dayanabilirim.
Bir de bu mandal sepeti bir türlü çıkmadı ortaya ya. Her bir çer çöp çıktı, o yok. Hay allah.

26 Temmuz 2019 Cuma

“I was so good at being a kid, and so terrible at being whatever I was now.”

Şimdi bu oldukça uzun bir yazı olacak, ona göre başlayın çocuklar.
Her şeyi yaşadıktan sonra bir daha oturup da anlatmak için yazarken yeniden yaşıyor gibi olmak zaten ince bir ip üstündeki psikolojime hiç de iyi gelmeyecek biliyorum ama anlatmak da istiyorum. Öyleyse. Başlıyorum.
Sanırım aylardır kiralık ev aradığımı bilmiyorsunuz. Belki arada sırada söylemişimdir ama son senelere yayılan bu blogu boşlama durumunun yarattığı genel "anlatmama" halinden olacak, pek de bir şey söylememişim gibi geliyor. Bu yeni işe girmemin en öncelikli sebeplerinden biri de hayatımı yaşayış şeklimi değiştirmekti. Kendimle ilgili her şeyi değiştirmek. Yaşadığım yeri değiştirmek. Tamam madem hala ülke değiştiremiyorum, bari en azından aynı şehir içinde sosyal ve kültürel olarak daha farklı bir yere taşınayım. Kafası daha değişik bir muhite taşınırsam belki benim salak kafam da değişir. Ya da artık 30 yıllık olmuş eşyalarımı değiştireyim. Hiçbirini benim seçmediğim, almadığım eşyalarla çevrili bir evde yaşamayayım. Gibi düşüncelerle işe girdiğimden ev arıyordum, bakınıyordum internetten, gün içinde yürürken falan.
Bu sırada son 6 yıldır yaşadığım yerden az biraz bahsetmem gerekiyor gibi hissediyorum ama inanın içim kaldırmıyor. Şehir merkezine uzak bir semt, sokak düğünlerinin olduğu, teyzelerin apartmanın giriş kapısı önünde halı yıkadıkları, garaj yolunda yün didikledikleri, akşam hava kararınca eve dönmekten çekindiğim, dahası gün içinde de çok da özgürce giyinip dolaşamayacağım bir semt diyeyim yetsin. İşte buradaki apartmanda alt katımdaki komşunun önceki sene ikinci çocuğu oldu. Bu seneye kadar pek bir sesleri çıkmazdı. Ancak adam bağırırdı hör hör evin içinde, ya karısına ya çocuğuna. Ona da güler geçerdim. Sadece sokakta oynayan çocuklar sinir ederdi, gecenin 1'inde bile sokakta oynayan, eve girmeyen canavar çocuklar. Bir de hava ısınır ısınmaz, kar yağana kadar geceleri balkonda oturup, gürül gürül konuşan diğer apartmanlardaki insanlar. Sabahın 6'sında kalkıp yollara düşen, tüm gün stresli bir iş yaptıktan sonra evine gelip ertesi sabaha kadar uyumak isteyen bir insan için kabus gibi olan şeyler bunlar. İnsana sanki tüm mahallede bir tek kendisi işe gidiyor gibi gelmeye başlıyor bir süre sonra. Çünkü kimse geceleri uyumuyor, sabahları da siz işe giderken çıt çıkmıyor.
Ben yine de dayanabiliyordum bir şekilde. Nasıl olsa kış gelecek diyordum, nasıl olsa çok sıcak olsa bile pencereleri kapatırım diyordum. İdare ediyordum. Ama ne olduysa oldu, bu sene alt kattakiler kudurdu. Çıtı çıkmayan çocukları birden küldür paldır, gümbür gümbür koşturmaya, evin içinde oynamaya başladı. Her akşam kendileri gibi canavar çocukları olan misafirleri gelmeye başladı. Sadece çocuk sesini kastetmiyorum, bağıra bağıra konuşmalar gülüşmeler, hepsi yanımda gibi. İşten yorgun argın gelip, kendimi kanepeye attığımda altımdaki yer sallanmaya başladı her akşam. Bırakın uyumayı, evin içinde normal bir şekilde durabilmek mümkün olmamaya başladı. Önce yöneticiye gittim söyledim. Ki hemen onların altında oturuyorlar ve benden çok daha kötü durumda olmaları lazım geliyor üstlerinde bunca ses varken. "Ah yavruuum hiç sorma çok kötü çok kötü biz de duramıyoruz söyledim söyledim napacağız" diye o da bana dert yanmaz mı?! Yahu siz yaşını başını almış insanlarsınız, kalabalıksınız ailecek, kızın bağırın kavga edin bir şey yapın. BİR ŞEY YAPIN. Sonra direkt alt komşuya gittim, dedim çok ses yapıyorsunuz ben duramıyorum. Ama gayet medeni, gayet kibarca. Onlar da kibarlardı, tamam canım kusura bakma, dikkat ederiz gibi şeyler dediler. Oh dedim, en azından insanlarmış. İlk birkaç gün hakikaten de ses yapmamaya çalıştıklarını fark edebilirdiniz, duyabilirdiniz yani çabayı.
Ama sonra misafirler de abartmaya başladı. Artık her akşam eve gideceğim için ağlayacak hale geliyordum. İş yerinde mi kalsam diye düşünmeye bile başlamıştım. Eczane eczane dolaşıp ne kulak tıpaları aldım, denedim. Psikolojim bozuldu, devamlı panik, böyle stresli, saçma sapan bir halde dolaşmaya başladım. Bir türlü huzurla, normal bir şekilde uyuyamıyordum. Tek bir huzurlu dakikam kalmamıştı. Her akşam elimde ne varsa yere atıp, ses çıkarmaya çalışmakla geçiyordu. Sonunda bir akşam, bundan tam 15 gün önce, çıldırdım. Elimde merdane yere vurmaya başladım.
Bir yarım saat geçti geçmedi, alt kattaki kadın iki ufak çocuğu yanında kapıma çıktı. Misafirlerini kaçırmışım. Her misafir geldiğinde neden böyle vuruyormuşum. Kendileri apartmanı yıkarken, beni iki vurma sesimi nasıl duymuşlar buna da şaşırıyorum orası ayrı gerçi. Saat 10'da yatılır mıymış, akşam bile olmamışmış. Çocukmuş bunlar, dur sus denir miymiş? Şoka girmiş halde kadını dinledim. Ne desem kar etmeyecekti. Çünkü karşımda insan yoktu. Karşımda öyle bir seviye vardı ki, o an ağzımı açıp içimdekileri söylemeye çalışsam hiçbir şey ifade etmeyecekti. Anlamaları mümkün değildi. Bu kadar terbiyesiz, kültürsüz, pislik, allahın belası yaratıklara ne anlatabilirdim ki? Bir daha olmasın diyerek indi yaratık. Ağzım açık bakakaldım. Kapıyı çarptım ve içeri geçip deli gibi ağlamaya başladım. Bir yandan çılgınca yalnız hissettim, bir yandan acayip çaresiz hissettim. Hayatımda hiç bu kadar yalnız hissetmemiştim. Daha doğrusu hiç yalnızlığım içime dokunan bir şey olmamıştı. Perşembe akşamıydı, cuma akşamı trenle İzmir'e gidecek, haftasonu kalacak geri dönecektim. Bir yandan çanta toplamalıydım ama ağlamaktan nefes alamıyordum. O gece ses hiç bitmedi. Daha da abarttılar. Sonunda iki parça bir şey hazırlayabildim, ağlaya ağlaya uyuya kaldım.
Haftasonum daha da berbat geçti. Böyle başlayan bir haftasonundan ne bekleyebilirsiniz ki? Normalde macera olur diye düşündüğüm tren yolculuğu 15,5 saat sürdü. Öyle bir ruh halinde ve kafasında olmasam belki o kadar koymayacak yolculuk daha da büyük bir işkenceye dönüştü. Dahası hesapladığımdan geç ulaşınca planlarım da karıştı. Planlarım karışınca gelirim dediğim bir yere gidemedim. Böyle bir psikolojideyken ve cehennem gibi yorgun, uykusuzken 20 yıllık arkadaşımı da küstürmüş bulundum. Değişiklik olsun, eğlenceli olsun, dinlenmiş nefes almış olalım diye gittiğim bir şehirde daha da kötü bir hale düştüm. Ne gezebildim, ne dinlenebildim. Herkesten, her şeyden soğudum. Kimse görmek istemiyorum, kimseyi istemiyorum, arkadaş istemiyorum, insan istemiyorum diyerek döndüm İzmir'den. Eve döndüğüme hiç sevinmeyerek yine. Öyle bir haldeydim ki böyle dünya üstünde ne gidecek bir yerim var, ne yanımda kimse var, böyle olduğum yere çöküp ağlayarak ölesim geliyordu.
Salı günü işyerinde tüm gün en ufak arada ev baktım internetten. Çarşamba sabahı iki tanesine telefon ettim, akşam görmeye gelebilir miyim diye. Çarşamba akşamı deli gibi yağmur yağmaya başladı. İlk eve gittim. Baktım, emlakçı gezdirdi. Ama tek başıma, kendime en ufak bir güvenim olmadan, böyle diken üstünde. Allahım ben ne yapıyorum, ben ne yaptığımı biliyor muyum diye diye. Hayatımda hiç ev bakmadım, tek başıma hiç bir şey yapmadım. Bunlar hep yetişkin işleriydi çünkü. Ben daha çocuktum. Ben ne biliyordum ki. Eve bakıyordum ama neyine bakmalıyım bilmiyordum. Emlakçı ne dese inanırım diye düşünüyordum. Lan bu adam şimdi böyle diyor ama ben ne bileceğim ki diyordum. Hatta şimdi şuracıkta beni boğazlayıverse kim bilecek, kim engel olacak, ben ne yapacağım? O perşembe akşamı başlayan mutlak yalnızlık, çaresizlik hissi hiç gitmemişti içimden. Öyle düşünürken ve hava da berbatken diğer eve bakmaya gitmedim. Eve dönüp, annemleri aradım. Bu sırada annemlere alttakilerle olan şeyi söylemedim. Yoksa gelip cinayet işleyebilirlerdi. O gece babam yola çıktı. Sabaha burada oldu, öğlenden sonrayı izin aldım, birlikte eve bakmaya gittik. Sonra da emlakçıda buldum kendimi. Bir baktım saat üç olmadan evi tutmuşum. Maaşımın neredeyse hepsini çekmişim, emlakçıya teslim ediyorum.
Perşembe akşamı (o ilk bahsettiğim perşembeden tam bir hafta sonra) eski evin aboneliklerini kapattırdım internetten. Evi toplamaya başladık. Cuma sabahı 8'de suya başvurmaya gittik. Öğleden sonra açılmış olur dediler. Oradan hemen 8 buçukta açılan başkentgaza gittik. Ama önceki abonenin kapatma şeyi bitmediği için açtıramadık. Orada sıra beklerken telefonda elektrik için başvuru yaptım. Oradan işe yetiştim. İşte gün boyu elektrik için telefon bekledim, belgeleri hallettim. Cuma öğleden sonra üç buçuk civarı da o açılmıştı. Akşam eve bir geldim eski evdeki elektrik kesilmiş. Duş alamıyorum. Evi toplamaya devam ettik. Cumartesi sabahı nakliyeciler geldi. Sabah 8'den öğlen bir buçuğa kadar 30 yıllık eşyaları bir evden öbür eve taşıdık. Cumartesi akşama kadar yeni evi süpür, sil, eşyaları ittir, sürükle, dolapları birleştir, koltukları birleştir, rafları sil yerleştir, perdeleri as...Annem köyde kalmak zorunda olduğundan (hem inekleri bırakacak kimse yok, hem de fındık başlayacak) ilk defa annem olmadan taşınmış oldum. Babamla ikimiz, canımız çıktı. Ama fiziksel yorgunluk değildi koyan bana. Bir ara artık dayanamadım, hepsi üstüme çöktü düşüncelerin, yarı yerleşmiş yeni odamın bir köşesine oturup kaldım. Ağlamaya başladım. Kendi kendime. Bir yandan kendime ağlıyordum, bir yandan annemleri böyle sıkıntıya soktuğuma ağlıyordum. Yaptığım hiçbir şeyden emin olamamaya ağlıyordum. İki kere gördüğüm eve hemen taşınmama ağlıyordum. Eski ev sahibinin taşındıktan sonra bizden para koparmaya çalışmasına ağlıyordum. Devamlı endişe içinde olmama ağlıyordum. Ya yanlış bir şey yaptıysam, burada da rahat edemezsem daha kötü olursa da bu sefer benim seçimim olduğu için kurtulamazsam diye ağlıyordum. Ağladım. Sonunda gözyaşlarımı sildim, kalktım, evi yerleştirmeye geri döndüm.
Tüm pazar yine evi yerleştirdik. Kablo tv'yi arayıp, tv ve interneti bağlatmak için başvuru yaptım. Pazartesi yeniden gazı açtırmaya gittik. Gene kapanmamıştı ama bu sefer kart verdiler, babam götürdü onu taktı, geri başkentgaza getirdi. Ben de bu sırada işe gittim mecburen artık habire habire sabahları geç gitmeyeyim diye. Perşembeye kadar hem işe gittim, hem gazcıların gelip gazı açmasını bekledim. Önce geldiler, kaçak var dediler. Teknik ekibi çağırın dediler, onları bekledik. Onlar geldi, hallettiler, bu sefer yine bağlayacak ekibi bekledim. Bu sırada köydeki işler başlıyordu, babaannem de hastanede bayılıp kalmış haberi geldi. Babamın gitmesi gerekiyordu. Çarşamba akşamı o gitti. Böylece tüm parasını kendim ödediğim, tüm abonelikleri adıma olan ve sadece iki kere görüp üç gün içinde taşındığım evde tek başıma kalmış oldum.
Böyle yazınca neler hissettiğimi tam anlatamamış gibi oldum. Çaresizliğimi anladınız mı? Ben ilk defa böyle üstüne hiçbir hayal kurmadığım bir eve taşınmış oldum. Eskiden evi görürdük, bakarken aklımda kurardım ben şurası odam olur şuraya şunu koyarım diye hayalleri kurar, içimi o ev fikrine alıştırırdım. Sonra da taşınırdık. Annemle babam her şeyi hallederdi, ben kitaplarımı yerleştirirdim. Hiçbir şeyi düşünmem gerekmezdi. Hiçbir şeyi dert edinmem gerekmezdi. Nakliyecilere para mı verilecek, eşyaların başında mı durulacak o oraya mı bu şuraya mı yönlendirilecek, kontrat mı imzalanacak, gaz ne zaman açılacak, kablocular ne zaman mı gelecek, çamaşır suyu banyoya da yetecek mi, o raf silindi mi, klozet temizlendi mi, sabaha çayı neyde yapacağız...durup durup içime içime ağladım. Bir yandan işe gittim, bir de tüm gün orada insanların kahrını çektim, yok efendim internet niye böyleymiş, niye bu kadar sorun çıkıyormuş, aaa onu bile bilmiyor muymuşum...
Neyse bu gecelik burada keseyim, ağlamaktan burnum tıkandı yine nefes alamıyorum.

11 Temmuz 2019 Perşembe

Aaaaaaaaaaaa!!!!! Çığlık atmak istiyorum. Çok mutsuzum. Aşırı mutsuzum. Çok ama çok mutsuzum. Her sabah gelip bu masanın başına oturmak istemiyorum. Nefes alamıyorum.

Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }

 En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...