21 Mayıs 2011 Cumartesi

The Last Station (2009)


"Bildiğim herşeyi sevdiğim için biliyorum."
Yüz yıl önce Lev Tolstoy'ın yazdığı bu cümleyle aydınlanıyor The Last Station'ın yansıdığı beyaz perdenin üzeri. Daha ilk saniyelerde söyleyeceğini söylüyor yani Michael Hoffman'ın yönettiği film: Sevmek. Birine, birşeye ya da sadece bir fikre aşkla bağlı olmak.
Tolstoy rolünde Christopher Plummer
The Last Station adından da - Son İstasyon- anlaşıldığı üzere, Tolstoy'un son yıllarını nasıl geçirdiğini ve bu sebeple ölümünün bir tren istasyonunda gerçekleşmesinin hikayesini anlatıyor. Gerçi yine pek bilirkişilerimiz devreye girmeden ve de filmi sinemalarımıza "Aşkın Son Mevsimi" diye çevirerekten getirmekten geri duramamışlar.
Tolstoy'un eşi ve kızı
1900lü yılların başında Rusya'nın Yasnaya Polyana denilen bir yerinde oldukça yeşillikler içinde, ferah mı ferah bir malikane-evde başlıyor film. Önce uyuklayan bir hizmetçi görür gibi oluyoruz, ardından Tolstoy'un meşhur eşi Sofya Tolstoya ile tanışıyoruz. O da bizi artık son ihtiyarlığına gelmiş Tolstoy'a yöneltiyor. İyice yaşlı ve birbirlerine delicesine aşık bu adam ve kadın, film boyunca bize gerçekleri, gereklilikleri, hayatı ve aşkı sorgulatıyor.
Ve elbette ki diğer yandan ekranımızda ışığın etrafında uçuşan kelebekler ve böcekler yer alıyor sırasıyla. James Mcavoy'un o başka hiçbir canlıda bulunamayacak saflıktaki bakışları ve oyunculuğuyla can verdiği genç Valentin Bulgakov ile tanışıyoruz. 23 yaşında büyük bir inançla bağlı olduğu Tolstoyculuk akımında görev almak üzere Yasnaya Polyana'ya geliyor. Tolstoy'un son yıllarındaki sekreteri oluyor. Onun o süt saflığındaki haliyle adım adım hayatı, ilişkileri, aşkı öğrenmesini izliyoruz. Onunla birlikte inançlarımızın, hayranlıklarımızın somut abidesine kavuşma şansımız olsa neler hissederdik, tecrübe ediyoruz (Ben de James Mcavoy'la öyle karşılıklı otursam Tolstoy karşısında gözyaşına boğulan Valentin'den daha beter olurdum ona karar verdim bu vesileyle, misal.).
Rus musun İskoç musun melek misin gerçek misin be mübarek?!
Sofya Tolstoya'nın mücadele ederek kaybettiklerini sonunda Rus Devleti'nin ona geri verdiğini bilsek de izlerken, gene de insanın içi sızlıyor onca gösterdiği çabaya. Tolstoy ve o sinir bozucu Chertkov eserlerin telif hakkını Rus halkına bağışlamak isterken, Sofya teliften gelecek paranın kendi çocuklarının mirası olduğunu düşündüğünden bunun gerçekleşmesine engel olmaya çalışıyor. Her genç insan gibi biz de Tolstoy haklı diye düşünüyoruz önce. Yalan bu mal mülk, mülkiyet hakkı, zenginlik; asiller ve zenginler pisliğin teki ne de olsa. Her zengin parasını dağıtsa, dünyada ne aç kalırdı ne fakir diyoruz elbette. Hatta bir zengin olarak bunlara inanmasından dolayı Tolstoy'a daha da sevgi besliyoruz gitgide. Ama film ilerliyor, Sofya'yı yerden yere mahvolurken, kocasına o derin, sarsılmaz aşkıyla bakarken gösterdikçe bizlere Dame Helen Mirren, anlamaya başlıyoruz. Ona da hak vermeye başlıyoruz. Bıçak kadar keskin gerçek bizim de derimize vuruyor, dünyanın gerçeğinin bu olduğunu biliyoruz. Yemezsen yenilirsin, öldürmezsen öldürülürsün. Yaşamımızı boğazımızdan geçen lokmalara, sırtımıza değen kumaşlara ve başımızı soktuğumuz damlara borçluyken ve bunları da elde edenin sadece para olduğunu bilirken, başka türlü bir düzen kuramayız. Bu yüzdendir ki Tolstoy o yaşlı elleriyle o imzayı atarken biz de aynı çaresiz gözlerle bakıyoruz ona, Valentin Bulgakov'la birlikte.
Chertkov demişken, kendisinin tarihteki rolünden de pek hazzetmezdim zaten ama film boyunca Paul Giamatti'nin çizdiği portreden hepten sinirim bozuldu. Adam bunları niye yapıyor bir türlü anlaşılmıyor. Yani cidden inanıyor mu aşırı derecede Tolstoyculuğa, yoksa birşey peşinde mi, Giamatti'nin o balmumlu bıyıklı suratından, fıldır fıldır dönen gözlerinden, iki parmak arasında sıkılma kıvamına gelmiş yanaklarından insanın kafası karman çorman oluyor. Ki kendisini Hollywood'un en iyi aktörlerinden olarak görürüm yıllar yılı. Bu vesileyle Anne Marie Duff yengeye de hakkını teslim etmek gerek. Buz gibi Sasha Tolstoy'u ekrandan soğuk rüzgarlar estirmekte oldukça başarılı. Christopher Plummer'ıysa artık dedem gibi görmeye başladım. Kah Parnassus kah Tolstoy. 
The Last Station Tolstoy'la ve onun nezdinde Savaş ve Barış'la Anna Karenina'yla Çocukluğum'la İtiraflarım'la ilgili bir hikaye anlatmış oluyor böylelikle. Büyük bir yazarın, büyük bir fikir adamının yaşamının kıyısına konuk oluveriyoruz 2 saatliğine. Film biterken yazılarla birlikte eski görüntüler beliriyor ekranda, Tolstoy'u Valentin'i Sofya'yı görüyoruz siyah beyaz görüntülerde. Bu insanlar yaşadı gerçekten diye beliriyor insanın kafasında. "2 kere okudum Savaş ve Barış'ı" dediğini hatırlıyor belleğimiz 23 yaşında bir Bulgakov'un. Şimdi gidip eve bir kere daha okumalı diye gaza geliyoruz. Ama asil mi asil bir bilgiçlikle bakan bir Sofya Tolstoya görüntüsü "Biliyor musun, ben 12 kere temize çektim Savaş ve Barış'ı" diyor.
The Last Station çok güzel bir film.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

So many books, so little time

Mesela.  En son yazdığımda Pazar akşamıydı. Annemleri yolcu etmiştim sabahında. Pazartesi işe gittim, o hafta için planım her gün sabah ilk ...