10 Şubat 2018 Cumartesi

Şubatta Ankara'da gezinti: Vakıf Eserleri Müzesi

Ankara'yı gezme çabalarım sürüyor. Şimdi bir baktım da bu işe tee 5 yıl önce girişmişim - şurada yazmışım - ama o zamandan sonra kendimi sınırlar ve okyanuslar ötesini görmeye verdiğimden olsa gerek geçen ağustosta Ulus'taki eski meclis binaları-müzelerini, Romam Hamamı'nı, Etnografya Müzesi'ni ve Resim Heykel Müzesi'ni gezebilmiştim nihayet. Şimdi de, perşembe günü gezme şansım olan iki müzeyi anlatma vakti. İlk müzemiz Ankara Vakıf Eserleri Müzesi.
Burası esasında taa 1927 yılında inşa edilmiş bir okul binasıymış. Önce bir ilkokul olarak yapılmış ancak sonra Ankara Hukuk'a verilmiş, 1928-1941 arasında hukuk mektebiymiş. 1941'den 2004'e kadar ise yine okul, öğrenci yurdu, müftülük, aşevi olarak baya bir kullanıldıktan sonra restorasyona başlanmış ve 2007'de de şimdiki müze açılmış. Bina dışarıdan bakıldığında hem çok sade hem de çok hoş görünüyor. Genişçe çimenlik bir bahçenin içinde yer aldığından sanırım bu görüntünün hoşluğu biraz da. Çünkü böyle etrafında duvarlar, parmaklıklar, teller yok; kavşağı çevreleyen kaldırımda yürürken hemen adımınızı bu bahçeye atabiliyorsunuz. Stil olarak bu sadelik ayrıca binanın ait olduğu I.Ulusal Mimarlık Dönemi'nin özelliğiymiş (mimarlık bilgisi sıfırdır bende, böyle gezdikçe, yapıları inceledikçe öğreniyorum, kısmet). Kaç tane mimarlık dönemi var bilmiyorum tabi şu an (araştırmadım çocuklar) ama bu ilk dönem II.Meşrutiyet'in ilanından (1908'den) 1930'lara kadar olan dönemi kapsıyormuş, bakın onu öğrendim.
Kendime de şaşırdım bu arada. Bu bina ben Ankara'ya geldiğimden beridir burada sonuçta, hatta tam bu yer aldığı kavşaktan tam 5 yıl boyunca otobüsle geçtim ben neredeyse her gün. Ama hiçbir türlü hatırlamıyorum binayı. Yani şöyle bir gözümün önüne getirmeye çalışıyorum o noktayı, kavşağın etrafındaki diğer her yeri hatırlıyorum. Bu tarafta Gençlik Parkı'nın girişi var, karşısında tiyatro binası var, tiyatronun karşısındaysa çeşitli binalar falan filan. Ama müze binasının olduğu yer sanki hiç orada olmamış gibi. İlginç. Dahası müzenin tam dibine yeni cami yaptılar, o koskoca cami oraya nasıl sığdı orada yer mi vardı bir türlü çözemiyorum, çünkü hatırlayamıyorum. Neyse, müzeyi anlatayım.
Şimdi müze binasına önündeki merdivenlerden çıkarak ulaşılan kapıdan giriliyor (Artık hemen hemen her yerde olan şu metalle geçersek - ya da geçmezsek bile - dıııtlayan şeyden var, böyle anlattım çünkü bir türlü hatırlayamıyorum ismini!) Binamız tabi böyle eski usül, filmlerde gördüğümüz binalar gibi olduğundan kapıdan girdiğiniz anda giriş katın holüne giriyorsunuz. Sağ tarafta hemen görevliler olduğu camekan var. Ben oradan broşürümü aldım, bu sırada görevliler de nereden gezmeye başlayıp, nereden devam edeceğimi söylediler. Görevlilerin bölümünün karşısında yani holün hemen sol tarafında birkaç koltuk-oturma yerleri var, gezdikten sonra soluklanmak içindir herhalde.
şimdi siz diyorsunuz ki hahaha camekanı ortalayıp da hepsini çekememiş. ama hayır, benim amacım esasında şu duvarda görmüş olduğunuz ahşap dolabı çekmekti, neden, çünkü keşke benim de olsa.

halılar, halılarımız, her yer halı

kutu sever ben
Gezmeye ilk olarak giriş katta soldan, Salon I'den başlanıyor. Burada 13.-19.yy.lardan halılar var. Camlı bir bölümde halı dokuma sahnesini canlandırmışlar (Etnografya Müzesi'nde bu sergileme yöntemi baya çoktu ama bu, bu müzedeki tek örnek.). Duvarlar halılarla dolu, sadece asıl değiller; raylı sistemle çekmecelerle kitap sayfaları falan şeklinde yöntemlerle bir dolu halıya bakabiliyorsunuz bu salonda. Ayrıca dokuma malzemeleri ve küçük kutular falan da var. Halılar-kilimler hakikaten güzel, yani öyle çok halı beğenme insanı değilim (böyle bir insan türü mü var derseniz bir şey diyemedim şimdi) ama sanırım bu halılar geldikleri yerler ve yapıldıkları yüzyıllardan dolayı ister istemez hoşuma gittiler (çünkü eski zamanlarda dolaşıyor gibi hissetmek kalp ben).
hepsini çekmedim tabi, ilginç gelenleri çektim ama hayat ağacı levhasını da net çekebilseymişim keşke. hayır benim gözüm zaten böyle gördüğü için bir sorun olduğunu düşünmemişim çektiğim fotoğrafa bakarken.

paint yeteneklerim göz dolduruyor vol.1

eee onca yıllık mühendislik eğitiminden sonra paintte bir ok da mı çizemeyeyim, yok artık.
Bu salondan çıktıktan sonra hemen üst kata çıkan merdivenlere yönelmek gerekiyor. Bu merdivenlerden çıkarken duvarlarda halı motiflerinin açıklamalarını barındıran levhalar var. Ayrıca İki ayaklı saat bir de duvar saati yine bu merdivenlerde sergileniyor (ama ben bayılıyorum bu eski saatlere, keşke benim olsalar).
vi amooo ahşap kapılar!

şimdi bunların bir ismi var elbette ama mühim olan o değil, ahşap işçilikleri.
Üst kata çıktığınızda 4 salon buluyorsunuz, önce hemen soldaki Salon II'ye giriliyor. Burada Ahşap ve Maden sanatı örnekleri var, kiahşap eserler en bir sevdiklerim oluyor hep (Etnografya'da da muhteşem ahşaplar vardı). Burada da camilerden gelen kapı örnekleri özellikle güzel. Maden eserler olarak şamdanlar ve alemler var ama pek öyle göz alıcı örnekler değil bunlar. Ha bu arada bu salonda da halılar var yine tabi, bu müzenin her yanı halı.
ama çok güzel değil mi kabı ya.

bu da çevirmen çıldırmış örneği

şimdi böyle mi basıyorlar mesnevileri, hiç.

efendim bu bir silsilename imiş, yani hani bizim tüm ülkece çökerttiğimiz e-devlet özelliği var ya, hah işte o. bu fotoğrafı çekerken ben meğerse hepiniz sistemi çökertmekle meşgulmüşsünüz aferin!
Ortada Salon III var, burası da sevdiğim eserleri, el yazmalarını barındırıyor. Kronolojik olarak dizilmiş camlı bölmelerde sergilenen el yazmaları benim gördüğüm kadarıyla Fatih döneminden Vahdettin'e kadar uzanıyordu. Ama bunları hep uzağa koyuyorlar be, gözüm zor görüyor zaten seçemiyorum doğru düzgün. Böyle burnum cama yapışmış halde sayfalara bakıyorum saatlerce. Bana da yazık. Azıcık yakına koyun yahu, zaten cam var arada dokunmayacağız.
Sağda da Salon IV var ve bingo! burada da yine halı var :) Yani halı da var da bu salon daha çok böyle ortaya karışık havasında, ufak tefek ondan bundan şundan da var. Çiniler, para keseleri, kabe örtüleri falan şeklinde eserler görebiliyoruz.
eh bizim de umudumuz o yönde
En son olarak merdivene geri dönmeden hemen önce bir ufak kapı daha var, Salon V burası. Ama bana kapalı hali denk geldi. Bu ara burayı gezemiyormuşuz, ne zaman açılacağını da söylemedi görevli. Oysa burası tüm müzede en en en çok görmeyi istediğim yerdi, içinde - yazdığına göre - eski saatler ve fotoğraf makineleri varmış. Şansıma ne yapayım.
18.yy.da Malatya'da uzaylılarla ilk temasın belgesi
Müze pazartesileri hariç her gün açık. Sabah 9'dan akşam 5'e kadar gezilebiliyor. Dahası bedava. Yani müzekart ya da kimlik falan filan da göstermeye gerek olmadan giriliyor öylece. Çünkü sanırım kimse gelmiyor, bari bedava yapalım demiş de olabilirler. Türkiye'de tiyatro ve opera konusunda önyargılarım konusunda büyük sürprize uğramıştım (yani bu ülkede kimse gitmez gitmiyordur diye düşünürken istediğim pek çok oyuna gösteriye aylar önceden yer bulamadığımda şoka girmiştim) ama sanırım müzeler konusunda hala haklıyım. Kimse gitmiyor.

7 Şubat 2018 Çarşamba

{2018 Oscarları} The Post (2017) : buram buram Spielberg

Yıl 1971. ABD 55'ten beri içinde olduğu Vietnam Savaşı'nda debelenip dururken Washington Post gazetesi de varlığını devam ettirebilme uğraşı içinde debeleniyordur. Babasının eşine bıraktığı gazete, eşinin ölümüyle Kay Graham'ın üstüne kalmıştır, o bu hiç bilmediği durumun içinde ne yapacağını çözmeye çalışırken hırslı editörü Ben Bradlee de hem Nixon yönetimi ile hem de gazeteyi rakibi The New York Times'ın önüne geçirmeye uğraşmaktadır. Tam da bu sırada Times devlete ait gizli belgelerle ilgili bir haber patlatır. "Pentagon Papers" adı verilen bu belgeler o zamana kadar ABD'nin Vietnam'daki savaş ile ilgili yaptığı araştırma ve analiz sonuçlarını içeriyordur. Ama sadece analizler değildir haber değeri taşıyan bu kağıtlarda. O zamana kadar bu savaşı devam ettirmiş ABD başkanlarının ve yönetiminin, savaşın anlamsızlığını ve gereksizliğini, dahası mutlak yenilgileri görmelerine ve bu durum gayet ortada olmasına rağmen yine de savaşı devam ettirmiş olduklarının apaçık belgeleridir bunlar. Eh tabi Nixon yönetimi hemen Times'a bir yasaklama çıkarır ve belgelerle ilgili haber yapmalarını önler. Ama işte bu noktada Washington Post'a düşer görev. Böylesi belgeleri Times'ın bıraktığı yerden bayrağı onlar devralarak gazeteciliğin ruhuna uygun olarak haber mi yapacaklar yoksa demokrasi dışı bir anlayışla müdahale eden yönetimin baskısı altında geri adım mı atacaklardır?
The Post (http://www.imdb.com/title/tt6294822/adından - ve yukarıda anlattıklarımdan - anlayabileceğiniz gibi 1971'de ABD'de gazetelere düşüp, olaylar çıkaran Pentagon Kağıtları adı verilen belgelerin Washington Post gazetesi tarafından haber yapılışı hikayesini anlatıyor. Yani aslında New York Times'ın haber yapmasının hemen ardından Post'un devreye girdiği günleri ve cidden belgelerin patladığı zamanı anlatarak Watergate'e günü gününe getirip, bırakıyor film bizi. Gerçekten olmuş olayları, gerçekten yaşamış insanları canlandıran oyuncularla anlatıyor ama büyük oranda tonunu, vurgusunu değiştirerek, kendine başka türlü kahramanlar ve kötüler yaratarak.
Bu anlamda aslında tamı tamına bir Spielberg filmi. Sizi bilmem ama benim sinema sanatına en başından beri hayranlıkla ve keyifle bakmamı sağlayan klasiklerimin havasında. O yüzden başlığı buram buram yaptım ya, çünkü çocukluğumun o kahramanlık hikayeleriyle bezeli, aksiyonlu, bol müzik gazlı, atmosfer dolu filmlerinin havasında. Bir yandan hem aslında içi şişirilmiş bir şey izlediğinizi biliyor olursunuz bu filmlerde, bir yandan da o atmosferle birlikte o gazı almış olduğunuzdan kendinizi filmin temposuna kaptırmış sürükleniyor olursunuz. Bir şeyler anlatır bu filmler, hakikaten de önemli şeyler anlatır çoğu kez ama bunu anlatış biçimleridir sizi ele geçiren. Yani misal bir futbol topunun iki direğin arasından uçması gibi gayet normal-keyfi bir durumu öyle bir anlatır, öyle bir hale yola sokar ki bu filmler, o topun uçuşu artık tüm bir ulusun özgürlüğünü simgeliyordur artık, içinizdeki tüm tellere dokunmuş, boğazınıza yumruğu oturtmuştur.
İşte The Post da o filmlerden. Arkasındaki gerçek hikayeyi bilmeden izlediğinizde vaay be!, ah ulan be! diyor hale geleceğiniz; hikayenin aslını öğrendikten sonra da yine nasıl olup da böyle anlatılabildiğine vay be diyeceğiniz bir film. Yani demeye çalıştığım asıl olay Times iken Washington Post ile ilgili bir film yapmak ve dahası bakış açımızı oraya kaydırmak asıl formül.
Ama işte bu noktada da aslında filmin anlatmaya çalıştıklarının başka şeyler olduğunu görmek gerekiyor. Savaşla ilgili ya da o dönemki yönetimlerin yanlışlarıyla ilgili bir şeyler anlatmak değil derdi. Aslında 40 yıl öncesinden insanlarla, olaylarla bugüne dair bir şeyler söylemek. Son dönemde iyice kuvvetlenen bu "kadın hareketine" kocaman bir selam çakıyor mesela. Ya da gazeteciliğin doğasına bir hatırlatma yapıyor. En açık mesajı ise tabiki Amerikan ideallerine, demokrasisine, temellerine dair söylemleri ve hatırlatmaları.
Eh tabi bir de Meryl Streep'ten bahsetmem gerekiyor. Normalde o kadar taktığım bir oyuncu değildir, çoğunluğun aksine. Ben daha Helen Mirren izlemeyi severim o daha zariftir ya da Diane Keaton falan ki o da daha egzantriktir. Bir de Meryl Streep hep o kocaman egosuyla görünür gibi gelir-di ta ki bu filme kadar. Ne kadar yanıldığımı görmüş oldum. Herhalde denk gelip izlediğim filmlerindeki rollerindenmiş bu düşüncem dedim sonra. Çünkü bu filmde filmin neredeyse tamamına yakın bir kısmında bütünüyle bambaşka bir Streep'ti karşımdaki. O kadar üstünden o ego, o kuvvet, o ezici hava fışkıran bir kadının tüm bir film boyunca nasıl bunların esamesini göstermediğine şahit oldum. Tamam rol yapmak öyle bir sanat, oyunculuk böyle bir şey ama insan nasıl yapar eder de bu "kendinden kurtulur"?
Diyeceğim o ki The Post benim sevdiğim - ve alışık olduğum birlikte büyüdüğüm - filmlerden. Bana hissettirdiklerini, düşündürdüklerini severim onların. Zaten Spielberg'le Tom Hanks bir noktadan sonra yıllardır başımı yaslayabileceğimi bildiğim akrabalarım haline gelmiş figürler benim için. Ama uyarayım, ben öyle klasik hollywood tantanalarını sevmem çok daha alternatif bir insanım çok derinlikliyim her gün fularımı takarım falan diyorsanız çok da izlemeyin. Zaten bilmediğimiz- yaşamadığımız - bir şeyi söylemiyor.

Filmin yalnızca iki dalda Best Motion Picture of the Year ve Best Performance by an Actress in a Leading Role (Meryl Streep) dallarında adaylıkları var.

Filmin arkasındaki hikaye için: http://www.historyvshollywood.com/reelfaces/the-post/

6 Şubat 2018 Salı

Bir manga tecrübesi, Ajin-Yarı İnsan Cilt 1

17 yaşındaki lise öğrencisi Kei Nagai var gücüyle tıp fakültesini kazanabilmek için çabalarken neredeyse yaz tatili gelmiştir. Tatilden hemen önce tüm okuldan çıkan arkadaşlarının gözü önünde yoldan geçerken bir kamyon tarafından ezilir. Ama geri ayağa kalkınca kendisi dahil etraftaki herkesi büyük bir şaşkınlığa uğratır. Kei Nagai ölmemiştir ve o bir Ajin'dir.
Ajinler tüm dünyada belli sayıda oldukları bilinen ölümsüz yaratıklardır. İlk defa 17 yıl önce Afrika'daki bir savaş sırasında fark edilmiş ve varlıkları kanıtlanmıştır. Japonya'da da iki tane olduğu düşünülmektedir. Ama kimsenin Kei Nagai'den şimdiye kadar haberi olmamıştır. Kei'nin kendisi bile o kamyon tarafından ezilene kadar böyle bir şey düşünmez zaten. Ama o andan itibaren hayatı bir kaçma-kovalama oyununa dönüşür çünkü hem tüm insanlar - ailesi dahil - ondan tiksinmekte, korkmakta, onu istememektedir hem de devletin güçleri üzerinde deneyler yapmak, onu bir yere kapatmak için tüm acımasızlıklarıyla peşine düşmüştür. Güvenebileceği hiç kimse, güvende olabileceği hiçbir yer yokken Kei hayatı için kaçmak zorundadır.
dış kap çıkınca
Ajin (Yarı-İnsan) bu ilk cildinin çizimlerini Gamon Sakurai'nin, metinlerini ise Tsuina Miura'nın hazırladığı bir japon manga serisi. Şimdilik 12.cildi bu yıl içinde bekleniyor ve 1.ciltten sonrakiler hep çizer Gamon Sakurai yazmış (vay be adam benden sadece bir yaş büyükmüş) (https://www.goodreads.com/series/145184-ajin-demi-human). Seinen manga olarak bir alt türe dahil ediliyor. Bu tür 18-30 yaş arası erkek okuyucular için hazırlanan mangaları içeriyor. Türkçe'ye çevirip yayınlayan ise Gerekli Şeyler Yayıncılık (http://www.gerekliseyler.com.tr/Ajin-Yari-Insan-1Cilt,PR-8950.html). Benim alıp okuduğum baskısı ocak 2017 tarihli 2.basım, ilki mart 2016'da yapılmış. Ama peki iyi hoş da ne bu manga?
Manga Japonca bir kelime, iki ayrı kanji'den (Çin alfabesi karakterinden) oluşuyor. "Man" ve "Ga" karakterleri. "Man" Japon dilinde garip, tuhaf, doğaçlama, kendiliğinden olan şey gibi bir anlama geliyor. "Ga" da resim demek. Günümüz çeviri araçlarına falan yazdığınızda bu ikisini direkt "cartoon, comic" diye çeviriyor ama bu şekilde birleştirdiğinizde aslında öyle gelişine çizilmiş garip resim gibi bir şey demek. Kimi kaynaklara göre taa 12.yy.dan beri hatta daha da eski zamanlardan beri Japon tarihinde görülen bir şey. Resimlerle anlatmak aslında tüm dünya tarihindeki en eski anlatım yöntemi, bu yüzden oralarda da böyle bir şeyin çıkmış olması çok tuhaf değil. Günümüze geldiğimizdeyse biz, Japonya'ya göre batıda kalanlar, oralardan çıkan bu resimli-çizimli kitaplara manga diyoruz. Japonlar da bu kitapları aynı o şekilde adlandırıyor. Ama o zaman önümüze şu soru çıkıyor: Çizgi roman ne? Japonca olmayan (yani asıl dili Japonca olmayan) ya da Japonya'dan çıkmayan böylesi resimli kitaplara da manga diyor muyuz ya da Japonya'dan çıkanlar da aslında birer çizgi roman mı?
Çizgi roman cizgiroman.com'a göre "elle çizilmiş ve belirli bir süreklilik içinde art arda gelen, bir metinle bütünleşen ve basılı olan resimlerden oluşan bir anlatım biçimi.". Önemli yanı da basılı olması. Ama o zaman da sorumuz yine kendiliğinden çıkıyor, dergi ve gazetede basılanlar mı sadece çizgi roman? Kitap haline gelince de yine çizgi roman mı diyoruz? E o zaman manga da aslında çizgi romana verilen japonca isim olmuyor mu?
Ama bu durumda da bir tarafın çizgi roman dediği çizimlerle, diğer tarafın manga dediği çizimler arasındaki bariz "stil" farklılıkları göze çarşıyor. Yani bir japon mangaka'nın (manga çizeri) çizdikleriyle ne bileyim bir superman çizgi romanı arasında çılgın farklar var.
Haa bir de "anime" olayı var. Sanırım çoğunluğumuz bu basılı haldeki mangaların animasyon haline getirilmiş versiyonlarına anime deyiveriyoruz. Aslında hata da etmiyoruz, Japonlar da öyle diyor. Ama o zaman misal çocukken izlediğimiz Tsubasa'ya, Pokemon'a, Candy'ye anime mi diyor oluyoruz? Onlara anime diyorsak Batman'in ve Spiderman'ın çizgi filmlerine de anime diyebilir miyiz? İşte böyle kafamda sorular sorular dolanıyor. Oysa belki de çok basit bir şekilde kendimce çözüm bulmalıyım, japon orijinli olanlara manga ve anime demeliyim, batı orijinli olanlara da çizgi roman ve çizgi film demeliyim. Evet evet, böyle halletim ben.
(Yine de en aklı başında açıklamayı işin kaynağından Inside Japan'dan bulabilirsiniz.)
Bana bunca sorular sorduran bu kitaba nasıl geldim peki? Bu tür bayadır bana öneriliyordu, ben de merakla kitapçılarda gün geçtikçe genişleyen bu türe ayrılmış rafların önünde dikilip, ilgiyle bakıyordum. Yine de uzak duruyordum, bana göre biraz fazla curcunalı, renkli, resimli, karman çorman görünüyorlardı. Sonunda yılbaşında dedim kendime yılbaşı hediyesi olarak alayım, hem de merakımı dindirmiş olurum. Kitapçıdaki manga raflarının önünde neredeyse yarım saat durdum, hemen hemen hepsini elime alıp baktıktan sonra kapağındaki çizim mumyaya benzediğinden belki ya da ismi bir parça diğerlerine göre daha karizmatik geldiğinden belki bunu aldım. Okumaya başlar başlamaz da neye uğradığımı şaşırdım tabi. Daha önce ucundan kıyısından bakmamıştım, yani neyle karşılaşacağıma dair hiçbir fikrim yoktu. Kitap sağdan sola açılıyor ve tüm düzeni bu şekilde. Sayfalardaki kutuların okunma sırası da böyle. Tabi buna dair açıklama - benim gibiler için - kitabın en son tarafında yer alıyormuş. Ama saçma bir şekilde ben orayı hiç açmadım. Kitabı ilk açarken başlarken de bize göre normal olan o sayfayı açmamdı değil mi ama ben kitabı açarken bu sağdan-sola olayını hiç dert etmemişken sayfaları okumaya başlayınca beynimi yaktım. Çünkü kitabı sağdan sola açmak tuhaf gelmemiş, yazıları ve sayfaları sağdan sola takip etmek tuhaf gelmişti (Evet biliyorum kafamda bir sorun var ama ben de çözemiyorum). İlk sayfalarda önce bir çözemedim. Hikayeden zerre bir şey anlamadan sayfaları çevirmeye devam ettim. Her şey gittikçe saçmalaşıyordu, dedim ki bu nasıl bir şey kim okuyor bunu? Sonunda bir 5-10 sayfadan falan sonra hikayenin gidiş yönünü çözüp ona göre okumaya çalıştım. Ama bu sefer de gözlerim alışık değil, kayıp duruyorum. Baya bir cebelleştim kitapla. Nihayet yarısından kitabın tam anlamıyla okuyabilip, hikayenin içine girebildim ve o noktadan itibaren de nasıl bittiğini anlamadım. Öyle bir tempoya kavuşuyor hikaye, her sayfayla birlikte daha da fazlasını öğrenmek istiyor hale geliyorsunuz. Hem ana karakterlerin Kei'nin ve arkadaşı Kai'nin, diğer Ajinlerin, hem de hepsinin peşinde olan o tuhaf ama ürkütücü adamla yardımcısının hikayelerinin ne olacağını, nereye gideceğini çılgınca merak eder hale geliyorsunuz. Dahası bu Ajin olayının boyutlarını, tarihini, çıkış noktasını, sınırlarını, özelliklerini görmek istiyorsunuz.
Eh ama işte bu noktada da benim sorunum ortaya çıkıyor. Ben böyle her sayfada ikişer üçer satırlık yazılarla do-ya-mı-yo-rum. Gözlerimle resimleri takip etmek zaten zor oluyor (bozuk zaten hepten bozacaksınız), bir de o kadarcık yazıyla istediğimi alamıyorum. Ben istiyorum ki uzun uzun, dolu dolu okuyayım. Velhasıl mangalar alabildiğine şenlikli, şatafatlı bir görüntü sunuyor yazım dünyasına ama pek benlik de değillermiş.

Bu arada Ajin'in dvd olarak yayınlanan üç bölümlük bir film-animasyon film serisi ve Ocak-Aralık 2016 arasında toplamda 26 bölümlük 2 sezon tvde yayınlanmış bir de anime serisi varmış (http://www.imdb.com/title/tt5537534/). Ayrıca live-action yani gerçek oyuncularla çekilmiş bir de sinema filmi var 2017 tarihli: http://www.imdb.com/title/tt6215712/

5 Şubat 2018 Pazartesi

Başlangıcından bugüne dünya tarihi sadece 20 dakikada



Tamam azcık uzun geliyor ama voovv herkes var burada. Bir de neredeyse her saniye duraklatıp noluyor yahu diye haritaya bakınca tabi, daha da uzuyor bu süre. Ama ben baya iyi buldum, tavsiye ederim bir göz atın.

Bir de bu yukarıdaki anda ekranda bir durdum ben, baksanıza bir şuna. Tam bu noktada bence en iyi konumdaymışız sonrakilere nazaran. Hem bu orta doğu bataklığıyla aramızda başkaları var hem bir yanımız slavlar yukarıda finler, çorak orta asya'dan da uzaktayız, oh mis. Bir belki soğuk olur oralar ama şu an Ankara ayazında yine o topraklardan gelen doğalgazı yakarak ısınmaya çalıştığımızı düşünürsek, o kadarcık soğuğa alışığız yani. Keşke o noktada kalsaymışız. Hangi ileri zekalının başının altından çıktıysa hadi gelin bir şu hazarın altına da bir bakıverelim diye.

4 Şubat 2018 Pazar

hem kulaklara hem gözlere enfeslik dizisi: Mozart in The Jungle

New York Senfoni Orkestrası'nın başarılı şefi Thomas Pembridge'in emeklilik vakti gelmiştir. Yıllardır başarılı bir şekilde orkestrayı yöneten Thomas'ın yerine daha genç, oldukça popüler, ama bir o kadar da egzantrik şef Rodrigo gelir. Şef Rodrigo orkestranın ve müzik dünyasının yerleşmiş düzeninin çok dışında bir kişilik olmasının yanında idare edilmesi de değişik bir insan olduğundan ötürü hem yönetimi, idarecileri hem de müzisyenleri çok ilginç günler karşılamaya başlar. Tüm bunların ortasında genç obuist (herhalde böyle yazılıyordur, kızımız obua çalıyor çünkü) Hailey Rutlidge yıllardır hayalini kurduğu orkestraya girebilmek ve küçüklüğünden beri çalıştığı, kan ter döktüğü müzik için son dönemecine girmiştir. Rodrigo'nun fırtınasıyla orkestra ve yönetim bambaşka bir çağa girerken Hailey de hayatında oldukça değişik bir yola girmeye başlar.
Lola Kirke ve Saffron Burrows
ahh yaz ahh NY meydanları ahh müzik ahh gençlik
Mozart in the Jungle ilk bölümü 6 şubat 2014'te yayınlanan bir Amazon dizisi. Evet bildiğimiz alışveriş sitesi Amazon bu ve dizi işine de el atalı baya oluyor. Dizinin şimdiye kadar 3 sezonu yayınlandı ve 4.sezon da 16 şubatta yayınlanacak (yeni sezon fragmanını buraya koymuyorum çünkü izlemeye başlarsanız diye şey olmasın). Zaten bu yüzden artık oturup bir yazmalıyım dedim. Çünkü ben diziyle tanışalı bir yılı geçti artık. Roma'dayken dışarı çıkamadığım akşamlarda minicik odada vakit geçirebilmek için izlediğim dizilerden biriydi (bir diğeri de Supergirl'dü ama onu hiç sormayın). İnanılmaz iyi gelmişti o zaman. Diziyi keşfettiğimde 3.sezonu yayınlanacaktı, o yüzden ilk iki sezonu, 20 bölümü nasıl izledim, yuttum anlatamam. Daha ilk bölümünden itibaren daha önce izlediğim hiçbir şeye benzemiyordu. Bir kere tamamen yabancı olduğum bir dünyada, bir senfoni orkestrası içinde geçiyordu. Müzisyenlerin hem orkestra içindeki hem dışındaki hayatlarını, böylesi yerlerin idari kısmını, sanat dünyasının bu tarafında dönen işleri anlatıyordu. Güzelim New York dekoru içinde yapıyordu hem de bunları, tadı damağımda kalan o hayal şehrinin sokaklarında kulağımızda mozartlar bachlar chopinlerle dolaştırıyordu. 30 dakikalık bölümlerin ne ara başlayıp ne ara bittiğini bilemiyordum, hem kulaklarım doyuyordu hem gözlerim. Çünkü oyuncular hem izlemesi keyifli oyunculardı hem de görüntü olarak güzellerdi. Hikaye anlatımı şahaneydi, hem manyakça şeyler oluyordu hem gülmekten karnıma ağrılar giriyordu. Bazen de müziğin de desteklemesiyle gözlerim doluyordu, içime dokunuyordu.
Monica Bellucci konuk oyuncu olmuşken
ilk günlerinde Şef Rodrigo
Müzik, Şef Rodrigo ile konuşurken
Dahası Gael Garcia Bernal neredeyse kendini bulmuştu Şef Rodrigo rolünde. Hem her saniye ne yapacağı kestirilemeyen afacan bir çocuk gibiydi hem de ne duygular geçiriyordu ekrandan insana. Tabi bir de sanırım ben kendisine çok objektif bakamıyorum, çok sevdiğim oyunculardan biridir Bernal, gözlerinden dolayı herhalde her daim duygulu, bol altyazılı bakar gibi gelir bana. Onun yanında diziyle ilk defa tanıştığım Lola Kirke vardı sonra. En başta çok karmaşık duygular içine sokan bir oyunculuğu vardı Kirke'nin ama bölümler ilerledikçe neredeyse bizi de peşinde sürüklediğini fark ettim, öylesine coşuyordu meğerse. Saffron Burrows vardı hele, tee Troy(2004)'da Andromache (Hector'un gözü yaşlı eşi yani) olarak gördüğümden beridir adeta bir tanrıçadır gözümde.
şef Rodrigo düşlerde
Ama en en güzeli müziklerdi. Ahh o müzikler...Herhalde hiç oturup da dinlemem dediğim müzikler. Klasik müziğin binbir tonu. Bakın hep derim normalde müzik hiç anlamadığım alanlardan biridir diye. Yani tamam hepimiz dinliyoruz, eh iyi de dinleyiciler haline geldiğimizden ötürü, müzik çoğu kereler hayatımızın bir parçası haline geldiğinden ötürü, müzik konusunda iyi olduğumuzu düşünüyoruz. Ama ben hiç düşünmedim işte, kendimi ne kadar dinlersem dinleyeyim bu konudan anlıyorum diye göremedim. Bir şekilde hep bir şeyleri yeteri kadar anlayamıyormuşum, yeteri kadar takdir edemiyormuşum gibi hissettim müzik konusunda. Hele bir müzik aleti çalmak ya da "müzik yapmak-yaratmak" konularında o kadar yabancı o kadar ters kalmıştım ki dedim bu, benim yeteneğim olmadığı bir konu demek ki. O yüzden genelde karman çorman bir havuzda yüzer gibi ilerledim müzik içinde. Oysa Mozart in The Jungle ile çok daha değişik bir dünya ile tanışmış oldum. Dizide duyduğum her bir parçanın peşine düştüğümü fark ettim. Bazılarını tekrar tekrar dinliyor, dahası zevk alıyordum. Klasik müzikten, orkestra müziğinden hoşlanacağımı hiç düşünmemiştim o zamana kadar. Oysa bu dizi, o notalara hikayeler veriyordu, o hikayelerle o melodiler içimde bir şeyleri tetikliyordu. Müziğin bambaşka bir yanıyla daha tanışmıştım.
Tüm bunlardan anlayacağınız ben Mozart in The Jungle'a bayıldım, bittim. En son bölümünü izlediğimden beri bir yılı aşkın bir süre geçtiği için hem de pek özledim. Çılgınca tavsiye ediyorum, bir açın bakın inanın pişman olmayacaksınız.

Bu arada o kadar ayıla bayıla anlattıktan sonra tabiki de dizinin müziklerine dair albümleri buraya koymadan gitmeyecektim, buyrun buyrun :


{2018 Oscarları} Lady Bird (2017)

Sene 2002. 17 yaşındaki Christine lisenin son senesine başlarken kendisine Laydbird ismini koymuş, en yakın arkadaşı Julie ile bir yandan okuldaki müzikale katılır, bir yandan da hoşlandığı çocuk Danny ile ilgilenmeye başlar. Her ergen gibi ailesinin ekonomik durumu onun hayallerine yetmemektedir, doğup büyüdüğü şehir Sacramento ona dar gelmektedir ve doğu yakasının metropol ortamına, NY'ın uzaktan kendisine pek bir sanatsal ve özgür gelen ortamına kapağı atmanın yollarını aramaktadır. Yine her ergen gibi annesiyle (işte yani ailesiyle) sorunları vardır ve bakalım Ladybird liseyi bitirip, hakikaten de Sacramento'dan kurtulabilecek midir? (http://www.imdb.com/title/tt4925292/)
Greta Gerwig'in yazıp yönettiği film tam olarak bunları anlatıyor. Kendisi gibi sarışın cüsseli ergenimiz Ladybird'ün yine kendisinin okuduğu katolik okulundan mezun olmasının, yine kendisinin yaptığı gibi Sacramento'da büyüyüp de oradan NY'a doğru uçmasının hikayesini yazıp, çekmek istemiş besbelli Gerwig. Sanırım artık demekten ben usandım ama hakikaten de hepimiz sadece kendimizi anlatmaya çalışıyoruz. Onca hikayenin romanın, filmin dizinin çizgi romanın heykelin resmin fotoğrafların şarkıların tek amacı bu. Hakikaten. Hepimiz bir türlü derdimizi anlatamadığımızı düşündüğümüzden herhalde, habire dönüp dolaşıp kendi hikayemizi bir şekilde ifade etmeye çalışıyoruz. Oysa durup şöyle bir geri çekilip uzaktan, geniş açıdan baksak göreceğiz, hepimiz aynı şeyi anlatmaya çalışmışız. Dahası aynı şeyi düşünmüş ve yaşamışsak ne diye kimsenin bizi anlamadığını düşünüp durmuşuz?
Yani Gerwig'in yazdığı hikaye şimdiye kadar görmediğimiz bir şey söylemiyor. Hani lise hayatımız ergenliğimiz falan normal kalıplar içinde olmasa bile artık amerikan gençliği-lise hayatı falan hakkında o kadar fazla (ama harbiden fazla) şey izledik ki, kanımca siz de benim gibi gözlerinizi kapadığınızda lise denince kendi deneyimlerinizden çok izlediğiniz dizilerdekileri hatırlıyorsunuzdur (tamam mübalağa ediyor olabilirim ama ben ergenliğimi 20-30 yaş arasında yaşadığım için mazur görün). Filmin hikayesi de işte aynen bu izlediğimiz dizilerdeki klişeleri barındırıyor. Yalnızca aynı şekilde anlatmıyor. Ama birebir o klişeler mevcut. Üstüne üstlük çok kendine bağlayıcı bir anlatımı da yok. İlk 30-40 dakika ciddi ciddi sıkıldım, filmle cebelleştim, izlemek için kendimi ikna etmem gerekti. Yine de çok iyi toparlanmadı sonrasında. Yalnızca belki son 20 dakikasında gözümü ekrana diktim. Onun dışında genelde arada göz attım ne oluyor diye, o orada oynamaya devam etti ben yemeklerimi yerken kahvaltılarımı ederken. Evet, tek oturuşta da izleyemedim. Dunkirk'ü yazdım ya geçen, ondan beri bu filmi bitirmeye çalışıyorum. İzleyemedikçe de sinirlendim sanırım, çünkü sıkıcıydı, sıkıcı olması da eh o zaman neden böyle bir film yapma bu kadar para emek harcama gereği duymuşlar diye ekrana doğru çemkirmeme sebep oldu. Saoirse Ronan'ı (sorşa gibi bir şey okunuyor, ayrıca özgürlük anlamına geliyor ki çok hoş bence) izlemeyi severim üstüne üstlük, o yüzden daha da sinirlendim neden böyle bir şeyde oynama gereği hissetmiş diye. Sheldon'ın annesi de Ladybird'ümüzün annesi olarak burada mesela ama o da her ne kadar güzel oynamışsa da yine Sheldon'ın annesi ruhunda. Ama kadının yapabileceği bir şey yok çünkü yazan öyle yazmış. Ayrıca bir de geçen Call Me By Your Name'de bahsettiğim  adlı genç kardeşimiz burada da var ki buradaki rolü diğerindekinin çok dışında ama anladığım kadarıyla elimizdeki yeni jennifer lawrence kendisi, böyle habire gözümüze sokulduğuna göre.
Hele diğer klişeler...Ekonomik durumlarının kötü oluşu, babanın işini kaybetmesine rağmen depresyonda olduğunu belli etmeden sevimli sevimli ortalarda dolanması, anneyle devamlı takışmalar didişmeler, şişman best friend, gay sevgili, sonradan züppe takımının arasına girmeye çalışma, kendini olduğundan farklı biri gibi gösterme çabasında her konuda yalan söylemeler, devamlı kitap okuyan zengin ama paraya tamah etmiyorum triplerinde komplo teorileri kasan "brooding" karizmatik erkek arkadaş, "bitchy" kızla takılabilmek için best friendle küsmeceler, ailenin değerini sonradan anlamacalar,...ayyhh resmen klişeler içinde boğuldum. Yani yeminle oturup bir gün içinde şu filmin aynısını ben de yazardım diyaloglarına kadar. Ha niye yazmadın şimdiye kadar diyebilirsiniz, hem tembelim hem de insan haliyle "farklı" bir şeyler ortaya çıkarması gerektiğini düşünüyor ya. Halbuki baksanıza hiç de gerek yokmuş farklı bir şeyler yapmaya çabalamaya. Gayet de One Tree Hill'le, Dawson's Creek'le, Beverly Hills 90210'la falan oscara aday olabilirmişsiniz. Hayır güya Greta Gerwig'in memleketine bir güzellemesiymiş de yok Sacramento'yu şöyle iyi böyle iyi anlatıyormuş da...Vallahi ekrandan geçen şu bir buçuk saatlik hikayenin sonucunda Sacramento'ya dair bir şeyler anlayabilmiş değilim ben yani. Ama herhalde benim anlayışsızlığımdan bu, filmlere dair zeka geriliğimden, sanatı anlayamayışımdan.
Dedim ya sinirlendim boş yere saçma bir şekilde diye. Hep sıkıldığımdan valla. Bir de haberlerden. Olan onca kötü şeyden - engel olamadıkça - kaçmaya çalışınca insan böyle bastırdığı sinirinin, üzüntüsünün, endişesinin bir yerden başka sinirler olarak fışkırmasına engel olamıyor demek ki.

Yoksa bana ne, Pokemon'a bile ödül verebilirler yani.

Film Best Motion Picture of The Year adaylığı dışında Best Performance by an Actress in a Leading Role, Best Performance by an Actress in a Supporting Role, Best Achievement in Directing ve Best Original Screenplay dallarında olmak üzere başrollerindeki iki kadın oyuncuya ve yazan-yöneten Greta Gerwig'e de adaylık getirmiş durumda.

31 Ocak 2018 Çarşamba

{2018 Oscarları} Dunkirk (2017)

II.Dünya Savaşı'nda 1940 yılının mayıs ayı sonlarında, Fransa'nın Dunkerque (yani İngilizlerin Dunkirk diye adlandırdığı) sahilinde Müttefik kuvvetlerini Almanlar bir güzel sıkıştırmıştır. Belçika'nın da Almanların eline düşmesiyle birlikte savaşın şimdilik bu kısmından bakınca neredeyse bir Alman zaferi gibi görünmektedir. Dunkirk sahilinde kısılı kalan 340 bin müttefik askerinin tahliye edilmesi gerekir. 27 mayıs ile 2 haziran arasında Britanya önce devasa savaş gemilerini yollar askerleri almaya. Bir yandan da savaş uçaklarıyla tahliyeyi korurlar. Ama Almanlar hem karadan sıkıştırırken hem de denizden yapılmaya çalışılan tahliyeye engel olmak için uçaklarla torpidolarla tahliye gemilerini habire sabote etmeyi bırakmamaktadır. Bütün bunların yanında Churchill yönetimi tüm askeri olanakları bu tahliye için kullanamaz çünkü o zaman geride pek sevgili adalarını koruyacak hiçbir şey kalmayacaktır. İşte böylesi bir zamanda askerlerinin imdadına tüm bir ulus yetişir. Adanın her bir köşesinden irili ufaklı teknesi yatı kayığı olan her bir sade vatandaş Dunkirk sahiline doğru askerlerini almak üzere yola çıkar. (http://www.imdb.com/title/tt5013056/)
Christopher Nolan'ın yazıp, yönettiği senaryodan ortaya çıkan film hemen hemen böyle bir şey ben bir şeyleri yanlış anlamamışsam. Nolan ismini hepimiz pek tabiki biliyoruz çünkü o bize Memento'yu, The Prestige'i, Batman Begins'i, The Dark Knight'ı, The Dark Knight Rises'ı, Inception'ı, Interstellar'ı armağan eden beyin. Tüm dünyanın artık bildiği ve gişeleri (ya da kafaları) alt üst etmiş bu filmleri hem yazan hem yöneten insan. Neredeyse okuma yazma öğrendiğinden beri filmler yapan biri olduğunu da göz önünde bulundurursak sanırım bazı insanlar yapmak üzere doğuyorlar bazı şeyleri ve pek az keresinde bazıları bu işleri yapabilecek kadar şanslı oluyor. Nolan da bunlardan biri.
Nolan'ın tüm bu "biliyoruz" diye sıraladığım filmlerini şöyle bir yoklarsanız kafanızda onun hikaye anlatımına dair bir şeyler belirecektir az az. Hah işte bu bizim hatırlarken yüzümüzü düşünen adam pozisyonuna getirmemize, gözlerimizi kısarak odaksız noktalara bakmamıza sebep olan şeye "çizgisel olmayan" anlatım gibisinden bir şeyler deniyormuş. Ve Dunkirk'te de aynen huylu huyundan vazgeçmiyor ya da sanırım tarzını konuşturuyor mu denir artık ne denir. Fragmanını falan görmeden, sadece ismini cismini duyarak filme benim gibi kafa üstü atlamanızı tavsiye etmem bu sebeple. Ben tamamen bir Saving Private Ryan (1998) havasına girmiş, şöyle aksiyonu bol eli yüzü düzgün bir savaş filmi, dahası artık -sayelerinde- her bir karışını ezberlediğim II.Dünya Savaşı filmi izleyeceğim kafasıyla başladım izlemeye ve daha ilk saniyelerden önce siyah ekranda beliren Dunkirk yazısından ve hemen ardından gelen o rahatsız edici sessizlikle ve sonrasındaki gerilimden itibaren tamamen yanıldığımı anladım. Bu bir savaş filmi değil çocuklar. Aslında bir geri çekilme, yenilgi veya tahliye filmi bile değil. Gerilim bu. Bildiğiniz ge-ri-lim. Gerim gerim geriyor insanı bir saat kırk dakika boyunca. Kulaklarınızdan hiç gitmeyen o rahatsız edici gerginlikteki müzikleriyle birlikte her dakika daha da geriyor. Resmen kendinizi o suyla denizle çevrilmiş halde o gemiden o gemiye atlarken, devrilen batan gemilerde sıkışırken, tırrrrr diye kafanızın üstünden uçan uçaklardan anlamsızca sakınırken buluyor, o klostrofobinin o sıkıntının dibini yaşıyorsunuz. Hayır süper bir film olduğundan çok aşırı gerçekçi olduğundan ohoo manyak çekmiş Nolan görüyor musun filmi olduğundan falan değil. Gerilim filmi olduğundan. Gerdiğinden. Hans Zimmer'in insanı deli eden o gerilim müziklerine o kadar süre maruz kaldığımızdan.
O yüzden bence Zimmer'e vermeliler "Best Achievement in Music Written for Motion Pictures (Original Score)" ödülünü. Ya da "Best Achievement in Sound Mixing"i Landaker, Rizzo ve Weingarten'a veya Best Achievement in Sound Editing'i King ve Gibson'a verebilirler. Çünkü filmi, o görüntüleri bu film haline getiren şey kesinlikle o müzikler o sesler. Yoksa ne normal diyalog var filmde doğru düzgün ne de tek tek aha bu da şimdi manyak oynamış diyebileceğiniz aşırı bir oyuncu performansı öne çıkıyor. Yani hem duyulmamış isimler hem de yıldızlar geçidi var ekranda ve hepsi de tek tek durumu sırtlayabilir şekilde oynuyor ama bu bir performans filmi değil. Her şey çok daha büyük, böyle büyük büyük. O yüzden mesela kameranın önünde her defasında yeni bir "tanıdık" yüz belirdikçe gülümseyecek gibi oluyorsunuz tüm bu kaosun, tüm bu büyüklüğün içinde bir tatlı vaha bulmuş gibi (ama kabul etmek gerek Harry Styles'ı görünce insan pıskırmadan edemiyor, yani benim gibi hiç beklemiyorken görünce haliyle--bu noktada bir de açıklamam gerekiyor sanırım kim lan bu harry styles falan demiş olabilirsiniz haklısınız ben de ismiyle biliyor değildim sadece yüzünü görünce haaa lan bu şey değil mi şu ergen grubundaki tiplerden ahaha oldum ama sonra tabi açıp bakınca ismini şeysini öğrendik).
Diyeceğim o ki beklediğimden tamamen farklı çıkan bir film izledim. Memnun muyum... değilim. Çünkü dediğim gibi ben biraz daha klasikçiyim, fazlasıyla da tarihi filmleri böyle Spielbergvari kahramanlık filmlerini severim - öyle büyüdüm. Nolan abinin de yaptıklarını severim sanırdım - öyle ya adeta huşuyla hatırladığım bir The Dark Knight bir Inception var ortada - amma velakin Interstellar'dan çok da hazzetmediğimden işkillenmeliymişim. Dahası, Dunkirk beni çok gerdi. Demiş miydim? Aşırı gerdi.
Ayrıca ulan adamlar geri çekilmelerinin bile filmini yaptılar (ilk kere de değil ha 1958 versiyonu olduğu gibi bir dolu belgeseli de var) da diyorsunuz değil mi? Evet, ben de dedim.
Filmin toplamda 8 dalda oscar adaylığı var bu arada. Yukarıda dediğim sesle müzikle ilgili üç dalın dışında ve pek tabiki benim izlemem sebebim olan Best Motion Picture of the Year dalının dışında Best Achievement in Film Editing, Best Achievement in Directing, Best Achievement in Cinematography, Best Achievement in Production Design dallarında aday.
(Olayın ayrıca gerçek yönünü öğrenmek isterseniz-->http://time.com/4869347/dunkirk-aftermath-history/)

Mayıs '25 - Yeni Çıkanlardan Beğendiklerim

1. BOYNEXTDOOR (보이넥스트도어) - I Feel Good ve 123-78 Boynextdoor'u ilk dinlediğimde hımm çok mu neşe dolular acaba bana göre diyerek bir ger...