Kitap Eylemi'nin şuradaki MİM'inde acayip hızlı davrandım sanırsam, o yüzden bu mimi yapmaya da hak kazandım, buyrun burdan devam :
1. Sinemada izlediğin ilk film?
1996 yapımı The Hunchback of Notre Dame. Bizde 24 Ocak 1997'de vizyona girmiş, yani 10 yaşıma henüz girdiğim sıralarda sanırım, artık sinemaya da gidebilir diye düşünülüp, götürülmüşüm herhalde. Öncesini karar sürecini filmi falan çok net hatırlamıyorum çünkü. Hatta yanımda kim vardı onu bile hatırlamıyorum. Sadece çok ufak görüntüler var gözümün önüne gelen karanlık sinemaya dair. Ve bir de ağladığım. Ufak ufak ağlamıştım Quasimodo'ya (ulan zaten çocukluğum çizgi filmlere ağlayarak geçmiş bu nedir ya?!). 2. Film en güzel .....'de /da izlenir.
Evet sinemada. Ama sinema gibi sinemada. 3. Film izlerken olmazsa olmazın var mı? Varsa neler?
Hımm...Bu konuda öyle çok katı değilim sanırım. Yani film deyince akan sular durduğu için bende, filmin yanına başka bir şey pek de aklıma gelmiyor. Sadece o beyaz perde ve ben yeterli benim için sanırım.
Anket Soruları
a) Tek başına mı kalabalık mı?
Aslında iflah olmaz bir "tek başına" insanı olduğum için aklıma ilk etapta hemen tek başına demek geliyor ama bazen böyle curcunalı bir kalabalık şeklinde güle oynaya itişe tepişe film izlemek de ayrıca güzel oluyor. Bilemedim. b) Mısır mı cips mi?
Sinema demek mısır kokusu demek. c) İki boyutlu mu üç boyutlu mu?
Tabiki de iki boyutlu hatta sokaklara çıkıp bağırasım geliyor yapmayın şu düz çektiğiniz filmlerin üzerine saçma sapan üç boyut şeysini diye. Gözlerimizin kafalarımızın içine ediyorlar yeminle. d) AVM sineması mı sokak sineması mı?
Sanırım bu noktada sokak sineması ile neyin kastedildiğini bilmem gerekiyor. Yani eskiden Kızılay'da falan böyle kafelerin arasında birer bina falan şeklinde olan o eski usül sinemalarımızı kastediyorsak, evet, onların tadını, o eskimiş salonlara rağmen o havasını avmlerde almıyorum ben. Haa ama avmlerdeki gıcır gıcır devasa salonlarda da insan o ihtişama kapılıveriyor. Ama yok yok sokak sineması diyorum. e) Filmden önce filmin fragmanını izlemek mi, yorumlarını okumak mı?
Valla manyaklık derecesinde her şeyi bileyim diye çabaladığımdan ötürü her konuda, filmlere gelince de öncesinde ne var ne yok biliyor oluyorum. İlk fragmanının yayınlanma tarihini falan takip ediyorum, hatta fragmanların yorumlandığı videoları falan izleyip, yazıları okuyorum. Yorumları ise filmden çıktıktan sonra okumak hem mantıklı hem de...hepiniz öyle yapmıyor musunuz ya?!
Mimlediklerim ise herkes olacak sanırım çünkü hepinizden duymayı isterim.
Kim Min Kyu (kim min yu diye okuyoruz) ailesinden kalan büyük finans şirketinin yöneticisi olarak bir eli yağda bir eli balda bir hayat süren, zengin bir adam. Ama onun sahip olduklarına sahip olan diğer genç şirket varislerinden-yöneticilerinden oldukça farklı bir hayat sürmek zorunda. Yine ailesinden kalan kocaman malikanesinde son 15 yıldır tek başına yaşıyor. Malikanenin bekçisinden başka neredeyse kimseyle görüşmeden, özel üretim oyuncakların koleksiyonunu yaparak, romantizmi, insan ilişkilerini filmlerden izleyerek yaşayıp gidiyor. Çünkü Kim Min Kyu'nun insanlara alerjisi var. Herhangi bir insanla temas ettiği anda vücudunda yaralar çıkmaya başlıyor, şoka giriyor nefes alamamaya başlıyor ve hemen iğne olmazsa ölebilecek duruma bile geliyor. Yani Kim Min Kyu her şeye sahipken aslında hiçbir şeye sahip olmadığı bir hayat sürüyor.
esas oğlanımız Kim Min Kyu ve robot kılığındaki esas kızımız Jo Ji Ah
Jo Ji Ah da zengin şirket sahibimiz gibi anne-babasını kaybetmiş bir genç insan ama kızımızın şansı abisi ve onun eşi+sevimli yeğeniyle yaşıyor oluşu. Ama Jo Ji Ah'nın da hayatı hiç iyiye gitmiyor, çünkü yaşıtları düzgün düzgün işler bulup çalışmaya, her şeyi yoluna koymaya başlamışken o yıllardır, çocukluğundan beri, olduğu insan olmaya, yaptığı şeyi yapmaya devam ediyor. İlginç icatlarla insanlara yardım etmeye çalışıyor. Bir bilim insanı değil Jo Ji Ah ama bilim insanlarının mühendislerin yapabilmesi için çok parlak fikirler ortaya koyuyor, kimsenin düşünmeyeceği şeyleri düşünüp, insanlara ufak mutluluklar sağlayacak fikirler. Ama işte, hayat onun kadar iyi niyetli olmuyor hep, abisi de aslında onun iyiliğini düşünürken çok kırıcı davranabiliyor.
Bu iki gencin yolları insan gibi görünen bir robot yapmış olan Santa Maria ekibinin sayesinde kesişiveriyor bir gün. Profesör Hong Baek Gyun ve ekip arkadaşları Pi (bildiğimiz pi sayısı ama kıza lakap olarak vermişler - pay diye okuyorlar), Ssanip (bu da lakap, sannip diye okunuyor) ve Hoktal (bu da lakap) ile Aji-3 adını verdikleri ve Jo Ji Ah'nın görüntüsünü taşıyan bir robot yapmışlar (ahh hiç sormayın, esas kızımız profesörün unutamadığı eski sevgilisi çünkü). Şirket oyunları ve entrikalarının aralara bol bol doluştuğu olaylar sebebiyle robot ekibi bu robotun işe yarar olduğuna ikna etmek için Kim Min Kyu'ya Aji-3'yi deneme amaçlı veriyorlar. Ama hemen öncesinde görünmez kaza bu ya, bir şeyler bozuluyor robotta ve yedek parça gelip de tamir edene kadarki birkaç gün için Kim Min Kyu'yu kandırma amaçlı robotumuzun görsel ikizi olan esas kızımızı Jo Ji Ah'yı kullanmak durumunda kalıyorlar. Ve esas kızımız robot gibi davranarak esas oğlanımızla maceralara dalıveriyor.
Böyle bir konu ile (30'ar dakikalık) 32 bölüm süren dizi 6 aralıkta başlamıştı, geçen hafta final yaptı. İlk başlarken tee aralık ayında, aslında çok da heyecanla açmamıştım diziyi. Yani ne bileyim öyle çok bir şey beklemiyordum. Ama görüp görebileceğim en şirin, en sevimli böyle tut yanaklarını iki yandan sık al sarıl böyle sımsıkı diziydi. Hem konuyu çok güzel bir noktadan alıp yine aynı güzellikte idare ettiler, hem oyuncuların hepsi bu atmosfer içinde şirinliklere bürünmüştü belki, hem de hiçbir şeyi sündürmeden abartmadan saçmalatmadan karınca kararınca anlatıp, bir dolu güzel şey hissettirip düşündürüp bağladılar bir sonuca.
esas oğlanımız Kim Min Kyu ve esas kızımız Jo Ji Ah
robot ekibimiz yani Santa Maria team :) ya ama çok tatlılar.
drama dünyasının en sevimli kötü adam yancıları
Ana ekseni oluşturan aşk hikayesi de güzeldi, gelişimi, ele alınışı iyiydi onun etrafında dönen robot ekibinin dinamikleri, geçmişe dair sorunların çıkışı-çözülüşü, şirket entrikaları yaratan kötülerin ele alınışı falan da oldukça iyi yazılmıştı. Hatta aşk hikayesinden de çok bence dizinin asıl mesajı insanın nasıl diğer insanlara, iletişime, sevgi görmeye ve göstermeye, paylaşıma, düşünülmeye, önemsenmeye ve önemsemeye ihtiyacı olduğuydu. Ki bunu da insanlardan soyutlanmış esas oğlanımızın ilk bölümdeki halinden son bölümdeki haline gelme yolculuğu olarak izledik. Robot ekibiyle ve robot rolü yapan esas kızımızla, onun abisiyle, küstüğü çocukluk arkadaşlarıyla ve hatta robotumuzla birlikte kocaman bir aile oluşunu, hissetmenin, insan olmanın ne demek olduğunu yeniden öğrenişini izlerken Kim Min Kyu'nun, dizinin esas anlatmak istediğini gördük sanırım. Her bir karakter bir şekilde gelişti, değişti hikaye boyunca. Kimisi kocaman adımlar attı, kimisi ufak tefek. Ama her biri bir şekilde o aileye dair güzel bir ayrıntıya dönüştü.
ve tabiki sevimlilik abidesi Kim Min Kyu rolünde Yoo Seung Ho, böyle bir insan evladı olabilir mi ya?!
Bu yüzden şiddetle tavsiye ettiğim bir dizi oldu I'm Not A Robot. Yok yok şiddetle değil, sevgiyle, gülümseyerek, gülücükler saçarak tavsiye ettiğim bir dizi.
1983 yazındayız, İtalya'nın kuzeyindeki sakin bir kasabada 17 yaşındaki Elio ailesinin tarihi taş evinde yazın keyfini çıkarıyor. Arkadaşlarıyla yüzmeye gidiyor, bisiklete biniyor, akşamları açık havadaki diskoya gidiyor ama aslında vaktinin çoğunu evde müzik yazarak, müzik yaparak geçiriyor. Çevirmen olan annesi ve Yunan-Roma uzmanı arkeolog babasının ahbapları yemeğe geliyor bazen, bazen de tanıdıklar, dostlar. Böyle sessiz, sıcak geçen yaz günlerinde evlerine babasının araştırma asistanı olarak Amerikalı Oliver geliyor. Oliver 24 yaşında, gençliğinin en güzel çağında tam bir davut heykeli. Hareketli, cüretli, neşeli ama az biraz da kendini beğenmiş. Daha ilk tanıştıkları andan itibaren bu iki genç birbirinden etkileniyor ama bir tanesi çok deneyimsiz duygularını anlamakta ve belli etmede, diğeriyse onun deneyimsizliğini anlayamayacak kadar deneyimli. Yazın sıcak günleri ve Kuzey İtalya'nın taze meyvelerle, cırcır böceklerinin sesiyle dolu doğası etraflarını sararken ikisi de hem birbirlerini hem de kendilerini tanımaya ve aşkı tecrübe etmeye başlıyorlar.
Call Me By Your Name (http://www.imdb.com/title/tt5726616/) André Aciman'ın (https://www.gc.cuny.edu/Faculty/Core-Bios/Andre-Aciman) aynı isimli 2007 yılında yayınlanan romanından James Ivory tarafından senaryolaştırılmış, yönetmeni de Luca Guadagnino (Kitabı Türkçe olarak Sel Yayıncılık 2009'da yayınlamış ilk olarak- "Adınla Çağır Beni" - filmin yapılması üzerine de aralık 2017'de yeniden basım yapılmış). Adından da anlayabildiğimiz üzere yönetmenimiz bir İtalyan, çizmenin burun ucundan. Bu filme kadarki işleri de hemen hemen benzer elementler taşıyor gibi görünüyor. Hikayenin çıkış kaynağı olan yazar Aciman ise daha ilginç, Mısır'da doğup büyümüş bir Yahudi olarak tıpkı kitaptaki karakterleri ve yarattığı ortam gibi çok dilli, çok kökenli bir aileden geliyor. Ve şimdi Amerika'da akademisyen olarak devam ettirdiği hayatının bir bölümü yine tıpkı hikayesindeki gibi İtalya'da geçmiş. Sanırım bu yazarların hep bir şekilde kendilerini anlattıkları teorisi çoğu zaman doğru olabilir gibime geliyor.
arkeoloji bu değil çocuklar, işte hep böyle gösterdiklerinden kanıyoruz sonra, cık cık cık."
Elio gitar tıngırdatıyor
Elio arkadaşlarıyla takılıyor
Filmi oluşturan öğelere bakarsak herhalde dikkati en çok oyuncuların performansları ve Kuzey İtalya'nın bütünüyle oluşturduğu o fonun yarattığı atmosfer öne çıkıyor. Yani benim için en azından öyle oldu. Çünkü hikaye, nasıl desem, şimdiye kadar bu konuda izlediğim veya okuduğum hikayelerden bir parça daha değişikti ve bilmiyorum belki de yönetmenin anlatmayı seçiş şeklinden ötürü çok fazla bir şey hissedemedim (Ki bence gayet de romantik bir kafaya sahibim, hatta fazlasıyla duygusal bir insana da dönüştüm şu son 3-5 yılda.). Değişik oluşunu şöyle açıklayabilirim. Normalde filmlerde bu konuyu, iki erkeğin ya da iki kadının birbirlerine aşık olmasını, birkaç bilindik yol tutturarak anlatırlar. Ya ikisi de bu durum karşısında şoka girer, kendileriyle tanışma yolculuğuna çıkarlar. Ya çevre-etraf-insanlar-aileler onlara çok zor zamanlar yaşatır. Ya da biri daha açıkken öbürü daha kapalı daha yargılayıcıdır. Oysa bu filmde, bu hikayede, Elio da Oliver da olayın bu yönüne takılmıyorlar, yani ikisinin de erkek oluşuna veya kendi cinsel kimliklerine. Elio çok genç olmasına rağmen sanki biseksüelliğinin gayet farkında, bunu özümsemiş, duygularıyla falan barışık. Oliver'ın da ondan aşağı kalır yanı yok. Hikaye daha çok birbirlerinden ilk başta etkilenmelerine rağmen duygularını birbirlerine anlatmakta zaman harcamalarında dolanıyor. Çünkü ikisi de karşısındakinin ondan hoşlanmadığına kanaat getirip, duygularının tek taraflı olduğuna ikna etmiş halde kafalarından atmaya çalışıyor. Elio zannediyor Oliver benden hoşlanmadı beni takmıyor, Oliver da zannediyor Elio benden hoşlanmadı beni tersliyor. Filmin neredeyse ilk yarısı boyunca birbirlerine yaklaşıp yaklaşıp geri çekilmelerini, birbirlerini anlamaya çalışmalarını izliyoruz.
ah ama ne güzel bir annesin sen
ve sen ne şahane bir babasın
Hikayenin bir değişik gelişi de bu aşkın doğduğu ve yaşandığı ortamdaki aile ve diğer insanlar yüzünden oluyor. Elio'nun annesi ve babası bu türden izlediğimiz tüm hikayelerdeki anne ve babalardan çok daha farklı bir portre çiziyor. İkisi de kendince bu iki gencin duygularını onlar birbirlerine anlatmadan çok önce fark edip, izlemeye, karışmamaya ama cesaretlendirmeye çalışıyor. Özellikle bu ki oyuncunun, baba ve anne portreleri o kadar naif o kadar kadifemsiydi ki iki başrolden çok daha etkileyiciydiler bence (Tabi bu noktada anne rolündeki Amira Casar'ın duru güzelliğini belirtmeden geçmek istemiyorum. Sen ne güzel bir kadınsın öyle sevgili Casar.)
Başroller demişken Armie Hammer'ın bu izlediğim üçüncü filmi sanırsam ve aslında tam da tipim olmasına rağmen (kule gibi yükseliyor çelimsiz değil sarışın mavi gözlü ve cüretkar), (The Social Network'te) ilk gördüğümden beri beni gıcık eden, rahatsız eden bir hali var. O yüzden bu filmin başından itibaren Elio'nun hissettikleri hissetmem çok zor olmadı. Yani adama bakıyorum muhteşem (ya manyak gibi görünmek istemiyorum ama adamın bacakları nasıl o kadar düz ya, yani nasıl öyle çok düzgün ya, film boyunca şortlarla dolandıklarından gözlerimi alamadım aklımda hep bu soruyla çünkü bizim bacaklarımız neden değil?!), ama bana gıcık mı davranıyor benden hiç hazzetmiyor mu hiç sallamıyor mu anlayamıyorum. Bu durumun sebebi işte Armie Hammer'ın oyunculuğu mu yoksa Timothée Chalamet'nin Elio olarak izleyiciye geçirebildiği duygular mı bilemiyorum. Gerçi Chalamet'nin de Elio portresinde beni rahatsız eden bir şeyler vardı. Belki en başından beri beklediğim kalıbın hiç bir türlü içinde olmayışından beynim kabul etmek istememiş olabilir. Elio kesinlikle o yaşta, o duyguları tecrübe eden bir gencin olmasını beklediğimiz gibi değildi. Sanırım bu da karakterin arka planından, yetiştirildiği aile ortamından ve hikayenin özünden geliyor. Her durumda sanırım Timothée Chalamet ortaya iyi bir şeyler koymuş oluyor.
Filmin genel havasında da ruhumu sıkan bir şeyler yok değildi bu arada. Böyle havalar beni hep boğar. Böyle hani yaz tatili olmuştur, hava çok sıcak güneş ok kavruk olduğundan dışarıda in cin top oynar haldedir sadece cırcır böceklerinin sesi duyulur. Hatta kavrulan otların sıcakta kavrulurken çıkardığı sesleri bile duyabiliyormuşsunuz gibi gelir. Elinizi kıpırdatacak haliniz olmaz, oysa tüm kış keşke yaz gelse diye beklemişsinizdir. Yapacak hiç bir şey yoktur, can sıkıntısı etraftaki havayı daha da sıvılaştırır hani. Vardır ya işte böyle günler, hah işte filmin atmosferi de aynen öyle. Hele o İtalya kasaba görüntüsüyle birleşince kendimi resmen 2 saat boyunca Çeşme'deki ya da köydeki o bitmek bilmeyen iç bunaltıcı yaz günlerinde hissettim. Üstüne bir de hiç hazzetmediğim o müzikler, 80lerin disko tınılı avrupa müzikleri...Bu durumda sanırım neden Elio ile Oliver'ın aşk hikayesindense anne ve babanın söyledikleri, bakışları, hissettirdikleri bana bir şeyler geçirebildi anlaşılabilir geliyordur.
Kitaptaki hikaye bu aşkın ortaya çıkmasının ardından bir de 20 yıl sonra karakterlerimize bakış atıyormuş, özetinde öyle diyor ama filmde gördüğümüz üzere yönetmen ve senaristimiz şimdilik sadece gençlik çağı kısmını anlatmayı seçmiş. Nette yazan haberlere göre kitabın diğer kısmını da başka bir film, devam filmi olarak çekmeyi planlıyorlarmış. Bilmem artık oradaki atmosfer nasıl olur.
Film 4 dalda (Best Performance by an Actor in a Leading Role, Best Adapted Screenplay, Best Motion Picture of the Year, Best Achievement in Music Written for Motion Pictures (Original Song)) Oscar adayı ve benim izleme sebebim olan daldaki adaylığına dair ise diyebilirim ki bence pek olacak gibi değil.
Bu da yine Oscar adayı olan şarkısı filmin, Sufjan Stevens hiç benlik bir müzik yapmıyor ama siz seversiniz ondan koyuyorum ;)
Bugün - yüzyıllar sonra - benim için iyi olabilecek bir şeyin haberini vermek için açtım "yeni kayıt" sayfasını. Saçma sapan depresyonumda da şımarıklığımda da burada olup, dinlediniz, yanımda oldunuz. O yüzden şimdi - söz verdiğim gibi - güzel şeyleri de sizinle paylaşacağım. Bugün sonunda bir işim olacağını öğrendiğim gün. Tam olarak ne zaman başlayacağım henüz bilmiyorum ama nasıl olacak ne olacak şimdilik hiç düşünmek istemiyorum. Şimdilik önemli olan çünkü, daha mutlu günlerin gelecek olması. Getireceğim yani. Mutlu olmayı öğreneceğim.
En başından okuma yazma öğrenmek gibi olacak bu benim için ama...Öğreneceğim.
En başından beri burada olanlar az çok hatırlar. Oscar ödülleri benim için önemlidir. Yok öyle ödüllerin veriliyor oluşu, kime neye verildiği falan değildir benim için önemli olan. Yani bana ne körler sağırlar birbirini ağırlar?! Her sene bu vesileyle normalde kendim seçip de izlemeyeceğim filmleri izlemek için bir sebep yaratmış olurum kendime ve bu sebeple beraber, normalde izlemeyeceğim, gözden kaçırabileceğim filmleri izlemiş olurum. Neden önemlidir bu filmleri izlemek, çünkü bazen hakikaten de çok sevebileceğim şeylere denk gelirim onları izlerken. Neveland'den anlaşılacağı üzere film zevkim biraz önyargılar, biraz da sabit düşünceler barındırdığından çoğu zaman aslında hoşuma gidebilecek filmleri kaçırabiliyorum. Aa yoohh ben onu hayatta izlemem diye tutturduğum çok oluyor. Halbuki kriterlerimin dışında da şahane şeyler olabiliyor. İşte Oscar'lar da biraz bu şansı veriyor bana. Eee bir dolu festival var ödül var o zaman onlara niye bakmıyorsun diyebilirsiniz. Haklısınız da, yine gayet sabit fikrimle ördüğüm duvarlar burada devreye giriyor. Oscar ödülleri (ve töreni) her daim daha bir cafcaflı daha bir parıltılı ya, eh ben de insanım ya. Bu sene hayatımın herhangi bir döneminde olduğumdan çoook daha bomboş olduğumdan ötürü (hem de bu seneki törene konu olacak geçen senenin sinemasına dair tüm senelerde olduğundan çok daha fazla cahil olduğumdan ötürü - bununla geçen sene ömrümün en sinemasız yılı olduğunu belirtmeye çalışıyorum) tüm olayı daha bir keyifle takip ediyorum. Salı günü adayların açıklanmasına dair yayını mesela canlı olarak internetten verdiler, bir çok yerin youtube kanalı üzerinden ve hatta oscar.org'un resmi youtube kanalından da. Yemeğimi hazırlarken bir yandan da onu izledim.
Filmleri izleme konusunda da yine önceki senelerde az çok başarmaya çalıştığım şeye kalkışmam bu boşluktan ötürü zor olmayacak sanırım. Neverland'de çılgınca Oscar incelemelerine giriştiğim çok oldu. Hemen sağ sütundaki etiket listesi içinden Oscar etiketine tıklayıp inceleyebilirsiniz isterseniz. 2011'deki en iyi film adaylarının tamamını izleyip yazmışım. 2012'deyse sadece iki film izleyip yazabilmişim. 2013'teki depresyonumu hatırlıyorsanız, o senenin boşluğu gayet açık (çok sonra, önceki sene herhalde 2013'ün kazananı Argo'yu izleyip yazmışım gerçi). 2014 ve 2015'te sadece adayları duyurmakla yetinmiş; 2016'da da sadece bir adayı sonradan izleyip yazmışım. Bir de 2010 adaylarını iki eksikle yazdığım incelemeler var ki, önceleri bunların burada ne işi var diye uzunca bir süre ekranıma anlamsızca baktım. Önceki blog denemelerimden kalma yazılardandı sanırım diye sonra kendimce açıklama getirdim. Onları da yine 2011'de yazmışım.
Bu sene neyse ki 9 aday var bir nebze olsun daha kolay olacak. Gerçi zaten açıklanmalarının üzerine hemen bir tanesini izledim, Call Me By Your Name'i. Geriye kalanlardansa iki tanesini, Lady Bird ile Phantom Thread'i online izleyecek kaynak bulamadığımdan ve ikisi de baharda bizde vizyona girecek olduğundan, izlemem mümkün olmayacak. Kaldı mı 6 film. Dunkirk, The Post, Three Billboards Outside Ebbing Missouri, Darkest Hour, Get Out, The Shape of Water. Yani bunlara baktığım zaman normalde yalnızca Dunkirk gibi bir filmi seçip izlerdim ben ama şimdi diğerlerini de görme şansım olmuş olacak ve değişik tecrübeler olacak benim için.
Biz neyle uğraşıyoruz bu neyle uğraşıyor diyor olabilirsiniz, ben de ara ara diyorum kendime ama her gün haberleri korka korka açarken ya da abimden kötü bir haber gelmeyecek bugün diye günleri geçirmeye çalışırken sanırım akıl sağlımı korumamı sağlamanın benim için yollarından biri de bu.
Birazdan çıkacağım evden, yine bir iş görüşmesine gitmek için. Kendimi gaza getirmeye çalışıyorum yapabilirsin bu sefer yapabilirsin en azından kendini rezil etmeden azıcık kalan özgüvenine yeni bir yumruk indirmeden bir gün olsun geçirebilirsin diyerek, kendi kendime tekrarlayarak.
Şarkıysa Of Mice&Men'in yeni albümünden. Çok iyi.