28 Ekim 2011 Cuma

Kışlık Kitaplar

Kış geldi mi kocaman bir battaniyeye sarınıp, pencerenin önünde kurulup mis gibi kokan sayfaları çevirmek kadar güzeli var mıdır? Bence var. Bir elinde de yeni açılmış bir sütlü-klasik Nestle çikolatası olması.(:p)
O yüzden mevsimi geldi. Kütüphane+D&R'ı hızlıca bir gözden geçirip, eve 4 kitapla döndüm, şimdilik. E çünkü bir yandan da deliler gibi makale okumam, çevirmem, kazı raporları, kazı sonuçları toplantıları ciltlerini okumam ve seminerler hazırlamam gerek. Yeni yıla kadar şunları bitirebilmeyi umuyorum :

  1. Gılgamış Destanı - Jean Bottéro
  2. Sefiller - Victor Hugo
  3. Anna Karenina - Tolstoy
  4. Kelt Mitolojisi - Bill Price
Gılgamış Destanı'nı daha önce Hürriyet Yayınları'nın N.K.Sandars çevirisinden kısaca okumuşluğum vardı ama kütüphaneden çıkarken tesadüfen görünce Jean Bottéro'nun bu tam teşekküllü versiyonunundan bir daha elden geçirmemim hiç fena olmayacağını düşündüm. Sefiller'in 2012'de Helena Bonham Carter, Hugh Jackman, Russell Crowe ve Anne Hathaway'li bir versiyonla geleceğini öğrendiğimden onu da kattım listeme. Yine 2012'de, Atonement ve Pride&Prejudice'ı yapmış olan Joe Wright'ın - sıkı durun - Matthew Macfadyen, Keira Knightley, Jude Law, Aaron Johnson ve Olivia Williams da dahil birçok süper oyuncunun yer aldığı bir Anna Karenina uyarlaması ortaya koyacağının da haberi düştüğünden artık onu da okumam gerektiğini düşündüm. Tabi bu elimdeki henüz ilk cildi. En son olarak da D&R'da dolaşırken yine tesadüfen rastlayıp, kaptığım gibi eve getirdiğim Kelt Mitolojisi'ni okuyacağım. Özellikle onun için çok heyecanlıyım. İnternette bölük pörçük bir araya getirmeye çalıştığım tüm bilgilere düzgün bir başlangıç olacak. Daha önce rastlamamıştım, Kalkedon mayısta ilk basımını yapmış. Arka kapağında da şöyle yazıyor :
"Bu kitap, hikayeler ve hikaye anlatımı, bu dünya ve öbür dünya hakkındadır. Hikayeler acıklı, romantik, etkileyici ya da gülünç, bazen de bunlardan bazılarının bileşimi olabilir. Bunlar büyüleyici ya da acımasız biçimde gerçekçi, ölçü olarak destansı ya da çok kişisel, sembolizm ve ima dolu ya da tamamen doğrudan, zekice gerçekleştirilmiş edebiyat çalışmaları ya da zaman zaman icat edilmiş saçmalıklar olabilir. Bu hikayeler ozanlar ve hikayeciler tarafından anlatıldığında dünya çok farklı bir yerdi ve bizler bunların içerdiği gizli anlamların ve göndermelerin hepsini muhtemelen asla tam olarak anlayamayacağız, ama öyle bile olsa, bunlar halen içinde yaşadığımız dünyayla alakalı olabilir. Tüm büyük sanatlar gibi Kelt mitleri de temel olarak insan olmanın nasıl birşey olduğuyla ilgilidir ve diğer şeyler değişse bile bu çoğunlukla aynı kalan bir şeydir."
Değil mi?

27 Ekim 2011 Perşembe

Conan The Barbarian (2011)

Kimmerler ya da Kimmeryalılar, esasında M.Ö.8.yy.da ve belki de onun da öncesinde Karadeniz'in kuzeyinde özellikle de Ukrayna'nın güney bölgesinde yaşadıkları düşünülen bir halk. İlk kez M.Ö.721-715 dolaylarından kaldığı belirlenen yazılı Asur belgelerinde isimlerine rastlıyoruz. O yüzyılda ne olduysa olmuş, Kimmerler Karadeniz'in kuzeyinde ikiye ayrılıp, doğudan ve batıdan Anadolu'ya göçmüşler. Doğudan gelenler o sırada Doğu Anadolu'da halihazırda pek de başarılı olmuş bir devlet olan Urartulara sıkıntı çıkarmış. Hatta daha da ileri giderek, aşağıdaki koskoca Assur Devleti'ne kafa tutmuşlar. Bir yandan da Anadolu'nun içlerine, Frig topraklarına dalarken batıdan gelen akrabalarıyla karşılaşıp, bütünleşmiş ve Lidyalılara bile bulaşmışlar. Zavallı Lidya kralı Gyges gördüğü rüyayı yanlış yorumlayarak savaşa gitme gafletinde bulununca onu da halletmişler.
Ve bütün bunları yapan ortalığı karıştıran bu millet göçebe savaşçı kabilelerinden oluşuyormuş. Öldüklerinde kılıçları, mızrakları ve yayları ile gömülen, belki de tek mülkiyetleri inekleri olan bu savaşçıların ne yazık ki belli bir birlikleri, devletleri olmamış. Zaten bu sebeple de haklarındaki son kayda M.Ö.515'te rastlıyoruz ve böylece tarih sahnesinden yok oluyorlar. İlk başta yerlerinden yurtlarından İskitler tarafından kovalandıkları söyleniyor bazen, hatta İskitlerle karışık bile düşünülüyorlar bu yüzden. Amazonların da bu savaşçı İskit veya Kimmer kadınlarından oldukları da teoriler arasında. Ama tabi ufacık bir fark var ki Kimmerlerin yaya olarak, İskitlerinse atlı savaştıkları biliniyor.
Conan'ın yaratıcısı R.E.Howard
Robert Erwin Howard tam da Amerika'nın büyük bunalım döneminde yani 1900'lerin ilk 30 senesinde yaşamış bir Amerikalı yazar. "Kılıç ve büyücülük" denen fantastik alt-türünün tek başına yaratıcısı ve dünya çapında acayip okunan, tanınan bir yazar. Neredeyse sadece 10-15 yıllık bir süreç içinde yarattığı hikayeler ve bunların kahramanları hep oldukça ilginç ve aykırı tipler. Tarihten aldıklarını tamamen kendi hayalgücünde yeniden yorumlamış gibi yazmış ne yarattıysa. Kendisi tarihi çok severmiş ancak tarihsel şeyler yazabilmek için gerekli araştırma zamanına sahip değilmiş. Bu yüzden olsa gerek kendine hayali zaman çizgileri ve dönemleri yaratmış. Kimmeryalı barbar Conan da Atlantis ve Kimmerler öykülerinden beslenen böyle bir kahraman.
Bunun dışında yarattığı kahramanları da söyleyince ne dediğimi anlayacaksınız : Atlantisli kahramanı Kull var mesela, ya da kendi ahlaki değerlerine sahip ama bir yandan o ölçüde de muhafazakar olmasına rağmen insanlara göre tamamen yobaz olan karanlık dindar Solomon Kane 17.yy.da Avrupa'dan Afrika'ya doğaüstü olaylarla dolu serüvenler yaşar. Bran Mak Morn vardır sonra, Roma döneminde bir İskoç kahramandır. Solomon Kane'in kitap olarak toplanmış hikayelerini okumaya çalışmışlığım var, ama bu kadar ilginç ve akıcı, macera dolu şeyler yazmış olmasına rağmen Howard'ın yazdıklarını bitirememiştim o zaman. Neden bilmiyorum, içime sıkıntı vermişti tuhaf bir şekilde. O yüzden yazdıklarının sinema uyarlamaları izliyorum sadece, tamamen eğlenceli ve zararsız oluyorlar.
Neyse ilki 1982'de sinemaları işgal eden Conan The Barbarian filminde sizin de bildiğiniz gibi Vali Arny oynuyordu. Neredeyse 30 yıl sonraki Conan ise tadından yenmeyen Jason Momoa. 80'lerdeki iki filmin (Conan the Barbarian ve Conan the Destroyer) yavaşlığının yanında 2011 senesi Conan'a yaramış görünüyor. Çok çok iyi halledilmiş dövüş, saldırı, yıkım sahneleri var. Çok iyi çekilmiş tıkır tıkır işleyen koreografiler ve onların ortasında parlayan fiziki açıdan gayet mükemmel oyuncular sayesinde, neredeyse hiç olmayan diyalogları veya hikaye örgüsünü sallamıyoruz bile. Herşey böyle bir filmden beklenmesi gerektiği gibi : Bol bol kan, kılıç, patlayan kafalar, çıplak vücutlar, ürkütücü büyücüler, korsanlar, zindanlar, barbar kabileler, güzel kadınlar ve kaslı adamlar. Aksiyon, macera bir an bile durmuyor. Herşeyi, herkesi unutturuyor perdede olanlar bize. Bir 2,5 saatliğine kendi dünyamızın tüm kötülüklerinden, sıkıntılarından arınıyoruz. Conan'la birlikte kılıç sallıyoruz. Ve bunların hepsi hakikaten kaliteli bir şekilde önümüze sunuluyor, her bir sahnesi hakkını vererek çekildiğinden iyki de bu kadar para harcamışlar prodüksiyona diyoruz.
Peki olay mı ne bu Conan filminde? Önemi yok açıkçası ama hadi bir miktar fikrimiz olsun. Harboria Çağı denen bir çağdayız. Atlantis sulara gömüleli çok olmamış ama asıl uygarlıklar da henüz doğmamış. Büyücü Acheron döneminde ölmüş kralların kemiklerinden bir maske yapılıyor ve bu maske kötü güçlerle birlikte hükmetme yetkisi veriyor. Ancak buna karşı çıkan Kimmer kavimleri toplaşıp, kötü kralı hallediyorlar ve her biri maskenin bir parçasını alıp, saklıyor. Bir kehanette de bir kralın doğacağı ve dünyayı değiştireceği söyleniyor. Sonra bir kavim başı, Zym çıkıp, maskeyi toparlayıp gücü elde etmeye çalışıyor. Maskenin son parçası Corin'de. Köyüne gelip, ortalığı dağıtıyorlar Zym'in öncülüğünde ve Corin'i öldürüyorlar. Corin'in oğlu, savaşta doğmuş Conan kalıyor geriye ve hırsızlık, serserilik yaparak dolaştığı 20 yıl sonunda babası ve köyünün intikamını almak üzere yola çıkıyor.
En esaslı yardımcı oyunculardan olan Ron Perlman'ı Corin olarak izliyoruz, Khalar Zym Stephen Lang, büyücü Marique olarak Rose McGowan ve film dışında güzel bulmadığım ama filmde bir içim su olan Tamara rolünde de Rachel Nichols var. Öncesinde baya bir video yönetmişliği olan Alman yönetmen Marcus Nispel yönetmen koltuğunda.
Dediğim gibi, filmi ben sevdim, beğendim. Gayet de güzel işte. Daha ne bekleyebilirsiniz ki Conan'dan?
Zaten sanırım aşık da olmuş olabilirim. Daha fazla Jason Momoa'ya ihtiyacı var bu dünyanın,biz hobbitlerin.

25 Ekim 2011 Salı

Poseidon'la Loki el ele verip, Namazu'yu serbest bıraktı

NG'den deprem fotoğrafları ve haberi : Turkey Earthquake
Poseidon, denizlerin tanrısı, ruh hali çok çabuk değişen Olymposlulardandır. Keyfi yerindeyse, denizler ortasında adalar ortaya çıkartır, gülücekler saçar. Ama hani oldu ya, birşeyler kafasını bozdu, tepesi attıysa önünde titanı gelse duramaz. Çok çok sinirlendiyse, üç dişli çatalını saplar yeryüzüne tüm dünya titrer, sarsılır.
Bu hafta da böyle oldu. Son zamanlarda ardı arkası kesilmeyen kötü haberler bizi üzerken, Poseidon'u sinirlendirmiş olacak ki, sapladı çatalı üstümüze. Sarsıldık,sallandık, yıkıldık. Odysseus kaçabildi onun hiddetinden ama biz kaçamadık. Bir Odysseus kadar akıllı olup, şehir fetheden atları bırakın, depremde ayakta durabilen binalar bile yapamadık.
Şimdilik yapılabilecek şeyler şöyle, toparlayabildiğim kadarıyla:


  • Mng Kargo, PTT Kargo, Aras Kargo ve Yurtiçi Kargo ücretsiz gönderi yapıyor Adres: Van Merkez Belediye Garajı Kriz Masası.Yardımlarınızı kargo şirketleri ile yapacaksanız sıvılarınız için ayrı bir korunaklı kutu istiyorlar, aksi halde almıyorlar.
  • PTT de ücretsiz kargo için emir yayınlandı. PTT den ücretsiz kargolarınızı gönderebilirsiniz.
  • KAN BAĞIŞI İÇİN; Mamak Cad N:10 Mamak Kan Merkezinden yada Karanfil Sokak ve Atatürk Bulvarındaki kan otobüslerinden bağış yapabilirsiniz
  • İSTANBUL KAN BAĞIŞI İÇİN; Üsküdar Meydan Çadırı (10:00-19:00), Kadiköy meydan Çadırı (10:00-19:00), Pendik Meydan Çadırı (10:00-19:00)
  • İSTANBUL KAN MERKEZLERİ: Zeynep Kamil Hastanesi Kızılay Kan Merkezi (09:00-20:00), Çapa Kızılay Kan Merkezi (08:00-00:00)
  • İzmir Kızılay Merkezi Organizasyon Birimi: 0232 347 33 77
  • İZMİR KAN MERKEZLERİ: Buca Çevik Bir Meyda'nında 23:00'a kadar, Bayraklı Manavkuyu'da17:30'a kadar kan bağışlarınızı yapabilirsiniz.
  • İZMİR KAN MERKEZLERİ: Alsancak Cumhuriyet Meydanı 24:00'a kadar, Üç Kuyular Pazaryeri Girişi 19:00'a kadar bağışlarınızı kabul ediyor.
  • evimevindir.com
  • Bağış yapabilmek için AKUT'un tek SMS numarası 2930'dur.Ayrıca http://www.akut.org.tr/?sf=icerik&icerikktg=72' linkinden de bağış bilgilerine ulaşabilirsiniz.
  • Gönüllü çalışmak isteyenler, Hayata Destek Derneği'ni arayabilirler : 0216 336 22 62.
  •  yalnizdegilsinvan.wordpress.com
  • depremoldu.com
  • Hacettepe Üniversitesi'nin Beytepe kampüsündeki kütüphanenin önünde her gün 10.00-16.00 arasında yardım için gönderilebilecek malzemeler toparlanıyormuş.


24 Ekim 2011 Pazartesi

Korkunç Ekim Korku Filmleri Serisi III : Nightwatch (1997)

"Halloween" münasebetiyle ilan ettiğim Korkunç Ekim'de yarıyı atlattık, 40'lı 60'lı yılların korku sinemasını geride bıraktık. Siyah-beyaz dönemin hem doğaüstü canavarlı hem de kanlı bıçaklı "horror"larını tecrübe ettikten sonra artık gönül rahatlığıyla renkli dönemin göbeğine 90'lara atlayabiliriz.
"Nightwatch" Danimarkalı yönetmen-senarist Ole Bornedal'in 1994 tarihli kendi yazıp yönettiği "Nattevagten" adlı filminden "hollywoodlaştırılmış" bir cinayet-polisiye-korku filmi. Güzel bir ayrıntı olarak ABD versiyonunu da Bornedal yönetmiş. Oyuncu kadrosu döneminin tepedekileri ve tepeye ulaşmakta olanlarından kurulmuş durumda : Henüz bir Obi-Wan olmasa da Trainspotting türü filmlerle keskin bir yol çizen umut vaat eden bir Ewan McGregor, medyum olmamış ama en iyi çağındaki bir Patricia Arquette, karizmatik kötü adam rollerine bürünmeye başlayan bir Josh Brolin ve ağır top Nick Nolte ile filmden 3 yıl sonrasında hayatının rolünü alacağının henüz farkında bile olmayan, tv dizilerinde tutunmaya çalışan bir Lauren Graham.
Hikaye aslında oldukça klasik ve bu klasikliğin hakkını her bir örgüsüyle pekiştirmeye çalışmış. Öyle ki tam da bu türün içermesi gereken herşeyi fazlasıyla içeriyor; önce cinayet durumu göze göze sokuluyor bu sırada olayın tamamen dışında olduğunu düşündüğümüz aklı beş karış havada bir grup gence dikkatimiz çekiliyor. Ardından incelikli ve temposu yerinde ayrıntılarla cinayet ve gizem, gençlerle bağdaştırılıyor. Araya gerilim, her türden dedektif, gençlik zırvaları, yanlış hesaplar, tahminler, kadınlar, ölüler ve kan revan da serpiştirildikten sonra esaslı bir ters köşeye yatırmaca ile mutlu sona ulaştırılıyoruz.
Yani, hukuk fakültesini bitirmeye uğraşan kankalarımız Martin ile James, sevgilileri Katherine ve Marie ile oldukça "average" bir hayat yaşamaktalar. Martin grubun sorumluluk sahibi, çalışkan köşesiyken James serseri rolünü doldurmakta. Martin'in Katherine'le gayet güzel ve ciddi giden bir ilişkisi varken, Marie'nin - ki bu bahiste kendisi birtanecik Lauren Graham oluyor - o resmen "jerk" olan James insanıyla neden bir arada olduğu veya böyle birşeyin olabilirliği gibi sorular ekrandan ve hatta diğer karakterlerin kendilerinden fışkırıp, bize kadar terennüm ediyor. Martin para sıkıntısına çözüm olması umuduyla bir tıbbi inceleme merkezinde (ismini uydurdum gibi oldu çünkü o işlevi gören bir yere bizde ne denir bilemediğim gibi, filmde de aynen böyle çevirebileceğim bir ifade şeklinde geçiyordu, mesuliyet kabul olunmaz.) gece bekçisi olarak çalışmaya başlıyor.
Ama James kişisi ne ediyor? "Ulan oğlum Martin hayat çok boş lan, her gece adrenalin peşinde koşuyorum ama bağımlı mı oldum ne, hissedemiyorum daha ya. Valla bak Martin, kanka, ben çok kötü oldum, hiçbir şey işlemiyor bana bir fight club mu yapsak?" havasında ortalıkta dolanıyor, derslerde gevezelik ediyor, sevgilisine pislikten de öte davranıyor, barlarda kavga ediyor, sokaklardan hayat kadını buluyor vs. Ha bir de Martin'e yok efendim bahse tutuşalım, yok efendim heyecan aksiyon olsun diye baltalama girişimlerine soyunuyor. Evet, farkındayım, gereksiz bir sorumluluk sahibi otoriter teyze modundayım, silkiniyorum.
Gençlerimiz öyle bir alemdeyken, şehirde bir yanda oldukça vahşi cinayetler terennüm etmekte. Hastalıklı bir ruh hayat kadınlarını vahşice öldürüp, bir de pislikçe şeyler etmekte. Polis peşinde ama nafile durumu tabi. Martin de çalıştığı yerdeki morga getirilen cesetler ve onlarla gelen polisler aracılığıyla olaya dahil oluyor bir süre sonra. Çünkü işe başladığından beri habire tuhaf şeyler oluyor. Kendini birden olayların ortasında ve hatta katil zanlısı olarak bulunca da iş, kanlı-sopalı bir hale bürünüyor.
alexander Gardner'ın çektiği Lewis Payne
idam edilmeden hemen önce
Kan miktarı, cinayetlerin vahşilik dozu, katil profili, ipuçları gayet yerinde. Film aynı işlevi gerçekleştirmeye çalışan "teen slash"lerin aksine adeta Hitchcock'a saygı duruşu gibi. Oyunculuklar şahane, senaryo doyurucu ve fazla düşündürmeden korkutuveriyor olay insanı. Özellikle bekçi odasının duvarında asılı olan Lewis Payne fotoğrafı öylesine etkileyici bir ayrıntı ki, filmin ardından hiçbir şey düşünmeseniz bile o fotoğraf gözünüzden gitmiyor. Bende daha tuhaf bir durum oldu gerçi. Fotoğrafı ilk gördüğüm anda resmen ürperdim, ben bu resimdeki adamı tanıyorum dedim. Ama resim de içindeki adam da nerden baksanız 50'lerden kalma bir James Dean filmine benziyordu. Adamın bakışında insanı etkileyen birşeyler var gibi geldi. Sonra yavaş yavaş bir oyuncuya benzettiğimi fark ettim, ama bunun beni rahatlatması gerekiyordu, aksine daha da merak ettim. Sonunda açıp, bakınca olayı çözdüm. Resim, Abraham Lincoln suikastındaki suçlulardan biri olan Lewis Payne'in hapiste çekilmiş haliydi ve ben de adamı tabiki filmde - The Conspirator'da - gördüğüm haline, onu oynayan oyuncu Norman Reedus'a benzetmiştim. Boşu boşuna heyecan yapmışım ya.
Film, Korkunç Ekim'e gayet yaraşır güzellikte. Ayrıca 20'lerindeki Ewan'ı gördüm iyi oldu. Yaşlandıkça bir tuhaf sarıya doğru yol aldı, nerdeyse İskoç'luğunu unutacaktım.
hıh tam o sağda arkada, zamanın odunsu cep telefonlarından biriyle konuşan 
Bir de bu son sahnelerde arka planda görünen uzun sarı saçlı dedektif abinin kim olduğunu bilmek isterim, çok mu şey isterim bilemedim. Sadece merak.

Korkunç Ekim'de önceki filmler:
House of Frankenstein (1944)
Psycho (1960)

The Middle Children of History

En son entryyi girdiğim çarşamba gecesinden beri olanlar ve hala olmakta olanlar yüzünden ve bir miktar da kendi kafa bozukluğumdan, şu son günlerde pek birşey demek, yazmak gelmedi içimden. Herşey o kadar karman çorman ki. Bir yerde birşey oluyor, başka yerlerde insanlar bir sürü şeyler söylüyorlar, yazıyorlar, çiziyorlar, birileri birilerini haksız buluyor, birileri de öbürlerini haksız buluyor. Olayın aslından, olması, hissedilmesi gerekenden kilometrelerce ötelere bakıyorlar, düşünüyorlar. Gereksizlik yapıyorlar, saçmalıyorlar. Herşey birbirine giriyor. Olduğundan da beter hale geliyor.
"Biz televizyon izleyerek, milyonerler, sinema tanrıları, rock yıldızları olacağımıza inanarak büyüdük ama olamayacağız. Hepimiz heba oluyoruz. Bütün bir nesil benzin pompalıyor, garsonluk yapıyor ya da beyaz yakalı köle olmuş. Reklamlar yüzünden araba ve kıyafet peşindeyiz. Nefret ettiğimiz işlerde çalışıyor, gereksiz şeyler alıyoruz. Bizler tarihin ortanca çocuklarıyız. Bir amacımız yok; ne büyük savaş ne de büyük bir buhran yaşadık. Bizim savaşımız ruhani savaş ve bunalımımız kendi hayatlarımız..." diye yazmıştı bir zaman, Chuck Palahniuk usta. (Man, I see in fight club the strongest and smartest men who've ever lived. I see all this potential, and I see squandering. God damn it, an entire generation pumping gas, waiting tables; slaves with white collars. Advertising has us chasing cars and clothes, working jobs we hate so we can buy shit we don't need. We're the middle children of history, man. No purpose or place. We have no Great War. No Great Depression. Our Great War's a spiritual war... our Great Depression is our lives. We've all been raised on television to believe that one day we'd all be millionaires, and movie gods, and rock stars. But we won't. And we're slowly learning that fact. And we're very, very pissed off. ) Ama yanılmış. Çok büyük yanılmış. Bizim neslimiz de büyük bir savaş gördü, görüyor. Doğduğumuzdan beri neresinde durduğumuzu, nerde ve kimin arasında olduğunu bilmediğimiz bir savaşın içindeydik biz. Neden yapıldığını bile bilemedik, anlayamadık bir türlü. O yüzden tam ortasında durduğumuz şeyin, aslında tamamen dışımızda olan birşey olduğunu düşündük, öyle kabul ettik. Kabullenmedik ama, hiç üstümüze alınmadık. Ne olduysa "bilmediğimizden", "bilgisizliğimizden" oldu, görmüş gibi yaptık, sonra görmemiş gibi yaptık, ardından görmemiş gibi yaptığımız için birbirimizi tırmaladık, en sonunda da kararsız kaldık. Şu an kimse ne yaptığını, nasıl davranması gerektiğini bilmiyor. Geldiğimiz nokta bu.
Ben de bilmiyorum. Bilsem, bu dünya üzerinde nefes alan 7 milyondan biri olmazdım. Devam ediyorum o yüzden, izleyip, dinleyip, okuyup ne yapacağımı bilememeye ve kendi küçük, saçma dertlerimle daha çok ilgilenmeye. Siz de öyle yapıyorsunuz, hepimiz öyle yapıyoruz.
Bildiğimiz bir şey yok şimdilik çünkü başka. Birisi gelip, öğretene kadar yenisini.

19 Ekim 2011 Çarşamba

we were fated to pretend


I'm feeling rough, I'm feeling raw, I'm in the prime of my life. Let's make some music, make some money, find some models for wives. I'll move to Paris, shoot some heroin, and fuck with the stars. You man the island and the cocaine and the elegant cars.
Bazı şarkılar vardır hani, böyle tüm sözleri aklınıza, beyninizin her bir köşesine, her bir kuytusuna işler.
This is our decision, to live fast and die young. We've got the vision, now let's have some fun. Yeah, it's overwhelming, but what else can we do. Get jobs in offices, and wake up for the morning commute.
Melodisi kalp çarpışlarınız haline gelir, tüm vücudunuz o ritmle hareket ediyormuş gibi hissederken bir yandan, aslında müzik dışardan gelmiyordur, içinizdedir hani.
Forget about our mothers and our friends. We're fated to pretend. To pretend. We're fated to pretend. To pretend.
Sözlerle birlikte savrulursunuz, sözcükler harfler olur, dört bir yanınızdan tutar, kaldırır sizi havaya.
I'll miss the playgrounds and the animals and digging up worms. I'll miss the comfort of my mother and the weight of the world. I'll miss my sister, miss my father, miss my dog and my home. Yeah, I'll miss the boredem and the freedom and the time spent alone.
Sözler kanatlarınız olmuşken, müzikten bulutların içine uçarsınız. Yüzünüze çarparken melodinin o ferah rüzgarı, daha da çok gelsin diye hızlansın istersiniz sözlerden kanatlarınız.
But there's really nothing, nothing we can do. Love must be forgotten, life can always start up anew. The models will have children, we'll get a divorce. We'll find some more models, everyting must run it's course.
Bulutların arasındayken bağıra çağıra eşlik etmek istersiniz sözlere, bıraksınlar istersiniz sizi, kendi başınıza uçup, aralamak istersiniz bulutları.
We'll choke on our vomit and that will be the end. We were fated to pretend. To pretend. We're fated to pretend. To pretend.
Atlarsınız bulutlardan, yerde koşmak istersiniz kendi kanatlarınızla. İnsanlara karşı, diğer insanların yüzlerini görmeden, onlara bakmadan, aldırmadan, sırf kendiniz için bağırarak söylemek istersiniz her bir cümlesini.
Yeah, yeah, yeah...

18 Ekim 2011 Salı

Though lovers be lost love shall not


Hastayım. Haftasonundan beri boğazım acıdı, burnum aktı, kurudu, tıkandı, ağzımın içi yara oldu, belime sırtıma ağrılar girdi, gözlerim yandı, sulandı, sesim değişti, başım olduğu yeri beğenmedi...Bildiğiniz griple karışık tuhaf tuhaf şeyler oldum. Hala da devam ediyorum öyle olmaya. Derslere gidemedim. Hoş, dedikodu dışında birşey de kaçırmamışım zaten.
Hasta olunca burnum her zamankinden daha da tıkandığından, genelde daha doğrusu her bir zaman, uykuda problem çekerim. Gene değişmedi bu durum. Daha da kötüsü, hastayken bu az buçuk ateşlenme durumlarından dolayı saçma sapan şeyler düşünme ne bileyim saçmalık ötesi rüyalar görme, kokular, sesler duyduğunu zannetme hali oluşur ya. Yani en azından bende öyledir ve umarım bu bende bir sorun olduğunu göstermiyordur. İlkokuldayken çok pis ateşlendiğim zamanlarda hep aynı şeyi hissederdim mesela. Böyle durduk yere ağzımda bir tahta tadı olurdu. Sanki dilim de tebeşirmiş gibi hissederdim.
İşte böyle hastayken rüyalarım da olduklarından daha da saçmalaşma eğilimi gösterirler. Ki zaten yeteri kadar saçma değillermiş gibi. Üstüne üstlük bir de bu seferki olabilecek en üzücü rüyalardan biriydi gördüğüm. Çok korkutucu, gerilim dolu ya da işte çok sevdiğim insanların ölmüş olduğuna dair rüyalar görmüşlüğüm falan var, öyle birşey değil ama. Hakikaten kötüydüm bu kez.
Zar zor nefes alırken gecenin bir vakti sonunda uykuya daldığımda, bir mahalle ortamındaydım. Şimdilik herkese ve herşeye izleyici olarak bakıyordum. Yani rüyamdaki karakterlerden biri değildim. Efendim bu mahallede böyle lise çağındaki gençlerin oluşturduğu gruplar mevcut (Evet bir miktar "american teenage" etkileri yansımış, belli.). Çok etkili, popüler ve güçlü olanların oluşturduğu bir grup var. Bu gruptakiler böyle bildiğiniz kendini beğenmiş, salak kızlar ve erkekler. Grubun lideri gibi görünen oğlanın kız kardeşi bunlardan biraz farklıydı tabi. Onların, diğerlerinin bir miktar ukala olduklarının falan bilincinde ama gene de onları da seviyordu azıcık. Aklımdaki en belirgin sahne, iki yanı ağaçlıklı çimenli bir yolun böyle ağaçların üstünde yemyeşil bir gölge oluşturduğu ılık bir yaz günü olduğuydu. Yolun bir kenarındaki kaldırım çıkıntısına oturmuş o gruptan gençler vardı. Ortada da birşeyler oynayan, muhabbet eden diğerleri. Bu gruba uzaktan bakan bir başka genç vardı sonra. O da diğerlerinden, yani ezik, kendi başına dolaşan, utangaç ama işte çalışkan tiplerden. Buraya kadar oldukça tanıdık bir hikaye çizgisi aslında. Hatta direkt bir gençlik filmini kafamda baştan izliyor gibiydim.
Sonra anlaşılıyor ki bu ezik genç, gruptaki o aklı selim kıza aşık. Hem de çok fena. Ama gruptakiler onunla o kadar dalga geçme, ona zarar verme halindeler ki yanaşamıyor bile. İşin tuhafı, kız da çocuğun bu hallerini, denemelerini görünce yavaş yavaş ondan hoşlanıyordu. Hatta öyle bir zaman geldi ki o da aşık oldu bu çocuğa. Bir araya gelmeye çalıştılar ama grup dalga geçti, engellemeye çalıştı. Kızın abisi de karşı çıktı baya, dalga geçti ama sonunda kız gruba ve abisine patladı. Bağırdı, çağırdı ve hepsini sindirdi. Hatta sinemaya gittiler kız ve çocuk. O kadar mutlulardı ki kavuştuklarına, ben de resmen içimde hissettim o mutluluğu.
Güzel güzel böyle kavuştular, bir araya geldiler, herşey yoluna girdi. Sonra bir gün kızın evindelerdi, kızın annesi ve babası da vardı. Orasını algılayamadım pek. Hep birlikte yaşıyor gibilerdi. Neyse ev dediğim bir apartman dairesiydi ve sanırım 5.-6. katta falandı. Vakit öğlene yakındı, anne ve baba salondaydı. Çok ferah ve ışıklı olduğunu hatırlıyorum ortamın, pencereler kocamandı sanki. Kız da odanın birindeydi galiba. Çocuk salonda pencereyle masa arasında, ortadaki boş alanda dikiliyordu. Arkasından gökyüzü parlıyor gibiydi ama evin içi gölge olmuştu. Çocuk durdu, başını hafifçe kaldırdı, böyle değişik bir bakış attı. Kimseye, hiçbir şeye. O bakışı anlatamam ama size. Tarif edemem. O ana kadar ikisinin de mutluluğunu, o inanılmaz mutluluğunu içimde hissediyordum, süper bir duyguydu. Ama o bakış, o kadar değişikti ki. Sanki bir anda olabilecek en büyük mutluluğu yaşadım işte bu kadar der gibiydi. Ve atladı.
Evet pencereden aşağı bıraktı kendini. O şokla nasıl uyanmadım bilmiyorum. Aksine o atladığı anda birden kız oluverdim ve odadan salondaki pencereye, sonra da büyük bir hızla aşağıya koşturdum. O ana kadar rüyamda izleyiciyken o anda birden kız bendim ve hayatım boyunca koşmadığım kadar hızla, panikle merdivenlerden aşağı koştum. Çocuğun cansız bedenini kaldırımda, apartmanın önünde toplanmış kalabalığın ortasında kucakladım ve resmen kriz geçirdim. Nasıl, neden, neden, neden, diye ağladım da ağladım. En kötüsü gene de yeteri kadar üzgün hissedemiyordum. Çünkü bir yandan çocuğun atlamadan hemen önceki o bakışını görmüştüm. İçimde o kadar tuhaf bir boşluk hissi belirdi ki, hepsinin üstüne çıktı. Orda öylece kaldırımda dizlerimin üstüne çökmüş, içimdeki boşluğa bir anlam vermeye çalıştım.
Gene de uyanmadım. İçimdeki o müthiş boşlukla ve mutluluğun o kısa süren hayaletini yeniden tutmaya çalışırken, çocuğun ölümünün üstünden zaman geçmeye başladı. İnsanlar anma törenleri gibi birşeyler yapıyorlardı. Birlikte gittiğimiz sinemaya gittim ben de. Oturup, o boşluğa ve o bakışa bir anlam vermeye çabaladım. Bu arada deli gibi de uyanmaya çalıştığımın farkındaydım. Rüyadan kurtulmaya çalışıyordum çünkü, o kadar üzülmeye gelemem diye. O kadar sıkıntı duydum ki, sonunda tanıdığım birileri benimle çocuk hakkında konuşmaya ve teselli etmeye çalışırken kendimi uyandırdım.
Çok çok çok kötüydü. Uyandığımda gecenin 3'üydü ve terden sırılsıklam olmuştum. İçimdeki sıkıntı, zaten tıkalı olan burnumu hepten tıkadı, nefes alamadım bir süre doğru düzgün. Ne anlama gelebileceğini bilmiyorum, büyük olasılıkla hastalığın verdiği rahatsızlık duygusundan gördüm hepsini. Ama o bakış, bir türlü gitmiyor gözümün önünden.

Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }

 En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...