oscar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
oscar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Mayıs 2011 Pazartesi

{2010 Oscarları} DISTRICT 9 (2009) : İnsan olmak!

En iyi film dalında Oscar adayı olmuş olan District 9, Neill Blomkamp (yönetmenimiz)'ın daha öncesinden yaptığı bir kısa film üzerine geliştirilen bir senaryo ve film. Öncelikle bunda da bilmemiz gereken, değişik olduğu. Ciddiyim, gerçekten filmin ilk açılış sahnelerinde bir gariplik sezdirmekle başlıyor.
Sanki gece geç bir saatte Discovery Channel'ın bir anına denk gelmişsiniz gibi. Görevleri veya ünvanları yazan insanlar sırasıyla ekrana gelip, bir olayla ilgili birtakım üstü kapalı şeyler söylemeye başlıyor. Belgeselvari çekim olarak nitelendirilebilecek bir yöntemmiş bu. Ne yalan söyleyeyim ilk başlarda kafamı toparlamakta zorlanmama neden olsa da sonradan hoşuma gitmeye başladı. En azından onca film izleme durumlarım arasında değişiklik oldu diye düşündüm.
Ta ki, ortalama normal bir genç izleyici olarak içgüdülerim algılarıma müdahale etmeye başlayana dek. Her ne kadar üstüne uzun yıllar boyu film izlemişliğin de kattığı bir avantajla dayanabilme potansiyeli eklesem de, o "karides" uzaylılar ve etrafı götüren et-kan durumu iğrenmekle geçireceğim 2 saati tetiklemiş oldu. Hayır film açısından kötü demiyorum, sadece öyle uzaylılar gördükçe içim bir hoş oluyor, izlemem zorlaşıyor ondan yani.
Bu arada filmin bize anlattığına göre, 20 yıl önce Güney Afrika'nın Johannesburg kenti semalarına bir uzay gemisi inmiş. Ancak uzunca bir süre hiç bir ses çıkarmadan öylece durunca, insanlık müdahale etme gereği duyarak, araca çıkmış ve açmışlar. Karşılarında nerdeyse hepsi ölmek üzere olan binlerce (attım, galiba filmin başında öyle diyordu) uzaylıyı perişanlıkları içerisinde bulmuşlar. Bunun üzerine hepsini alıp, Johannesburg'da 9.Bölge adını verdikleri bir yere yerleştirmişler. 20 yıl boyunca da uzaylılar için kanunlar yapmışlar, kurumlar kurmuşlar, mafyalar oluşmuş, sorunlar hiç bitmemiş. Bunun üzerine alınan son bir kararla uzaylıların oradan başka bir bölgeye tahliyesine karar verilmiş. Ancak bunun için de hepsine belge imzalatmaları zorunluluğu doğmuş ve bu iş için de ana kahramanımız Wikus van der Merwe görevlendirilmiş.
Wikus, bana ekranda göründüğü ilk andan itibaren karikatür gibi bir adam olarak göründüğü için, filmin onca dramında, ciddiyetinde bile bir türlü olayların içinde hissedemedim. Hep bir komiklik olarak algıladım hareketlerini. Film de sanki parodiymiş de olay bu kadar vahim değilmiş gibi geldi uzunca bir süre. Gerçi neyseki sonunda içim dışıma çıkmıştı, gülecek birşey göremiyordum. Bu arada imdb'nin belirttiğine göre Wikus'u oynayan Sharlto Copley daha önce hiç aktörlük yapmamış, daha da yapmayı düşünmüyormuş.
Filmin ya da belgeselin anlattığı da van der Merwe'nin bu aşamadan itibaren başına gelenler. Uzaylı-insan ilişkilerini de sorguluyor metin, insan olmanın nelere yol açtığını. En azından herşeyin güzel, inanılmaz büyülü göründüğü bir ortamda değilken uzaylılar, olayı daha bir sefalet içerisinde anlatıyor (Filmi izlediğim dönemde Avatar'a nedense gittikçe yerleşen bir sinir edinmeye başlamıştım, kıskançlıktan olsa gerek, her neyse.). Bu "uzaylı gelmiş" klasiğine farklı bir açıdan bakıyor. Gerçi filmin seveni kadar nefret edeni de çok, internet genelinde öyle bir hava hakim. Çok amaçsız ve komik bulanlar var. Çok etkili ve anlamlı bulanlar da. 
En iyi filmin yanında, en iyi yazım, düzenleme ve efekt dallarında da adaylığı mevcuttu District 9'ın. Aldı mı? En azından bir tane? Maalesef. Peki film iyi miydi? Eh o kadar aday etmişler, kötü olur mu? Hatta pek çok açıdan insanın içine dokunuyor denebilir.
En azından bu sefer uzaylılar Amerika kıtasına dokunmadılar, buna da şükür.
Chris döner mi, onu da bilmiyoruz ya.

{2010 Oscarları} The Blind Side (2009)

Film gerçek bir yaşam öyküsünden yola çıkılarak yapılmış. İlk bilmemiz gereken bu. Çünkü benim gibi, izledikçe 'ama bu da yok artık canım, ayşecik ömercik, gerçek hayat böyle değil baayaan' diyebilme ihtimali mevcut. Bu ihtimale karşı da yine benim gibi, izlemeden önce filmdeki nerdeyse her karakterin gerçek-yaşamış-yaşayan birer insan olduğunu öğrenmekte fayda var.
Annesi uyuşturucu bağımlısı olan ve nerdeyse sokakta yaşayan lise çağındaki Michael Oher'ın, Amerika'nın güneyli zengin tabakasının okuduğu bir okula kaydolmasıyla başlıyor hikayemiz. Herkes onu gerizekalı zannediyor, o hiç sesini çıkarmıyor, kimse ona yaklaşmıyor, o kimseye yaklaşmıyor şeklinde klasik durum devam ederken (ki bu arada Michael'ın cüssesi filmin her dakikasında birine birşey olacak da çocuğu hapse atacaklar diye insanın yüreğini ağzına getirip duruyor) zengin velilerden birinin Leigh Ann'in ve ailesinin Michael'ı evlerine ve dahası ailelerine almasıyla mutlu bir hale giriyor. Bedensel avantajının da sağladığı güçle Amerikan futbolu oynamaya başlıyor Koca Mike. Gerisinde yaşananlarsa pek çok yerde dendiği gibi ilham verici.
İnsanın içine dokunan filmlerden The Blind Side. Hani gözyaşı döktürmeden de olsa içinizi bir kırpık kırpık eder ya bazı hikayeler, onların en güzel bir şekilde işlenmişi. Bir de filmin sonunda jenerik yazıları geçerken gerçek Michael Oher'ın ve Tuohy ailesinin resimleri geçmesi, insanı hepten gülümsetiyor.
Oyunculukların rahat, yerinde ve kararında olmasının yanında Sandra Bullock'u en iyi kadın oyuncu adayı yapacak kadar da iyi olabildiğini düşünüyorum. Benim gözümde alabilir. Ama film açısından baktığımda, sanki daha çok hikayenin ve mesajların ön planda olduğu bir film olarak geldi bana. Yani sinema açısından bir büyüklük, çokluk hissi vermiyor gibi. Güzel değil mi, evet güzel derim. Ama vay be ne filmdi yerine de vay be ne hikayeydi derim. O yüzden de Sandra Bullock'un Oscar'ını kucaklamasına şaşırmıştım. Hem de öncesinde o kadar kesin belirtildiği halde alacağı. Seçilebileceğini düşünmemiştim filmi izledikten sonra. Ama tabi akademi bu, siyahi bir evsiz çocuğu yıldız yapan bir hristiyan beyaz üst sınıf ailenin ilham verici gerçek hikayesine oscar'ı vermek isterlerdi.

22 Mayıs 2011 Pazar

{2010 Oscarları} The Hurt Locker (2008)

Yaptığın şeyi neden yaptığını anlamak...
Irak'taki Amerikan ordusunda bomba imha uzmanı olarak görev yapan Çavuş James ve onun etrafındaki diğer askerler ve bombalarla birlikte The Hurt Locker'ın anlatmaya çalıştığı hemen hemen bu.
Bravo Ekibinin Irak'taki görev süresinin bitimine 40-50 gün kala bomba imha ekibinin uzmanının bir patlamada hayatını kaybetmesi ve onun yerine Çavuş James'in ekibe dahil olmasıyla başlıyor film. Çekim yeri olarak Irak'ın hemen yakınındaki Ürdün'ün de seçilmiş olmasının etkisiyle ,tüm o tozu, sıcağı, teri, kan kokusunu siz de oturduğunuz yerden teneffüs edebiliyorsunuz. Filmin çoğunda ayrıca 16mmlik hand-held denilen kameraların kullanılmış olması her an yakın açıdan, bol sarsıntılı görüntülerin eşlik etmesine sebep oluyor.
Film boyunca insanın kendi kendine debelenip durmaması mümkün değil bu arada."Neden yapıyoruz bunu?" diye sormak geliyor insanın içinden habire. "Bunu kendimize neden yapıyoruz?" Bir ülke gidiyor, başka bir ülkeyi işgal ediyor, her gün, her Allah'ın günü insanlar ölüyor, aileleri olan insanlar, nefes alan insanlar, düşünceleri olan insanlar, hep birlikte aynı yerküre üzerinde yürüdüğümüz insanlar. Ama hiç kimse birşey yapmıyor. Dahası bombalar insanları öldürürken orda, diğer her yerde de çaresizlikten-elinden birşeyler gelmemesinin çaresizliğinden-insanlar ölüp ölüp diriliyor.
Gene de fark eden birşey yok. Amerika; Vietnam'da, Kore'de ya da Afganistan'da yaptıklarını film halinde habire önümüze koymaya devam ettiği gibi Irak'a da aynı muameleyi yapmaya devam ediyor. Bu sefer bağımlısı olduğu bombalar ve onların yaşattığı ölüm kalım durumunun damarlarına pompaladığı adrenalin ile yaşayan bir askerin üzerinden anlatıyor hikayesini. Belki onu bu hale getirenin, savaş bağımlısı yapanın suçlu olabileceğini söylemeye çalışarak ya da belki de hiçbir suçlu aramayarak.
Sonuçta filmin berbat olduğunu söyleyenler de var, savaş filmi olarak görülemeyeceğini ya da tatmin edici olmadığını, Irak'ta olanlarla ilgili birşeyler söylemekten çok obsesif bir kişilik bozukluğunu nedensiz bir şekilde anlatmaya çalıştığını söyleyenler de. Oscar adayı olarak şansı elbette yüksekti. Sonuçta kendin pişir kendin ye, bir yerde. Ama ben ısrarla Avatar'ın şansının daha yüksek olduğunu düşünmüştüm, ummuştum. Çavuş James rolündeki Jeremy Renner en iyi aktör dalında, yönetmen Kathryn Bigelow en iyi yönetmen dalında adaydı. Bu ödülün de ona gideceğine kesin gözüyle bakılıyordu, hiç şaşırtmadı. Ayrıca en iyi senaryo, en iyi düzenleme, en iyi sinematografi, en iyi orijinal müzik türü dallarda da adaylığı vardı filmin. Sanki nereye aday edeceklerini şaşırmışlar gibi. Zaten oturdular sonra da bir güzel, tek tek 7 tane ödülü verdiler.
Film olarak beğendim mi? Sanırım. Yaşlandıkça savaşla ilgili şeyler kaldıramamanın verdiği sıkıntıyla da olsa, sinema açısından beğenebilirim diye düşünüyorum. Gerçi Amerika işgal ettiği yerlerin filmini yapmaya devam ediyor, biz de sadece izlemeye devam ediyoruz ama...

{2010 Oscarları} INGLORIOUS BASTERDS (2009)

Bazı insanlar, dünyayı diğerlerinin gördüğünden daha farklı bir şekilde görür. Aynı yerde, aynı kalabalıklarla birlikte dikilirler, aynı şeyleri izlerler ama aynı şeyleri görmezler. Belki bunu isteyerek yapmazlar, belki sadece bir tür içgüdüdür ya da hatta belki bir tür anormallik. Evet, öyle görmeyen diğerlerinin yakıştırdığı tabirle, anormaldirler.
Öyle sanıyorum ki Quentin Tarantino da o "anormaller"den. Hatta geçen onca yıl ve neredeyse 20 filmin ardından bunu kanıtlamış durumda. Anormalleri sevmem, ortaya çıkardıkları işleri de sevmem. Elimde değil, bir tuhaflık, o yatay ince çizgide herhangi bir pürüz hissi; beni oldum olası rahatsız eder. Ve rahatsız eden filmler izlemeyi de sevmem. Herşeyin karman çorman olduğu filmleri de sevmem. Çoğu kez kendi kendime çok klişe bile geldiğim olur, illaki mutlu edici hafif şeyler aradığım için ekranımda.
Bu yüzden oldum olası Tarantino'dan uzak durdum. Lisede aylarca Kill Bill konuşmalarına, canlandırmalarına, kritiklerine maruz kaldım, gene de merağıma yenilmedim, izlemedim. Rezervuar Köpekleri her okuduğum sinema yazısında, dergisinde, gördüğüm her sinema olayında karşıma çıktı; kendime engel oldum, o afişine rağmen gene de izlemedim. Bir dönem televizyonu her açtığımda karşıma çıkan Jackie Brown'ın, elinde çantayla yürüyüşünü izleyip, geri kapattım. Ama sinema topluluğundaki gösterimi izlemek zorundaydım, dersler çok sıkıcıydı ve o zaman yapılabilecek en iyi şeydi Pulp Fiction'ı izlemek. Ayrıca da artık merakıma laf geçirebilecek irade gücüm kalmamıştı.
Ama yanılmadığımı anlamam açısından iyi oldu Pulp Fiction. Hiç hazzetmedim, çoğu kez "Honey/Bunny"yi kullansam da. Beynimi arap saçına döndürdü film. Beğenmedim'i asla kabul etmedim ama beğendim de diyemedim. Uma Thurman'ı, John Travolta'sı, Samuel L.Jackson'ı, Bruce Willis'i, herkesi ama herkesi ordaydı. Ben gene de gözümün önünden kanlı görüntüleri çekip alamadım.
Bu tür bir haleti ruhiye içerisinde Oscar adayı bir adet Inglorious Basterds izlenirse ne olurdu? Çok da şok olunurdu! Neden? Çünkü eğlendim! Tüm film boyunca eğlendim. Oturduğum yerde kahkaha da attım, ellerimi gözümün önüne de tuttum, aniden korkarak yerimden sıçradım, heyecandan tir tir titredim. "Bu benim başyapıtım oldu galiba." dedi Teğmen Aldo Raine, bitiş müziği gümlemeye başladı, ben de "keşke böyle olsaymış" dedim. 1944'te İkinci Dünya Savaşı Tarantino'nun yazdığı metin kadar eğlenceli olsaymış.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi işgalindeki Fransa'da geçen film, konusu itibariyle, başlangıcı sinema tarihine ikonik bir karakter daha katan Christopher Waltz'ın Komutan Hans Landa'sı ile yapıyor. "Yahudi Avcısı" lakabının hakkını veren bir sahneyle filmin de ilk bölümünü başlatıyor. Sonrasında farklı farklı bölümlerle farklı farklı açılar yansıyor perdeye. Ki beklediğimiz gibi hepsi bir yerde birleşmek üzere.
Filmde kafayı döndüren bir dil curcunası mevcut. Almanca, Fransızca, İngilizce, İtalyanca derken kimin nece konuştuğunu takip etmek tam bir sınava dönüşüyor. Ama o inanılmaz keyifli hava içerisinde buna da katlanılıyor. Hatta filmin en önemli detaylarından biri de bu. Karşımızda ayrıca karikatürize Hitler'lerden biri daha var. Pek çok internet şakasına da karışmış olduğunu hatırlayabiliriz. Ve tabiki o muhteşem Fransız kadınları. Shosanna rolündeki Melanie Laurent ve Charlotte LaPadite rolündeki Lea Seydaux en göze çarpanları. Hatta bence ekranda göründüğü o birkaç dakikada bile insanı büyüleyen Lea Seydaux, kesinlikle perdemize daha çok gelmeli. Ve ayrıca Daniel Brühl faktörünü de unutmamalı ki kendisini Elveda Lenin'den gayet iyi biliyoruz. Yüzünde her daim "o ifade" olan oyunculardan olmasının yanısıra oynadığı her karaktere beklenenden fazla ilgi duyulmasını sağlayan bir yapısı olduğu reddedilemez.
Ha tabi Tarantino filmlerinin rahatsız ediciliği bunda da yok mu? Var, yüzülen kafa derilerinden gelen kırt kırt seslerinde, alınlara bıçakla kazınan gamalı haç motiflerinin cızırtılarında, insanlara giren çıkan mermilerin vızırtılarında, insan bedenlerinden fışkıran kan ve kanlı et patırtılarında...
Filmin ayrıca bir en iyi yardımcı erkek oyuncu, en iyi yönetmen, en iyi senaryo, sinematografi, düzenleme, ses gibi dallarda da adaylıkları var. En iyi film ya da yönetmen olmasa da en azından bir ödül verirler gibime geliyordu. Aslında en iyi film seçilse ne eğlence olurdu ama?! Aday olduğu kategorilerden sadece birinden Oscar aldı, bahsettiğim o manyak performansıyla Christoph Waltz'a en iyi yardımcı erkek oyuncu heykelciğini kucaklattı.

{2010 Oscarları} A SERIOUS MAN (2009)

Komedi mi? Gülmekten mi bahsetmiştik? Yo, hayır, "ciddi" değildim herhalde! Çünkü geçirdiğim bir buçuk saatin içinde gülmek eylemi yoktu.Tebessüm? Kesinlikle.
"Kara mizah, veya kara komedi, komedi ve hiciv'in alt türlerinden biridir. Genellikle ciddiyetle anılan cinayet, ölüm, hastalık, savaş, akıl hastalığı gibi konuları mizahi bir anlayışla ele alır. Kara mizah açık seçik olana karşıtlık göstermesine rağmen bu anlayışla ilişkilidir. Dolaysız gülmecede mizahi durumların çoğu şoka ve ani değişimlere dayanırken kara mizah genellikle ironi ve hatta bazen yazgıcılığı (fatalizm) kullanır. Stanley Kubrick'in yönettiği "Dr. Strangelove" filmi, sinema alanında bu mizah türünün öncüsü olarak gösterilir.Kara mizah içinde aynı zaman parodi, yani biçimle öz arasındaki ayrılıktan gülünç etki yaratma yer alır. Yaygın olarak, ciddi olması gereken ancak açıkça bunu başaramayan bir duruma karşı gösterilen tepki kullanılır." diyor Vikipedi kara komedi için. Coen Kardeşlerin yazıp yönettiği A Serious Man, bu türün bir örneği. Ki bu da neden kaşlarımın Küçük Emrah misali yaylaşmış ve dudaklarımın ne yapacağına karar verememiş halde gülümsüyor olduğu açıklıyor.
Gayet ciddi olduğunu düşünebileceğiniz ama o biçimli yeşil çimenli görüntüler ve yoğun yahudi gelenekleri arasında ciddiyetine karar veremediğiniz durumlara karşı çeşitli saçma tepkisizlikler dahilindeki tepkilere neden oluyor bu durumda film.
Larry Gopnik, üniversitede fizik dersi veriyor. İlk bakıştan hemen anlıyoruz, bildiğimiz ileri zeka ineklerden. Gözlüğü, hafif dökülmüş kıvırcık saçları, taşıdığı çantası, duruşu, bakışıyla her şeyi belli. Üstüne bir de yahudiliğinden gelen kendi ahlaki normları yüzünden olabildiğince iyi aile babası kıvamında bir insan. Haram para yemez, elin karısına kızına bakmaz (o kadar da değil de lafın gelişi icabı), çocuklarına bağırmaz tipte. Otorite ve başına buyruk olduğunu düşünebileceğimiz bir karısı, süsleneyim gezeyim tozayım anlayışında bir kızı ve ergenliğe bulaşmaya başlamış bir de oğlu ile nezih bir banliyöde yaşıyor. Bir de işte hafif çatlaktan hallice erkek kardeşi onlarla birlikte kalıyor o kadar. Sonrasında yalnız, herşey arabın saçına özeniyor.
Filmin açılış sahnesi ayrı bir güzellik bu arada. Gerisi ise aralarda kulaklarımıza yükselerek gelen Jefferson Airplane'in White Rabbit'ten sonra en iyisi diyebileceğim Somebody To Love'ının tınıları ve sıcak havanın sessizliği ile geçiyor. Çoğu zaman sıkılmak üzereydim bile diyebilirim bu sessizlikten. 
Birlikte aday olduğu diğer Oscar adaylarına nispeten yavaş, sessiz bir yapısı vardı filmin. Esasında filmin bir sahnesini kısa film olarak tasarlamış Coenler, sonradan filme çevirirken diğer sahneleri ve hikayeleri eklemişler. Hı bir de yine bir 60lar havası içerisindeyiz, bence filmin bir diğer artısı da bu.
Filmin bir de senaryo adaylığı vardı, ancak festivallerden topladıklarının aksine aday olduğu iki kategoride de ödülü alamadı.

21 Mayıs 2011 Cumartesi

{2010 Oscarları} PRECIOUS(BASED ON THE NOVEL "PUSH" BY SAPPHIRE) (2009)

"Life is hard. Life is short. Life is painful. Life is rich. Life is....Precious." diyor film Precious. İnsanın oturduğu yerden haline o sağlayan, böyle hayatlar da var veya dünyanın bir yerlerinde, bir köşesinde böyle şeyler de yaşanıyor dedirten filmlerden. 2 saat boyunca ekranda gördüğünüz, olan biten, gelip giden herşey karşısında siz de Clarieece "Precious" gibi tamamen başka şeyler düşünebilmek, hayal kurabilmek istiyorsunuz. Herşey o kadar çirkin, o kadar ezici ve pisken; Precious'ın yüzünde beliren o çığlık çığlığa sessizliği söküp almak istiyorsunuz. Babasının tecavüzü sonucu doğurduğu ilk çocuğu down sendromu taşıyor, ikincisi karnında, annesi kocası kızını tercih ettiği için ondan nefret ediyor ve devamlı aşağılıyor, hakaret ediyor,ona hayatı zindan ediyor, ayrıca okuldan da hamile olduğu için atılıyor ve alternatif bir dışarıdan bitirme kursuna gönderiliyor. Sonrası da biraz bu kurs ile başlıyor denebilir.
Amerika'nın Harlem'inde, yoksul ve çoğunlukla belalı siyahilerin aslında Hollywood filmleri aracılığıyla artık pek de yabancı olmadığımız hayatlarından çarpıcı olduğu kadar gerçekçi sayılabilecek bir hikaye de sunuyor film bize. Adından da anlaşıldığı üzere Amerika'da ilgi gören Push romanından uyarlanmış. Çekimleri ise sadece 5 hafta sürmüş. Mariah Carrey ve Lenny Kravitz gibi çeşitlilikleriyle birlikte başroldeki Gabourey Sidibe'nin arkadaşının zorlamasıyla denemelerine katıldığı ve de göründüğü üzere kazandığı ilk rolüne sahip olduğu filmin, en iyi kadın ve yardımcı kadın oyuncu, en iyi yönetmen, senaryo ve düzenleme dallarında da adaylıkları vardı. Özellikle Mo'nique'nin en iyi yardımcı kadın oyuncu ödülünü alacağına kesin gözüyle bakılıyordu ki aldı. Ayrıca en iyi uyarlama senaryo dalında da Oscar'ı kazandı.
İzlerken insanı depresyona sokan,karnına sancılar girdiren zor filmlerden Precious. İzlememiş, görmemiş, bilmemiş olmayı dilemek gelebilir içinizden.

{2010 Oscarları} UP IN THE AIR (2009)

İşte film denen sanat eseri böyle olmalı. Düzenli başlayan, yükselen, inişleri çıkışları olan, hayatı sorgulayan, insanların içlerine seslenen, samimi...Arada hüzünlendiren, bazen karakterle birlikte ciddi şoklara sokan ama gene de her anında içinizde bir mutlu son umudu taşımanızı ve bunu kaybetmemenizi sağlayan, içinizden bir hikaye anlatmalı. Film denilen şey böyle olmalı.
Zaten Juno'dan da belliydi. Jason Reitman bize taşıdığı her hikayede samimiliği koruyacak gibi görünüyor. Öyle ki o hiç hazzetmediğim George Clooney'nin yamuk gülüşü bile içimi ısıttı.Vera Fermiga'nın inanılmaz karizmatik güzelliğine tapacak hale geldim. En iyi yardımcı kadın oyuncu adayı olmuş Anna Kendrick ise şaşırtıcı gülümsemelere yol açtı.
George Clooney'nin canlandırdığı Ryan Bingham, şirketlerin işten çıkaracakları elemanlarına bu kötü haberi açıklamak üzere tutulan bir işten çıkarma şirketi çalışanı. Bunun için yılın hemen hemen her günü, ülkenin her bir yerine uçarak, şirket şirket dolaşıyor. Hayatı, kendisinin de keyifle belirttiği üzere havaalanlarında, uçaklarda ve otellerde geçiyor. Evi olarak oraları görüyor ve oralarda rahat ediyor. Kimseye ya da hiçbir yere bağlanmıyor. Konuşması çok etkileyici ve ikna edici. Hayatı oldukça düzenli ve rahat. Ancak bir yolculuk sırasında tanıştığı Alex, şirketinde yeni işe başlayan Natalie ve evlenen kızkardeşinin düğünü ile birlikte tüm bildiklerini, sevdiklerini, hayatını sorgulamaya başlıyor. Tabi tüm bunların yanında film esprili bir şekilde ekonomik krizi ve bunun yol açtığı herşeyi bizlere anlatmaya çalışıyor.Yine o şahane gitar tınıları eşliğinde.
Oscar adaylığı sadece en iyi film dalıyla kalmıyor tabiki. En iyi yönetmen, senaryo, erkek oyuncu, yardımcı kadın oyuncu dalları da olmak üzere toplamda 6 oscar adaylığı var.Tahminim en azından bir ödül alacağı yönündeydi ama hiç alamadı.
İzlenmesi, düşünülmesi, tebessüm edilmesi ve belki de biraz kendine dönülmesi gereken bir film olmuş sonuçta. İnsanın koşa koşa havaalanına gidesi ve ilk uçağa atlayıp, neresi olursa olsun gidesi geliyor. 
"How much does your life weigh? Imagine for a second that you're carrying a backpack. I want you to pack it with all the stuff that you have in your life... you start with the little things..."

27 Şubat 2011 Pazar

{2011 Oscarları} NEVERLAND'DEN AKADEMİYE SELAM OLSUN (BÖLÜM 2)

Bölüm 1'de kaldığımız yerden devam:
6) The King's Speech
Şimdiki İngiltere kraliçesi Elizabeth'in babası 6.George meğerse kekemeymiş. Taht hakkı balına buna düşmüş, bu yüzden de senelerce konuşma terapistinin yardımıyla olayı idare etmiş. Hikaye bu. Yine yaşanmış, gerçek bir durumu anlatan filmlerden. Bana öyle çok büyütülecek birşeymiş gibi gelmeyen bu hikaye, kendinden ve herşeyden ölesiye korkan bir kekemeden bir kral çıkaran Colin Firth'ün, yeteneğini sımsıcak ukalalığıyla birleştirip bir kralın tek dostu olabilmeyi başaran Geoffrey Rush'ın ve normalde ne kadar manyak olduğunu bildiğimiz kendi kişiliğini tamamen bırakıp adeta monarşinin tıkır tıkır düzeneği için doğmuş gibi davranabilen Helena Bonham Carter'ın gücünü arkasına alıp ortaya etkileyici olmayı başarabilen bir film olarak çıkmış. Beni gene öyle fazla "ooo, yuh,..."bilmem ne ettiren bir film olmadı. İstedim, olabilirdi de ama sanırım artık bu aslında kral olmak istemeyen ama olmak zorunda kalan, çok utangaç çok gözardı edilmiş ama içinde aslan yatan, en başına en kötü tercih gibi görünüp de esasında olayın sonunda en iyisi haline gelen olağanüstü insanların anlatımları beni sıktı. Ya da o kadar alıştım ki zaten böyle olmasına, müthiş işler başaran karakter gerçek de olsa, artık pek bir etkileyiciliği yok benim için. Bu yüzden filme hakkını veriyorum ama hikayeden dolayı değil. "Sinema"ruhundan dolayı.
Colin Firth neredeyse tek aday. Film de arkasına aldığı bu dalgayla ödül için güçlü bir aday. Javier Bardem'e artık ne yaptığında ödül verecekler, bilemiyorum.
7) The Social Network
Hikayeyi hepimiz biliyoruz. 84'lü Mark Zuckerberg adında bir çocuk, bilgisayarıyla oynarken Facebook dediğimiz şeyi yarattı ve artık dünya üzerinde hayat yok, facebook üzerinde hayat var. David Fincher'ın filmiyse tüm bu cazibenin arkasındaki birkaç senenin ve birkaç insanın hikayesini anlatıyor. Orda burda neden bu filme bu kadar yüklenildiğini anlayabilmiş değilim. Ne var yani facebookun kuruluşunu anlatıyorsa film? Bir İngiliz tahtı serüveni değil evet ya da kendini harap eden psikopat bir balerinin süzülüşü de değil. Aksine daha iyisi, bugünkü bir gerçeği gösteriyor tüm çıplaklığıyla. İnsan doğasının içini gösteriyor. Bugün, gençliğin nasıl yetişmiş olduğunu, derdinin neler olmaya doğru yol aldığını anlatıyor. Olayın gayet içinde bir insan olduğumdan dolayı belki, daha da çok koydu bana, bilemiyorum.
En iyi film dalında bir diğer olasılık. Altın Küre de aldı, artık Akademi şaşırtmaz herhalde.
8) Toy Story 3
Geçen sene en iyi film dalı aday sayısının 10'a çıkartılması ile açılan bir kategori bu. Ben öyle adlandırıyorum artık. Bir tane animasyonu da en iyi film adayları arasına yazıyorlar ama hiçbir şekilde orada olduğuna dair film his vermiyorlar. Hep birlikte bir görmezden gelme durumu. Akademi üyelerinin izlediğini bile sanmıyorum. Muhtemelen gönderilen cdlerin arasından ayıklayıp, çocuklarının torunlarının odasına koyuyorlar. Tamam ben de büyük bir animasyon fanı değilim, böyle insanlar olmasına rağmen. Tuhaf da bulmuyorum olmasını. Çünkü aklı başında hiçbir sinema izleyicisi animasyonun son on yıl içinde geldiği noktayı inkar edemez. Senaryo açısından bence her zaman ilerideydi animasyonlar ama artık her açıdan da böyle. Diğer "insanlı" filmler arasında ödül verilmesi bence de normal olmaz da, henüz...Ama şu da var ki izlediğim bu on film arasında beni ağlatabilen- evet ağlatabilen-  tek filmdi.


9) True Grit
Vahşi Batıda, daha doğrusu Amerikan İç Savaşı'nın bitiminin hemen ertesinde, 14 yaşındaki bir kız babasının katilinin peşinde orda oraya iz sürüyor, gangster kovalıyor, adam ikna ediyor, ticaret yapıyor ve 20-30 sene sonra bunu anlatıveriyor. Esasında çok etkileyici olabilecek bir hikayeyi, hem de elde oyuncu açısından en güzel malzemeler bulunurken nasıl böyle yapabilmiş Coen Biraderler ben çözemedim. Yani evet beğeneni çok, iyi de bir yandan bakınca ama bende uyandırdığı hiç bir yarım kalmışlık, bir tür al işte bir kaşık ama gerisi yok çanakta hissiydi. Anlamadım, denedim, filmi doğru düzgün izlemedim mi yoksa diye. Aklım başka bir yerde miydi falan dedim. Değildi, ciddi ciddi az geldi film. Vurucakmış gibi yapıp, geri çekildi. Dilimde de sadece Jeff Bridges'le Matt Damon'ı ve Josh Brolin'i izlemiş olmanın tadı kaldı.
En iyi film olmaz, Bridges'e de geçen sene ödül verdiler, en iyi kadın da Natalie'nin zaten.




10) Winter's Bone
İşte bu senenin beni en çok etkileyen Oscar adayı. İnanılmaz görüntüleri, sessizliği, gerçekliği, yanıbaşındaymışsınız gibi söylenen çalınan müziği ile -eğer ille de adaylar bunlarsa- ödülün verilmesi gereken tek film bence. Çoğunluğu önceden rol yapmamış yöre insanının oluşturduğu kadrosu...Ama özellikle Jennifer Lawrence.
17 yaşındaki Ree, psikolojik rahatsız annesi ve iki küçük kardeşinin tüm sorumluluğunun üzerine, uyuşturucu imal eden ve kaçak durumda olan babasının ipotek verdiği evlerini kurtarma çabasında, kendinden daha büyük ve çok acımasız bir dünyanın tam göbeğine dalıveriyor. Ne Catwoman o, ne de Wonderwoman. Sadece elinde amacı ve cesareti var. Ölesiye dayak da yiyor, en sert şekilde tehdit de ediliyor, göl dibindeki babasının cesedinden ellerini de kesiyor ama yılmıyor, bağırmıyor, şikayet etmiyor. Sessizce ekranda devleşiyor.
Aday olduğu 3 dalda da ödül verilmeyecek gibime geliyor.


Benim tahminlerim:
En İyi Film: The Social Network
En İyi Kadın Oyuncu: Natalie Portman
En İyi Erkek Oyuncu: Colin Firth
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Melissa Leo
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Christian Bale

Ben olsam:
En İyi Film: Winter's Bone
En İyi Kadın Oyuncu: Jennifer Lawrence
En İyi Erkek Oyuncu: Javier Bardem
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: Helena Bonham Carter
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: John Hawkes

Herşeyi bir yana, eğlenceli bir gece olsun hepimize. Amacı da bu değil mi zaten?

{2011 Oscarları} NEVERLAND'DEN AKADEMİYE SELAM OLSUN (BÖLÜM 1)

Artık gelenekselleşmiş olduğu üzere, bu sene de En İyi Film Oscar'ı adaylarını metanetle izledik, keyfini çıkara çıkara çiğnedik, inceledik.

1) 127 Hours
Aron Ralston, nisan 2003'te bir haftasonu kimseciklere neresine gittiğini haber etmeden kanyona koşmaya, bisiklet sürmeye, tırmanmaya vs.ye gitmiş. Acayip güzel ve eğlenceli geçmekte olan gününün ortasında bir yarıkta birden ayağı bir kireç kayasına basmış, kayayla birlikte yarıktan içeri yuvarlanmış. Yuvarlanma esnasında da sağ eli ve yaklaşık olarak kolunun dirseğine yakın bir yerine kadar olan kısmı kayayla yarık duvarı arasına sıkışmış. Kolunu hiçbir şekilde oradan kurtaramadan ve kimsenin ruhu duymadan tam 127 saat geçirmiş orada. Sonunda dandik kör çakısıyla kolunu kesip, kendini oradan çıkarmış da kurtulmuş. "Miş"li geçmiş zaman, çünkü gerçek bir Aron Ralston var ve onun hikayesine dayanarak çekilmiş bu film. Danny Boyle yönetmen koltuğunda, filmin tamamında ekranımızda olan başrol ise James Franco'nun.
Film esasında kolunu kesme bölümüne gelene kadar beni gayet eğlendirdi ama ne zamanki o kolu o kesmeyen çakıyla delmeye, kemiğini kırmaya, sinirlerini koparmaya çabalamaya başladı, bende herşey aydınlandı. "Anaa, bu herif cidden orda. Sıkışmış, harbiden insan öyle orda kalıverse nice olur hali ya?" Afakanlar basmaya başladı nitekim. Hiç huyum olmayan klostrofobi hain yüzünü gösterdi. Oturduğum yerde nefesim kesilmeye başladı, hele Ralston o siniri parmağıyla evirdi çevirdi buldu, koparmaya girişti, bende film koptu. Normalde hiçbir şekilde hiçbir filmde (tamam hiçbir demeyelim de çoğunda) iğrenmem, korkmam. Yani bir şekilde o gerçek-değillik hissini kaybetmem, aklımın bir köşesi hep bilir o ekrandaki salçadır sudur yağdır. Bu sebeple 127 Hours'da da ilk 70 dakika boyunca aklım gayet iyi durumdaydı. Ne zaman o "gerçekten de yaşamış ulan bunu" gerçekliği yüzüme çarptı, o zaman da aklım görevinii bıraktı. Demek ki Danny Boyle, bu gerçeklik durumunu yansıtabilmiş Franco'yla birlikte. James Franco En İyi Erkek Oyuncu'yu almaz biliyoruz, film de ödülü almayacak zaten.
2) Black Swan
Kuğu Gölü balesinin hikayesini bu filmle öğrenmiş oldum önce onu diyeyim de günah çıkarmış gibi olsun, tam olsun. Onca zaman yok Kuğu Gölü yok Fındıkkıran yok Aida falan duyarken en sonunda bunu öğrendim. Zavallı kızı kötü büyücü beyaz kuğuya çevirmiş, birine aşık olursa büyü bozulacakmış. O da tabi durmamış aşık olmuş beyaz atlı prense ama siyah kuğu da pek fettanmış, ayartmış prensi. Beyaz kuğu da ya seninim ya kara toprağın demiş. Filmin anlattığı da bu. Bildiğiniz, bir bale topluluğunun bu oyunu sergileme çalışmaları. Evet, esasında durum çok basit. Zaten psikopat olan, ezikliğini içinde taşıyan annesiyle yaşayan bir balerini sen tut, kocaman bir stresin altına sok, ondan sonra da ne oldu efendim, kız kafayı yedi. 100 dakika boyunca da onun nasıl kafayı yediğini anlatırlar ondan sonra böyle.
Natalie Portman çok sağlam oynamış olabilir, Darren Aronofsky çok manyak çekmiş olabilir tamam. Bir türlü ekranda deliren birinin anlatıldığı filmlerin neden bu kadar "oha" şeklinde karşılandığını anlayamıyorum. Gayet normal durum bir durum halbuki. Yani herhangi bir final-zamanı-üniversite-öğrencisinin ya da ösym-öncesi-senesindeki-lise-öğrencisinin falan performansı da Oscar'lık o zaman. Hayır cidden, deliren bir insanı canlandırmak bu kadar zor mu? Amerikalılara öyle görünüyor galiba. Ya da belki hakikaten benim kıskançlığım tuttu. Biz küçükken anamız babamız bale falan bilmezdi, sınav dansı öğrendik biz hep. Ondan artık yaş ilerledikçe böyle şeyler ortaya çıkıyor.
Natalie'ye doğum hediyesini aynen verecekler zaten. Filmse almaz.
3) The Fighter
90larda boksör olmaya çabalayan Micky Ward'ın, onun bağımlı ve ipsiz sapsız eski boksör ağbisi Dicky Eklund'un ve onların 7-8 tane olan kızkardeşleri, bunların hepsini doğurmuş olan annesi, bir tane baba ve mahallelilerin hikayesi. Ayrıca da benim için normaldışı bir sinema tecrübemin kaynağı. Boksu ne kadar anlamsız buluyorsam o kadar da filmini izliyorum, bir gariplik var bunda ama neyse. Hikaye gene gerçek, karakterler gerçek, durum gerçek. Yalnız bu sefer hakikaten bir boks filmi gibi olmayan bir boksör filmi var karşımızda. Zavallı adam resmen rakiplerinden yumruk yemiyor da, ailesiyle eşiyle dostuyla dövüşüyor. İnsan izlerken bile "yeter ya, bırak git hepsini ne halleri varsa görsünler" diye bas bas bağırası geliyor. İşte bu yüzden, bu noktada filmin benim için güzelliği ortaya çıkıyor, Mark Wahlberg'in sessiz, sakin ama bas bas anlatan Micky Ward portresi. Kendisi hala o içi boş aksiyon filmi insanları arasında görülür akademi tarafından ama olsun. Christian Bale her zaman işini yapıyor zaten. Onu gördük, takdir edeceğiz demekle birşey olmuyor. Önemli olan bunları görebilmek sayın akademi üyeleri!
Filme vermeyecekler heykeli büyük olasılıkla. Bale'e ise neredeyse kesin. Tabi Geoffrey Rush araya girmezse.
(Müziklerini de pek beğendiğimi söylemeden edemeyeceğim. Winter's Bone'la birlikte bu senekiler içinde en iyileriydi.)
4) Inception
Bu senenin Avatar'ı. Yüksek bütçeli, insanları en çok etkileyeni ama hiçbir ödül alamayacak olanı. Tabi beni utandırıp verebilirler de birkaç küçük birşey. Rüya içinde rüya içinde rüya...İnsanların rüyalarına müdahale etme durumu. Eminim herkesin aklına en azından bir kere düşmüş bir fikir. Ama para Nolan'da. Sinemayı işte bunun için yapıyorlar dedirten türden bir filmdi, iyiydi, hoştu, tadı yerindeydi. Ama ne olur artık Leo'yu bu yaşlarında görmeyelim. İnsanın kalbi elvermiyor görmeye, o Jack'imiz Dawson'ımız Leo'muzun böyle saçları geriye yalanmış İtalyan mafyası tipinde bir insan haline dönüştüğünü yaşlandıkça. Kader kısmet. Yapacak birşey yok. Marion Cotillard gördük en azından, içimiz aydınlandı. Joseph Gordon Levitt'in her daim takipçiyiz bu arada (bknz.HitRECJoe), Ellen Page'i  izlemek de keyifken.
5) The Kids Are Allright
Evli lezbiyen çiftimiz Nic ve Jules'un bir kızı, bir de oğulları var. Seneler evvel sperm bankasından yardımla. Çocuklar da zaman geliyor babayı bulalım mevzuuna giriyorlar. Biyolojik babayla görüşmeler başlıyor. Tanışma, iyi olma, ortamın karışması, kötü olma, işlerin eski haline dönmesi. Hikayenin gelişimi bu. Ama tuhaf bir biçimde filmin anlatmaya çalıştığı aile olma durumu ve bunun önemi. Ya da bana öyle etki etti. Değişikti, ama artık bir saniye daha Julianne Moore'un o kızıl suratını görürsem kusacağım. Hikaye anlatımı, oyunculuklar sorunsuz, temiz. Bence filmin iyi yanı Mia Wasikowska ve Mark Ruffalo. Nitekim Oscar için yetersiz.

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...