kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
kitap etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Nisan 2019 Salı

Goldwin Smith'ten "Jane Austen'ın Hayatı"

Jane ile aramdaki münasebeti, Jane'in ve yazdıklarının benim için ne ifade ettiğini anlatmayacağım şimdi bu yazıda. Çünkü sanırım, yok eminim, daha önce çeşitli yazılarda bin kere yaptım bunu. Dahası yukarıda kocaman bir başlık var: Hocamız Jane Austen. Orada Jane ile ilgili yazdığım her şey var. Oturup, uzun uzun 6 kitabın çeşitli uyarlamalarını incelediğim bir seri bile yapmıştım. O yüzden bugün şimdi direkt konuya gireceğim.
Goldwin Smith,
adeta zaman yolculuğuna düşmüşüz gibi
Konumuz Jane'in biyografisi (Goodreads'te kitap-->şuradan). Biyografisini yazma girişimine soyunmuş bir kitap. 1887 gibi bir tarihte yazılmış hem de. Goldwin Smith amcamız o zamanlar gayet saygın bir Britanyalı tarihçi/gazeteciymiş. Üniversitelerde dersler falan veriyormuş. Adamın adını taşıyan derslik var ya Cornell'de! (Goldwin Smith kimdir-->burada) Ama Jane'e de eserlerine de belli bir ilgi duyduğunu düşünemedim ben okurken yazdığı biyografiyi. Daha çok, bu eline verilmiş bir görevmiş gibi yapmış. Zaten kitap da bir ilginç olmuş bu yüzden. Önce ilk bölümde bir doğdu etti, kardeşleri anası babası diye anlatmaya çalışmış. Ama belki bundan 200 yıl önce bizim şimdi bildiklerimizi bile bilemiyor olabildiklerinden midir nedir, ne öyle detaylı ne de pek bir şey vaadediyor bu ilk bölüm. Aslında biyografinin özünü oluşturması gereken bu bölümden hiçbir şey elde edemiyoruz. Sonrasında başlıyor bölüm bölüm Jane'in kitaplarını anlatmaya. Bakın buradaki "anlatmaya" kelimesini tamamen gerçek anlamında kullandım dikkatinizi çekerim. Çünkü hakikaten de anlatıyor. Satır satır kitapta ne olmuş yazıyor. Hatta yetinmiyor, kitaplardan sayfalarca metni olduğu gibi biyografi olması gereken bu kitaba koyuyor. Koymuş yani vakt-i zamanında. Başlamış mesela Emma'yı anlatacak ya tek tek Miss Taylor buraya gitti, Miss Bates şunu dedi diye yazıyor. Yani Jane'in kitaplarını hiç okumamış, hiç haberi olmayan bir tembel ilkokul öğrencisi için özet çıkarır gibi yazmış. Böyle olan ilk bölümün sonlarına doğru ben hala umutluydum, okuyorum bir yandan ama bir yandan da diyorum ki içimden herhalde böyle kitapta olanları yazdıktan sonra en sonda kitapla ilgili yorumlar yapacak, Jane'in yazımıyla ilgili bir şeyler söyleyecek, bu kitabın Jane'in hayatıyla ilgisini bağlantısını kuracak falan. Ah ne kadar da iyimserim. Yoktu. Kitapları böyle satır satır yazdığı sayfaların sonunda hiçbir yorum yoktu. Ek bir bilgi yoktu. Hiçbir şey. Darcy bunu dedi, Wenthworth şöyle yaptı. Bitti. Biyografi anlayışları 19.yy.da aşırı derecede farklı olsa gerek.
Bir de aralara bol bol o zamanın bilindik edebiyatçılarını sıkıştırmış. Bir dolu bilmediğimiz isim, duymadığımız eserleri ve Jane'in yazdıklarıyla hayatıyla şimdi bunun ne alakası var da bu amca lafın burasında bundan bahsetmiş dediğimiz bir dolu alıntısı var. 
Sonuç olarak tamamen para ve vakit kaybı bu kitap. Biyografi desem değil, kitapları anlatan bir derleme desem, yorumlamıyor ki kitapları aynen yazıyor. O da değil. Hayır anlamıyorum son dönemde, 21.yy.da falan yazılmış bir biyografisi yok mudur Jane'in şöyle adamakıllı? Neden gidip böyle bir şeyi çevirmeyi uygun gördünüz? Bizi böyle önce sevinçle ve umutla havalara uçurmaya, ardından da büyük düş kırıklığıyla yere çakmaya ne hakkınız var? (Sinirli okumuyoruz bu cümleyi, böyle ince hıçkırıklarla, kafamız yana eğik, "i am half agony, half hope" der gibi okuyoruz.)


Ben kitapla Remzi Kitabevi'nde karşılaştım. Maya Yayınları'nın Cansel Yavuzoğlu çevirisiyle şubat 2019 tarihli ilk baskısı. 183 sayfa, arka kapağında yayıncısından basılı fiyatı 24 tl görünüyor ama üstüne bir daha etiket yapıştırılmıştı 22,22 tl diye.


  • Haa bir de ne diyeceğim, kitapta şöyle bir kısım var: "Diğer ağabeyi ile erkek kardeşi denizciydi, I.Dünya Savaşı'nda ülkelerine hizmet etmişlerdi." Bu cümleyi okudum. Sonra kafamı kaldırıp, etrafıma bakındım. Sonra kitabı önüne arkasına baktım. Kafamı salladım, hala yerinde mi diye. Fibonacci dizisini saymaya çalıştım içimden. Ama işin içinden çıkamadım. Katil pek saygıdeğer Goldwin Smith amca mıydı, günahını almak istemediğim çevirmen miydi, yoksa baskıda pek hınzır biri şaka mı yapmak istemişti?

31 Mart 2019 Pazar

Yuval Noah Harari'den "Sapiens"

Bu kitabı okumayan bir ben kalmış olabilirdim elime aldığımda bu senenin başında. 2012'de yurtdışında, 2015'te de burada yayınlanan kitabı instagramına koymayan kalmamış gibime geliyor. Ben de aşırı merak etmiştim tabi, zaten direkt bana hitap ediyordu ("Sapiens", "insan türünün kısa bir tarihi", TARİH). Ama tam da ilk işimden istifa ettiğim yıl çevrilmişti Türkçe'ye, nette pdflerini buldum tabi ama inat ettim, yeniden param olacaktı ve bu kitabı satın alarak, elimde tutarak, üzerine notlar alarak satırlarını çizerek okuyacaktım. Çünkü emindim, öyle bir kitaptı bu. (Goodreads'te Sapiens-->şurada)
Bir yandan çok doğru tahmin etmiştim, bol bol çiziktirecek yerleri vardı kitabın ama öte yandan aşırı derecede başka bir şey çıktı bu kitap. Bir tarih kitabı değil bence. Yani direkt hedefi o değil. Harari'nin amacı insan ne, psikoloji ne, sosyoloji ne, ekonomi ne, geleceğimizle ilgili ne yapabiliriz, şu an ne haldeyiz, vay arkadaş halimiz nice olacak gibi sorulara cevap vermekmiş bence. Cevap vermek de değil, bunlar hakkında konuşmak istemiş, içinde çok birikmiş, o da valla ben tarih eğitimi aldım, tarihin içinde cebelleştim durdum ama aslında böyle salon salon gezip insanlara ne olacak bu ekonominin hali, aç mı kalacağız diye konuşmak istiyorum demiş. Bu sebepten de önce oturmuş, bir kitap yazayım da hiç değilse lafı oradan açarım hem insanlar da beni tanır diye düşünmüş. (Yuval Noah Harari'nin web sitesi-->burada)
uyuz şey
İlk başlarda hakikaten insanın tarihinden giriyor olaya. Hani yeryüzünde ne vakit canlılar gözlerini açmaya başladı, sonunda bu halimize evrilecek olan canlılar nasıl ortaya çıktı falan oradan başlıyor lafa ama daha ilk sayfalarda Harari'nin nasıl bir tarza sahip olduğunu anlıyorsunuz. Ayrıca aslında bahsetmek istediği şeylerin başka olduğunu da anlıyorsunuz. Hele bu kadar çok insanın bu kitaptan bu kadar fazla şey paylaşmış olmasının nedenini daha iyi anlıyorsunuz. Hepimizin bir şekilde düşündüğü, aklımıza gelen bir çok şeyi bu konsept içinde rahatlıkla sunuyor. Sunabiliyor çünkü sonuçta o ciddiye alınan biri ve "akademik" ya, kimse dalga geçemez. Oysa diyor ki basitçe, dedikodu yapabildiğimiz için "insan" olduk. Hikayeler uydurup, birbirimize anlatabildiğimiz için tüm doğayı, tüm canlıları ele geçiren biz olduk.
Bildiğimiz kadarıyla sadece Sapiens hiç görmediği, dokunmadığı veya koklamadığı varlıklar hakkında konuşabiliyor.

Kurgular hakkında konuşabilme becerisi, Sapiens dilinin en özgün yanıdır.

Tarım devrimini veya tarih kitaplarında bazen yazdığı haliyle Neolitik devrimi ilk öğrendiğimizde aklımıza geliveren sorulara dair de mantıklı açıklamalar getiriyor mesela. Ulan hastalıklar, salgınlar, savaşlar, her türlü kölelik bu toprağı ekip biçmeye, sabit bir yerlere yerleşmeye başlamamızdan sonra ortaya çıktıysa ne demeye zahmet edip de taşlarla sopalarla hayvanları avlamaktan vazgeçtik? diye sorduğumuz noktada Harari diyor ki;
İnsanlar bu kadar hayati öneme sahip bir konuda neden yanlış hesap yapıyorlardı? Tarih boyunca neden hep yanlış hesap yaptılarsa, o yüzden. İnsanlar kararlarının tüm sonuçlarını tahmin edemezler. Ne zaman daha fazla çaba göstermeleri gerekse - örneğin tohumları toprağın yüzüne serpmek yerine toprağı çapalamak gibi - insanlar, "Evet belki daha fazla çalışacağız, ama hasadımız çok daha fazla olacak! Verimsiz geçen yıllarla ilgili endişe duymayacağız. Çocuklarımız aç yatmayacak," diye düşünüyorlardı. Aslında mantıklıydı. Daha çok çalışırsanız daha iyi bir yaşamınız olur. Onların planı da buydu.
Ama tüm bu doğru gibi görünen yanlış kararlarımızda hep ısrar ediyor oluşumuza da sonra bir açıklama getiriyor. Getirdiği açıklamayı biz de biliyoruz, farkındayız ama farkında oluşumuz kendimize engel olabilmemizi sağlamıyor. Dahası bunun onbinlerce yıldır aynı olduğunu vuruyor yüzümüze Harari;
Daha kolay bir yaşam arayışı pek çok zorluk çıkarmıştı ve bu sonuncusu değildi. Bugün aynı durum bizim için de geçerli.Kim bilir ka üniversite mezunu genç çok çalışıp iyi paralar kazanacaklarını düşünerek büyük firmalara giriyor ve ancak otuz beş yaşından sonra bu işlerden ayrılarak gerçek istediklerini yapmaya çalışıyor? Öte yandan, bu yaşa gelinceye dek kredi ödemeleri, okul yaşına gelen çocukları, ödemeleri gelen arabaları ve yurtdışında tatiller veya kaliteli şaraplar olmadan yaşamın çok da anlamlı olmadığına dair geliştirdikleri anlayışları oluyor. Ne yapabilirler? Geri dönüp kök bitkilerini mi eşelesinler? Elbette öyle yapmayıp daha da büyük bir çabayla köle gibi çalışıyorlar.
Tamam böyle böyle satırlarla kitap kendini büyük bir hızla okuttu ilk başta. Vaay, evet doğru, işte ben de tam bunu diyordum vay arkadaş! diyerek son hızla ilerledim kitabın içinde. Ama bir noktada baymaya başladı yazdıkları. Lafı kendi istediği gibi dolandırıp duruyordu, sadece kendi istediklerinden bahsediyordu. İyiydi hoştu bilmediğim - ekonomik gibi - konularda bir şeyler söylemesi ve bunlar hakkında fikirler edinmem ama ben bir tarih kitabı okumak istiyordum, ne olmuş onu öğrenmek istiyordum ki olanlara göre kendi fikirlerimi oluşturayım, üstüne düşüneyim. Bu yüzden ortalardan sonra sıkıldım, kendimi devam etmek için zorladım. Kitap eziyete dönüştü. Dahası Harari'ye de yavaştan kıskançlıktan ötürü uyuz olmaya başlamıştım. Sırf gerekli imkanlara sahip olduğu için o bu kitabı yazabilmişti, tüm gün böyle konular hakkında kafa yorabilecek lükse sahipti. Tüm gün oturup, bunları düşünebilecek lüksü vardı. Gençliğinin o en güzel yıllarında Oxford gibi yerde tarih doktorası yapabilecek imkanı olmuştu. Oysa yazdıklarının hepsini düşünebiliyordum, yazmadıklarını da öğrenmek için can atıyordum, resmen kırıntılardan bilgi toplamaya çalışıyordum açlıkla ama ben yine de bu kitabı alabilmek için tamamen alakasız bir şekilde tüm günümü switchlere konfigürasyon girmekle, güvenlik duvarına kural yazmakla geçirmek zorunda kalıyordum. Bu ülkede değil de başka bir ülkede doğmuş olsam bu kitabı yazan kişi olabilecekken, şimdi bu kitabı okuyabilmek için sabahın köründe bindiğim serviste geçirdiğim yarım saate (bir de akşam dönüşteki yarım saate) sahiptim. Yani dalga geçiyor gibiydi Harari benimle. Hem salakça bir şekilde köle oluyor insan diyordu, hem de kendisi bu köleliğin dışında zevkini sürüyordu. Kitabı bitirdim evet, ama o an karşımda olsa adamın o incecik boynunu koparıverecektim. Kıskançlık böyle bir şey çocuklar. Çok kuvvetli bir duygu.
Daha mutlu muyuz peki? İnsanlığın geçtiğimiz beş yüz yılda biriktirdiği zenginlik memnuniyet anlamına geldi mi? Tükenmez enerji kaynaklarının keşfi tükenmez bir mutluluğun yolunu önümüze serdi mi?(...) Ayak izi rüzgarın olmadığı ayda bozulmamış halde duran Neil Armstrong, 30 bin yıl önce Chauvet Mağarası'nın duvarına el izini bırakan isimsiz avcı toplayıcıdan daha mutlu muydu? Eğer daha mutlu değilse tarımı, şehirleri, yazıyı, parayı, imparatorlukları, bilimi ve sanayiyi geliştirmenin anlamı neydi?

Not gibi olsun (yazının içine yerleştiremedim çemkirirken konu bütünlüğüne girmedi:p) : Kitabın orijinal ismi "Sapiens: A Brief History of Humankind". Türkçe çevirinin kapağında insan türünün kısa bir tarihi diye de yazıyor evet ama bizimkiler bir de "Hayvanlardan Tanrılara" diye bir başlık eklemişler. Belki tüm kitabı okuyup çıkarılabilecek mecazi sonuç bu olabilir ama illa ki Sweet November olayına niye giriyoruz ya? Bu başlığın hiçbir gereği yokmuş bence. Normal orijinalini çevir yaz işte. Böyle ufak şeylere takılıyorum işte. Bir de Harari her ülkeye göre kitaptaki örnekleri falan değiştirmiş. Bizim için olan versiyonda işte ne bileyim İstanbul'dan örnekler var gibi diyeyim öyle şeyler. Ne kadar da böyle kendini beğenmişlik, nasıl da bir kendini beğendirmeye çalışmalar, nasıl bir popülizmler...Evet adama her türlü uyuz olacağım.

Ben kitabın Kolektif Kitap tarafından yayınlanan Ertuğrul Genç çevirisi, ekim 2018 tarihli 47.baskısını netten almıştım. Idefix'ten 21,74 tl'ye, kasımın sonunda. Şu an 25 tl görünüyor aynı yerde. Kitapçıya gidip almaya kalksanız 40 liranın üstünde görünüyor. Diyecek söz yok.

15 Aralık 2018 Cumartesi

Claudine Sagaert'ten "Kadın Çirkinliğinin Tarihi"

Tanımı itibariyla çirkinlik bir yoksunluğa, güçsüzlüğe ve cins bozukluğuna göndermede bulunur. Çirkinlik, varlığa ilişkin bir sapmanın işaretidir. Kusura, ölçüsüzlüğe ve tutarsızlığa işaret eder. Ontolojik bakımdan çirkinlik kısıtlanmış, zayıf bir varlığa ya da kusurlu bir varlığa işaret eder. Bu tanım, sanki çirkinlik ve kadın arasında bir özdeşlik ilişkisi kurmayı mümkün kılarcasına, kadına ilişkin yapılan tanıma yakındır.
(...)Eril varlığa ilişkin olarak, erkek doğmuş olmanın onursuzluk olduğu yazılmış mıdır? Bununla birlikte 2.yüzyılda yaşamış olan İskenderiyeli Clément "her kadının kadın olma düşüncesinden bunalmış olması gerektiğini" düşünüyordu. Ortaçağ'da denemeler yazmış nadir kadınlardan biri, Christine de Pizan (14.yüzyıl) şöyle der: "Çılgınlık anlarımda, Tanrı'nın beni kadın bedeninde yaratmış olmasından ötürü hüzünlenip duruyordum (...) sanki doğa ucubeler doğurmuş gibi."
Sosyoloji alanında doktora sahibi bir felsefe öğretmeni olan Claudine Sagaert işte bu "ucube" fikrinin peşinde, tarih boyunca ortaya konmuş yazılı ve görsel eserlerde kadının nasıl çirkin olarak ifade edildiğini anlatmaya çalışıyor. Üç ana başlık altında incelemiş kadın çirkinliğini. "Çirkinlik Günahı" adını taşıyan ilk bölümde önce iki cinsin nasıl ayrıldığını ifade edilişini ortaya koyuyor. Kadının tanımlanışından çirkinliğin fiziksel doğasına ilerliyor ve kadının fiziksel olarak parça parça - tarihin herhangi bir döneminde - çirkin olarak görülmüş yerlerini inceliyor. "Doğanın Bir Hatası" ismini taşıyan ikinci bölümde kadının çirkin olarak nitelenmesine sebep olan diğer etkenleri gösteriyor. Yani fiziksel bakışın dışında tarih boyunca - ve hala daha - "farklı" olanın da sırf farklı olmasından ötürü çirkin görüldüğünü açıklıyor, yine örnekleriyle. 
"Çünkü kadına isteyerek fiziksel ya da ahlaki bazı kusurların yüklenmesinin dışında, çirkinlik peşlerini hala bırakmamış olan boyunduruğu reddeden kadınların isyanına bağlı hale gelmiştir. Eğer kadınlık anlayışında genç, güzel ve baştan çıkarıcı, heteroseksüel, eş ve anne olan bir kadın tanımlanıyorsa, buna uymayanlar çirkinlikle itham edilirler. Çirkin olanlar annelik yapmayı reddedenler, cinsellikleri erkek merkezli olmayanlar, görünüşleri, tutumları ve meşguliyetleri kendi cinslerinden farklı olanlar, zihinsel yetilerini geliştirmeye çalışanlar ya da siyaset, edebiyat ve felsefeye bulaşmış olanlardır."
Claudine Sagaert'in kendisi bu hanım abla,
MayaKitap'ı web sitesinden aldım fotoğrafı.
Yalnız benim lisedeki felsefe öğretmenim hiç de
böyle görünmüyordu :p
"Güzellik Ödevi" ismini taşıyan son bölümde ise 20.yüzyıldan itibaren değişen kadın algısına bağlı olarak incelik çirkinliği. Artık fiziksel olarak başka bir boyuta taşındığını gösteriyor olayın. Nasıl kozmetiklerin, reklamların, başka bir dolu dayatmanın algılarımıza yerleştirildiğine dair bir açıklamaya girişiyor. 
"(...), önceki zamanlarda, çirkinlik yüzdeki bir kusura, bir hastalığın kalıntısı olan derideki lekelere ve bir uyumsuzluğa ilişkin olabilse de, bugün çirkinlik daha zorlayıcı bir hal almıştır. (...) Yüze yapılan bakımlar botoks aşamasından önce gerekli asgari koşuldur. Makyaja gelince, eğer ayaküstü yapılmıyorsa, bu onun 'teni yüceltmeyi' başarmasındandır. (...) Bununla birlikte, çirkinlik göstergeleri inatçı olduğunda, cerrahiye başvurulur."
En sonunda da Ek bir bölüm koymuş Sagaert, "Masallarda Çirkin Kadın" isminde. Bu ekte de adı üstünde, masallardaki çirkin kadın imgesini ortaya seriyor. Tüm kitap boyunca daha çok yazılı eserlerdeki çirkin ve kadın ifadelerini önümüze seriyor yazar. Yani misal 19.yy.da biri bir gazetede bir cümle yazmış ya da 16.yy.dan bir düşünürün falan dediği bir şey belgelere geçmiş kadınlarla ilgili, onu gösteriyor bize. Bol bol da 19.-20.yy. romanlarındaki ifadeler yer alıyor. Habire bu şekilde cümlelerin etrafında dönüyoruz. Şu kitapta bu şöyle demişti diyor Sagaert, sonra o cümle üstüne böyle görülüyordu kadın, şöyle diyorlardı falan diye yazmaya başlıyor. Çoğu zaman herhangi bir eleştiri ya da fikir belirtmiyor. İlk bölümden son bölüme genel hatlarıyla bir kronolojiyi takip etmiş denebilir belki ama bunu direkt belirterek yapmıyor. Açıkçası kitabı görünce heveslendiğim ve beklediğim şeyi bulamadım ben. Kadın çirkinliğinin tarihi denirken ne bekliyordun acaba diyebilirsiniz tabi. Doğru, ben de bir an bilemedim ne beklediğimi. Yani sanırım tüm sorularıma bir cevap bekliyordum. Neden böyleyim, neden çirkinim, neden güzel olamıyorum gibi sorularıma cevap arıyor olabilirim. Daha doğrusu bu durumun tarihini, çıkış noktasını falan öğrenirsem bir çözümünü de bulabilirmişim gibi düşündüm. Yani hani kaybedilen bir savaşın tarihini, inciğini cinciğini okursunuz da hımm demek ki o zaman bir dahaki savaşta şu şu şu hataları yapmıyoruz, demek ki bunlara karşı böyle yaparsak kazanabiliriz dersiniz ya (demiyor musunuz ya?!), herhalde onu umdum. Çıkış noktasının izini sürebilirsem belki bir cevaba varabilirim dedim. Ama Claudine Sagaert'in amacı bu değilmiş maalesef, çok farklı bir kafayla yazmış o kitabını. Çünkü sanırım felsefeyle sosyolojiyle uğraşınca insan bu kafaya geliyor (sosyologlara ya da felsefecilere kötü bir şey demiyorum yahu, ben de sosyoloji dersi felsefe dersi aldım). Bu pek de benim tercih ettiğim bir bakış açısı, konuyu ele alış biçimi değil açıkçası. Sanırım ben daha ucu başı belli, kronolojiye tam oturan, bu bu bu diye böyle her şeyi insanın önüne seren anlatımları yeğliyorum.
Bu yüzden size bırakıyorum kararı. Ve ben, bunca yıldır kadın olarak bu saçma dünyada yaşama derdi altında ezilmeye devam eden bir insan olarak John Milton'ın satırlarına katılarak (anladınız siz onu) bitiriyorum bu yazıyı:
Ey, arşın en tepesinde kötü ruhları var eden bilge ve yaratan Tanrı, neden doğanın bu kusurlu güzelini, yeryüzünde bu yeni şeyi var ettin? Melekler alemini kadınlar olmaksızın donattığın gibi insanlar alemini de neden kadınsız donatmadın? Neden insan soyunu sürdürmek için başka bir yol bulmadın?

[Ben kitabı hangi kitapçıdan aldığımı hatırlamıyorum - normalde ilk sayfasına aldığım tarihi ve yeri yazıyorum her kitabın ama bunda sadece tarihi yazmışım bilemedim, ama bendeki kitap Maya Yayınları tarafından yapılan aralık 2017 tarihli 2.baskısı, Serdar Kenç'in çevirisiyle. Arka kapağında 28 tl yazıyor, başka bir fiyat etiketi üstüne yapıştırmamışlar herhalde bu fiyattan almışımdır. d&r'nin web sitesinde 14,90 tl görünüyor, şu an bakınca çok sinirim bozuldu.]

Kitap hakkında başka bir yazı da şurada var mesela ilginizi çekerse.
Goodreads'te kitap-->Kadın Çirkinliğinin Tarihi

14 Aralık 2018 Cuma

Harry Potter dünyasından Muggle dünyasına : Sihir Tarihi

"2017'de Harry Potter ve Felsefe Taşı'nın yayımlanışının yirminci yılını kutlamak için J.K.Rowling, Bloomsbury ve British Library bir araya geldiler. Ziyaretçilerini Harry Potter hikayelerinin kalbine götürecek bir yolculuğa çıkaran yepyeni bir sergi kapılarını açtı." diyor iç kapak yazısında. Bu elimizdeki öyle hep o beklediğimiz kitaplardan biri değil. Harry Potter kitaplarının sayfalarında her sene başındaki kitap listesinde adını okuduğumuz veya Madam Pinch'ten gizli kütüphanenin rafları arasında rastgeldiklerimizden biri değil yani. Daha çok her şeyden ortaya karışık bir toplama gibi. Hani böyle yıllarca kutulara, çekmecelere atılıp, bir köşede duran şeyleri getirip salonun ortasına döküp, sonra aa bakın neler varmış diye bakmak gibi. Belki de yirmi yıla yakındır hayatımızda olan bir hikayenin, birçoğumuzun hayatını değiştiren bir hikayenin o hep bildiğimiz "fakir ve zorluklar içindeki genç bir kadının bir tren yolculuğunda bir hikaye gelir aklına ve kafelerde bir bardak kahve parasına oturup, binbir güçlükle yazar bu hikayeyi" kısmına daha detaylı ve somut şeyler üzerinden bir bakış bu.
Kitap temelde sergideki eserleri gösterme amaçlı olsa da bunu bildiğimiz bir evrenin kuralları içinde yapmaya uğraşmışlar. Önce ne ile karşı karşıya olduğumuza dair bir "Sunuş" bölümü var, serginin baş küratörü tarafından yazılmış. Sonrasında 9 bölüm var, her biri - sonuncusu hariç - Hogwarts derslerinin isimlerini taşıyor. Her bir bölümü o dersin konusuna uygun bir şekilde, ilgili eserlerle ele almaya çalışmışlar. Mesela ikinci bölüm "İksirler ve Simya" adını taşıyor ve haliyle hem Hogwarts'taki İksir dersini, kitaplardaki halini ele alıyor hem de Muggle dünyasındaki tarihte iksirlerle, simya ile ilgili yazmaları, arkeolojik eserleri gösteriyor. Diğer bölümler sırasıyla "Bitkibilim", "Tılsımlar", "Astronomi", "Kehanet", "Karanlık Sanatlara Karşı Savunma", "Sihirli Yaratıkların Bakımı" isimlerini taşıyor. Tabi bu arada tıpkı ders yılı başında Hogwarts'a doğru çıktığımız yolculuk gibi Sunuş'un hemen sonrasındaki ilk bölümün ismi de "Yolculuk" ve bu bölümde bizi genel hatları karşılıyor büyü dünyasının. 
Her bir bölümün başında önce giriş niteliğinde bir makale yer alıyor. Bu bölümde anlatılan konuyla ilgili gibi görünen, alanında önemli işler başarmış (olduklarını düşündükleri) insanların yazdıkları makaleler bunlar. Aslında öyle çok da alakalı insanlar değiller bence ama işte bir şekilde kendilerine böyle bir kitapta yer bulmuşlar. Hani tamam misal Bitkibilim bölümünün başındaki makalenin sahibi bitkilerle ilgili kitapları bulunan bir yazar falan ama bunun yanında Tılsımlar bölümünün makalesini yazan kişi normal bir gazeteci-köşe yazarı. Ha diyeceksiniz Tılsımlar için büyüyle ilgili biri mi olması gerekiyordu, gidip de bir üfürükçü hocayı falan tutup getirselerdi ama ne bileyim, benimkisi de kıskançlık işte. Yani tamam hasetlikten çatlıyorum gibi ama bazı bölümlerin yazıları hakikaten de zorlama gibi geliyor okurken. Sanki yazan kişi zorla yazmış, Harry Potter'dan haberi yokmuş da sırf onunla ilgili bir kitaba yazıyor olduğu için mecburen o anda açmış google'ı Harry Potter'dan konusuyla ilgili bir iki satır referans aramış gibi (sonra da bulduğu o cümleleri yazısına alakasız bir şekilde sıkıştırmış gibi). Evet benim içim kötü.
Bu bölüm makalelerinin ardından tabi bir dolu incelenecek şey koymuşlar önümüze. Rowling'in hikayeyi oluştururken çiziktirdiği tüm resimler, notlar, planlar, karalamalar...Kitapların yayıncıdan çıkana kadar editör masasında geçirdiği yolculuğa dair yazılı, çiziktirilmiş bir dolu sayfalar...Ve Jim Kay'in muhteşem ötesi çizimleri (Jim Kay kim mi-->http://www.jimkay.co.uk/home/about-me/). Sırf onun çizimleriyle kitapların resimli olarak basılmış halleri Türkçe'ye de çevrilmiş ve satışa çıkmış durumda sanırım şu aralar. Bana neredeyse tüm çizdikleri tamamen kitapları okurken hayal ettiğim duyguları ifade ediyor gibi gelir hep. Ha tamam arada McGonagall gibi kesinlikle karşı olduğum çizimleri de yok değil ama bu kanımca Maggie Smith'in suçu. İnsan bu kadar da özdeşleşmez ama bir karakterle yahu.
En son bölüm ise "Geçmiş, Şimdiki Zaman, Gelecek" ismini taşıyor. Filmlerin senaristi Steve Kloves'un yazısıyla açılıyor ve bu yazı tam da ihtiyacımız olan şey. Bizim hislerimiz kadar samimi, içten. Rowling'in o sihirli hayalgücünün tıpkı bizi ele geçirivermesi gibi ona da olan şeyi anlatıyor. Kitabı özetleyen tek bir cümleyle -"Küçük bir oğlan büyücü okuluna gider."- onun da hayatının nasıl sihirle dolduğunu anlatıyor bize. (neyse yazıyı bu noktada sonlandırıp resimleri çekmeye başlayayım yoksa ağlamaya başlayacağım yine)
Harry Potter: Sihir Tarihi belki tam beklediğimiz şey değil ama ihtiyacımız olan şey olabilir. Yine de 

13 Kasım 2018 Salı

Deborah Harkness'ın Ruhlar Üçlemesi ve "A Discovery of Witches"ın İlk Sezonu

Tarihçi Diana Bishop, yine her günkü gibi odasından çıkar, araştırmasına devam etmek üzere Bodleian Kütüphanesi'nin kapısından içeri adımını atar. Alanının en genç  profesörü olan Diana, eski simya metinlerini inceliyor, tarihin tozlu parşömenleri arasında simyanın izlerini sürüyordur. Hemen hemen her zamanki yerine oturur, istettiği el yazmalarını önüne alır ve olağanüstü bir şeyler olmaya başlar. Diana çok tuhaf bir şeyler hissettiğinden hemen gerisingeri rafına yollar yazmayı. Büyülü olduğunu anlamıştır çünkü eh, Diana da kuşaklar boyu güçlü ve ünlü cadılar çıkarmış bir soydan gelen bir cadıdır. El yazmasının büyüsünü sadece Diana hissetmez tabi, Oxford çevresindeki hemen hemen her cadı, büyücü, demon ve vampir de hisseder. Ve bu el yazması tam da hepsinin yüzyıllardır aradığı cevapları barındırdığına inanılan şeydir. Diana ne yaptığını bilmeden tüm doğaüstü yaratıkların hedefi haline gelir bir anda. Onu tüm bu tehlikeden koruyacak beyaz atlı şövalye ise tehlikenin tam da kendisi olarak önünde beliriveren genetik profesörü Matthew de Clermont'tur. Soylu Clermont ailesinin üyesi olan vampir Matthew de Clermont.
İnsan bazen bazı hikayelerle, bazı kitaplarla karşılaşması gereken kesin bir zaman olduğunu düşünmüyor değil. Cadı Diana ile vampir Matthew'un böyle başlayan hikayesi de benim için öyle bir hikaye. Ne öyle ahım şahım, ne de dünyalar yaratan-yıkan bir hikaye bu, bence. Ama işte, bir şekilde hayatımın bu döneminde, kabaca bir aylık bir zaman diliminde hayatımın tüm b.ktanlığından kaçabilmem için kafamı tümüyle içine gömebileceğim bir dünya oluşturma göreviyle yazılmış gibi hissettirdi bana. Çünkü bakın tam da size bahsetmiştim ya bir şeylerden, şu yazıyı ("Bir Yolu Olmalı")yazmıştım hani. Hah işte o aydınlanışın hemen ardından haftasonu kahvaltımı yaparken izlemek için bir şeyler açmak üzere bakınırken her zamanki web sitesine, bölümünü gördüm ve ha cadılı falan, uzundur böyle şeyler gelmiyordu bakayım diye açtım. Daha ilk dakikalardan beynime okları yollamakta gecikmedi. Henüz birkaç gün önce neler düşünmüştüm, şimdi önümde tarihçi görüyordum (hem de Oxford'da! hey yarabbim!). O ilk bölümü nasıl duygu coşmasıyla izledim tarif edemem. Cadılar vardı, vampirler vardı, büyüler vardı, yağmurun çiselediği taş döşeli yollarıyla Oxford manzarası vardı, Matthew Goode vardı tarih mitoloji vardı, kendimle özdeşleştirdiğim simgeler vardı,...sanki 15 yaşıma geri dönmüştüm, hayat daha yeni başlıyordu, tüm olasılıklar önümde uzanıyordu.
Deborah ablanın ta kendisi,
kaynak:Boulder Book Store
Tabi nereden çıkmış bu diye interneti didik didik etmekte gecikmedim o gün. Deborah Harkness isimli Amerikalı bir yazarın 3 kitaplık serisinin ilk kitabından uyarlanmıştı dizi (http://deborahharkness.com/). All Souls (bizdeki basımında Ruhlar) üçlemesinin ilk kitabı A Discovery of Witches'dı (Cadıların Keşfi), ikincisi Shadow of Night (Gecenin Gölgesi) ve üçüncü kitap da The Book of Life'tı (Hayat Kitabı). Pegasus Yayınları'nın seriyi gayet keyifli kapaklarla ve güzel bir baskıyla bastığını ve kutulu bir şekilde de internette satılıyor olduğunu görünce zaten hemen sipariş verdim. Kitaplar elime geçtiği andan itibaren de ilk kitaba öyle bir gömüldüm ki 672 sayfalık kitabı bitirmem 4 günümü almış, farkında bile değildim. Ha ama okurken yanlışını, eksiğini gediğini, falsolarını, kalitesini-kalitesizliğini de anlayarak, farkına vararak okudum. Ama sırf hikayeden ötürü kendimi öyle bir kaptırdım, gittim. Ama bakın bu noktada elimizdekinin ne olduğunu, ne olmadığını söylemem gerekiyor. Bu tıpkı Twilight ve ondan sonra gelen diğerleri gibi (evet o grili tonlu şeyler de dahil) evinde, işinde oturan yaşını başını almış bir ablanın ay aman ben de böyle hayal ediyorum, hülyalara dalıyorum diye yola çıkarak tesadüfen(!) çok-satan olmuş hikayesi. Bu tür kitapların (ve yazarların) taşıdığı tüm "attribute"ları taşıyor. Ana karakteri kendisinin tıpkısının aynısı: Tarihçi, İngiltere'de eğitim görmüş bir Amerikalı, fiziken tıpatıp kendisi ve binicilik gibi kendisinin de yaptığı bir hobiye sahip vb. Dahası Deborah abla resmen oturmuş, bakmış, okumuş tüm bu tür kitapları, hepsinde ne var ne yoksa bir araya katıştırmış. Cadılar, vampirler, araya hadi değişik bir şey yapmadı demesinler diye demon diye bir tür koymuş (ki gerçekten onlara ne yeteri kadar işlev yükleyebiliyor ne de yeteri kadar derinlik verebiliyor - bu arada "demon" sözcüğü ve kavramı esasında tarih içinde Hristiyanlaşan Avrupa'nın literatüründe yer alan bir şey), büyü olayını da eh o kadar yıllarca tarihi metinler üzerinde çalıştığından değişik mantıklı renkli zeminlere oturtmuş. Olay örgülerini, karakterlerin kişiliklerini, hikaye yapılarını bulabildiği her şeyi hakikaten bir araya getirmiş. Okurken sık sık hah bu da şuradan, o da buradan diye hatırlayıp duruyorsunuz. Hayır işin komiği tek bir seriden araklamamış olması. Öyle olsa ulan köftehor gitmiş çalıp çırpmışın diyeceğim, tüüü edeceğim. Ama hiç bozuntuya vermeden, gayet dikiş diker gibi bulabildiği her şeyden kocaman bir, onların "patchwork" dedikleri
battaniye yapmış. Zaman yolculuğu da var demiş miydim mesela ? :)
Evet var. İkinci kitapta da geçmişe gidiyoruz. Ki bence serinin en iyisini bu kitap yapan unsurlardan biri bu. Hayır benim zaman yolculuğuna zaafım olduğundan ötürü değil, ilk kitaba göre cidden yazımında dağlar bayırlar kadar ilerlemeler göründüğü için Deborah ablanın. Hakikaten ilginç bu durum. Tamam bir yazarın ikinci kitabında gelişmesi, geliştiğini görmemiz çok normal bir durum ama bu öyle de değil. Ana karakterlerimiz, bu cadımızla vampirimiz ilk kitapta nasıllarsa öyle konuşmaya, davranmaya devam ediyorlar ikinci kitapta da. Yani alabildiğine ergenler (sadece karakterleri açısından demiyorum, yazım açısından da öyleler, çünkü yazan kalemimiz yazamıyor). Ama olayların akışı, parçaların bir araya gelişi, geçmişin tablo gibi içindeki her bir öğesiyle önümüze resmedilmesi şahane oluyor. Hele ki kalabalık sahnelerde, bir dolu karakterin bir arada olduğu ve konuştuğu, etkileştiği sahnelerde Harkness ondan beklenmeyen bir şekilde çılgınca yazmış. Çoğu sayfada ne oluyor yahu nasıl olur yani bu kitabı yazanla ilk kitabı yazan, dahası birkaç sayfa önceki bölümleri yazanla bu bölümleri yazan aynı insan olamaz diye bakakaldım kitaba. (Bir de kitabı elime her alışımda içimden fışkıran, kafamın içinde dönüp duran şarkıdan da çok muzdariptim, öyle böyle değil gece gölgenin rahatına bak bir de dön kaderimin bahtına yaaaarrr)
Ama tabi bu ikinci kitabı okurken hissettiğim keyif ve şaşkınlık, üçüncü kitapla birlikte yerini aynı sıkıntıya bırakmakta gecikmedi. Üçüncü kitapta da yine kendisine dönmüş Deb abla. İlk kitapta hatalarıyla, kötü yazımıyla falan yine de idare edilebiliyordu hikayenin aşkına ama son kitapta sanki her şeyi cevaplandırmak, sonuca erdirmek zorunda olduğunu bildiğinden ve tabi daha katıştırması gereken başka başka kitap serilerinin son kitapları olduğundan ötürü bir sıkıcılık, bir tekdüzelik, aman şuraya da bir şaşırtıcı şeyler yapayım da vauuuvv desinler'cilik hakim oluyor. Bakın ablanın elinde manyak malzemeler var, kendi halinde bile bıraksan acayip eğlenceli, keyifli olabilecek bir hikaye bu. Ama bir şekilde olmuyor, olamıyor. Üçüncü kitap tüm hevesimi de iştahımı da söndürüp, beni içinde süründürüp öyle bitti.
Tabi şimdi diyorsunuz aldın yere attın üstünde tepindin sonra da gömdün resmen. Hayır sadece objektif oluyorum. Evet çok keyif aldım, çok sevdim bu hikayeyi. Önüme çıktığı için ayrıca mutluyum, memnunum (gerçi ilk karşılaşmam değilmiş bu, seriyle. Goodreads'teki okunacaklar listeme eklemişim görüp de taa 2015'te ilk kitabı ama işte, dedim ya ilk başta, her hikayenin bir zamanı varmış). Deborah Harkness yarattığı bu evrenin içine dalmaktan, orada o karakterlerle güzel günler geçirmiş olmaktan dolayı gayet mesudum. Ama yazım açısından eksikliğini fark etmemem mümkün değil. Evet, ait olduğu türün çok gösterişli bir üyesi. Yazarının gayet iyi bildiği ve eğitimini aldığı bir konuda - tarih hakkında - yazmış olmasının da etkisiyle belki ait olduğu türün diğer serilerinden bir parça daha öne de çıkıyor gibi. Ama yine de "edebi" açıdan durduğu noktayı okurken açık açık görebiliyorsunuz. Bakın bunu böyle bir tür elitistlik, ne bileyim burnu havadalık gibi dürtülerle yapmıyorum, sadece bunca zamandır kitap okuyan insanlar olarak bir şekilde hepimizin hissedeceği, göreceği şeyleri söylüyorum. Evet damak zevki herkesin farklı oluyor ama bir yemeği tattığınızda yapanın yılların aşçısı mı, yılların evde yemek yapan teyzesi mi yoksa başka biri mi olduğunu anlayabilirsiniz ya, öyle bir şey.
Pekiii, tüm günahlarıyla sevaplarıyla bu hikayenin uyarlandığı dizinin durumu ne? (https://www.imdb.com/title/tt2177461/) İlk sezonu birer saatlik 8 bölüm sürdü, geçen hafta bitti. Yayınlanması da bir ayrı konu zaten, çözemedim ben bu tv işlerini. Oyuncuların falan instagramlarından çözdüğüm kadarıyla taa geçen sene çekmişler 8 bölümü de. Sonra yayınlayacak kanal, platform, ülke aramaya başlamışlar. Bu işler böyle oluyor artık herhalde. Benim internetten bulduğum hali Sky One kanalında yayınlanan (https://www.sky.com/watch/channel/sky-one/discovery-of-witches). Britanya ile senkronize izledim yani. Şimdilerde hala haberleri geliyor, bilmem şu tarihte şu ülkede bu kanala gelecek falan diye. İlk sezonun bittiği günlerde 2.ve hatta 3.sezonun da olacağı kesinleşti, instagramdan duyurdular. Yani 2. ve 3. kitap da aynı şekilde dizi halinde önümüzde belirecek. Mutluyum, çünkü oyuncular çok iyi, rollere çok iyi oturmuşlar ve çekim mekanları, detaylar gayet güzel. Tereddütlüyüm, çünkü ilk sezondaki gibi yaparlarsa izlemek yine gözlerime ve aklıma batar hale gelecek. Böyle diyorum çünkü ilk bölümdeki o coşkum beni bir 3 bölüm falan götürdükten sonra yavaş yavaş bir şeylerin olmadığını görmeye başladım. 3.bölümden sonra sanıyorum alla alla neden böyle, bir terslik bir şey var ama hımm... derken buldum kendimi. Oyuncular şahaneydi. Çekim kalitesi güzeldi. Senaryo bile kitaptan ufak tefek değişikliklerle daha da hoşlaştırılmıştı. Ama tüm malzemenin bir araya getirilişinde bir şeyler yerine oturmuyordu. Sahneler birbirine bağlanmıyordu, geçişler yoktu. Tek tek kameranın çalışmaya başladığı, birilerinin action! diye bağırdığı noktalarla kestiği noktaları görebiliyor, tek tek skeçler gibi hikaye parçalarının sıraya girdiğini hissedebiliyordunuz. Alıp götürmüyordu yani, şimdi bu oldu şimdi şu oldu şimdi bu oldu diye izlettiriyordu dizi kendini. Artık "editing" mi diyorlar işin asıl bilenleri, kurgu mu diyorlar, ne diyorlarsa işte anlatmaya çalıştığımı anlamış olmaları gerek. İşte eğer düzenleme odasındaki ekip bir şeyleri değiştirmezse, bu haliyle gelecek sezonlardaki o manyak malzemeyi nasıl harcayacaklar, tüh diyorum açıkçası.

2 Ekim 2018 Salı

Oliver Bowden'dan bir kitap olarak Assasin's Creed-->Suikastçının İnancı: Rönesans

1476 yılında Floransa kentindeyiz. Ezio Auditore henüz 20 yaşında bile olmayan bir delikanlı ve tek derdi sokaklarda avarelik edip, çatılardan bacalardan tırmanıp atlamak, kendi gibi arkadaşlarıyla kentin sokaklarını arşınlamak, eh ara sıra da Pazzi ailesinin oğluyla ve adamlarıyla dalaşmak. Ailesi Floransa'nın ünlü bankacı ailelerinden, bu yüzden Rönesans'ın bu ilk çağında - altın çağında Floransa parıl parıl parlarken arka planda tüm güçlü aileler İtalyan kentleri arasında entrika dolu güç mücadelelerine girişmişken Ezio hiçbir şeyden habersiz macera peşinde koşuyor. Ama günün birinde bildiği haliyle dünya başına yıkılıyor ve kendini bundan sonraki hayatında ailesinin intikamını almakla başlayıp, çok daha kadim bir inanışın, "amentünün" peşinde 15.yy.'ın İtalyan kent devletlerinin arasında sürüklenirken buluyor.
bu kitabın yazarı
artık Anton Gill mi diyeyim
Oliver Bowden mı bilemedim
Assasin's Creed - çoğunuzun da bildiği üzere - bir oyun aslında. İlk kez 2007 yılında piyasaya sürülmüş, bu zamana kadar I, II, Brotherhood, Revelations, III, Liberation, IV-Black Flag, Rogue, Unity, Syndicate, Origins, Odyssey olarak bir dolu versiyonu çıkmış (böyle versiyonu mu denir bilemedim çok emin değilim çünkü aşırı uzağım bu oyun olayına). Oyunların hikayesinin romanlaştırılmaya başlanması ise 2009'da gerçekleşmiş. Oliver Bowden ilk kitap Rönesans'ı yazmış ki bu ilk kitap aslında oyunun ikinci versiyonunun hikayesini barındırıyor. Bu ilk kitabın ardından (Epsilon Yayınevi'nin çevirip bastığı isimleriyle) Yoldaşlık, Gizli Sefer, Sırlar, Sahipsiz ve Cehennem geliyor. Bizde çevrilmeyen 3 kitap daha var, Epsilon'a sormak lazım bu kitaplar için tarihleri var mı. (http://www.epsilonyayinevi.com/kisi/oliver-bowden.html) Oliver Bowden bu arada, bir takma ad. Bir Rönesans tarihçisi ve aynı zamanda yazar da olan Anton Gill Rönesans'ı ve Yoldaşlık'ı yazdıktan sonra hadi bana eyvallah demiş ve geriye kalan kitapları yine aynı takma ad altında yazar Andrew Holmes yazmış. Eveeet, yeteri kadar yazılı kronolojik ve yazılı bilgiyle içinizi baydıktan sonra artık rahat rahat çemkirmeme geçebilirim. Haa ama önce bir ağlayıp, sızlayayım.
Bakın Assassin's Creed oyunlarını duyduğumdan-gördüğümden beri çok aşırı büyük bir hevesle ahh keşke ben de oynayabilsem diye iç geçiriyorum ben. Çünkü şu hayatta bana zevk veren bir avuç şeyin neredeyse hepsini barındırıyor hikayesi. Tarih, gizli tarikatlar, tarihin içinde dönen entrikalar, macera, aksiyon, geçmişe yolculuk, tarihin içinde gizlerin bulmacaların peşinden koşmak,...anladınız işte. Bu yüzden kitaplarının olduğunu gördüğümde hepten yerimde duramaz oldum. Oyun oynayamayacağımı bildiğimden hiç yeltenmemiştim ama tam da istediğim gibi o hikayelerinin içine atabilirdim kendimi kitaplarıyla. Ama kitapların peşine ilk düştüğümde nedense içimden bir ses geri dur dedi, biraz dur, biraz bekle bakalım. İnsan bazen hislerine güvenmeli (hatta her zaman o sesi dinleyin, kafanızın içindeki mantık çarklarını sallayın gitsin, ben ne çektiysem onlardan çektim). Bu yüzden uzun bir süredir kitapçıda dolaşırken en azından bir kere elime alıp, geri bırakıyordum. Sonunda geçenlerde, eylülün ortasında, canım fena halde İtalya çekmişken dayanamadım, vakti geldi dedim. Serinin ilk kitabı Rönesans, içinde benim gibi bir kafa için çılgınca şeyler barındırıyor, öyle böyle değil okurken rastladığım yerlere, insanlara, olaylara çığlık atarak, etrafta koşturarak, çok sevdiğim ve ayrı kalmak zorunda olduğum dostlarıma kavuşmuşçasına sevinmemek için zor tuttum. Floransa'da karşıladı bir kere kitap beni. Adım adım arşınladığım, hala gözlerimi kapatsam yönümü kaybetmeden yürüyebileceğim sokaklarda dolaştırdı, piazzalarda koşturdu. Ezio'nun geçtiği her yolda, üstünden atladığı her çatıda içimden ince bir ahh koyverdim. Yetinmedi hikaye San Gimignano'ya, Forli'ye, hala düşündükçe kendimi ıslak hissettiren Venedik'e sürüklendi. Tarihin içinde kovaladığım birçok karakter dolandı hikayeye; Leonardo (Da Vinci), Caterina Sforza (ama o ne kadındır öyle google aratın muhakkak duymadıysanız), Muhteşem Lorenzo (Medici), Machiavelli, Girolamo Riario, Mediciler Borgialar Orsiler Pazziler...Ahh tabi elbette sadece bunlardan ibaret değildi hikaye. Assassin'ler vardı, tarikat vardı, Tapınak Şövalyeleri vardı, şifreli antik parşömenler, gizli hazineler ve komplolar vardı. Yani başına geçip, iştahla yiyebileceğim o her zaman aradığım şahane yemek için tüm malzemeler vardı.
Ama hepsi bir araya gelince ortaya çıkan yemek hiç de hayalini kurduğum ya da olması gereken şey değildi. Bir şeyler fena halde yanlıştı. Aşırı sevdiğim şeyler oluyordu ama kitabı okumak için kendimi çok zorluyordum. Normalde pek merak ettiğiniz olaylar ve karakterlerle karşılaştığınızda sayfaları nasıl çevirdiğinizi bilemezsiniz değil mi? İşte ben de bu yüzden çok şaşırdım. Her okuduğum sayfa ile birlikte neden böyle oluyor diye kafam karıştı. Halbuki cevap gün gibi ortadaydı. Bu kötü yazılmış bir kitaptı. Anton Gill amcanın belli ki oyunun başında geçirdiği saatler kalemine tıpkı bir oyun gibi yansımış. Kitap okumuyor da ekrandaki oyunu takip ediyorsunuz sanki. Roman yazmak böyle bir şey olmamalı. O zaman Markus Zusak'in, Alessandro Baricco'nun, Tolkien'in, Umberto Eco'nun, Amin Maalouf'un yazdıklarına ne diyeceğiz? Hayır tamam bu saydığım isimler gibi şeyler de beklemiyorum, elime aldığım sayfaların bir bilgisayar oyunundan ortaya çıktığının farkındayım. Ama sonuçta roman bu, kitap. Daha fazlası, bir oyundan az biraz daha fazlası olması gerek. Yazan kişinin bunu sağlaması gerek. Bu adamın diğer kitapları da mı böyle acaba? Yoksa oyuna özgü bir şey mi bu yeteneksizliği bilemedim. Üçüncü kitaptan itibaren başkası yazmış ya, belki o kitaplar gerçekten "kitap"tır hı, ne dersiniz hiç şans yok mu?
Filmde de böyle olmuştu. Burada da yazmıştım hatta. Ne büyük beklentilerle izlemiştim, hatta filmin içinde ilerlerken daha da beklentiyle dolmuştum ama o da bir türlü olamamıştı. Dünyadan çok mu şey bekliyorum?

13 Eylül 2018 Perşembe

Madeline C.Zilfi'den "Osmanlı İmparatorluğu'nda Kölelik ve Kadınlar (1700-1840)"

Kadınlar ve gayri müslimler, dönemin erkek Müslüman üstünlüğünün iki temel dayanağıydı. Bu iki dayanak toplumsal bakımdan birbirine denk değildi. Kadınlık biyolojik bir kategori olarak anlaşılıyor, dönemin teknolojileri dikkate alındığında da kalıcı olarak görülüyordu. (...)Dini aidiyet, "Müslüman olmama" sıfatı, iradeyle terk edilebiliyordu; ihtida (din değiştirip İslam'a geçmek) sık rastlanan bir şeydi ve özellikle de böyle yapan erkekler Müslüman cemaatinde coşkuyla karşılanıyordu. Avrupa'nın gayri müslimler lehine (erkekler için doğrudan, kadınlar için onlara bağlı kişiler olarak dolaylı yoldan) müdahaleleri nedeniyle gayri müslimler, ister Müslüman, ister kendileriyle aynı dinden olsun, gelenekçilerin dayatmalarından giderek daha çok kaçınabiliyorlardı. Kadınların ise kendilerine kadın olarak diplomatik dokunulmazlık sağlayacak yabancı bir hamileri ya da doğdukları ülkelerin yasalarına ve geleneklerine başkaldırmalarını destekleyecek savaş gemileri yoktu.
Aslında bu cümleler durumu özetliyor. Osmanlı İmparatorluğu'na dair onlarca yıl bir dolu savaş ve anlaşmayla dolu tarih derslerinin içinde boğuşup duruyoruz ama hiçbir hocamız veya hiçbir ders kitabı bize o anlaşmaya mührünü basan padişahın annesinin ve onu büyütenlerin, doğduğu yerden zorla alınıp, hiç bilmediği bir şehirdeki bir sarayın içine hapsedilmiş, tüm kimliğinden tüm benliğinden vazgeçirtilmiş köleler olduğundan bahsetmiyor. Ya da o sayfalarca süren, anlata anlata bitiremedikleri savaşları kazananların, fetihleri yapanların, ailelerinden çocuk yaşta kopartılmış ve yıllarca sadece askeri eğitim verilmiş köleler, onlara uygun görülen isimleriyle devşirme erkekler olduğunu hiçbiri söylemiyor. Bu şekilde devşirilip, padişahın kölesi, kulu haline getirilmiş olmasına rağmen, yıllar sonra basamakları tırmanıp da o kölelik ettiği padişahın yanıbaşında bir paşa olduktan sonra - kendisi de zaten bir köle değilmiş gibi - konağına köşküne köleler doldurup, aynı muameleyi onlara edenlerle ilgili tek bir satır bile yazmıyor ders kitaplarımız. Amerika'daki kölelikle, Avrupa'daki kölelikle ilgili bir dolu film, dizi izliyoruz ama koskoca bir imparatorluğun neredeyse tamamen kölelerle yürütülmüş olduğunu aklımıza bile getirmiyoruz. 1846'da Sultan Abdülmecit'in yayınladığı fermanla Osmanlı'da köleliğin kaldırılmış olduğuna dair tek bir satır bilgi hatırlamıyorum ben bir türlü bitmek bilmeyen okul yıllarımdan. Gerçi bu da tam bir kaldırma değil, sadece sarayın neredeyse yanıbaşındaki Esir Pazarı'nın kapanmasına ve köleliğin el altından ama yine de açık seçik bir şekilde devam etmesine neden olmuş bir ferman bu. Çünkü sanırım bu koskoca kitapta da anlatmaya çabaladığı gibi Zilfi'nin, kölelik konusu bu coğrafyada, o filmlerde izlediğimiz durumundan çok daha farklı bir şekilde algılanmış yüzyıllarca. Kölelik anlayışı, bir kısmı dinden de kaynaklanan bir çok etkenle şekillenmiş.
İşte Zilfi büyük oranda bu anlayış farklılığını ve bakışı anlatmaya çalışıyor. Kitabının başlığında belli bir dönem belirtiyor, 1700-1840 arasını seçmiş. Tarih derslerinin olabilecek en sıkıcı şekilde anlatıldığı bizler için ise şöyle bir çerçeve oluşturabilirim bu zaman aralığına: Karlofça Antlaşması'nı hatırlıyorsunuz değil mi az buçuk, hah işte onun hemen ardından başlatıyor yazarımız zaman aralığını. Mısır'da Mehmet Ali Paşa'nın iyiden iyiye güçlendiği, Rusya ile habire savaşlara girilip çıkıldığı, hani şu Yeniçeri Ocağı'nı kaldıran II.Mahmud'un saltanatının bitişiyle de bitiriyor. Yani en azından böyle bir sözde bulunmuş ama kitaba başladığınızda fark ediyorsunuz ki Zilfi'nin hiç acıması yok; en başından anlatıyor her şeyi. Osmanlı'da köleliği anlatabilmek için kadınları anlatmak gerek diyor, onları anlatmak için toplum yapısını, onun için erkekleri anlatmalı diye Osmanlı'nın nasıl kurulduğundan, İstanbul'dan tutun da İslam'ın yapısına kadar her şeyi başa sarıyor. Aslında çok güzel ve yerinde, doğru tespitlerde de bulunmayı ihmal etmiyor:
Erken modern standartlar çerçevesinde kozmopolit bir kentti ama herkesi kaynaştıran bir yer değildi. İstanbul'a göç, yeni gelenlerin çoğu için hayatlarını değiştiren bir deneyimdi ama her şeyi değiştirmiyordu. Kentte yaşamak, buraya göç edenlerin beraberlerinde getirdikleri farklı kökenleri, toplumsal hal ve tavırları silmeye pek yetmiyordu.(...)Başkentin yerlisi bile olsalar nüfusun çoğunluğu kentli köylünün arketipiydi. Sözde kentliydiler ama memleketinde bıraktıkları aile fertlerine, köy cemiyetlerine, örf ve adetlerine derinden bağlıydılar.
Hatta bu tespitlerinin zamansızlığı yani zamandan, çağlardan bağımsız oluşu karşısında insan acı acı gülümsemiyor değil:
İmparatorluğun sınırlarının daralmasına, kaybedilen ya da savaştan zarar gören vilayetlerdeki mansıp, timar ve arpalıkların ortadan kaybolmasına rağmen, merkezi sistem 18.yüzyılda ve II.Mahmud'un hükümranlığı sırasında yeni mezunlarla şişmeyi sürdürdü. Merkezi sistem bunu yaparken aslında tutamayacağı sözler vermiş oluyordu.
Bunların yanında konuya dair güzel özetleri oluyor mesela ki o yıllar süren tarih derslerimizi de böyle anlatmayı seçmiş olsalar acaba koskoca bir millet olarak Osmanlı tarihini bu kadar öğrenmemiş halde olur muyduk diye merak ettiriveriyor:
16.yüzyıl hasekilerin, 17.yüzyıl valide sultanların devriyse, 19.yüzyıl da hanedan mensubu kız kardeşlerin devriydi.
Ancak tüm bu güzel satırlara, yerinde düşüncelere ulaşabilmek için kocaman bir karmaşa yığınının içinde kaybolmadan, yolunuzu şaşırmadan ve ipin ucunu kaçırmadan ilerlemeniz gerekiyor. Çünkü Zilfi her ne kadar bir zaman aralığı belirtmiş olsa da (ve bu aralığı hiçbir şekilde sallamamış olsa da) insan yine de bir kronolojiye uymasını, diyecek neyi varsa artık onu belli bir sırada söylemiş olmasını umuyor. Ama umduğumuzla kalıyoruz. Yazarımız olaya gayet felsefi ve akademik bir açıdan yaklaştığından olsa gerek konu başlıklarını da ona göre belirlemiş. Kronolojiden ziyade, anlamsal bütünlüğü oluşturma gayretiyle çeşitli açılardan ele alıyor geneli itibariyle Osmanlı'yı ve köleliği. E hal böyle olunca da her bir başlık altında tüm bir Osmanlı dönemini her defasında başından ama farklı bir konu etrafında okuyoruz. Bu durum bana bu yüzden hep dönüp dolaşıp aynı şeyi yazıyormuş ve ben de onu okumak zorunda kalıyormuşum hissi verdi. Maryland Üniversitesi'nde tarih profesörü olan Madeline C.Zilfi (http://history.umd.edu/users/mzilfi) tamam bu konuda çılgıncasına otorite bir insandır belki ama inanın koskoca kitap boyunca hep aynı şeyi söyledi bence. Arada güzel bilgiler verdi, vaaay öyle miymiş dediğim şeyler gösterdi falan ama asıl anlatmak istediği şey olan kölelik ve kadınlar hakkında söylemek istediği açık seçik bir şey yok gibiydi, lafı dolandırıp durdu sanki.
Osmanlı tarihi hakkında profesör olmuş bir insana da lafı dolandırıyor diye çamur attığıma göre sessizce uzaklaşabilirim sanıyorum çocuklar buradan. Ama hakikaten ya, ne umutlarla ne heyecanla aldım ben bu kitabı, içine düştüğüm batağa bak. Ne olaydı şöyle keyifli bir kitap yazaydın be hanım teyze he ne vardı..


Ben kitabı 7.cadde'deki İş Bankası Kültür Yayınları'nın yerinden almıştım. Arada bunaldığımda kendimi orada, o ufacık ama tıka basa kitapla dolu yerde buluveriyorum. Bir güzel yanı da büyük oranlarda indirim uygulanıyor olması oradan alırken kitapları. Bu yüzden mesela arka kapağında belirlenen fiyat 28 tl ama ben çok daha az bir şeye almıştım-tam hatırlayamıyorum gerçi.

3 Eylül 2018 Pazartesi

Jason Segel ve Kirsten Miller'dan "Otherworld"

Lise son sınıf öğrencisi Simon başını soktuğu belaların ardından, bir de çocukluğundan beri en iyi dostu olan Kat ile arasını düzeltmenin bir yolunu arıyordur. Ortada hiçbir sebep yokken Kat birden bire onunla görüşmeyi keser, üstüne bir de ne idüğü belirsiz tiplerle takılmaya başlar. Bu yüzden Simon da annesinin kredi kartını yürütüp, yeni piyasaya sürülen Otherworld oyununun özel başlıklarından aletlerinden falan hem kendine hem de Kat'e alır. Gerçek dünyada konuşmasalar bile en azından oyunda karşılaşıp, aralarını düzeltebileceklerini düşünüyordur Simon. Bu çabalarının ardından bir gün terk edilmiş bir fabrikadaki bir partinin sonucunda Simon'ın hayatı tamamen bambaşka bir yöne girer. Artık dostu Kat'i ve onun gibi başka gençleri de kurtarmanın sorumluluğu üstünde, Simon kendini yine Otherworld'ün sanal ama bir o kadar da gerçek dünyasında bulur. Artık tek çaresi oyunu bitirmektir.
Otherworld Jason Segel ve Kirsten Miller'ın birlikte yazdığı, 2017 tarihli bir kitap. Goodreads young-adult ve sci-fi kategorilerine almış kitabı ama sanırım artık böyle bir çağda pek sci-fi sayılmaz kitabın hikayesi. Bence young-adult yönü daha buram buram kokuyor. Ben kitaba havaalanında oyalanmak için girdiğim d&r'de rastladım. Aklımda bir kitap alma düşüncesi ile bakmıyordum, çantamda zaten halihazırda vardı kitabım ama üzerinde Jason Segel ismini görünce buna mutlaka bakmalıyım dedim. Bilmiyorum biliyor musunuz, Segel'i yıllarca How I Met Your Mother'ın Marshall Eriksen'ı olarak izledik (mesela bakın IMDb). Ben hem oradaki karakterini pek severdim, hem de aynı doğum gününü paylaştığımız için (arada 7 yıllık bir farkla) hep daha yakın gelir. Gerçi yine de o kadar işlerini takip etmişliğim yok, bir Forgetting Sarah Marshall (2008) 'ı izlemiştim tee çıktığında, bir de en bir sevdiğim, kalbimdeki yeri çok ayrı olan Freaks and Geeks'te izledim (oradaki karakterinden zerre hazzetmemiştim ama kısmet). Normalde böyle oyuncuların falan kitap çıkarıyor olmalarına çok burun kıvırarak yaklaşıyorum bu son senelerde. Çünkü sanırım bir tür moda, akım gibi bir şey oldu bu kitap yazma olayı. Sadece oyuncuları kastetmiyorum, tüm dünyada böyle durum oluştu bence. O yüzden az biraz da aldığıma pişman olmadım değil kitabı çantama atarken. Öte yandan bir isim daha vardı kitabın üzerinde - Kirsten Miller - ki kendisi geneli çocuk kitabı olmak üzere bir dolu kitap yazmış bir yazar. Ayrıca kendi sözlerinden kendini tanıtışını okuduğumdan anladığım kadarıyla acayip de kafa bir insan. Sizin benim gibi. O derece. (https://www.kirstenmillerbooks.com/)
Tüm bu motivasyonlarla - birbiriyle çelişen önyargılarla mı demeliydim acaba - sonunda geçen hafta okumaya başladığımda kitabı hiç de beklediğim gibi bir hikayeyle karşılaşmadığımı söylemeliyim. Dışında yazanlara falan bakınca ben direkt bir bilgisayar oyunu içinde böyle Matrix-vari şeyler falan olacak diye bekliyordum, gözümün önünde böyle Total Recall'dan sahneler falan (hayır oynak kaşlı Colin Farrell'li değil Arny'li versiyondan). Oysa hikaye oyun dünyasıyla gerçek dünyadaki aksiyon ve maceranın, kovalamacalı bir koşuşturmanın iç içe geçtiği bir kitap sunuyor. Ayrıca gayet iyi düşünülmüş bir oyun dünyası oluşturuyor. Karakterleri de olması gerektiği kadar ya da şöyle diyeyim, bir young-adult kitabından bekleyebileceğiniz gibi yazılmışlar. Zaten bu durum kitabın genelinde de böyle. Yani hikayenin kurgulanışı, ilerleyişi, anlatılışı hep ait olduğu tarzın beklentilerini karşılıyor. Tamam hikaye iyi düşünülmüş, çoğu yerde hiç beklemediğiniz şekilde ilerliyor ve bu oldukça ferahlatıcı bir okuma sağlıyor. Ama diğer her şey alabildiğine young-adult. Hani böyle koştururcasına okuyup, bir dikişte bitirmiş gibi hissettiren hikayelerden bu da. Çünkü bu tarzın dilinde yazılmış durumda. Kendine - veya yazarlarına - ait bir dili yok, böyle bir şey oluşturma kaygısı da yok kanımca. Sadece bizim gibi gerçek hayattan kaçarak kitaplara, hikayelere, oyunlara, filmlere, dizilere kendini atıveren çocuklar onlar da sonuçta, kendileri gibiler için kaçacak bir başka dünya hayal etmişler ve bunu anlatmak istemişler diye düşündüm ben.
Otherworld çekincelerime ve önyargılarıma rağmen okumaktan keyif aldığım ve aldığıma pişman olmadığım bir kitap oldu. Bu sene bitmeden ikincisinin de yayınlanması bekleniyormuş ki sanırım okumak isterim (şurada yazdığına göre tam olarak 30 ekim tarihi verilmiş ABD için). Ayrıca Jason Segel de Kirsten Miller ile birlikte yalnızca bu Otherworld serisini yazmamış, Nightmares isimli 3 kitaplık başka bir seriyi de ortaya koymuşlar. Yani Jason anladığım kadarıyla HIMYM'dan sonra kendini iyiden iyiye yazma işine vermeye çalışmış gibi görünüyor.

Bende kitabın Dex Kitap'tan Taylan Taftaf çevirisi 2018 tarihli ilk baskısı var. Dediğim gibi d&r'den almıştım, ark kapaktaki fiyatıyla:27 tl. Bu noktada şunu da belirtmeden geçemeyeceğim, kitabın isminin bu şekilde çevrilmeden bırakılmış olması hakikaten kimin fikriyse onu tebrik etmek istiyorum (hayır dalga geçmiyorum ciddiyim). Çünkü böyle şeyleri çevirmeye çalıştıklarında ortaya saçma şeyler çıkıyor, hem hikayenin ruhuna uymayan şeyler oluyor hem de pazarlama açısından başka bir şeymiş gibi görünüyor. Oysa bu haliyle bence şahane olmuş. (http://www.dexkitap.com/anasayfa)

12 Ağustos 2018 Pazar

Kerstin Gier'in Edelstein üçlemesi: Zaman yolculuğuyla eğlenceli bir gençlik hikayesi

Geçtiğimiz haziran ayında yine böyle bir cumartesi günü evde huzurun keyfini çıkarabileyim diye şöyle çerezlik, hafif ama ilgimi de cezbedecek bir şeyler izleyeyim diye açmıştım bu her zaman bir şeyler izlediğim online film izleme sitelerimden birini. Ne izleyebilirim ki diye bakınıp dururken, posterini görünce o yıllaaar yılı film izlemekle edindiğim engin tecrübelerim hemen atıldı, al bak bu kesin aradığım gibi bir şey dedim. Gerçi çok fazla "gençlik" şeyine tahammül edemiyor olduğumun da farkındaydım son birkaç senedir ama o kadar takılmam herhalde amaaan kapatır başka bir şey açarım olmazsa dedim. Başladım izlemeye.
Filmin henüz yarısına falan gelmiştim ki baya baya ilgimi çektiğini fark ettim. Allah allah ne ola ki diye kafamda tilkilerle filmi durdurup, nette araştırmaya giriştim. Kim yapmış nereden yapmış neydir diye. Bir kitap serisinden uyarlama olduğunu hatta iki tane daha devam filmi de olduğunu görünce bu kez kitapların peşine düşüp, araştırmaya başladım. Sonra bir baktım ki kitapları okumak istiyorum. Tamam film öyle kaliteli bir şey değildi, hatta oyunculukların kötülüğünden çoğu yerde kahkahalarla eğleniyordum ve sahne geçişleri, düzenleme o kadar amatör görünüyordu ki işlerini ciddiye alıp özel efekt yapmaya uğraşmış ekibe yazık olmuş diye düşünüyordum izlerken. Ama hikaye...Bir şeyler çekiyordu işte. Filmin kaldığım dakikasını kenara kaydedip, tamamen kapattım ve hemen ertesi günü, evden tek bir amaçla çıktım. Gittim serinin ilk kitabını aldım ve o pazar camın önündeki kanepeden kalkmadan o kitabı okudum. Ertesi gün yine elimde o kitap işe gittim, serviste kafamı kaldırmadan okumaya devam ettim, keşke odadakiler bakmasa da gizlice masanın altından kitabı okusam diye hesaplar yaptım tüm gün. O pazartesi eve dönüp de kitabı bitirir bitirmez hemen filmin geri kalanını izledim ve salı akşamı işten çıkınca ilk işim gidip serinin devamı olan diğer iki kitabı almak oldu. O iki kitabı ertesi 4 gün içinde resmen yuttum. Eh o kadar da uzamazdı ama tüm günümü işte geçirmek zorundaydım, lanet olsundu. Haftasonu nihayet geldiğindeyse diğer iki filmi izledim.
Kerstin Gier hanım ablamız
Bu kadar beni tutup içine alıveren hikaye Kerstin Gier adında 66 doğumlu bir Alman teyzenin yazdığı Edelstein (almancadan çevirirsek değerli taş yani) serisi. İlki 2009'da yayınlanan Rubinrot ile 2010'da yayınlanan ikincisi Saphirblau ve üçüncüsü Smaragdgrün'den oluşan "young adult" üçlemesi. Türkçe'ye Firuzan Gürbüz çevirmiş üç kitabı da ve Pegasus yayınlamış: Yakut Kırmızı, Safir Mavi ve Zümrüt Yeşil. Kalın kapaklı olarak basılmış üç kitap da, dizgileri pek eğlenceli sevimli. 14-15 yaşımda falan olsam o kapakları da çok hoş, her bir kitap ayrı bir pastel renkte. Ama işte...bu yaşımda bu görünüşteki kitapları elime alıp, dışarıda görülmekten pek hoşlanmayabiliyorum. Bir de üstünde "Aşk Tüm Zamanların İçinden Geçer" yazınca hepsinin, haliyle bir kendime hem kendime hem de bir türlü büyüyemeyen aklıma sövebiliyorum.
aralara böyle filmlerden sahneler koyuyorum ki yazı iyice içinizi baymasın
Peki beni bu kadar gevezeliğe iten ve yazının burasına kadar hala azimle gelmiş olanları da merak ettiren bu hikaye ne? Aslında tüm bu türden kitaplardan beklendiği gibi bir hikaye ve karakter var önümüzde. 16 yaşına girmekte olan Gwendolyn, ki yine bu türdeki kitapların hepsinin baş kahramanında olduğu gibi onun da uzun ismini kısaltıyoruz Gwenny gibi şeyler diyoruz, kaderin oyunuyla bir bakıyor tuhaf ailesinin asırlardır sırrı olan o ilginç geni o taşıyor. Zamanda yolculuk yapabilmeyi sağlayan bu gen sayesinde ailesindeki kadınlardan her jenerasyonda bir tanesi, bu durumu bilen ve gizli bir topluluk olan Lonca'nın yardımıyla hayatını düzene sokabiliyor. Eh bu jenerasyonda da kabak Gwenny'nin başına patladığından, her zamanki eblek kahramanımız kendini birden bire hem yüzyıllara yayılan komploların, entrikaların hem de hiç beklemediği maceraların içinde buluyor.
sağdaki Charlotte karakterimiz - oyuncu Laura Berlin ama pek güzel demiş miydim :)
Herhalde anladınız, beni çekiştiriveren zaman yolculuğu kısmıydı. Ama bu tema çevresinde çok çok kötü işler çıkaran hikayeler de var, Kerstin Gier çok şükür ki ele aldığı bu pek tehlikeli konuyu bir young adult hikayesinden beklenmeyecek tutarlılıkta ele alabilmeyi başarmış. Tamam öyle Primer'dır Interstellar'dır Edge of Tomorrow'dur falan bahsetmiyoruz, eh haliyle bulunduğumuz evren bir young adult evreni. Ama buna rağmen kendi içinde oldukça tutarlı ve mantıklı bir dünya kurmuş Gier. Çok çok ufak tefek bazı şeylerde ama ama ama oluyorsunuz, sonra da amaaan deyiveriyorsunuz. Yarattığı dünyayı hikayeleştirişi ise ayrıca bir güzel. Normalde bu türden kitapların çoğunda off aman yarabbi bu nasıl bir salaklık diye sövdükten sonra kenara fırlatırım kitabı. Salaklık olarak bulduğum şey olay veya karakter değildir, dildir, yazarın olmayan dilidir. Eğer dili, bu dilin meydana getirdiği cümleleri okunacak gibi değilse mümkünatı yok o kitaba devam edemem. Etsem de sırf ee sonunda nolmuş diye sayfalara göz gezdiririm sadece. Gier'in başardığı işte bir de bu. Dili rahatsız etmiyor. Tamam, benim için bir Markus Zusak ya da Alessandro Baricco veya Umberto Eco değil tabiki ama en azından o diğer tüm salaklar gibi de değil. Kasmıyor, okunuyor. Bir de karakterleri, her ne kadar öyle aşırı özenli gibi gelmeseler de birer ruh edinebilmeyi başarıyor ve keyif veriyorlar. Sadece bazen, yer yer aynı sesin konuştuğunu düşündürtebiliyorlar ama o kadar da takılmıyorsunuz. Bir de tek bir karakter, pek önemli esas oğlanımız Gideon çok ortalarda geziniyor karakter olarak. Gier bir ona bir ruh kazandıramamış gibi geldi bana.
allahııım filmlerin posterleri bile evde ben kendim paintte yapmışım gibi duruyor öyle bir amatörlük
Tabi filmleri de çok geçmeden yapıvermişler. 2013'te ilk kitabın, 2014'te ikinci kitabın ve 2016'da da üçüncü kitabın filmi gelmiş. Almanya yapımı ve Almanca olan filmler hikayeden ötürü Londra'da geçiyor ama ben mecburen Türkçe dublajlı izledim (online izleme sitelerinde altyazılı yoktu). Bu yüzden filmler daha da tuhaf gelmiş olabilir ama yine de o kadar da tuhaf değillerdi. Yani prodüksiyon açısından Hollywood yapımı gençlik-çocuk filmleri gibi görünüyorlardı. İlk filmde yukarıda da dediğim gibi oyunculuklar evlere şenlik. Herkes ayrı ayrı kötü. Yani aslında bilerek kötü yapmamışlar, insan anlayabiliyor. Sadece ortam öyleymiş ve ellerinden başka bir şey gelmemiş gibi. Sonraki filmlerde nasıl oluyorsa değişiyor bu durum. Ya gözüm alıştı ya da önemsememeye başladım bilmiyorum, belki gerçekten de iyileşmiş de olabilirler. Sonraki iki filmde her şey daha yerine oturmuş oluyor. Oyuncular daha iyi oynuyor ve sahneler de daha rayına oturmuş, daha akıcı hale geliyor. Bu noktada sanırım şunu da söylemem gerekiyor: Filmler, kitaplardaki hikayeyi sadece temel noktaları baz alarak alabildiğine yoğurup, kendi hikayesini oluşturmuş. Yani üç filmin de senaryosunu yazan Katharina Schöde öyle yapmış. Bu yüzden ben kendi adıma daha da keyif aldım. Çünkü sevdiğim elementlerle oluşturulmuş iki ayrı hikaye okumuş-izlemiş oldum.
yaa ben sizin shakespeare dinlemenizi severim yaa
Ben bir yandan utanıyorum okuduğuma evet, sonuçta kafamda bu yaşıma dair belli kurallar var. Ama bir yandan da ohh be iyi ki de keşfettim de okudum pek de keyif aldım oh olsun diyorum. Ve işte hatta tavsiye de edebiliyorum gönül rahatlığıyla. Yani tüm bu hikayeyle aslında neyi tavsiye ettiğimi anlayabiliyor olduğunuzu düşünüyorum.
Şimdi dönüp bakıyorum da o hafta, tüm bir hafta hakikaten kafam böyle bir devamlı sarhoşluk hali içindeydi. Tüm duyularımı uyuşturmuş haldeydim, çünkü tam da bu uyuşmuşluğa ihtiyacım vardı ve beynim bulduğu bu fırsatı hemen tanıyıp değerlendirdi bence. Atladım resmen can simidi gibi bu hikayeye. Bilinçli bir atlayış değildi, bazen sadece o dönemde ihtiyacınız olan şeydir bu. Sanırım zararlı alışkanlıklar edinenleri, ne bileyim alkol sigara bazı maddelerin bağımlısı olanları falan çok iyi anlayabilirim bu durumumda. Tıpkısının aynısı bir kafa ve ruh haliyle yaptım ben de bunları büyük ihtimalle ama işte sanırım şükretmem gereken nokta benim uyuşturucumun genellikle bir hikaye olması.

Kerstin Gier'in web sitesi-->https://www.kerstingier.com/

10 Ağustos 2018 Cuma

Andrew Hughes'dan John Delahunt:Bir Cinayetin Hikayesi

19.yy.'ın ortalarında Dublin. Üniversite öğrencisi John Delahunt küçük bir çocuğu vahşice öldürme suçu yüzünden idamını bekliyor soğuk hücresinde. Bu ürpertici bekleyiş sırasında da hikayesini yazmaya, anlatmaya başlıyor bulduğu kağıtların arka yüzlerine, boşluklarına. Onu bu suça iten, daha doğrusu bu hapishane hücresine kadar getiren olayların başlangıç noktası olarak kabul ettiği olaydan başlıyor. O zamanlardaki polis teşkilatının ihbar servisine karışmasından, pisliğe bir kere bulaşıldı mı nasıl bir daha temizlenemeyeceğinden devam ediyor. Çocukluğunda ailesinin iyi olan durumunun yıllar içinde bozulmasının ardından genç bir adam olarak içine düştüğü sefaletin ona yaptırdıklarıyla harmanladığı hikayesini tüm detaylarıyla anlatıp, son giysilerinin içinde asılacağı platforma doğru gidiyor, vedasını ediyor.
Andrew Hughes - ben çok
ciddi bir yazarım pozu bu herhalde, kaynak
Andrew Hughes tıpkı bu ilk romanının baş kahramanı gibi Trinity College'da eğitim görmüş, İrlandalı bir yazar. Dublin'deki Fitzwilliam Meydanı'ndaki binaları ve orada yaşamış insanların hikayelerini araştırdığı dönemde resmen kader onu ulaştırmış Delahunt'ın hikayesine. Farklı farklı haberler, insanların yazdıkları, yasal belgeler o dönemde gerçekleşmiş böyle bir cinayeti ve yargılanmayı işaret edince iyice araştırmış ve Delahunt'ın hikayesini sonunda oturup, kendisi yaratmış. Tabi aslında yazarımızın kendi ifadesine göre romanındaki birçok nokta gerçek. Kişiler gerçek, davalar gerçek, sokaklar olaylar gerçek. Sadece aradaki boşlukları hayal etmiş, bir de bazen sonucu olmayan şeylere sonlar düşünmüş. Haliyle John Delahunt'ın gerçekten yazarın anlattığı şekilde mi davrandığını, neden her şeyin bu şekilde olduğunu bilemiyoruz.
Hikayenin tüm bir temelinin ve iskeletinin bu kadar gerçek olduğunu bilmek yer yer insanı ürpertiyor da. Üstüne bir de Andrew Hughes'un kalemi ayrı bir gerçeklikle dolu. Bakın bunu hakikaten beklemiyordum ben. Rafta görünce kitabı, kapağı çekici gelmişti önce, sonra arkasını çevirip Dublin 1841 falan görünce de direkt kapmıştım. Ve beklediğim heyecanı, gizemi, dedektifliği yüksek bir cinayet romanı bulmaktı karşımda. Hani çok takılmadan okur, okurken baya keyif alır ama fazlasını da beklemezsiniz ya. Bir de tabi kendine seçtiği arka planı da gözümde romantize ettiğim bir dönem ve mekan olunca güzel güzel okurum demiştim. Ama beklediğimden çok daha fazlası çıktı bu hikaye. Daha doğrusu Hughes'un anlattığı haliyle herkes kanlı canlı önümde belirdi. İçim ürperdi her defasında. Yok, öyle kötü bir şey olduğunda falan değil; her defasında okuduğum karakteri yanıbaşımda bulduğumdan. Yani fiziksel olarak kaşı gözü saçı şusu busu böyleydi demeden sırf düşündüklerini, hissettiklerini, mantıksal akışını anlatarak bir karakteri bu kadar somutlaştırabilmek...Hem her bir cümlede ürkütücü hem de her bir cümleyle birlikte keşke ben de böyle yazabilsem dedirtici.
John Delahunt'ın hikayesi son zamanlarda hevesle elime alıp, birkaç gün geçmeden bıraktığım kitapların arasında güzel bir değişiklik oldu benim için. Hikayesinin içinde süratle yol almak istedim çoğu zaman, arada gözümün önüne serdiklerinden iğrenerek kenara atmak da istedim. Ama hani denir ya dört başı mamur, yazarının ellerine sağlık bir hikaye. O yüzden bence deneyin. Deneyebilirsiniz yani, benden söylemesi.


Andrew Hughes'un web sitesi: https://andrewhughesbooks.com/
Goodreads'te -->https://www.goodreads.com/book/show/40775087-john-delahunt

Kitabı ben d&r'dan almıştım, temmuz 2018 tarihli ilk baskı, Emre Can Sarısayın çevirisi, Can Yayınları'ndan 365 sayfa. Arka kapağındaki fiyatı 28 tl. Nette en ucuz fiyat olarak KitapYurdu'ndaki 18,20 tl'yi gördüm ben şimdilik.

19 Haziran 2018 Salı

Jona Lendering'den "Büyük İskender"

"Hikaye son derece bildik." diyerek başlıyor Hollandalı tarihçi Jona Lendering anlatmaya. Evet, hikayeyi hepimiz biliyoruz az çok. Günün birinde, o zamana kadar çok da adı duyulmamış bir halkın kendi çaplarında geçinip giden krallarından biri (veya ikisi) bulundukları dağlık ovalık Makedonya'dan ordularını toplaya toplaya dünyanın bir diğer ucuna Hindistan diyarlarına kadar ortalığı kasıp kavurmuş. Antik dünyanın halkları ona Alexander(os) diyordu ama biz kendimize uydurup İskender deyivermiştik. Zaten sanırım bu ülkede eğitim alan her bir aklı karışığın aklının azıcık daha karışmasına da bu sebep olmuş olabilir.
işte hepimizin bildiği koca burunlu İskender (belki şöyle bir az buçuk Colin Farrell'a benzetebiliriz)
Alexander the Great yani bizim Büyük İskender M.Ö.356 yılında Pella denilen şehirde doğduğunda aslında zaten çoktan yazılmış kaderi. Pella bugün Selanik'in 39 km kadar kuzey batısında, Yunanistan ile Makedonya'nın sınırında yer alıyor. İskender doğduğundaysa kendi yağında kavrulan Makedon krallığının başkentiydi. Gerçi kendi yağında kavrulma ifadesi pek de uygun kaçmıyor o zaman için, çünkü babası II.Phillip (ya da işte Phillipos) kısa süren fırtına gibi bir hükümranlık dönemi sonunda İskender'e neredeyse tüm Yunan kent devletlerine hükmeden bir krallık bırakmıştı. Ondan aldığı tüm hırs, azim, şiddet duygusu ve büyük oranda kendi manyaklığının da gazıyla İskender de onu yüzyıllar sonra tarihçilerin büyük-great olarak adlandırmasına sebep olacak seferine çıktı. Önce Anadolu'ya, oradan Pers İmparatorluğuna bitirerek Mezopotamya'ya, Pers diyarlarına, Mısır'a, Asya'nın içlerine ve Hindistan'a değin sürdürdüğü hiç bitmeyecek gibi görünen seferinin bir noktasında, daha 33 yaşında öldüğündeyse geride fethedilmiş ama resmen içinde her birşey bulunan bir çorbaya dönmüş kocaman bir imparatorluk bırakmıştı. Yalnız ben böyle en sevdiğim şeyi yapmaya başladım, çılgınlar gibi tarih anlatıp, tarihten bahsetmeye giriştim, kendime zor durduruyorum ve odak noktama geri dönüyorum--> kitaba.
Jona Lendering hakikaten şahane bir kitap ortaya çıkarmış. Önce bunu bir söylemem gerek. Bir aksiyon-macera filmi izler gibi dolandırıyor bizi kitabın sayfaları arasında. Ama çok incelikli bir çalışmanın sonucunu bu kadar keyifli bir hale getirebilmiş olması gerçekten büyük bir emek, çok güzel bir aklın emeği. Çünkü konu hakkında bir dolu yazılı belge varmış gibi görünüyor ya da neredeyse 2300 yıldır İskender üzerine, onun seferi ve ardında bıraktıklarının koskoca bir coğrafyayı, kültürü şekillendirişi üzerine birçok şey var elimizde ama aslında her şeyin çıkış noktası yalnızca iki yazılı kaynak. Seferi anlatan iki ana kaynağımız var ve diğer yazılan her şey, anlatılan her şey bu ikisinden yola çıkarak oluşmuş. İşte Lendering eldeki tüm kaynakları, her bir bilgi kırıntısını incelikle özümseyip, bir araya getirmiş ve bize alabildiğine doğruluk içinde ama okuması keyifli bir macera çıkarmış.
II.Phillip olarak tanımlanan büst,
bence ama vallahi bu da Val Kilmer'ı andırıyor
20 bölüm başlığı altında anlatıyor İskender'in hikayesini bize kitap. Her aklı başında tarihçinin yapacağı gibi tabi öncelikle İskender'in içine doğduğu ve onu haliyle o yapan ortamı anlatarak başlıyor. İskender'in hemen öncesinde II.Phillip ve ondan da önceki Makedon kralının, onların döneminde Makedonya'nın Yunan kentlerinin, Anadolu'nun, Pers İmparatorluğu'nun hikayesinden bahsediyor. İskender'in neden İskender olduğunu ve neden daha 20-21 yaşında sonu görünmeyen bir sefere dört nala çıktığını anlayabilmemizi sağlıyor bu ilk 3 bölüm. 4.bölümle birlikte o meşhur sefere başlıyoruz ki ne başlamak! Bitmiyor sefer. İskender ve komutanları, askerleri bir türlü savaşmayı bırakmıyor bölümlerce. Habire bir yerleri kuşatıyor, bir yerleri fethediyor, birilerini kılıçtan geçiriyor ve akşamında da oturup, kusana bayılana kadar içip, vur patlasın çal oynasın yapıyorlar. En başlarda okuması maceralı geliyor. Onlarla birlikte at sırtında biz de uçuyormuşuz gibi ilerliyoruz. Tabi bir yandan da dibine kadar detaylı, kaynaklı bilgilerle doya doya coşuyoruz. Ama bir noktada - en azından benim için - bu bitmek bilmeyen savaş, İskender'in bitmek bilmeyen şiddet-kan koşturmacası insanda bıkkınlık yaratıyor. Çıkış noktasını, amacını, hedefini, yönünü, rüzgarını kaybedip, savruluyor gibi hissediyor insan. Bir de tüm isimler birbirine girmeye başlıyor (yok öyle Rus edebiyatı tarzında bir kargaşa değil bu). Çünkü herkesin ismi aynı :) Tüm oğullarla babaları aynı isimde ve ne tesadüf ki (!) hepsi İskender'in hizmetinde çok tarihi öneme sahip işler yapıyorlar. Eh öyle olunca da oturup liste ve çizelge hazırlayasım geldi seferin ortasında. Ayrıca Lendering gayet mantıklı bir şekilde bu çılgın seferin bazı yerlerinde haritalar koymuş. Ama nedense bu haritalarda ben hiç aradığım yerleri bulamadım ya da öncesinde anlattığı bölümdeki güzergaha oturtamadım haritalarda yer alanları.
Yani demem o ki anlatımı ve hazırlanışı açısından - daha doğrusu yazarı açısından - neredeyse kusursuz denebilecek bir tarih kitabı bu. Tek kusuru, İskender'in kendi piskopatlığı :) (Bir de gözümün önüne hep Colin Farrell'ın küçük emrah kaşlarının gelmesine sebep olması -  bu arada neyden bahsediyor bu deli demeyin-->IMDb)


Kitabın bendeki basımı Kronik Kitap'ın mart 2018 tarihli 3.basımı, Burak Sengir'in (Hollandaca'dan direkt olduğunu tahmin ettiğim) çevirisiyle 455 sayfa. Nisan ayında Remzi Kitabevi'nden almıştım, arka kapağındaki fiyat 30 tl.

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...