Saat sabahın 10'u, işyerindeki masamdayım ve odada kimse yokken bunu yazmaya başlıyorum. Büyük ihtimalle burada, gün içinde bitiremeyeceğim ve akşam evde devam edeceğim ama olsun.
Geçen hafta yine böyle işyerinde, masamda bir şeylere bakarken My Modern Met'teki bir yazıya denk geldim, okumaya başladım, o saatlerde yapacak daha iyi bir şeyim yoktu. "The Story Behind Raphael’s Masterpiece ‘The School of Athens’"ti okuduğum yazı. Vatikan'daki bir freskin, Raphael'in yaptığı "The School of Athens" freskini kare kare, figür figür inceleyen bir yazı bu. Okumaya başladığımda aklımda sadece şey vardı, ulan o kadar gezdim oralarda, ne kadar baktım şu resimlere ama doğru düzgün okumadan gitmişim yuh bana yuh olsun bana diye söyleniyordum kendi kendime. Çünkü zamanında oradayken her şeyi de göreyim, ah aman hibe parasıyla nasıl geçineceğim, Vatikan'a nası bedavaya gireceğim endişeleriyle dolu bir halde panikle dolaştığım için hakkını verememişim gibi hissediyorum. Şimdi aklıma getirdikçe oradaki günlerimi yani, öyle düşünüyorum. O yüzden işte bu yazıyı okurken hem bir yandan orada, o salonlarda bir dolu insanın arasında boynum tutulana kadar duvarlara tavanlara bakarkenki halime ışınlanıp gülümsüyor vay be en azından gidebilmiştim oralara diyordum, hem de bir yandan işte bu yukarıda dediğim sebeplerden ötürü pişmanlıkla boğuşuyordum.
Ama sonra yazıda ilerledim. Her bir figürü tek tek özümseyerek okumaya devam ettim. Ve öyle bir an geldi ki kafamı ekrandan kaldırıp, fiziksel olarak bulunduğum ortama bakarken buldum kendimi. Ne yapıyorum ben burada diye bir süre kaldım. Ben napıyorum?! Yapmam gereken şey tam da bu okuduğum şeyken, ben burada ne yapıyorum? O yazıyı okurken her şey o kadar açıktı ki, o kadar net, o kadar düzgün bir nehir gibi akıp gidiyordu ki... Bakın ben hayatım boyunca bu duygunun eksikliğinden dolayı savrulup durdum, ne saçmalıklar denediysem hep bu duygunun peşinde olduğumdan yaptım. Ne mi duygusu? Bu, sanki her şey öyle olması gerekiyormuş gibi hissettiren duygu. Yani hani dizilerde, filmlerde şey diye duyarız ya hep "everything is as it should be" ya da "meant to be" gibi ifadeler. Türkçe'ye çevirmeyi denemeyin, sadece bunları duyduğunuz sahneleri, o hikayeleri gözünüzün önüne getirmeye çalışın, o anlarda hikayenin anlattığı, ifade ettiği, hissettirdiği şeyi. Hah işte o duygudan bahsediyorum. "Olması gereken" deyince yeteri kadar anlatamıyormuşum gibi geliyor çünkü.
İşte öyle bir anda geldi bu "kavrayış" bana. Bakın Rönesans sanatından, ne bileyim Vatikan'dan, Raphael'den, Antik Dönem felsefecilerinden falan bahsetmiyorum. Vah niye ben İtalya'da yaşamıyorum yok efendim vay efendim ben niye sanat tarihçisi değilim falan filan değil. Daha önce denediğim her şey de aslında bu olması gereken, meant to be'nin serzenişleriymiş zaten. Hep biliyordum ne olması, ne olmam, ne durumda olmam gerektiğini ama işte ben sadece filmlerde izlediğim için, dizilerde eğlendiğim için ve hatta içine düştüğüm lanet getiresice meslekten bir türlü zerre anlamadığım, kafam basmadığı için kaçıyorum diye düşünüyordum. Tembelliğimden diyordum hatta. Ben herhalde ya obsesifim ya da acayip üşengeç-tembelim ki mühendisliğe alerji geliştirdim diyordum. Hep izlediğim şeyler yaşadığım hayattan daha eğlenceli ve mutlu diye diyordum ben de arkeolog olmak istiyorum, tarihçi olmak istiyorum. Oysa hayatımın hiçbir döneminde, kazıya gittiğimde, arazi tozu soluduğumda bile bunu hissetmedim ben. Bu kadar kristal berraklığında önüme serilmedi. Onca müzeyi gezerken, antik kalıntıların arasında adım atarken bile bu kadar açık seçik göremedim ben bunu. Bilmiyorum belki bunca şeyi, bunca hatayı saçmalığı örselenmeyi savrulmayı yaşamam gerekiyordu. Ya da bilmiyorum yine benim salaklığımdı (her şeyde olduğu gibi). Ama o gün, yine bu masada, bu bilgisayar ekranına bakarken sanki tüm dünya netlik kazandı.
Şöyle bir senaryo çizerek anlatayım "olması gereken"i. Benim tarihçi olmam gerekiyordu. Bildiğiniz normal bir şekilde tarih eğitimi görüp 4 sene, sonra akademik bir şekilde ilerlemem gerekiyordu. Bir dolu şey araştırmam, yazmam, yayınlamam, anlatmam, habire öğrendiklerimi bildiklerimi öğrencilere, dünyadaki diğer tarihçilere anlatmam gerekiyordu. Çünkü öğrenmekti beni şarj eden (yazımına baktım bu şarjın TDK'nın sözlüğünden garanti olsun diye:p ). Tarihle ilgili her şeyi öğrenmek, her bir köşe taşının her bir detayın hikayesini dinlemek. Kaybolmak tarihin içinde. Her bir kelimenin kökenini bulup, çıkarmak. Her bir harfin her bir işaretin nasıl ortaya çıktığını açıklamak. Yaptığım şeyleri neden yapıyoruz milyonlarca yıldır, tüm soruların bir cevabı var mı, bunun peşine düşmek. Bu yüzdendi evet Indiana Jones'a Relic Hunter Sydney Fox'a kafayı takmalar. Bu yüzdendi hepsi ama yanlış yollara sapmışım, dolanmış durmuşum, bir türlü algılayamamışım.
Ama işte şimdi yine başınızın etini yediğim noktaya geliyorum. Burada 2011'den beri size, bilmem kaç yıldır arkadaşlarıma habire aynı şeyi söylüyormuşum, dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyormuşum gibi görünüyor biliyorum. Hepiniz çok sıkıldınız bu muhabetten, öff gene mi aynı şey yeter be 70 yaşına geldin diyorsunuz, onu da biliyorum. Ama sadece yazmam gerekiyordu, anlatmam gerekiyordu. Çünkü yine önümde salak saçma bir yol var gibime geliyor ve kafamda da bir dolu düşünce. Çıkmadık candan umut kesilmiyor galiba bir türlü. Ne yapacağımı, nasıl yapacağımı bilmiyorum ama bir şeyler yapacağım, yapmam gerek, bu kesin. Bir yolu olmalı. Bu ruhla doğmuş olmamın bir nedeni olmalı. Kafam son sürat bir yol bulmaya çalışıyor bu günlerde, çalışmaktan patlamak üzere son devirde.
Bir yolu olmalı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder