27 Şubat 2021 Cumartesi

Bir BTS Hikayesi


Yine bir şeyi anlatmaya en başından başlayacağım. Çünkü ne de olsa bu da bir hikaye ve hikayeler hep en baştan başlar.

2013 senesi. 25.yaşımı ardımda bırakışımın şerefine, o seneye Orlando'da bir hostelde uyuyarak girmişim. Hostel dediğim de vallahi bu korku filmlerinde görürüz ya yol kenarı tam cinayet işlenmelik motellerinden. Arada dışarıdan, çok uzaktan insanların kutlama sesleri, havai fişek sesleri falan var ama biz N. ile baygın düşmüşüz gezmekten, uyuyoruz. Bir yandan aşırı mutlu olmuşum, sonunda hayallerden biri gerçekleşmiş, çocukluğumda, ilk gençliğimde izlediğim, yaşamayı hayal ettiğim o dizilerdeki, filmlerdeki hayatların ülkesine, şehirlerine gidebilmişim. Amerika kıtasına ayak basmışım. Bir yandan da artık 2.senesine giren "çalışma hayatı"nın karanlığından dibine vurmak üzereyim. "Ama nolur ben yarın sabah kalkıp da işe gitmeyeyim artık. Nolur ya, ben artık işe gitmeyeyim. Yazar olayım, kaşif olayım, fotoğrafçı olayım, gezgin olayım, maceracı olayım, dağlara tırmanayım, okyanuslara dalayım, göklere uçayım, ağaçlarda uyuyayım...ama artık o işe gitmeyeyim, bilgisayar mühendisi olmayayım." diye burada iyice sızlandığım zamanlar. Ben artık bu çalışma olayını bitirebilirim kredi ödemesini yapacak kadar para birikiyor sayılır diye düşündüğüm, kendimi gaza getirip, bir daha üniversite sınavına girdiğim zamanlar. Ki sonra da kazanıp, işi bırakmaya cesaret edemediğimden yine kendi kendime kızarak gidip kayıt olmama rağmen devamını getirmediğim 2013 senesi. Öteki yandan kafamın içindeki "demon"larla da son sürat uğraştığım zamanlar. "And just because the two of us,Will both grow old in time, Don’t mean we should grow old together. So I’ll be sure to turn my back, On everything you said you’d do." diye satırları buraya yazmama, üzerinden yıllar geçtikten sonra olacakları, bir gün olacakları, bilmeme rağmen yine de içimde her şeyin mucizeye dönüşeceğine dair umutla, o salak saçma umutla zamanımı heba ettiğim zamanlar. Ama bloggerlık açısından, Neverland'e yazma oranım açısından delicesine de zamanlar. Habire bir şeyler yazıyorum, paylaşıyorum, düşünüyorum, okuyorum. Sherlock Holmes hikayelerini bir bir yutuyorum. Cyrano de Bergerac'ı izlemişim, tiyatroya ilk defa aşık oluyorum. Psikolojim iyice kötüleşiyor, senenin sonunda Neverland'i bırakıp, kaçacağım ama bir yandan da yazdıklarımla ilgili en çok etkileşimi aldığım zamanlar oluyor. Blogger'ın son güzel zamanlarının sonu. O senenin içinde reader'ı kapatıp, şimdiki haline çevirmeye başlıyor çünkü. Blogu takip edenlerin, yazılara yorum yapanların profillerine girdiğimizde hala kendi bloglarını görebildiğimiz zamanlar. Bunu niye kaldırdı blogger, ne alıp veremediği vardı bilmiyorum. En saçma yeniliğiydi bu bence. Çok sinirliyim bu konuda. Çünkü etkileşim kurmanın bir yoluydu bu. Takip edenlerin ya da yorum yazarak bir şey söyleyenlerin kendi bloglarına girip, onlar da ne yazmış, ne yazıyor diye bakabiliyordum. Yeni insanlar tanıyabiliyor, yeni hayatlar görebiliyordum, yalnız olmadığımı düşünebiliyordum. Boğazında kalsın e mi blogger? Neyse. Ben tüm bunlarla uğraşırken, dünyanın çook uzak bir köşesinde, bir gün gelip de ekranımdan tanıyacağım yedi genç adamın hayatında neler olduğunu bilmiyordum tabi.

O zamanlar çılgınca diğer bloglara bakıyordum. Dediğim gibi, takip edenlerinkilere, sonra onları da takip edenlerinkilere. Benim o zamanlar Güney Kore dizilerinden ya da Kore'nin varlığından falan pek haberim yok, Uzak Doğu ülkelerine ve kültürüne, insanlarına bakış açım da şimdiki Hindistan ve Hintlilere bakışım gibi (nolur nolur nolur). Haliyle Neverland'de hiç böyle şeyler yoktu. Ama benim o dolandığım bloglarda, yani beni takip edenlerde hep dizilerine rastlıyordum. Bir dolu Kore dizisi. Bir dolu yazı. İzlemediğim şeylerin yazılarını okuyordum, dahası izlemeyi düşünmediğim. Sadece okuyordum, izlemek aklımın ucundan bile geçmiyordu. Eğlenceliydi, o kadar eğlenceli geliyordu ki düzenli bir şekilde açıp yeni yazı var mı diye baktığım bloglar birikmişti. Ama hala izlemiyordum. Bu 2014 ve 2015'te de böyle sürdü. Depresyona girdim, depresyonla bütünleştim, Neverland'e geri döndüm, işi bıraktım, bir daha yüksek lisansa başladım, abimlerle aynı evi paylaştım, yeğenimin büyümesine şahit olurken bir yandan çılgınca sunumlar hazırladım dersler çalıştım ama o yazıları okumaya devam ettim. Yani şöyle düşünün (bu arada bu yazıyı hala okuyan var mı, buraya kadar dayanabildiniz mi? Daha asıl anlatmak istediklerimi anlatmaya başlayamadım bile, daha 2020'ye bile gelemedim aman yarabbi!), curling müsabakaları hakkında her gün yazılar okuyorsunuz (onlara müsabaka mı deniyor maç mı deniyor en ufak bir fikrim bile yok). Ama ne tvde bir kere görmüşlüğünüz var ne de izlemişliğiniz. Dahası hiç açıp da bakma gibi bir şey de aklınıza gelmiyor. Ama müsabakayı anlatan yazıları okuyup duruyorsunuz. Öyle bir durum. Curling nereden esti, hiç sormayın.

Neyse ki bir noktada aklıma gelmiş olmalı izleyeyim mi ben ya böyle bu dizilerden falan dediğimi hatırlıyorum. Bu arada sene 2016'ya gelmişti, son sürat İtalyanca kursuna koşturduğum, yüksek lisans sunumlarına yetişmeye çalıştığım ve Roma'ya gitme hayalleri kurduğum günlere. İkinci yeğeni bekliyordum, daha birincisi ile ne yapacağıma dair bir fikrim yokken. Günlerimi o yüzden bir yandan da abimlere bölüyordum, evde bir gün geçiriyorsam 5 gün onlarda duruyordum. Doğum yaklaştıkça benim Roma'ya taşınma günüm de yaklaşıyordu. O günlerden birinde, yine bir gece uyuyamazken (abimlerde hiçbir türlü uyuyamıyorum, en başından beri böyleydi, hala böyle - kanepeleri aşırı rahatsız, elyaf yorgan ve yastıklar daha da rahatsız ve en kötüsü aşırı hafif uykum, neyse) bir tanesini açayım şunların dedim. Burada da anlatmıştım, "Fated To Love You" diye bir diziydi açtığım o gece. Neden oydu, nasıl o oldu bilmiyorum, öyle denk geldi, kim bilir. Diziyi şurada anlatmışım, izlemeye nasıl başladığımı da aslında şurada anlatmışım. Neyse. Orada da demişim zaten, 2016'nın ağustosunda böyle bir tane dizi izledikten sonra 2017'deki günlerime gelebiliriz. Buradan biliyorsunuz, 2017 tamamen evde, sabahtan akşama ben napacağım ben ne olacağım yüksek lisansı salladım bıraktım iş mi bulacağım nasıl iş bulacağım diye dolandığım seneydi. İşte o sene kendimi tamamen bu Güney Kore dizileri işine kaptırmaya başlamıştım. Açıp, listeler yapıyordum (ben ve listeler, ayrılmaz parçalar). Ne bulursam izlemeye çalışıyordum. Meşhur Moon Lovers (şurada) faciamdan sonra dizinin müziklerini aramaya başlamıştım. Bakın deli gibi dizilerini izliyordum ama hala kültüre ya da müziklerine dair bir şeye bakmıyordum, onlara olan bakış açım en baştaki gibi sağlam duruyordu. Ama Moon Lovers'ın müzikleri...Tarihi dizi ve epik melodiler. Tabiki peşine düşmüştüm. Bir şarkı vardı yalnız, bakın bu. Şimdi yazarken yine dayanamadım açtım dinliyorum. Ne dediği hakkında hiçbir fikrim olmadan, sırf dizide izlerken hissettirdiklerinden bile bir dolu şey anladığımdan, vurulmuştum (off gene içim çok kötü oldu, gece gece, öff). Youtube'da fellik fellik arayıp, günde 5 kez dinleyince tabi pek sevgili youtube diğer k-pop şarkılarını da önermeye başlıyor. İşte büyük ihtimalle o zaman denk gelmiş olmalıyım, çünkü bir dizide duyup da baktığımı hatırlamıyorum. "Dope" diye bir şarkı söyleyen bir grup çocuk. Çocukları ayırt edemiyordum ama şarkı aşırı eğlenceliydi, aşırı hareketliydi ve ben yine ne dedikleri hakkında en ufak bir fikrim olmadığı halde şarkıyla birlikte havalarda zıplıyordum. O zaman dinleme listeme kaydettiğim bu şarkıyı sıkıldıkça, bunaldıkça açıp ayağa fırlıyordum. Ama hala içimde bir merak yoktu, açıp başka grupların başka şarkılarına şöyle bir bakayım demiştim ve felaketle sonuçlanmıştı. Çok kötüydü, dinleyebilmem mümkün değildi. Kız gruplarının seslerine dahi dayanamıyordum (hala öyle). Bu "Dope"u söyleyenleri de araştırmıyordum, öyle ya k-pop dinleyecek değildim, zaten bu kadar kalabalık grup mu olurdu daha hiçbirini ayırt bile edemiyordum gerçi o arkadaki gözlüklü kısa pantolonlu çocuk hiç fena değildi ama ekrana çıkışını bile yakalayamıyordum ki. Amaan neme lazımdı canım, bulduğum birkaç şarkıyla mutlu mesut devam ediyordum.

2018'de yeni işe başlarken bir yandan dizileri üçer beşer devirmeye de devam ettim tabi. Ama bu sefer dizilerde çalan şarkılar çeşitlenmişti, çok değişik şeyler duymaya başlamış, sürekli dinleme listeme eklemeye ve şarkıların hikayelerini araştırmaya başlamıştım. Bunun gibi ve şunun gibi. Ama sanırım hayat hakikaten de işaretlerden ibaret ve her şeyin, her bir şeyin bir zamanı, evrende gelişigüzel dolaşmayı bırakıp, olması gerektiği bir yeri var. Beee diye ekrana fısıldasak karşımıza sonraki elli gün beeeli videolar, reklamlar, haberler bombardımanı getiren youtube (ehem google), bana o zamanlar başka hiçbir şey önermiyordu. Önermemişti. Sene 2018'di ve ben yine de harıl harıl Güney Kore dizisi izliyordum.

Her şey bu lanet olasıca geçtiğimiz sene, 2020'de haziranda annemin haberiyle başladı. O kapkaranlık günlerde, şu an birkaç cümle yazmak için aklıma gelmesine bir beş dakika bile katlanamadığım o günlerde, hiçbir şey izleyemiyordum. Hiçbir şey dinleyemiyordum. Annemin hastanede ameliyatı beklediği, , ameliyatta olduğu ve yoğun bakımda olduğu zamanlarda, tüm o elimden hiçbir şey gelmediği halde oturup beklemek, dahası hayatıma devam etmek zorunda olduğum, işe gidip, akşamları eve geldiğim o günlerde o çok sevdiğim dizileri de izleyemiyordum. Her şey, her bir hikaye parçası, her bir karakter, her bir olay bir yerden dokunuyordu. Ama vakit geçirmeliydim. Delirmemek için, aklımı elimden kaçırmamak için içinde bulunduğum gerçeklikten çıkmalıydım. Boğulmamak için kafamı suyun üstünde tutacak bir şeylere ihtiyacım vardı. Daha öncesinde izlenecek hiçbir şey yok gözüyle baktığım youtube'u açmaya başlamıştım. Önceden takip ettiğim gezi hesaplarını izlemeye çalıştım, başka ülkede yaşayanların videolarına bakmaya çalıştım. Baya da oyaladılar beni, haklarını yemeyeyim, aklımı uzaklaştırmama çok yardımları dokundu. Sonra bir gün ana sayfada hep bir şeyleri önermeye başladığını gördüm youtube'un. Bangtan bomb'ları. Şimdi ne olduklarını çok iyi biliyorum ama o zaman hiçbir şey ifade etmiyordu. Bir gün, bir tanesine bakmaya karar verdim. Öylesine açıp izlediğim o video hangisiydi bilmiyorum ama eğlendim. Hakikaten o üç beş dakikada hiç beklemezken gülümsedim. Tüm o karanlık bir anda, bir beş on dakikalığına aralanıvermişti. Salak saçma şeyler yapan, kendi aralarında konuşup, hoplayıp zıplayan birkaç çocuğu izlemiştim ve dünya kısa bir süreliğine de olsa mutlu bir yer gibi gelmişti. O zaman bu çocukların, birkaç sene öncesinde videoda izlediğim ve hala açıp dinlediğim şarkıyı söyleyen grup olduğunun farkına bile varmamıştım. Bu neyki böyle, neydi ki bu böyle diye sırıtarak ekrana bakıyordum.

Annemin - şükürler olsun ki - her şeyi atlatıp, düzelmeye başladığı ve benim ona bakmayı bırakıp, eve ve işe geri döndüğüm günlerde, ağustosta bu sefer youtube'un ana sayfamda önerdiği kadarını izlemeye başlamıştım. Yine de çok değildi, her gün belki 2-3 tane bangtan bomb ya da episode falan görüyordum, 5-10 dakika eğlenip, kapatıyordum. Eylül geldiğinde nihayet araştırmaya başlamıştım. O zaman işte benim Dope ile grup arasındaki ilişkiyi anlamış, jetonu düşürmüş, azıcık aydınlanmaya başlamıştım. Ama hala burnumu yerden almak için eğilmiyordum, k-pop dinleyemezdim, hele hele bu yaştan sonra boyband falan hıh. Ama bu çocuklar çok...eğlenceliydi. Samimi gelen bir şeyler vardı, insanı sarmalayan bir ruhları vardı. Ekim ayı geldiğinde işte o noktada ödül törenleri performansları çıktı karşıma, youtube o zaman önermeye karar vermişti. Ve neye uğradığımı şaşırdım. Bakın benim ödül töreni performansı anlayışım en son MTV'nin Video Music Awards şovlarının 98'le taş çatlasın 2003 arasındaki görüntülerini kapsıyor. Onlardan oluşuyor yani, üniversite ile birlikte popüler kültür bitmiş bende. Oysa bu çocukların bu yaptıkları, bu performanslar, bunlar böyle neydi böyle?! Şoka girmiştim. Dünyada neler dönüyordu böyle ben bakmadığım onca zaman? Hala müzik ödülleri falan mı veriliyordu? İnanılmazdı. Şarkıları ilk defa duyuyordum, çocukları şarkı söylerken ilk kez izliyordum (tamam Dope klibini saymıyoruz). Salonda, tvnin büyük ekranına yansıtmış izliyordum. Hele bir cumartesi akşamı donakalmış halde nerdeyse yarım saatlik bir ödül töreni performanslarını izleyişim hala aklımda.

Ve sonrasında tamamen kendimi kaptırdım. Daha önce bahsetmiştim ya, tek başıma olduğumdan uzun yıllardır, bir şeye takılınca sonuna kadar kaptırıyorum beni durduracak bir mekanizma kalmıyor diye, hah işte aynısı oldu. Açıp, önce youtube hesaplarındaki tüm videoları, 2013'teki ilk videodan itibaren tek tek izlemeye başladım. Ama öyle böyle değil. Sabah akşam. Her an. Bir yandan işe gidiyorum, bir yandan tez yazmaya çalışıyorum. Ekim, Kasım, Aralık boyunca neredeyse sadece temel yaşamsal fonksiyonlarıma yetecek kadar ekrandan ayırdım gözlerimi. O kadar ameliyat, acı, emek verdim bu gözlere böylesine hoyratça kullanmamalıydım biliyordum ama engel olamıyordum kendime. Habire videolarını izliyordum. Video izleyemeyecek durumdaysam kronolojik olarak albümleri açıyor, onları dinliyordum (çünkü her şeyi en baştan tek tek, kronolojik olarak deneyimlemeliyim ya, manyağım ya ben). Günlerce, haftalarca tek tek şarkıları dinledim, sözlerini yazılış hikayelerini okudum. Günlük videolarını izledim, kliplerini izledim, her bir videonun altındaki binlerce yorumu okudum. Weverse yükledim, Vlive yükledim. Tam olarak ne kadar video, şarkı, yazı ya da aslında bu çocukların hayatlarının ne kadarını o 2-3 aylık sürede yaşadığımı anlayabilmeniz için şöyle sıralamalıyım: Youtube'da BangtanTv diye tamamen grupla ilgili videolar yayınlayan hesaplarında sadece Bangtan Bomb başlıklı 700 küsür video var. Bunun yanında 2013'ten beri tüm katıldıkları programlar, ödül törenleri, verdikleri röportalar, şarkıları, şarkıların klipleri, tüm fotoğraf çekimleri...hepsinin arka planında olanlar...da var. Şirketleri Bighit'in Bighit Labels youtube hesabında ayrıca 131 tane BTS videosu var. Twitter'da grubun hesabında ve şirketin hesabında başka bir dolu fotoğraf ve video var. Vlive'daki hesapta 2015'ten bu yana yaptıkları canlı yayınlar ve Run BTS, BTS Gayo gibi kendi minik şovları var. Bir yandan da Weverse'te habire bir şeyler paylaşıyor, hayranlarla etkileşime geçiyorlar, diğer yerlerde yayınlanan videoların behind the scene'leri falan yayınlanıyor. Ki bu saydıklarımın yanında bir de latin alfabesiyle yayınlanmayan başka platformlarda da hesapları var ve oralarda da bir dolu içerikleri var.

Tüm bunlar en başta bana aşırı yabancı geldi tabi. Oralardaki bu müzik endüstrisinin sistemine, tüm bu olan bitene tamamen yabancıydım. Şirketler liseye bile başlamamış çocukları "stajyer" gibi bünyelerinde yıllarca eğitim veriyor, ardından hazırlanan şarkılarla, konseptlerle piyasaya sürüyordu. Tüm ülke böyle manyakça bir sistem oluşturmuş, dönüp duruyordu. İlk başta hakikaten saçma ve anlamsız geliyor, insan algılamakta zorlanıyor. Minicik çocuklar yıllarca her gün yemeden içmeden dans ediyor, şarkı söylüyor, dans ederken şarkı söylüyor ve hepsi de sonunda piyasaya çıkma şansına sahip olmuyor. Neyse bu konuya çok girmeyeceğim, çünkü bahsedecek aşırı şey var, etraflıca anlatmak gereken pek çok şey var. Demeye çalıştığım, tüm o videoları izlemeye, şarkılarını dinlemeye başladığımda bir yandan hayatlarıyla da yüz yüze gelmiş oldum. Düşünün 2013'ten beri hemen hemen her gün, her an yanlarında etraflarında bir kamera tutan bir insanla dolanmışlar, dolanıyorlar. Şirketin kameramanları her anlarını kayıt altına alıyor. Konserlerin öncesinde heyecanla hazırlanırlarken, sonrasında yorgunluktan bitap düşmüş oralarda buralarda baygın uyurlarken, ödül aldıktan sonra salya sümük ağlamalarını gizlemeye çalışarak koridorlarda yürürlerken, onca işin arasında ortaya gelen yemekten herkes birer parmak atıştırırken...Başladıklarından beri 3 ayrı konser arka planı filmleri var. Her yaptıkları konser turuna ait uzun uzun dvdler var. Her sene yılbaşında, Noel'de ayrı programlar, özel günlerde bayramlarda hazırladıkları videolar, her sene piyasaya girişlerinin yıldönümünde hazırladıkları radyo programı ve kutlama videosu, hayran buluşması şovu var. Ayrıca 2016'dan itibaren her sene bir yere tatile gittikleri geçen sene mecburen In The Soop'a dönüşen, Bon Voyage programları var. Bir de ayrıca kendilerinin ellerine kamera verip, çektirdikleri. İnsan bir yandan üzülüyor tüm bu hayatlarına milyonlarca insanı sokmak zorunda kalışlarına, bir yandan da bu onların mesleği, işi diyor. Yani ben nasıl para kazanmak, hayatımı sürdürmek için her gün bilgisayara bakmak zorunda kalıyorsam, bu benim işimin bir parçasıysa, tüm bu hayatlarını ortaya serme durumu da onların işinin bir parçası. Çünkü onlar da bir anlamda bu yolla bizim hayatımıza (onları takip eden hayranların hayatına) girebilmiş oluyorlar, yani biz ne kadar onların hayatının içinde olursak onlar da bizimkinin içinde olabiliyorlar. Bu sayede hayatlarını sürdürmek için gerekli olan kazancı sağlayabiliyorlar, hem maddi hem de manevi olarak. İnternetin sunduğu bu kocaman bütünleşmiş dünya olmadan, çocukluğumda, gençliğimdeki tüm grupların, sanatçıların sadece tvlerler, gazetelerle dergilerle o kadar tanınmış, o kadar albüm satabilmiş olmaları hakikaten takdir edilmeliymiş. Yurtdışında olan bir şeyden haftalar sonra haberiniz olurken, albümler yıllar sonra raflarımıza gelirken yine de müziğin peşine düşebiliyormuşuz. Hayret edilesi.

Peki beni bu yedi çocuğa, yedi genç adama bu kadar derinden bağlayan neydi? İlk başta yüzlerini bile ayırt edemezken, sadece birbirleriyle eğlendikleri videoları izlerken beni tüm bu deliliğin içine yuvarlayan neydi? Hissettirdikleri. Onları izlerken sadece onları izlemiyor oluyordum çünkü. Kendimi izliyor oluyorum, hayatımdan çıkardığım arkadaşlarımı izliyorum, artık görüşemediğim dostlarımı izliyor oluyorum. Herkes evlenip, çocuk sahibi olup, beni çocukluğumda tek başıma bırakıp gitmeden önceki zamanlarımızı izliyor oluyorum. Herkes "büyümeyi" seçip, kendilerine başka hayatlar kurmadan önceki, hep beraber hoplaya zıplaya korsan kovaladığımız var olmayan ülkemizden ayrılmadan önceki tüm o yaşadıklarımızı izliyor oluyorum. Bu 7 çocuk bir arabaya doluşuyor, eğlenmeye gidiyorlar mesela. Ben buz gibi bir kış akşamı 9-10 kişi, birimizin yeni aldığı arabasına tıka basa doluşmamızı hatırlıyorum (Bu satırları yazarken "Adult Child" şarkılarının çalmaya başlaması...). Onlar çimenlerin üstünde su balonlarıyla savaşa tutuşuyor, ben birlikte gittiğimiz o yaz tatilinde açık arabalarda üstümüze suların yağmasına gidiyorum. Onlar ortada duran kameranın önüne geçip, salak saçma hareketler yapmaya başlıyorlar, ben bitmeyen ödevler yaptığımız, laboratuvar raporları yazdığımız, çalışmayan kodlara gömüldüğümüz o gecelerden çoğunda bilgisayarın kamerasıyla, tost makinesi ayarındaki telefonlarımızın kameralarıyla çektiğimiz saçma hareketlerden oluşan videolarımıza gidiyorum. Onlar kendi aralarında başka grupların şarkılarına dans etmeye başlıyorlar, ben bir öğrenci evinin kanepesine çıkmış manyakça dans eden 5 kız görüyorum. Onlar bir koridorda teker teker belirip, salak salak hareketler eşliğinde yürüyüp, dans ederken kendilerini çekiyor, ben birimizin tüm elbiselerini tek tek deneyip, fotoğraflar ve klipler çekindiğimiz bir öğleden sonraya gidiyorum. Onlar bir uçurumdan atlamak için birbirlerini gaza getirmeye çalışıyorlar, ben bir akşam vakti lunaparkta buluyorum kendimi, hepimiz tırsıyoruz ama en korkunçlarına binmek için birbirimizi çekiştiriyoruz. Onlar yabancı bir ülkenin sokaklarında dolaşıp, her şeye şaşırırken ben karlı bir gecede Times Meydanı'ndaki halimizi hatırlıyorum. Onlar bir kamp ateşi etrafında birbirleriyle şakalaşırken, ben bir yaz günü, ayaklarımızda terlikler, üstümüz başımız çadırda günler geçirmekten leş olmuş halde sahilde hepimiz birbirimize sataşarak yürüyüşümüzü hatırlıyorum.

Bilmiyorum, dedim ya her şeyin kendine ait bir zamanı var gerçekten de herhalde. 2017'de şarkılarını ilk dinlediğimde-izlediğimde ya da ondan sonraki yıllarda gene karşılaştığımda, büyük ihtimalle onlara bu kadar ihtiyacım yoktu. Daha doğrusu onlara ihtiyaç duyacağım zaman henüz gelmemişti. Hala bir dolu arkadaşım vardı, hala birlikte bir yerlere gidebiliyor, doğumgünleri kutlayabiliyor, oyunlar oynayabiliyor, işten sonra buluşabiliyor, sinemaya gidebiliyor, yeni ülkeler keşfedebiliyorduk. Henüz herkesi hayatımdan çıkarmamıştım, henüz dünya kendini kapatmamıştı. Henüz bu kadar yalnız değildim belki de. Yıllarca keşke bir rahat bıraksalar beni diye yakınırken, hiçbir zaman bu kadar "insana" hasret kalacağımı, bu kadar yalnız hissedebileceğimi düşünmemiştim. Ya da tüm o şarkılara burun kıvırırken, açıp da dinleyebileceğimi, bu kadar anlam taşıyabileceklerini, bu kadar içime dokunacaklarını hayal bile edemezdim. 2016'da 2017'de "k-pop şarkıları" diye burun kıvırıyordum, hepsi aynı melodiyi taşıyor gibi geliyordu (şimdi de çoğu öyle geliyor gerçi), ince sesler sinirime dokunuyordu ve tüm o altyapıları, arhh. O yüzden henüz bu yedi çocuğun söylediği cümlelerin zamanı da gelmemişti demek ki. O zamanlar dinlesem, "I'm the one I should love" diye nefesim tükenene kadar bağırıyor, ağlıyor olamazdım mesela. Hala kendimde sevilecek en ufak bir şey görmüyordum, göremiyordum. O zaman dinleseydim tüm bu şarkıları, dediklerine kulak veremezdim büyük ihtimalle. Gerçi bazen diyorum ki ben büyürken olsaydı bu çocuklar, bu yaptıkları müzik, bu söyledikleri şeyler, daha farklı olur muydum? Daha iyi olur muydum? Yardımları dokunabilir miydi? Şimdi onlarla büyüyen gençlere, çocuklara oluyor mu? Onlar daha mı şanslı? Karar veremiyorum. Dönüp dolaşıp, aynısına geliyorum yine, her şeyin kendi zamanı var sanırım. Benim için doğru zaman şimdiydi.

Ama hala zamanı gelmeyen şeyler de var. Tam olarak ne zaman Epiphany'yi, Inner Child'ı ya da Blue&Grey'i boğulana kadar ağlamadan dinleyebileceğimi bilmiyorum. Şimdilik evin içinde tek başıma dolaşırken lachimolala diyerek kendimi güldürmeye çalışıyorum. Çok sıkıldığımda rrrraaap monsteeeerrr diye bağırarak kahkahalar atıyorum. Mutfağı toplarken soop soop soop surururup diye şarkı söylüyorum. İşten gelen telefonlardan maillerden bunaldıkça açıp adult ceremony ya da rainisim eşliğinde dans etmeye başlıyorum. Tez bitmedikçe, kafamı duvarlara vurmamak için kendimi tutmam zorlaştıkça evin içinde bir baştan bir başa yürüyerek Cypher Pt.4 söylüyorum. Kimsem yokken, dünya benim dışımda dönüyorken, ben bu yedi çocukla, bu yedi arkadaşımla günlerimi geçiriyorum. Birisi çok sarsak ama kafası çalışıyor, onu çok iyi anlıyorum, belki de en rahat onunla konuşabiliyorum. Birisi hayatı içinden geldiği gibi yaşıyor, ne zaman canı ne isterse onu yapıyor, her ortamda esprileriyle neşesiyle buzları eritiyor, sinirlendiğinde rap yapmaya başlıyor ve aman yarabbi çok konuşuyor, onunla hep birbirimize giriyoruz. Bir tanesi hep bir köşede uyukluyor, ama çok iyi yemek yapıyor ve neşelendiğinde çok komik oluyor, her şey hakkında da bir bilgisi var, onunla da oturup konuşmayı çok seviyorum. Bir tanesi benim için biraz fazla neşeli ve fazlaca kahkaha atıyor ama ona da alıştım, artık o olmadan etrafın düzensiz kalacağını, işlerin yoluna girmeyeceğini, herkesin birbirinden kopacağını biliyorum. Bir diğeri çok meleksi görünüyor, parıl parıl parlıyor, uçarcasına dans ediyor ama içindeki hınzır adamı her an görebiliyorum, onun olduğu ortamda hep çok eğleniyorum, çok gülümsüyorum. Bir diğeri ise içimdeki ben gibi, düşündükleri, bakışları, söyledikleri, yaptıkları,...hemen hemen hepsini hayatımın bir evresinde, bir anında söylemiş, yapmış, düşünmüş oluyorum. Ben ona hep anlıyorum der gibi bakıyorum, bir yandan da çok şaşırıyorum nasıl oluruz biz böyle bu kadar aynı diye. Bir tanesi ise en başta hiç anlamadığım, vakit geçirdikçe kendine diğer herkesten daha çok bağlayan, zaten diğer herkesin de her an en çok ihtiyaç duyduğu, her şeye koşturan, her eline aldığını en mükemmel şekilde yapan, başaramadığı, beceremediği bir şey olmayan, bir yandan aşırı sevimli bir küçük kardeş, en çok ona gülüyorum, en çok onunla eğleniyorum, bir yandan da acayip bir genç adama dönüşebilen ki en çok ona şaşırıyorum.

Ben bu günlerde, hayatımın bu döneminde, bu yedi arkadaşımla günlerimi geçiriyorum. Onlara ihtiyacım ne zaman bitecek bilmiyorum. Bir yandan bitmesi istiyorum, böyle geçiremem günlerimi. Bir yandan da nasıl bitecek ki diyorum, bunca şey paylaştık, öylesine biter mi?

[Ahahah bir tanesi canlı yayın açtı tam ben yazıyı bitirdiğimde, ben ona koşuyorum çocuklar :) ]

25 Şubat 2021 Perşembe

bazı delilikler

 Eminim her millet, her kültür böyledir ama. Bizdeki bir daha bir değişik, daha bir manyak mı ne?!

Bu aşağıdakiler eskiden, ara ara, instagramda rastladığım bu deliliklerden. Ekran karşısında salak salak sırıtırken, dayanamayıp ekran görüntülerini almışım.




19 Şubat 2021 Cuma

Dance of The Knights

"Dance of The Knights", Rus besteci (composer'ı besteci olarak çevirince bir tuhaf geldi bana ama neyse öyle diyorlarsa doğrudur) Sergei Prokofiev'in 1935 tarihli bale müziği "Romeo ve Juliet"in bir kısmı (artık kısım mı deniyor onu bilemiyorum tam). Esas adı "Montagues and Capulets" olarak geçiyor. Tam da hikayenin iki düşman ailenin balo salonunda karşılaştığı kısmını oluşturuyor. Düşmanlık ortadayken müzik son süratken, Romeo'nun Juliet'i ilk kez gördüğü sahnede yavaşlayıveriyor. Prokofiev, Shakespeare'in o sinir bozucu sonunu da değiştirmiş hatta ilk bestelediğinde baleyi, her şey mutlulukla son buluyormuş. Ama kaderin cilvesi, bundan sonrası başka bir hikaye.

Bu karanlık ama heybetli melodiyi şimdiye kadar en azından birkaç kere duymuşsunuzdur bir filmi ya da diziyi izlerken. En sevdiklerimden biri, aşağıda, Londra Senfoni Orkestrası'nın versiyonu.

17 Şubat 2021 Çarşamba

Yaş 10

Tam 10 yıl önce bir 17 Şubat gününde, öğleden sonra saat 6'yı 36 geçe, buradaki, benim tabirimle Neverland'deki ilk yazıyı yayınlamışım. Yayınlamıştım yani, sonuçta ben yaptım, az buçuk da hatırlıyorum o yazıyı yazışımı. Tam 10 yıl oldu bugün. Her şeyi başından anlatmaya bayılırım ya, o yüzden yine en başından başlıyorum.

Tam 10 yıl önce bugün, nasıl keşfettim bilmiyorum ama google'ın bu blogspot'unda bir blog yaratmaya karar vermiştim. İlk yazmayı öğrendiğimden beri defterlere, ajandalara yazıyordum zaten ama her geçen yılla birlikte sayıları artan bu "kanıtları" evin içinde meraklı gözlerden saklamak çok zorlaşıyordu, onu keşfetmiştim. Sonra üniversitedeyken "word" ü keşfettim. Yani 24 saat önümde bilgisayar ekranı vardı zaten, belki artık defterlere değil de worde yazarsam, daha kolay saklayabilirdim. Benden başka evde bilgisayarımı açan yoktu çünkü. Bir süre wordle devam ettiğimi hatırlıyorum. Sonra nasıl olduysa bloglara denk gelmeye başladım. Başlamış olmalıyım çünkü saçma sapan bir blog domaininde bir blog açıp, acayip depresif şeyler yazdığımı hatırlıyorum. Şu an tuhaf geliyorsa bunlar, sene 2005-2010 arasındaki bir zaman dilimindeki interneti düşünün lütfen. Yaşınız yetiyorsa hayal etmeye çalışın yani. Twitter'daki ilk tweet 2006'da atıldı. Youtube'daki ilk video 2005'te yüklendi. Instagram'ın ilk fotoğrafı 2010 tarihli. Zuckerberg facebook'u 2004'te açtı. Vay be, böyle düşününce resmen internetin şimdi bildiğimiz haliyle ortaya çıkmasına sebep olan yıllarda bilgisayar mühendisliği okuyormuşum ve her şeye sadece vaaa vooo diye bakakalmışım. Neyse, konumuz o değil. Bu ilk blogumda bir süre oyalanmıştım. Yorum yapanlar vardı orada da, vay be cidden şu yazdıklarımı okuyanlar var, hatta bir de üstüne düşünenler var falan diye hayretler içerisinde bakıyordum ekrana. Böyle birkaç yıldan sonra - ki üniversiten mezun olmaya çalıştığım bol türbülanslı yıllar oluyor onlar - sonunda 2011 yılının başlarında nihayet az buçuk da olsa istediğim gibi bir hayata eriyormuşum gibi bir his oluşmuştu. Temmuzda mı ne sonunda hayatımı mahvettiğine inandığım mühendislikten diplomamı almıştım. Eylülde tarih lisansına başlamış, haftanın beş günü yeni bir üniversiteli gibi okula gidiyordum. Ailemle pek iyi değildi ortam tabi, ne zaman iş bulacaksın diye tepemde fırtınalar dönüyordu. 5 kuruşum yoktu, o 2011'in sonunda kredi geri ödemem başlayacaktı ama ben her gün okula gidip, doğduğumdan beri merak ettiğim şeyleri okuyabiliyordum. Nihayet. Mutlu muydum bilmiyorum. Yine her zamanki gibiydi, bir şeyden dolayı mutluysam diğer şeylerden dolayı mutsuzdum. Olduğum güne bakınca mutlu hissediyorsam, gelecek kaygım içine ediyordu. Nihayet istediğim şeyi yapabiliyorum diye mutlu olmak istiyordum ama kafamın gerisindeki o ses de konuşup duruyordu, ben bu çocukların içinde ne yapıyorum, arkadaşlarımın hepsi para kazanıyor ben annemlerden bu ay da nasıl para isteyeceğim, onun düğünü bunun düğünü var nasıl altın alacağım nasıl elbise alacağım. Bir yandan da arkeoloji yüksek lisansına başvurmuştum, dedim ya o gelecek kaygısı, beş parasızlık içimi kemiriyordu, böyle 4 sene daha okuyamazdım. Tam da onun cevabının geleceği günün öncesinde, oturup bir öğleden sonra, Neverland'i yarattım.

10 yıl önce bugün, elinde bilgisayar mühendisliği diplomasıyla günün birinde arkeolog olacağını, kumların içinde kazı yapacağını, arada İskoçya yaylalarındaki evine döneceğini düşünen, Johnny Depp'e hayran, saçma salak bir çocuktum. Neden "Neverland" diye isim verdiğimi biliyorum. Evet büyümüyordum, ne istediğim gibi fiziksel olarak, ne de beklendiği gibi akıl olarak. Değişmiyordum. Zerre değişmiyordum. Tanıdığım herkes, tüm arkadaşım dediklerim değişiyordu, büyüyordu, bir ben sabit duruyordum. Bunu o zaman tam olarak sabitlik olarak görmüyordum, o derece iç acıtıcı değildi henüz ama düşüncelerimin, düşünme şeklimin, hayallerimin, hayal ediş şeklimin değişmediğinin farkındaydım. En kötüsü, bunu sakıncalı bulmuyordum. Ama Neverland'i pek çoğunuzun algıladığı şekilde düşünmüyordum. Çünkü ben Peter Pan'le J.M.Barrie'nin satırları aracılığıyla tanışmamıştım. Her şeyi hep en üzücü yönüyle öğrendiğim gibi, bunu da aslında çok eğlenceli gibi görünen ama alt metninde iç parçalayıcı bir mesajı olan bir filmle, 1991 yapımı Hook ile tanışmıştım. Orada büyümüş bir Peter vardı, var olmayan ülkeden ayrılıp, kayıp çocukları arkasında bırakıp, kendi çocuklarını büyüten, düzenli işine giden, artık Pan olmayan bir Peter. Böyle bir Peter Pan'le tanıştığımda ben 9 yaşımdaydım. Çok eğlenceliydi, salondaki masanın altında, suntanın dökülen parçalarını hala hatırlayabiliyorum. Peter Pan'in büyümesinin, o filmin söylemeye çalıştıklarının ne demek olduğunu bile bilmiyordum. Kitabı sonra okudum, başka başka animasyonlarını sonra izledim. Ama Peter Pan'le, büyümemekle ilk tanışmam hep bu "büyümüş" olanla oldu.

Böyle hatırlayabiliyorum bloga nasıl isim verdiğimi. Neverland, çok mantıklı görünmüş olmalı o zaman. "Hikaye" ise, bir anlamda yaptığımı düşündüğüm şeydi. Kendi kendime hikayeler yaratıyordum bence, o yaşıma kadar kafamın içinde yarattığım başka başka dünyalarda yaşıyordum. Hikayeydi hepsi de, eh o zaman bu bir var olmayan ülke hikayesiydi belki de. Orada hep tek başıma olmuştum önceden. Kendi başıma gece göğündeki yıldızlara bakmayı seviyordum, gecenin sabaha dönüşürkenki ilk ışıklarında ıssız sokaklara bakmayı seviyordum, dolunayda ay ışığının yüzüme vurmasını seviyordum, her sene görsem de ilk kar yağmaya başladığında deliler gibi mutlulukla doluyordum, yağmurda şemsiyenin altında yürümeyi seviyordum, rüzgar hafif eserken açık pencerenin önünde ağaçların hışırtını dinlemeyi seviyordum. 10 yıl sonra neyi seviyorsam hala, 10 yıl önce de onu seviyordum. Elimde kılıç, peri tozuyla uçarken, korsan gemisindeki çocukları kurtarıyordum. Ama 10 yıl önceki benle bugünkü ben arasında ne kadar fark olduğunu da görebiliyorum.

Çok ilginç. Mantıklıca baktığınızda hakikaten ilginç. 10 yıl boyunca süren bir hayat var burada. 10 yıl boyunca çabalama. İlk yazdığım o yazıya bakıyorum da - Johnny Angel - çok sevdiğim bir şarkı eşliğinde, anlatışıma. Johnny'ye hissettiklerim gibi, diğer pek çok insana ve şeye de hissettiklerimin değişebildiğini görüyorum. Tam değişmek denir mi buna bilmiyorum gerçi. Zamanla bazı duyguların bazı yerlere kaldırılması olabilir belki. Hani bir türlü atamadığınız ama artık oynayamadığınız oyuncakları bir kutuya koyup, dolabın uzak bir köşesine, yatağın altına, kömürlüğün bir tarafına ittirmek gibi. Aslında hep sizinle, ona sahip olduğunu gerçeği hiç değişmiyor. Ama her şey o ilk adımla başlıyor, hep durduğu o yerden gözünüzün önünden alıp elinize, o kutuya koymakla. Önce kutuya giriyor, sonra o kutu odada bir köşeye gidiyor. Her geçen gün biraz daha göz önünden uzaklaştıktan sonra en sonunda tamamen duracağı o ücra karanlıkta buluyor kendini. Johnny'ye hissettiklerim de 10 yıl önceki halinden çok farklı şimdi. İlk aşkıma hissettiklerim gibi. Çocukluk arkadaşlarımın hepsini o kutuya koyup, karanlığa atmam gibi. Sanırım sonunda nihayet ben de değiştim. Yapmam dediğim pek çok şeyi yaptıktan ve yapacağım dediğim pek çok şeyi yapamadıktan sonra. Dinlendiğim müziklerden utanmıyorum artık. İzlediğim filmlerden de. İnsanları o kadar takmıyorum artık, "hayır" diyebilmenin üzerinde hala çalışıyor olsam da. Johhny'yi görünce hala gülümsüyorum, eski bir dostun rahatlatıcı yüzünü gördüğüm için. İskoçya'da yaşamayacağımı biliyorum artık, soğuktan ve nemden hiç hoşlanmıyorum. Arkeolog olmayacağımı biliyorum günün birinde, çünkü o "günün birindeleri" harcayalı çok oldu artık. Rüyalarımda çok az görüyorum artık, orada bile kabullenmişim, eskisi gibi ağlayarak uyanmıyorum. Gözümde gözlüklerle, acaba gözlüksüz de görebilmek nasıl bir şeydi diye hayal etmeye çalışmıyorum (şükürler olsun).

Bu 10 yıla neler sığdırdığıma bakıp da hem üzülüyorum, hem pişman oluyorum, hem de birazcık bir oh iyi en azından bunu yapabilmişim diyebiliyorum. O ilk yıl, 17 Şubat'ta başlayıp yazmaya tam 17 yazı göndermişim. 2011'de böyle 206 yazı var. İlk senenin heyecanıyla. 2011'de bir yandan ilk defa tanıştığım yüksek lisans ortamıyla uğraşıyordum, bir yandan iş bulmaya çalışıyordum, o senenin sonunda da psikolojimin içine eden iş ortamıyla tanışmıştım. 2012 yılında önce büyükbabamla vedalaşmıştım, o sene boyunca her şey çok yeniydi benim için. "Çalışmak" kavramı önümde midemi bulandırıyordu, yüksek lisans derslerine bayılıyordum ama akademik ortam ve hocalar çok kötüydü. 238 yazı var yine de o sene. İlk defa para kazanıyor, eve kira vermiyor, faturaları ödemiyordum. Biriktirip hepsini, ilk memuriyet iznimde Amerika'ya gitmiştim N'nin yanına. 2013'te yavaş yavaş dibe vurmalar kendini gösteriyordu. Nasıl kurtulacağım ben bu işten, nasıl olacak diye diye mahvolmaya başlamıştım. 190 yazı var ama artık mutsuzluğum çok başımı ağrıtmıştı. 2013'ün aralık ayında ara veriyorum deyip, Neverland'e bile veda etmiştim. 2014'ün temmuzunda geri döndüğümde nasıl hissettiğim hatırlayamıyorum. Yazdıklarıma bakıyorum ama dayanamıyorum okumaya. 99 yazı var gene de o yıl, fena değil. O yıl içinde tam olarak ne zaman ve nasıl karar verdim bilmiyorum ama işi bırakmaya karar verip, senenin sonunda da istifa dilekçemi vermiştim. Hala şaşırıyorum bu cesaretime. 2015'te işinden istifa etmiş, yine yüksek lisansa başvurmuş, yalnız yaşadığı evine bir abi, bir hamile yenge ve bir minik yeğen sığdırmış bir hayalperesttim. O sene boyunca daha da çılgınca yüksek lisans derslerine bulanmıştım ama bu sefer her şey için son şansım olduğunu biliyor gibiymişim içten içe. Her şeye rağmen yine de hayatımda mutluluğa en yaklaştığım zamandı belki de. 323 yazım var o sene. Neverland'in gördüğü en yüksek yıllık yazı sayısı. 2016'ta 126 yazı var, bir yeğen daha kazandığım, Roma'ya taşındığım, bambaşka hayatlar gördüğüm, kore dizileriyle tanıştığım, değişik bir yıldı. 2017'ye kafamda yine aynı kaygılarla başlamıştım, ne olacağım ben, nereye gidiyorum ben diye diye 166 yazı paylaşmıştım o sene. Roma'dan beş parasız dönmüştüm, yüksek lisansı bitirememiş, işsiz güçsüz, evin içinde bir başıma dolandığım günlerdi. 2018'te yine çalışmaya geri döndüm, bu yüzden 71 yazı var. 2019'da her şey birbirine girmeye başlamıştı, büyük değişikliklerin yılıydı. Ben, ben olmaya başlıyordum. 47 yazı ancak var. 2020'de ise 66 yazı var. 2020'yi hep beraber yaşadık, siz de biliyorsunuz hani o "2020". Bu 10 yıl boyunca 420 bin kere açılıp, bakılmış buraya. 579 yorum var. En çok Ocak 2013'te görüntüleme var, ne yapıyordum bilmiyorum o zaman. En çok yazıyı şubat 2015'te göndermişim, 54 tane. En kısa aya en çok yazıyı sığdırmış olmam da başarı. Ama dediğim gibi o sene işten istifa etmiş, yepyeni ufuklara yol alıyordum. Tüm bu 10 sene boyunca en çok görüntülenen yazı ise Hayaletin Çırağı kitap serisinin ilk kitabını anlattığım yazı. Hayat gerçekten de simyacının dediği gibi işaretlerden ibaret. Daha bu sabah bu kitabın, filmin konusu geçti kızlarla.


Böyle sayılar gibi taktığım pek çok şey var, artık biliyorsunuz. Tarihler, kronoloji, listeler, etimoloji, her şeyin kökeni, ilk kim nerede buldular,...Doğumgünleri. Kendi doğumgünümün artık bana aitmişim gibi hissettirmemesi ise şöyle düşündürdü bu sene: O zaman 17 Şubat'ta kutlarım ben de. Yazarak var oluyorsam ben de eğer bu hayatta, eh o zaman doğduğum gün bir anlamda yazmaya karar verdiğim gün olurdu. O yüzden bugün kutladım ben doğum günümü. Artık her sene çocuklar ve abimler yüzünden, benim olmaktan çıkan anlamsız bir gündense, bugün kendi istediğim pastayı yapıp, mumlarımı üfleyip, dilek tutabildim.

Söyleyecek bir sürü şeyim vardı halbuki. Şimdi bu yazıyı nasıl sonlandıracağımı bilmiyorum. Eğer 10 yıldır buradaysanız, teşekkür etmek istiyorum. Bu kadar dayandığınız için. Sonradan gemiye atladıysanız, yine de buradayız, hep beraber. Yaşadığıma tanıklık ediyorsunuz, her ne kadar bu "yaşamayı" pek beceremiyor olduğumu düşünsem de. Doğarken bir yolculuğun ismini koymuşlar bana, öyle düşünmediklerine eminim koyarken ama nihayetinde bir yolculuğa dönüştü bu hayat benim için. Hiçbir türlü bir yerde hah tamam işte burada olmalıyım dedirtmeyen, hep başka bir yerde başka bir şeyi yaşıyor olmalıymışım hissiyle dürtükleyen, mutluluğu aratıp durdurtan, bir dolu kötü seçimin, pişmanlığın bir dolu manyak, saçma sapan hikayeye yol açtığı bir yolculuk. Umarım böyle bir sürü 10 yıl kutlarım burada. Ama çok geç olmayan bir noktasında da artık vuhuuu tamam işte çok mutluyum diye bağırabilirim size. Çok geç olmasın yalnız. Böyle birkaç sene içinde olsun yani. Çok da beklemesin.


Unutmayın, ikinci yıldızdan sağa sapıp, sonra sabah kadar dümdüz gittiğinizde, burada olacağım hep. Belimde tahta kılıcımla, korsan hikayeleri anlatacağım

7 Şubat 2021 Pazar

True Beauty(2020)


 Liseye giden Lim Joo Gyung, doğduğundan beri çirkin olarak görülen bir kız. Bacak boyu uzunluğu benim tüm boyumdan daha fazlayken ve vücut ölçüleri bir gram fazlalık barındırmayacak kadar mükemmelken kocaman bir gözlük takıyor olması, kaşlarına hiç cımbız değdirmemiş olması ve yüzünde kızarıklık gibi duran biraz bir sivilce probleminin olması nasıl tüm herkesin onu çirkin olarak yaftalamasına sebep oluyor orası biraz muamma ama dizi bu sonuçta, çirkin diye gözümüze sokmaya çalıştıkları oyuncunun fiziken mikemmel olmasının bir zararı yok diye düşünmüş olmalılar. Efendim bizim bu çirkin, okuldaki bir grup kız tarafından habire eziliyor, getir götür işleri olsun, bize yemek al gel olsun, birtakım şimdilerin popüler tabiriyle "bullying"e maruz kalıyor. Bizimkiler zorbalık diyor olabilir sanırım. Bu da bu son 5-10 yılda mı çıktı nedir, o kadar sene okul okudum, 30 yaşıma kadar girmedik üniversite bırakmadım, yine de ben hiç böyle bir şeyler hatırlamıyorum eğitim hayatıma dair. Yani ne bileyim ben çok saf dolanmış olabilirim, belki benim bilmediğim zorbalıklar dolanıyor muydu ki okullarda, bilemedim. Neyse, bizim bu çirkin aslında biraz da kendine güvensiz ve sevimli kalpli olduğundan eziliyor daha çok. Yoksa ulan siz kimsiniz diye iki çıkışsa bir dalaşırlar iki dalaşırlar sonra biter. İşte bu böyle okulda türlü kötülüklere maruz kalmakta iken ailesinde de işler azcık sarpa sarıyor. Senelerdir boş gezen babamızın dolandırıcılara para kaptırmasının ardından, minik güzellik salonunu kendisi idare edip, eve tek başına bakan cevval annemiz de artık borçları ödeyemez hale geliyor ve oturdukları evi satmak zorunda kalıyorlar. Tam da çirkin kızımızın artık rezil rüsva edildiği bir zaman denk gelmesi de kaderin güzel bir cilvesi olduğundan çirkinimiz, ailesiyle beraber çocukken oturdukları muhite geri dönerek, yeni bir lisede yeni bir hayata başlama şansı elde ediyor. Çünkü bu sırada "makyajı" keşfediyor. Neredeyse 16-17 yıldır dünya üstünde dolanıyorsun ve annen doğduğundan beri güzellik salonunda her gün teyzelere saç makyaj kaş göz yapıyor ama makyaj olayını ve kaşlarını almayı ancak tüm okula rezil olduktan sonra, aşağılandığın videolar internete düştükten sonra keşfediyorsun. Hakikaten İNTERNET varken, onca video onca kozmetik dükkanı varken, sanki bu kızımızı marstan daha dün getirip, bırakıyorlar dünya üzerine. Makyajla nasıl güzel olunur diye oturuyor, kendini görünüşte düzeltmeye başlıyor. Görünüşte diyorum çünkü içi hala aynı, o bacaklarla, o mini eteklerle, o saçlarla falan hala miymiymiy konuşuyor dişlerini göstere göstere. Gözlük çıkıyor lensler geliyor, kaşlar şekil alıyor, yüzdeki kızarıklıklar bir güzel örtülüyor ve yeni haliyle yeni okulunda çirkin halini yakalattırmadan yepyeni maceralara atılıyor Kim Joo Gyung.


"True Beauty(2020)" Güney Kore'nin tvN kanalında, 9 Aralık-4 Şubat arasında, 16 bölüm olarak yayınlandı. Her bölümü hemen hemen 70-80 dakika kadar olan diziyi ben haftalık olarak takip ettim. Böyle yaptığım iyi de olmuş, çünkü sonradan hepsini birden izlemeye otursaydım peş peşe sıkabilirmiş özellikle yarısından sonra. Dizi esasında ülkesinde baya da popüler olmuş bir webtoondan uyarlama. Bu ara ne çok webtoondan uyarlama dizi görmeye başladım. Neyse, bahse konu webtoon Yaongyi diye birinin yazdığı Yeoshingangrim olarak romanize edilebilen bir isme sahip. Kendi dilinde tanrıçanın gelişi gibi bir şey oluyor çevirince. Dizi haline getirdiklerinde gerçek güzellik gibi bir şey demişler, herhalde gençlere, izleyeceklere daha bir mesaj versin diye düşünerek. Hani bakın asıl güzellik böyle dışta değil, içiniz iyi olsun her türlü başarırsınız, arkadaşlarınız olur, sevgiliniz olur falan gibi şeyler demek için gibi. Ama yukarıda da demeye çalıştığım gibi, hiç ikna edici değil. Çirkin kız diye hakikaten çirkin birini, ne bileyim yüzü gözü burnu ağzı yamuk, bodur, kalın vücutlu, hani yani insanlar tarafından hakikaten yüzüne bakılmayan tipte birini koysalarmış da sonra onu ciddi ciddi güzelleştirselermiş, belki bu mesajlar boşa gitmezmiş.




Ama tabi bu o kadar da ciddi alınması, ciddi düşünülmesi gereken bir dizi değil. Eğlenmelik, zevzeklik etmelik, absürt durumlara gülmelik, sevimliliklere sırıtmalık bir lise dizisi. Gerçi başında oldukça ciddi durumlarla önümüze geliyor. Oradaki gençliğin aslında hayatlarını karartan çok büyük sorunları pat pat diye suratımızda buluyoruz. İftiralar, intiharlar, zorbalıklar, başarı stresi, aile baskısı...Ama hepsini sütün üstünden kaymak toplar gibi hikayenin sonuna kadar yavaş yavaş, sıkıntısız bir şekilde halledip, içimizi rahatlatıyorlar.

Sadece bir çirkin kızın makyajla güzelleşip, kendini keşfetmesi olarak görünüyor hikaye ama aslında tüm yan karakterleri ve yan hikayeleriyle aslında tam bir lise dizisi. Her bölüm neredeyse tamamen okulun içinde ya da sınıftakilerle geçiyor. Hepsi birbirinden sevimli ve eğlenceli bir okul, sınıf dolusu arkadaşın maceraları izliyoruz aslında. O kadar iyi ve ferahlatıcı yan hikayeye sahip ki dizi, esas kızla aşk üçgenindense bunları izlemek çoğu zaman daha iyi gelebiliyor insana. Mesela çirkin kızımızın bir ablası var ki, şimdiye kadar gördüğüm en iyi yazılmış kadın karakterlerden biriydi. İlk defa Terius Behind Me(2018)'de izleyip, acayip beğendiğim ve takibe aldığım Im Se Mi'nin ayrıca çok güzel oynadığı bu karakterin, bizim eğlenceli sınıfın sınıf öğretmeni ile olan aşk hikayesi için bile aslında ayrı bir webtoon yazılsa olurmuş. Ahh bu karakter hakkında sayfalarca konuşabilirim, ama yapmamalıyım.



Ondan sonra mesela çirkin kızımızın küçük erkek kardeşi var ki, en başta sinir bozucu her ufak erkek kardeş gibi (ufak dediğim o da lise bire gidiyor) ortalıklarda dolanması bile insanı deli ederken, her bölümde ekranı çaldığı her dakika ile birlikte giderek kalplerde büyüyen bir karaktere dönüşmesi ve kendisine verilen azıcık yan hikayeyi bile keyfe döndürmesi bile başlı başına şahane bir şeydi. Ya da aşk üçgeninin iki kenarını oluşturan iki esas erkek karakterimizin birbirlerine dalaşıp, sataşıp ama bir yandan da birbirlerini sevmeli-korumalı "bromance"leri her bölüm iple çekilen bir hikaye haline geldi. Sınıftaki öğrenci ekibinin her gün ayrı bir kaos barındıran gürültülü sevimlilikleri çoğu zaman ana karakterlerden daha ilgi çekiciydi. Başarılı ve güzel olup da yine de bir şeylerin ters gittiğini belli eden karakterimiz Kang Soo Jin'in hikayesi bile aslında çok daha ciddiye alınması gereken bir şeyler anlatıyordu.




İlk başta liseliler arasında geçiyor, aman yok sinirim bozulur gelemem oralara diyerek çekine çekine başlamıştım diziye ama hiç öyle hissettirmeden, hatta o lisede geçen her dakikada büyük keyif aldığım bir hikayeye dönüştü. Dediğim gibi Im Se Mi oynadığı için bakmak istedim önce, Cha Eun Woo'nun izlediğim daha önceki iki dizisinden de (Rookie Historian Goo Hae Ryung (2019) ve Hit the Top (2017)) keyif aldığım için onu da izleyebilirim diye düşünmüştüm. Yanılmamışım, dizi başladığı şekilde bitirdi hikayesini, sevimli, eğlenceli, azıcık hüzünlü ama o hüzünleri bile yumuşak geçiştiren, sıcacık bir hikaye olarak kendisini izlettirdi. Korktuğum gibi liselileri izlerken kıskançlıktan sinirlerim bozuldu da ekrana yumruklar savurup kapatmadım. Ama ara ara neleri özlediğim fark ettirdi. İnsan arkadaşlarıyla okuldan çıkıp, dükkan dükkan gezmeyi, birlikte almayacağı şeylere bakarken amaçsızca muhabbet etmeyi, parklarda sokaklarda beraber yürümeyi, birlikte ödev yapmayı bile özleyebiliyormuş. Ya da sadece arkadaşlarını bile özleyebiliyormuş.

6 Şubat 2021 Cumartesi

19.Yüzyıl Modası

 İşte en çok sevdiğim videolardan biri. Gerçi kitap sayfaları olarak önümde duruyor olsa daha iyi hissederdim ama olsun. Bakın bu böyle yalnızca haa şu yıllarda şu moda olmuş diye bakıp da merakımızı gidermiyor, aynı zamanda moda ile birlikte giysilerin değişen şekillerine, etek boylarının değişmesine, yakaların şekillerinin değişmesine bakarak tarih boyunca dünya ile ilgili neler olmuş, insanlara, topluluklara neler olmuş diye anlayabileceğimizi de göstermesi açısından oldukça hatırlatıcı bence. Yani tabiki bu video belirli bir ülkedeki belirli bir dönemi anlatıyor ama bu dediklerim tüm dünya için geçerli.

Neyse, ben böyle bir şeyler öğrendikçe mutlu oluyorum.

Ama tabi bunları merak ettiğim için. Yoksa şu an tezi bitirmem gerekiyor ve inanın mpls ile, sdn ile, overlay underlay falan ile ilgili zerre bir şey öğrenmek istemediğim için, günahım kadar merak etmediğim için bunları, hiçbir şey öğrenemiyorum.

2 Şubat 2021 Salı

Do You Like Brahms? (2020) : 16 Bölümlük Rallentando'lu Bir Andante

 


Böyle hikayeleri gördükçe, böyle karakterleri izledikçe bir kere daha hatırlıyorum en başında neden bu Güney Kore dizilerini izlemeye başladığımı. Böyle hikayeleri başka bir ülkenin senaristleri anlatmayı seçmiyordu çünkü. Böyle hisseden karakterleri anlayıp da bize hissettirebilen oyunculara da başka ülkelerde rastlayamıyordum. İki sessiz insan, iki herkesin kendilerini ezmesine ses edemeyen insan, iki her şeye karşı kendi nedenlerinin ağırlığıyla her şeyi içlerinde yaşayan insan, bir gün onca gürültülü diğerlerinin arasında birbirlerini fark edip, birbirlerini o diğerlerine karşı korumaya, birbirlerine arka çıkmaya başlıyor.

Birisi, ismi bile "özür dilemek" gibi gelen Chae Song Ah. Ailesinin ve toplumun beklediği gibi, çok iyi bir üniversitede ekonomi/işletme gibi bir bölüm okuduktan sonra iş bulmak yerine hayalini kurduğu gibi keman çalabilmek için müzik bölümüne giren Chae Song Ah, eğitimlerine okuma yazma bile öğrenmeden önce başlayan diğer öğrenciler arasında sınıfın hep sonuncusu olmanın, birlikte okuduğu bu gençlerin hepsinden büyük olmanın, kendi arkadaşları yıllar önce hayatlarına başlayıp bir yerlere ilerleyebilmişken kendisinin hala üniversite sıralarında sürünüyor olmasının ezikliğini yaşıyor her gün. İçindeki, sadece keman çalmaya duyduğu aşkla, tüm bunlara dayanmaya çalışıyor.


Diğeri herkesin bir yere sürüklediği, herkesin üstünden başarı payı çıkarmaya çalıştığı, bir zamanların büyük yeteneği, piyanist Park Joon Young. Çocukken piyano yeteneği fark edilince birden bire kendini sahne ışıklarının altında bulan Park Joon Young, tüm çocukluğunu, gençliğini dünyanın dört bir yanındaki yarışmalarda stresle, yalnızlıkla, beklentilerin ağırlığıyla ezilerek geçirmiş. Fakir ailesinin tüm yükünü ve kendi geçimini sağlayabilmek için zengin Kyunghoo ailesinin himayesi altında olması da onu ayrı bir şekilde eziyor. En başında çok sevdiği piyanodan artık neredeyse nefret ediyor hale geliyor, nefes almaya sadece devam ediyor.


Bu iki kaybedeni birleştiren ise Brahms'ın öyküsü oluyor. 1800lerde yaşamış Alman besteci Johannes Brahms, hayatı boyunca aşık olduğu bir diğer besteci Clara Schumann ve Brahms'ın en iyi dostu Robert Schumann arasındaki aşk üçgeninin hikayesi, bizim bu iki sessiz kahramanımızın geçmişlerinden taşıdıkları ortak yükleri. Chae Song Ah'nın gizliden içinden sessizden hem aşık hem hayran olduğu adama, en yakın arkadaşı, kardeş gibi olduğu arkadaşı da aşık oluyor. Hatta bu ikisi, Chae Song Ah'nın önünde bir süre çıkıyorlar da. Ayrıldıklarında arkadaşının ağladığı omuz da oluyor Chae Song Ah, kendi aşkını öylece içinde yaşıyor. Park Joon Young'un da birlikte büyüdüğü en yakın arkadaşı ile aşık olduğu kız uzun yıllar çıkıyor. O da aşkını hiç belli etmeden, ikisinin yanında öylece yıllarını geçiriyor. Ve bizim bu iki Brahms'ımız, birbirlerini gördükleri anda anlıyor, birbirlerini hissediyor. Bir şey söylemelerine, konuşmalarına, dertlerini anlatmalarına gerek olmadan, sadece birbirlerini görmüş oluyorlar tüm hengamelerin, onları ezenlerin, hayatın ortasında. Diğerlerine karşı birbirlerine destek olmaya başlıyorlar diğerleri fark etmese de. Birbirlerini kurtarmaya başlıyorlar gün be gün, ufak ufak.

Do You Like Brahms, Güney Kore'nin SBS kanalında 31 Ağustos'tan 20 Ekim'e kadar yaklaşık birer saatlik 16 bölüm olarak yayınlandı. Bu, temelinde iki ezilen sessiz kahramanın hikayesi olan ama onların etrafında birçok başka hikaye de anlatan diziyi yayınlanırken eylül ve ekim boyunca haftalık olarak izlemiştim ben. Sessizce, usul usul başlayıp, sonra yine aynı sessizlikle içime içime vurmaya başlayan hikayeyi her hafta hem iple çekiyordum, hem de yine buruk bir gülümsemeyle dolduracak içimi diye hüzünleniyordum. Bu anlattığım iki ana karakterinin etrafında Güney Kore'deki müzik eğitimiyle, akademik ortamla ilgili de pek çok şey söylüyordu dizi. Diğer ülkelerde de çok değişik olduğunu sanmıyorum bu ortamların. Diğer üniversite bölümlerinde bile değişik değil büyük ihtimalle. Öğrencilerin belli bir hocanın arkasına takılıp, onun ekolü olmaktan başka çareleri yok. Hocaların kendilerini destekleyecek zengin ve nüfuzlu ailelere ihtiyacı var ki etkilerini sürdürebilsinler. Başarılı ve popüler olabilmek için sadece yetenek yetmiyor, tüm bunları denklemde doğru şekilde yerleştirmiş olmanız gerekiyor. Popüler olamadığınızda müzisyen olabilmenizin bir yolu kalmıyor.


Ya da bir şeyi çok seviyor olmanız, onun da sizi geri sevmesi, böylece de başarılı olabilmeniz anlamına gelmiyor. İçime en çok dokunan kısmı buydu hikayenin sanırım. Chae Song Ah, keman çalmayı çok seviyor, kemanını, müziği çok seviyor. Ama ne kadar çabalarsa çabalasın, ne kadar pratik yaparsa yapsın, diğerleri kadar iyi çalamıyor. Diğerlerinin 5-10 katı çalışmasına rağmen ortalama bir kemancı olabildiğini görüyor. Diğerlerine zarar vermezken, keman onun boynunda yaralar açıyor. Kendi deyimiyle o kemanını çok seviyor ama keman onu sevmiyor. Bu durumda hikaye bize o can alıcı soruyu yöneltiyor. Hayallerinin peşinden gerçekten de gitmeli misin? Senin o hayali seviyor olman, onun da seni seveceği anlamına geliyor mu? Onda başarılı olacağın anlamı geliyor mu? Tüm o 21. yy. çığırtkanlığının üstümüze çağlayanlar gibi çarpan mottolarını sorguluyoruz böylece. Ne olursa olsun hayallerinizin peşinden gidin!!! diye bağıran tüm dünyanın aksine, bu sessiz sakin hikaye belki de bir durup düşünmelisin diyebiliyor. Bir durup kendini sorgulamalısın diyebiliyor.


Ya da birinin size yaptığı iyiliklerin sizi gerçekten de bağlaması, bu iyiliklerin altında ezilmeniz mi gerekiyor diye sorabiliyor. Siz istemeden üstünüze yüklenen iyilikler yüzünden onları yapanlara koşulsuz şartsız itaat mi etmeniz gerekiyor? İyilikler de bazen iyi şeyler olmaktan çok, birer silaha, birer ağırlığa, birer sorumluluğa dönüşebiliyor. Bunu gerçekten anlayabiliyor musunuz bilmiyorum. Hayatım boyunca kimseden bir şey isteyemediğim için ben çok iyi anlıyorum çünkü. Çoğu insan yardım istemekten, iyilik istemeden hiç çekinmeden hayatlarına devam edebiliyor. Oysa ben her yapılan iyiliğin altında kalıyor olduğumu, birinden bir şey aldığımda - fiziksel bir şey de değil manevi bir şeyler ya da yardım bile olabilir - o kişiye karşı ezildiğimi düşündüğüm, hissettiğim için çok, çok iyi anlayabiliyorum.


Dizi tüm bu hikayelerini anlatırken arada sinirlerimi de bozmadı değil. Her şey böyle mükemmel ilerlerken, bu kadar dokunan şeyler anlatırken bir noktada Chae Song Ah'nın karakterinde sapmalar olmaya başladı mesela. Beklediğimiz gibi esas kahramanlarımız romantik bir ilişkiye başladıktan sonra esas kızımız gün be gün çirkef, kıskanç, nevrotik kız arkadaş moduna geçmeye başladı. Dizinin ilk yarısında birbirlerini bu kadar iyi anlayabilen iki insandan birinin durup dururken diğerinin hareketlerini, duygularını, düşüncelerini bu derece görmemeye başlaması, her şeyi sessizce anlatabilen bir karakterin sırf kıskanıyor diye çemkirmeye başlaması açıkçası hikayede benim için sapma noktalarını oluşturdu.



Bu esas kızımızı oynayan oyuncu Park Eun Bin'i ilk defa izlemiş oldum. Çocuk oyunculardan biri olarak bir dolu işi varmış ama hiçbirine denk gelmemişim demek ki 5 yıldır. Oldukça duru, sakin bir şekilde oynadığı karakterde gayet iyi görünüyordu. Esas oğlanımızı oynayan Kim Min Jae'yi ise sanırım ilk defa Goblin(2016)'deki o ufak rolde, flashbacklerdeki genç kral olarak izlemiştim ve oradaki o kısıtlı süresinde bile tüm haşmeti, ürkütücülüğü kanımı dondurmuştu. Oysa normalde alabildiğine şeker şerbeti bir çocuk. Burada anlatmayı çok istedim ama bir türlü vakit bulamamıştım bitirdiğimde, asıl Hit The Top(2017) dizisinde izledim, o dizi şahaneydi. Arada The Great Seducer(2018)'da da izledim ama o diziyi izlemeye devam edememiştim, pek çok izleyen de bırakmıştı zaten yayınlanırken. Ama asıl orada şahaneydi Kim Min Jae, adeta 2018 model Chuck Bass'ti. Direkt oyuncu değil aslında, ülkesindeki diğer pek çok oyuncu gibi önce lise hayatı boyunca "idol" olmak için "trainee" eğitimi görmüş bir rapçi. Hit The Top'ta bu yönünü de görebiliyoruz, dizinin soundtrackine de giren şarkısı bence şahane. Bu iki esas kahramanımızın yanında bu dizide tanıdığım bir başka oyuncu var ki tüm hikaye boyunca yer aldığı her bir sahnede diğer herkesi gölgede bırakan manyak bir oyunculuk gösterdiği için hemen takibe aldım. Kim Sung Chul, benim için hani böyle yakışıklı ya da güzel bulmadan sırf oyunculuğuna vurulduğum insanlardan biri oldu, bundan sonra işlerini izleyeceğime eminim.


Do You Like Brahms?(2020) içinde güzel müzikler olur, klasik müziğin dibine vururum, Kim Min Jae'yi severek izlerim diye başladığım ama anlattığı hikayelerle, karşıma çıkardığı karakterlerle içime oturan, içimi sorgulamalarla burup duran sevimli ama hüzünlü, gülümsetici ama buruk bir dizi olarak kalbimde yerini aldı.

Mayıs '25 - Yeni Çıkanlardan Beğendiklerim

1. BOYNEXTDOOR (보이넥스트도어) - I Feel Good ve 123-78 Boynextdoor'u ilk dinlediğimde hımm çok mu neşe dolular acaba bana göre diyerek bir ger...