Tam 10 yıl önce bir 17 Şubat gününde, öğleden sonra saat 6'yı 36 geçe, buradaki, benim tabirimle Neverland'deki ilk yazıyı yayınlamışım. Yayınlamıştım yani, sonuçta ben yaptım, az buçuk da hatırlıyorum o yazıyı yazışımı. Tam 10 yıl oldu bugün. Her şeyi başından anlatmaya bayılırım ya, o yüzden yine en başından başlıyorum.
Tam 10 yıl önce bugün, nasıl keşfettim bilmiyorum ama google'ın bu blogspot'unda bir blog yaratmaya karar vermiştim. İlk yazmayı öğrendiğimden beri defterlere, ajandalara yazıyordum zaten ama her geçen yılla birlikte sayıları artan bu "kanıtları" evin içinde meraklı gözlerden saklamak çok zorlaşıyordu, onu keşfetmiştim. Sonra üniversitedeyken "word" ü keşfettim. Yani 24 saat önümde bilgisayar ekranı vardı zaten, belki artık defterlere değil de worde yazarsam, daha kolay saklayabilirdim. Benden başka evde bilgisayarımı açan yoktu çünkü. Bir süre wordle devam ettiğimi hatırlıyorum. Sonra nasıl olduysa bloglara denk gelmeye başladım. Başlamış olmalıyım çünkü saçma sapan bir blog domaininde bir blog açıp, acayip depresif şeyler yazdığımı hatırlıyorum. Şu an tuhaf geliyorsa bunlar, sene 2005-2010 arasındaki bir zaman dilimindeki interneti düşünün lütfen. Yaşınız yetiyorsa hayal etmeye çalışın yani. Twitter'daki ilk tweet 2006'da atıldı. Youtube'daki ilk video 2005'te yüklendi. Instagram'ın ilk fotoğrafı 2010 tarihli. Zuckerberg facebook'u 2004'te açtı. Vay be, böyle düşününce resmen internetin şimdi bildiğimiz haliyle ortaya çıkmasına sebep olan yıllarda bilgisayar mühendisliği okuyormuşum ve her şeye sadece vaaa vooo diye bakakalmışım. Neyse, konumuz o değil. Bu ilk blogumda bir süre oyalanmıştım. Yorum yapanlar vardı orada da, vay be cidden şu yazdıklarımı okuyanlar var, hatta bir de üstüne düşünenler var falan diye hayretler içerisinde bakıyordum ekrana. Böyle birkaç yıldan sonra - ki üniversiten mezun olmaya çalıştığım bol türbülanslı yıllar oluyor onlar - sonunda 2011 yılının başlarında nihayet az buçuk da olsa istediğim gibi bir hayata eriyormuşum gibi bir his oluşmuştu. Temmuzda mı ne sonunda hayatımı mahvettiğine inandığım mühendislikten diplomamı almıştım. Eylülde tarih lisansına başlamış, haftanın beş günü yeni bir üniversiteli gibi okula gidiyordum. Ailemle pek iyi değildi ortam tabi, ne zaman iş bulacaksın diye tepemde fırtınalar dönüyordu. 5 kuruşum yoktu, o 2011'in sonunda kredi geri ödemem başlayacaktı ama ben her gün okula gidip, doğduğumdan beri merak ettiğim şeyleri okuyabiliyordum. Nihayet. Mutlu muydum bilmiyorum. Yine her zamanki gibiydi, bir şeyden dolayı mutluysam diğer şeylerden dolayı mutsuzdum. Olduğum güne bakınca mutlu hissediyorsam, gelecek kaygım içine ediyordu. Nihayet istediğim şeyi yapabiliyorum diye mutlu olmak istiyordum ama kafamın gerisindeki o ses de konuşup duruyordu, ben bu çocukların içinde ne yapıyorum, arkadaşlarımın hepsi para kazanıyor ben annemlerden bu ay da nasıl para isteyeceğim, onun düğünü bunun düğünü var nasıl altın alacağım nasıl elbise alacağım. Bir yandan da arkeoloji yüksek lisansına başvurmuştum, dedim ya o gelecek kaygısı, beş parasızlık içimi kemiriyordu, böyle 4 sene daha okuyamazdım. Tam da onun cevabının geleceği günün öncesinde, oturup bir öğleden sonra, Neverland'i yarattım.
10 yıl önce bugün, elinde bilgisayar mühendisliği diplomasıyla günün birinde arkeolog olacağını, kumların içinde kazı yapacağını, arada İskoçya yaylalarındaki evine döneceğini düşünen, Johnny Depp'e hayran, saçma salak bir çocuktum. Neden "Neverland" diye isim verdiğimi biliyorum. Evet büyümüyordum, ne istediğim gibi fiziksel olarak, ne de beklendiği gibi akıl olarak. Değişmiyordum. Zerre değişmiyordum. Tanıdığım herkes, tüm arkadaşım dediklerim değişiyordu, büyüyordu, bir ben sabit duruyordum. Bunu o zaman tam olarak sabitlik olarak görmüyordum, o derece iç acıtıcı değildi henüz ama düşüncelerimin, düşünme şeklimin, hayallerimin, hayal ediş şeklimin değişmediğinin farkındaydım. En kötüsü, bunu sakıncalı bulmuyordum. Ama Neverland'i pek çoğunuzun algıladığı şekilde düşünmüyordum. Çünkü ben Peter Pan'le J.M.Barrie'nin satırları aracılığıyla tanışmamıştım. Her şeyi hep en üzücü yönüyle öğrendiğim gibi, bunu da aslında çok eğlenceli gibi görünen ama alt metninde iç parçalayıcı bir mesajı olan bir filmle, 1991 yapımı Hook ile tanışmıştım. Orada büyümüş bir Peter vardı, var olmayan ülkeden ayrılıp, kayıp çocukları arkasında bırakıp, kendi çocuklarını büyüten, düzenli işine giden, artık Pan olmayan bir Peter. Böyle bir Peter Pan'le tanıştığımda ben 9 yaşımdaydım. Çok eğlenceliydi, salondaki masanın altında, suntanın dökülen parçalarını hala hatırlayabiliyorum. Peter Pan'in büyümesinin, o filmin söylemeye çalıştıklarının ne demek olduğunu bile bilmiyordum. Kitabı sonra okudum, başka başka animasyonlarını sonra izledim. Ama Peter Pan'le, büyümemekle ilk tanışmam hep bu "büyümüş" olanla oldu.
Böyle hatırlayabiliyorum bloga nasıl isim verdiğimi. Neverland, çok mantıklı görünmüş olmalı o zaman. "Hikaye" ise, bir anlamda yaptığımı düşündüğüm şeydi. Kendi kendime hikayeler yaratıyordum bence, o yaşıma kadar kafamın içinde yarattığım başka başka dünyalarda yaşıyordum. Hikayeydi hepsi de, eh o zaman bu bir var olmayan ülke hikayesiydi belki de. Orada hep tek başıma olmuştum önceden. Kendi başıma gece göğündeki yıldızlara bakmayı seviyordum, gecenin sabaha dönüşürkenki ilk ışıklarında ıssız sokaklara bakmayı seviyordum, dolunayda ay ışığının yüzüme vurmasını seviyordum, her sene görsem de ilk kar yağmaya başladığında deliler gibi mutlulukla doluyordum, yağmurda şemsiyenin altında yürümeyi seviyordum, rüzgar hafif eserken açık pencerenin önünde ağaçların hışırtını dinlemeyi seviyordum. 10 yıl sonra neyi seviyorsam hala, 10 yıl önce de onu seviyordum. Elimde kılıç, peri tozuyla uçarken, korsan gemisindeki çocukları kurtarıyordum. Ama 10 yıl önceki benle bugünkü ben arasında ne kadar fark olduğunu da görebiliyorum.
Çok ilginç. Mantıklıca baktığınızda hakikaten ilginç. 10 yıl boyunca süren bir hayat var burada. 10 yıl boyunca çabalama. İlk yazdığım o yazıya bakıyorum da - Johnny Angel - çok sevdiğim bir şarkı eşliğinde, anlatışıma. Johnny'ye hissettiklerim gibi, diğer pek çok insana ve şeye de hissettiklerimin değişebildiğini görüyorum. Tam değişmek denir mi buna bilmiyorum gerçi. Zamanla bazı duyguların bazı yerlere kaldırılması olabilir belki. Hani bir türlü atamadığınız ama artık oynayamadığınız oyuncakları bir kutuya koyup, dolabın uzak bir köşesine, yatağın altına, kömürlüğün bir tarafına ittirmek gibi. Aslında hep sizinle, ona sahip olduğunu gerçeği hiç değişmiyor. Ama her şey o ilk adımla başlıyor, hep durduğu o yerden gözünüzün önünden alıp elinize, o kutuya koymakla. Önce kutuya giriyor, sonra o kutu odada bir köşeye gidiyor. Her geçen gün biraz daha göz önünden uzaklaştıktan sonra en sonunda tamamen duracağı o ücra karanlıkta buluyor kendini. Johnny'ye hissettiklerim de 10 yıl önceki halinden çok farklı şimdi. İlk aşkıma hissettiklerim gibi. Çocukluk arkadaşlarımın hepsini o kutuya koyup, karanlığa atmam gibi. Sanırım sonunda nihayet ben de değiştim. Yapmam dediğim pek çok şeyi yaptıktan ve yapacağım dediğim pek çok şeyi yapamadıktan sonra. Dinlendiğim müziklerden utanmıyorum artık. İzlediğim filmlerden de. İnsanları o kadar takmıyorum artık, "hayır" diyebilmenin üzerinde hala çalışıyor olsam da. Johhny'yi görünce hala gülümsüyorum, eski bir dostun rahatlatıcı yüzünü gördüğüm için. İskoçya'da yaşamayacağımı biliyorum artık, soğuktan ve nemden hiç hoşlanmıyorum. Arkeolog olmayacağımı biliyorum günün birinde, çünkü o "günün birindeleri" harcayalı çok oldu artık. Rüyalarımda çok az görüyorum artık, orada bile kabullenmişim, eskisi gibi ağlayarak uyanmıyorum. Gözümde gözlüklerle, acaba gözlüksüz de görebilmek nasıl bir şeydi diye hayal etmeye çalışmıyorum (şükürler olsun).
Bu 10 yıla neler sığdırdığıma bakıp da hem üzülüyorum, hem pişman oluyorum, hem de birazcık bir oh iyi en azından bunu yapabilmişim diyebiliyorum. O ilk yıl, 17 Şubat'ta başlayıp yazmaya tam 17 yazı göndermişim. 2011'de böyle 206 yazı var. İlk senenin heyecanıyla. 2011'de bir yandan ilk defa tanıştığım yüksek lisans ortamıyla uğraşıyordum, bir yandan iş bulmaya çalışıyordum, o senenin sonunda da psikolojimin içine eden iş ortamıyla tanışmıştım. 2012 yılında önce büyükbabamla vedalaşmıştım, o sene boyunca her şey çok yeniydi benim için. "Çalışmak" kavramı önümde midemi bulandırıyordu, yüksek lisans derslerine bayılıyordum ama akademik ortam ve hocalar çok kötüydü. 238 yazı var yine de o sene. İlk defa para kazanıyor, eve kira vermiyor, faturaları ödemiyordum. Biriktirip hepsini, ilk memuriyet iznimde Amerika'ya gitmiştim N'nin yanına. 2013'te yavaş yavaş dibe vurmalar kendini gösteriyordu. Nasıl kurtulacağım ben bu işten, nasıl olacak diye diye mahvolmaya başlamıştım. 190 yazı var ama artık mutsuzluğum çok başımı ağrıtmıştı. 2013'ün aralık ayında ara veriyorum deyip, Neverland'e bile veda etmiştim. 2014'ün temmuzunda geri döndüğümde nasıl hissettiğim hatırlayamıyorum. Yazdıklarıma bakıyorum ama dayanamıyorum okumaya. 99 yazı var gene de o yıl, fena değil. O yıl içinde tam olarak ne zaman ve nasıl karar verdim bilmiyorum ama işi bırakmaya karar verip, senenin sonunda da istifa dilekçemi vermiştim. Hala şaşırıyorum bu cesaretime. 2015'te işinden istifa etmiş, yine yüksek lisansa başvurmuş, yalnız yaşadığı evine bir abi, bir hamile yenge ve bir minik yeğen sığdırmış bir hayalperesttim. O sene boyunca daha da çılgınca yüksek lisans derslerine bulanmıştım ama bu sefer her şey için son şansım olduğunu biliyor gibiymişim içten içe. Her şeye rağmen yine de hayatımda mutluluğa en yaklaştığım zamandı belki de. 323 yazım var o sene. Neverland'in gördüğü en yüksek yıllık yazı sayısı. 2016'ta 126 yazı var, bir yeğen daha kazandığım, Roma'ya taşındığım, bambaşka hayatlar gördüğüm, kore dizileriyle tanıştığım, değişik bir yıldı. 2017'ye kafamda yine aynı kaygılarla başlamıştım, ne olacağım ben, nereye gidiyorum ben diye diye 166 yazı paylaşmıştım o sene. Roma'dan beş parasız dönmüştüm, yüksek lisansı bitirememiş, işsiz güçsüz, evin içinde bir başıma dolandığım günlerdi. 2018'te yine çalışmaya geri döndüm, bu yüzden 71 yazı var. 2019'da her şey birbirine girmeye başlamıştı, büyük değişikliklerin yılıydı. Ben, ben olmaya başlıyordum. 47 yazı ancak var. 2020'de ise 66 yazı var. 2020'yi hep beraber yaşadık, siz de biliyorsunuz hani o "2020". Bu 10 yıl boyunca 420 bin kere açılıp, bakılmış buraya. 579 yorum var. En çok Ocak 2013'te görüntüleme var, ne yapıyordum bilmiyorum o zaman. En çok yazıyı şubat 2015'te göndermişim, 54 tane. En kısa aya en çok yazıyı sığdırmış olmam da başarı. Ama dediğim gibi o sene işten istifa etmiş, yepyeni ufuklara yol alıyordum. Tüm bu 10 sene boyunca en çok görüntülenen yazı ise Hayaletin Çırağı kitap serisinin ilk kitabını anlattığım yazı. Hayat gerçekten de simyacının dediği gibi işaretlerden ibaret. Daha bu sabah bu kitabın, filmin konusu geçti kızlarla.
Böyle sayılar gibi taktığım pek çok şey var, artık biliyorsunuz. Tarihler, kronoloji, listeler, etimoloji, her şeyin kökeni, ilk kim nerede buldular,...Doğumgünleri. Kendi doğumgünümün artık bana aitmişim gibi hissettirmemesi ise şöyle düşündürdü bu sene: O zaman 17 Şubat'ta kutlarım ben de. Yazarak var oluyorsam ben de eğer bu hayatta, eh o zaman doğduğum gün bir anlamda yazmaya karar verdiğim gün olurdu. O yüzden bugün kutladım ben doğum günümü. Artık her sene çocuklar ve abimler yüzünden, benim olmaktan çıkan anlamsız bir gündense, bugün kendi istediğim pastayı yapıp, mumlarımı üfleyip, dilek tutabildim.
Söyleyecek bir sürü şeyim vardı halbuki. Şimdi bu yazıyı nasıl sonlandıracağımı bilmiyorum. Eğer 10 yıldır buradaysanız, teşekkür etmek istiyorum. Bu kadar dayandığınız için. Sonradan gemiye atladıysanız, yine de buradayız, hep beraber. Yaşadığıma tanıklık ediyorsunuz, her ne kadar bu "yaşamayı" pek beceremiyor olduğumu düşünsem de. Doğarken bir yolculuğun ismini koymuşlar bana, öyle düşünmediklerine eminim koyarken ama nihayetinde bir yolculuğa dönüştü bu hayat benim için. Hiçbir türlü bir yerde hah tamam işte burada olmalıyım dedirtmeyen, hep başka bir yerde başka bir şeyi yaşıyor olmalıymışım hissiyle dürtükleyen, mutluluğu aratıp durdurtan, bir dolu kötü seçimin, pişmanlığın bir dolu manyak, saçma sapan hikayeye yol açtığı bir yolculuk. Umarım böyle bir sürü 10 yıl kutlarım burada. Ama çok geç olmayan bir noktasında da artık vuhuuu tamam işte çok mutluyum diye bağırabilirim size. Çok geç olmasın yalnız. Böyle birkaç sene içinde olsun yani. Çok da beklemesin.
Unutmayın, ikinci yıldızdan sağa sapıp, sonra sabah kadar dümdüz gittiğinizde, burada olacağım hep. Belimde tahta kılıcımla, korsan hikayeleri anlatacağım
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder