Yine bir şeyi anlatmaya en başından başlayacağım. Çünkü ne de olsa bu da bir hikaye ve hikayeler hep en baştan başlar.
2013 senesi. 25.yaşımı ardımda bırakışımın şerefine, o seneye Orlando'da bir hostelde uyuyarak girmişim. Hostel dediğim de vallahi bu korku filmlerinde görürüz ya yol kenarı tam cinayet işlenmelik motellerinden. Arada dışarıdan, çok uzaktan insanların kutlama sesleri, havai fişek sesleri falan var ama biz N. ile baygın düşmüşüz gezmekten, uyuyoruz. Bir yandan aşırı mutlu olmuşum, sonunda hayallerden biri gerçekleşmiş, çocukluğumda, ilk gençliğimde izlediğim, yaşamayı hayal ettiğim o dizilerdeki, filmlerdeki hayatların ülkesine, şehirlerine gidebilmişim. Amerika kıtasına ayak basmışım. Bir yandan da artık 2.senesine giren "çalışma hayatı"nın karanlığından dibine vurmak üzereyim. "Ama nolur ben yarın sabah kalkıp da işe gitmeyeyim artık. Nolur ya, ben artık işe gitmeyeyim. Yazar olayım, kaşif olayım, fotoğrafçı olayım, gezgin olayım, maceracı olayım, dağlara tırmanayım, okyanuslara dalayım, göklere uçayım, ağaçlarda uyuyayım...ama artık o işe gitmeyeyim, bilgisayar mühendisi olmayayım." diye burada iyice sızlandığım zamanlar. Ben artık bu çalışma olayını bitirebilirim kredi ödemesini yapacak kadar para birikiyor sayılır diye düşündüğüm, kendimi gaza getirip, bir daha üniversite sınavına girdiğim zamanlar. Ki sonra da kazanıp, işi bırakmaya cesaret edemediğimden yine kendi kendime kızarak gidip kayıt olmama rağmen devamını getirmediğim 2013 senesi. Öteki yandan kafamın içindeki "demon"larla da son sürat uğraştığım zamanlar. "And just because the two of us,Will both grow old in time, Don’t mean we should grow old together. So I’ll be sure to turn my back, On everything you said you’d do." diye satırları buraya yazmama, üzerinden yıllar geçtikten sonra olacakları, bir gün olacakları, bilmeme rağmen yine de içimde her şeyin mucizeye dönüşeceğine dair umutla, o salak saçma umutla zamanımı heba ettiğim zamanlar. Ama bloggerlık açısından, Neverland'e yazma oranım açısından delicesine de zamanlar. Habire bir şeyler yazıyorum, paylaşıyorum, düşünüyorum, okuyorum. Sherlock Holmes hikayelerini bir bir yutuyorum. Cyrano de Bergerac'ı izlemişim, tiyatroya ilk defa aşık oluyorum. Psikolojim iyice kötüleşiyor, senenin sonunda Neverland'i bırakıp, kaçacağım ama bir yandan da yazdıklarımla ilgili en çok etkileşimi aldığım zamanlar oluyor. Blogger'ın son güzel zamanlarının sonu. O senenin içinde reader'ı kapatıp, şimdiki haline çevirmeye başlıyor çünkü. Blogu takip edenlerin, yazılara yorum yapanların profillerine girdiğimizde hala kendi bloglarını görebildiğimiz zamanlar. Bunu niye kaldırdı blogger, ne alıp veremediği vardı bilmiyorum. En saçma yeniliğiydi bu bence. Çok sinirliyim bu konuda. Çünkü etkileşim kurmanın bir yoluydu bu. Takip edenlerin ya da yorum yazarak bir şey söyleyenlerin kendi bloglarına girip, onlar da ne yazmış, ne yazıyor diye bakabiliyordum. Yeni insanlar tanıyabiliyor, yeni hayatlar görebiliyordum, yalnız olmadığımı düşünebiliyordum. Boğazında kalsın e mi blogger? Neyse. Ben tüm bunlarla uğraşırken, dünyanın çook uzak bir köşesinde, bir gün gelip de ekranımdan tanıyacağım yedi genç adamın hayatında neler olduğunu bilmiyordum tabi.
O zamanlar çılgınca diğer bloglara bakıyordum. Dediğim gibi, takip edenlerinkilere, sonra onları da takip edenlerinkilere. Benim o zamanlar Güney Kore dizilerinden ya da Kore'nin varlığından falan pek haberim yok, Uzak Doğu ülkelerine ve kültürüne, insanlarına bakış açım da şimdiki Hindistan ve Hintlilere bakışım gibi (nolur nolur nolur). Haliyle Neverland'de hiç böyle şeyler yoktu. Ama benim o dolandığım bloglarda, yani beni takip edenlerde hep dizilerine rastlıyordum. Bir dolu Kore dizisi. Bir dolu yazı. İzlemediğim şeylerin yazılarını okuyordum, dahası izlemeyi düşünmediğim. Sadece okuyordum, izlemek aklımın ucundan bile geçmiyordu. Eğlenceliydi, o kadar eğlenceli geliyordu ki düzenli bir şekilde açıp yeni yazı var mı diye baktığım bloglar birikmişti. Ama hala izlemiyordum. Bu 2014 ve 2015'te de böyle sürdü. Depresyona girdim, depresyonla bütünleştim, Neverland'e geri döndüm, işi bıraktım, bir daha yüksek lisansa başladım, abimlerle aynı evi paylaştım, yeğenimin büyümesine şahit olurken bir yandan çılgınca sunumlar hazırladım dersler çalıştım ama o yazıları okumaya devam ettim. Yani şöyle düşünün (bu arada bu yazıyı hala okuyan var mı, buraya kadar dayanabildiniz mi? Daha asıl anlatmak istediklerimi anlatmaya başlayamadım bile, daha 2020'ye bile gelemedim aman yarabbi!), curling müsabakaları hakkında her gün yazılar okuyorsunuz (onlara müsabaka mı deniyor maç mı deniyor en ufak bir fikrim bile yok). Ama ne tvde bir kere görmüşlüğünüz var ne de izlemişliğiniz. Dahası hiç açıp da bakma gibi bir şey de aklınıza gelmiyor. Ama müsabakayı anlatan yazıları okuyup duruyorsunuz. Öyle bir durum. Curling nereden esti, hiç sormayın.
Neyse ki bir noktada aklıma gelmiş olmalı izleyeyim mi ben ya böyle bu dizilerden falan dediğimi hatırlıyorum. Bu arada sene 2016'ya gelmişti, son sürat İtalyanca kursuna koşturduğum, yüksek lisans sunumlarına yetişmeye çalıştığım ve Roma'ya gitme hayalleri kurduğum günlere. İkinci yeğeni bekliyordum, daha birincisi ile ne yapacağıma dair bir fikrim yokken. Günlerimi o yüzden bir yandan da abimlere bölüyordum, evde bir gün geçiriyorsam 5 gün onlarda duruyordum. Doğum yaklaştıkça benim Roma'ya taşınma günüm de yaklaşıyordu. O günlerden birinde, yine bir gece uyuyamazken (abimlerde hiçbir türlü uyuyamıyorum, en başından beri böyleydi, hala böyle - kanepeleri aşırı rahatsız, elyaf yorgan ve yastıklar daha da rahatsız ve en kötüsü aşırı hafif uykum, neyse) bir tanesini açayım şunların dedim. Burada da anlatmıştım, "Fated To Love You" diye bir diziydi açtığım o gece. Neden oydu, nasıl o oldu bilmiyorum, öyle denk geldi, kim bilir. Diziyi şurada anlatmışım, izlemeye nasıl başladığımı da aslında şurada anlatmışım. Neyse. Orada da demişim zaten, 2016'nın ağustosunda böyle bir tane dizi izledikten sonra 2017'deki günlerime gelebiliriz. Buradan biliyorsunuz, 2017 tamamen evde, sabahtan akşama ben napacağım ben ne olacağım yüksek lisansı salladım bıraktım iş mi bulacağım nasıl iş bulacağım diye dolandığım seneydi. İşte o sene kendimi tamamen bu Güney Kore dizileri işine kaptırmaya başlamıştım. Açıp, listeler yapıyordum (ben ve listeler, ayrılmaz parçalar). Ne bulursam izlemeye çalışıyordum. Meşhur Moon Lovers (şurada) faciamdan sonra dizinin müziklerini aramaya başlamıştım. Bakın deli gibi dizilerini izliyordum ama hala kültüre ya da müziklerine dair bir şeye bakmıyordum, onlara olan bakış açım en baştaki gibi sağlam duruyordu. Ama Moon Lovers'ın müzikleri...Tarihi dizi ve epik melodiler. Tabiki peşine düşmüştüm. Bir şarkı vardı yalnız, bakın bu. Şimdi yazarken yine dayanamadım açtım dinliyorum. Ne dediği hakkında hiçbir fikrim olmadan, sırf dizide izlerken hissettirdiklerinden bile bir dolu şey anladığımdan, vurulmuştum (off gene içim çok kötü oldu, gece gece, öff). Youtube'da fellik fellik arayıp, günde 5 kez dinleyince tabi pek sevgili youtube diğer k-pop şarkılarını da önermeye başlıyor. İşte büyük ihtimalle o zaman denk gelmiş olmalıyım, çünkü bir dizide duyup da baktığımı hatırlamıyorum. "Dope" diye bir şarkı söyleyen bir grup çocuk. Çocukları ayırt edemiyordum ama şarkı aşırı eğlenceliydi, aşırı hareketliydi ve ben yine ne dedikleri hakkında en ufak bir fikrim olmadığı halde şarkıyla birlikte havalarda zıplıyordum. O zaman dinleme listeme kaydettiğim bu şarkıyı sıkıldıkça, bunaldıkça açıp ayağa fırlıyordum. Ama hala içimde bir merak yoktu, açıp başka grupların başka şarkılarına şöyle bir bakayım demiştim ve felaketle sonuçlanmıştı. Çok kötüydü, dinleyebilmem mümkün değildi. Kız gruplarının seslerine dahi dayanamıyordum (hala öyle). Bu "Dope"u söyleyenleri de araştırmıyordum, öyle ya k-pop dinleyecek değildim, zaten bu kadar kalabalık grup mu olurdu daha hiçbirini ayırt bile edemiyordum gerçi o arkadaki gözlüklü kısa pantolonlu çocuk hiç fena değildi ama ekrana çıkışını bile yakalayamıyordum ki. Amaan neme lazımdı canım, bulduğum birkaç şarkıyla mutlu mesut devam ediyordum.
2018'de yeni işe başlarken bir yandan dizileri üçer beşer devirmeye de devam ettim tabi. Ama bu sefer dizilerde çalan şarkılar çeşitlenmişti, çok değişik şeyler duymaya başlamış, sürekli dinleme listeme eklemeye ve şarkıların hikayelerini araştırmaya başlamıştım. Bunun gibi ve şunun gibi. Ama sanırım hayat hakikaten de işaretlerden ibaret ve her şeyin, her bir şeyin bir zamanı, evrende gelişigüzel dolaşmayı bırakıp, olması gerektiği bir yeri var. Beee diye ekrana fısıldasak karşımıza sonraki elli gün beeeli videolar, reklamlar, haberler bombardımanı getiren youtube (ehem google), bana o zamanlar başka hiçbir şey önermiyordu. Önermemişti. Sene 2018'di ve ben yine de harıl harıl Güney Kore dizisi izliyordum.
Her şey bu lanet olasıca geçtiğimiz sene, 2020'de haziranda annemin haberiyle başladı. O kapkaranlık günlerde, şu an birkaç cümle yazmak için aklıma gelmesine bir beş dakika bile katlanamadığım o günlerde, hiçbir şey izleyemiyordum. Hiçbir şey dinleyemiyordum. Annemin hastanede ameliyatı beklediği, , ameliyatta olduğu ve yoğun bakımda olduğu zamanlarda, tüm o elimden hiçbir şey gelmediği halde oturup beklemek, dahası hayatıma devam etmek zorunda olduğum, işe gidip, akşamları eve geldiğim o günlerde o çok sevdiğim dizileri de izleyemiyordum. Her şey, her bir hikaye parçası, her bir karakter, her bir olay bir yerden dokunuyordu. Ama vakit geçirmeliydim. Delirmemek için, aklımı elimden kaçırmamak için içinde bulunduğum gerçeklikten çıkmalıydım. Boğulmamak için kafamı suyun üstünde tutacak bir şeylere ihtiyacım vardı. Daha öncesinde izlenecek hiçbir şey yok gözüyle baktığım youtube'u açmaya başlamıştım. Önceden takip ettiğim gezi hesaplarını izlemeye çalıştım, başka ülkede yaşayanların videolarına bakmaya çalıştım. Baya da oyaladılar beni, haklarını yemeyeyim, aklımı uzaklaştırmama çok yardımları dokundu. Sonra bir gün ana sayfada hep bir şeyleri önermeye başladığını gördüm youtube'un. Bangtan bomb'ları. Şimdi ne olduklarını çok iyi biliyorum ama o zaman hiçbir şey ifade etmiyordu. Bir gün, bir tanesine bakmaya karar verdim. Öylesine açıp izlediğim o video hangisiydi bilmiyorum ama eğlendim. Hakikaten o üç beş dakikada hiç beklemezken gülümsedim. Tüm o karanlık bir anda, bir beş on dakikalığına aralanıvermişti. Salak saçma şeyler yapan, kendi aralarında konuşup, hoplayıp zıplayan birkaç çocuğu izlemiştim ve dünya kısa bir süreliğine de olsa mutlu bir yer gibi gelmişti. O zaman bu çocukların, birkaç sene öncesinde videoda izlediğim ve hala açıp dinlediğim şarkıyı söyleyen grup olduğunun farkına bile varmamıştım. Bu neyki böyle, neydi ki bu böyle diye sırıtarak ekrana bakıyordum.
Annemin - şükürler olsun ki - her şeyi atlatıp, düzelmeye başladığı ve benim ona bakmayı bırakıp, eve ve işe geri döndüğüm günlerde, ağustosta bu sefer youtube'un ana sayfamda önerdiği kadarını izlemeye başlamıştım. Yine de çok değildi, her gün belki 2-3 tane bangtan bomb ya da episode falan görüyordum, 5-10 dakika eğlenip, kapatıyordum. Eylül geldiğinde nihayet araştırmaya başlamıştım. O zaman işte benim Dope ile grup arasındaki ilişkiyi anlamış, jetonu düşürmüş, azıcık aydınlanmaya başlamıştım. Ama hala burnumu yerden almak için eğilmiyordum, k-pop dinleyemezdim, hele hele bu yaştan sonra boyband falan hıh. Ama bu çocuklar çok...eğlenceliydi. Samimi gelen bir şeyler vardı, insanı sarmalayan bir ruhları vardı. Ekim ayı geldiğinde işte o noktada ödül törenleri performansları çıktı karşıma, youtube o zaman önermeye karar vermişti. Ve neye uğradığımı şaşırdım. Bakın benim ödül töreni performansı anlayışım en son MTV'nin Video Music Awards şovlarının 98'le taş çatlasın 2003 arasındaki görüntülerini kapsıyor. Onlardan oluşuyor yani, üniversite ile birlikte popüler kültür bitmiş bende. Oysa bu çocukların bu yaptıkları, bu performanslar, bunlar böyle neydi böyle?! Şoka girmiştim. Dünyada neler dönüyordu böyle ben bakmadığım onca zaman? Hala müzik ödülleri falan mı veriliyordu? İnanılmazdı. Şarkıları ilk defa duyuyordum, çocukları şarkı söylerken ilk kez izliyordum (tamam Dope klibini saymıyoruz). Salonda, tvnin büyük ekranına yansıtmış izliyordum. Hele bir cumartesi akşamı donakalmış halde nerdeyse yarım saatlik bir ödül töreni performanslarını izleyişim hala aklımda.
Ve sonrasında tamamen kendimi kaptırdım. Daha önce bahsetmiştim ya, tek başıma olduğumdan uzun yıllardır, bir şeye takılınca sonuna kadar kaptırıyorum beni durduracak bir mekanizma kalmıyor diye, hah işte aynısı oldu. Açıp, önce youtube hesaplarındaki tüm videoları, 2013'teki ilk videodan itibaren tek tek izlemeye başladım. Ama öyle böyle değil. Sabah akşam. Her an. Bir yandan işe gidiyorum, bir yandan tez yazmaya çalışıyorum. Ekim, Kasım, Aralık boyunca neredeyse sadece temel yaşamsal fonksiyonlarıma yetecek kadar ekrandan ayırdım gözlerimi. O kadar ameliyat, acı, emek verdim bu gözlere böylesine hoyratça kullanmamalıydım biliyordum ama engel olamıyordum kendime. Habire videolarını izliyordum. Video izleyemeyecek durumdaysam kronolojik olarak albümleri açıyor, onları dinliyordum (çünkü her şeyi en baştan tek tek, kronolojik olarak deneyimlemeliyim ya, manyağım ya ben). Günlerce, haftalarca tek tek şarkıları dinledim, sözlerini yazılış hikayelerini okudum. Günlük videolarını izledim, kliplerini izledim, her bir videonun altındaki binlerce yorumu okudum. Weverse yükledim, Vlive yükledim. Tam olarak ne kadar video, şarkı, yazı ya da aslında bu çocukların hayatlarının ne kadarını o 2-3 aylık sürede yaşadığımı anlayabilmeniz için şöyle sıralamalıyım: Youtube'da BangtanTv diye tamamen grupla ilgili videolar yayınlayan hesaplarında sadece Bangtan Bomb başlıklı 700 küsür video var. Bunun yanında 2013'ten beri tüm katıldıkları programlar, ödül törenleri, verdikleri röportalar, şarkıları, şarkıların klipleri, tüm fotoğraf çekimleri...hepsinin arka planında olanlar...da var. Şirketleri Bighit'in Bighit Labels youtube hesabında ayrıca 131 tane BTS videosu var. Twitter'da grubun hesabında ve şirketin hesabında başka bir dolu fotoğraf ve video var. Vlive'daki hesapta 2015'ten bu yana yaptıkları canlı yayınlar ve Run BTS, BTS Gayo gibi kendi minik şovları var. Bir yandan da Weverse'te habire bir şeyler paylaşıyor, hayranlarla etkileşime geçiyorlar, diğer yerlerde yayınlanan videoların behind the scene'leri falan yayınlanıyor. Ki bu saydıklarımın yanında bir de latin alfabesiyle yayınlanmayan başka platformlarda da hesapları var ve oralarda da bir dolu içerikleri var.
Tüm bunlar en başta bana aşırı yabancı geldi tabi. Oralardaki bu müzik endüstrisinin sistemine, tüm bu olan bitene tamamen yabancıydım. Şirketler liseye bile başlamamış çocukları "stajyer" gibi bünyelerinde yıllarca eğitim veriyor, ardından hazırlanan şarkılarla, konseptlerle piyasaya sürüyordu. Tüm ülke böyle manyakça bir sistem oluşturmuş, dönüp duruyordu. İlk başta hakikaten saçma ve anlamsız geliyor, insan algılamakta zorlanıyor. Minicik çocuklar yıllarca her gün yemeden içmeden dans ediyor, şarkı söylüyor, dans ederken şarkı söylüyor ve hepsi de sonunda piyasaya çıkma şansına sahip olmuyor. Neyse bu konuya çok girmeyeceğim, çünkü bahsedecek aşırı şey var, etraflıca anlatmak gereken pek çok şey var. Demeye çalıştığım, tüm o videoları izlemeye, şarkılarını dinlemeye başladığımda bir yandan hayatlarıyla da yüz yüze gelmiş oldum. Düşünün 2013'ten beri hemen hemen her gün, her an yanlarında etraflarında bir kamera tutan bir insanla dolanmışlar, dolanıyorlar. Şirketin kameramanları her anlarını kayıt altına alıyor. Konserlerin öncesinde heyecanla hazırlanırlarken, sonrasında yorgunluktan bitap düşmüş oralarda buralarda baygın uyurlarken, ödül aldıktan sonra salya sümük ağlamalarını gizlemeye çalışarak koridorlarda yürürlerken, onca işin arasında ortaya gelen yemekten herkes birer parmak atıştırırken...Başladıklarından beri 3 ayrı konser arka planı filmleri var. Her yaptıkları konser turuna ait uzun uzun dvdler var. Her sene yılbaşında, Noel'de ayrı programlar, özel günlerde bayramlarda hazırladıkları videolar, her sene piyasaya girişlerinin yıldönümünde hazırladıkları radyo programı ve kutlama videosu, hayran buluşması şovu var. Ayrıca 2016'dan itibaren her sene bir yere tatile gittikleri geçen sene mecburen In The Soop'a dönüşen, Bon Voyage programları var. Bir de ayrıca kendilerinin ellerine kamera verip, çektirdikleri. İnsan bir yandan üzülüyor tüm bu hayatlarına milyonlarca insanı sokmak zorunda kalışlarına, bir yandan da bu onların mesleği, işi diyor. Yani ben nasıl para kazanmak, hayatımı sürdürmek için her gün bilgisayara bakmak zorunda kalıyorsam, bu benim işimin bir parçasıysa, tüm bu hayatlarını ortaya serme durumu da onların işinin bir parçası. Çünkü onlar da bir anlamda bu yolla bizim hayatımıza (onları takip eden hayranların hayatına) girebilmiş oluyorlar, yani biz ne kadar onların hayatının içinde olursak onlar da bizimkinin içinde olabiliyorlar. Bu sayede hayatlarını sürdürmek için gerekli olan kazancı sağlayabiliyorlar, hem maddi hem de manevi olarak. İnternetin sunduğu bu kocaman bütünleşmiş dünya olmadan, çocukluğumda, gençliğimdeki tüm grupların, sanatçıların sadece tvlerler, gazetelerle dergilerle o kadar tanınmış, o kadar albüm satabilmiş olmaları hakikaten takdir edilmeliymiş. Yurtdışında olan bir şeyden haftalar sonra haberiniz olurken, albümler yıllar sonra raflarımıza gelirken yine de müziğin peşine düşebiliyormuşuz. Hayret edilesi.
Peki beni bu yedi çocuğa, yedi genç adama bu kadar derinden bağlayan neydi? İlk başta yüzlerini bile ayırt edemezken, sadece birbirleriyle eğlendikleri videoları izlerken beni tüm bu deliliğin içine yuvarlayan neydi? Hissettirdikleri. Onları izlerken sadece onları izlemiyor oluyordum çünkü. Kendimi izliyor oluyorum, hayatımdan çıkardığım arkadaşlarımı izliyorum, artık görüşemediğim dostlarımı izliyor oluyorum. Herkes evlenip, çocuk sahibi olup, beni çocukluğumda tek başıma bırakıp gitmeden önceki zamanlarımızı izliyor oluyorum. Herkes "büyümeyi" seçip, kendilerine başka hayatlar kurmadan önceki, hep beraber hoplaya zıplaya korsan kovaladığımız var olmayan ülkemizden ayrılmadan önceki tüm o yaşadıklarımızı izliyor oluyorum. Bu 7 çocuk bir arabaya doluşuyor, eğlenmeye gidiyorlar mesela. Ben buz gibi bir kış akşamı 9-10 kişi, birimizin yeni aldığı arabasına tıka basa doluşmamızı hatırlıyorum (Bu satırları yazarken "Adult Child" şarkılarının çalmaya başlaması...). Onlar çimenlerin üstünde su balonlarıyla savaşa tutuşuyor, ben birlikte gittiğimiz o yaz tatilinde açık arabalarda üstümüze suların yağmasına gidiyorum. Onlar ortada duran kameranın önüne geçip, salak saçma hareketler yapmaya başlıyorlar, ben bitmeyen ödevler yaptığımız, laboratuvar raporları yazdığımız, çalışmayan kodlara gömüldüğümüz o gecelerden çoğunda bilgisayarın kamerasıyla, tost makinesi ayarındaki telefonlarımızın kameralarıyla çektiğimiz saçma hareketlerden oluşan videolarımıza gidiyorum. Onlar kendi aralarında başka grupların şarkılarına dans etmeye başlıyorlar, ben bir öğrenci evinin kanepesine çıkmış manyakça dans eden 5 kız görüyorum. Onlar bir koridorda teker teker belirip, salak salak hareketler eşliğinde yürüyüp, dans ederken kendilerini çekiyor, ben birimizin tüm elbiselerini tek tek deneyip, fotoğraflar ve klipler çekindiğimiz bir öğleden sonraya gidiyorum. Onlar bir uçurumdan atlamak için birbirlerini gaza getirmeye çalışıyorlar, ben bir akşam vakti lunaparkta buluyorum kendimi, hepimiz tırsıyoruz ama en korkunçlarına binmek için birbirimizi çekiştiriyoruz. Onlar yabancı bir ülkenin sokaklarında dolaşıp, her şeye şaşırırken ben karlı bir gecede Times Meydanı'ndaki halimizi hatırlıyorum. Onlar bir kamp ateşi etrafında birbirleriyle şakalaşırken, ben bir yaz günü, ayaklarımızda terlikler, üstümüz başımız çadırda günler geçirmekten leş olmuş halde sahilde hepimiz birbirimize sataşarak yürüyüşümüzü hatırlıyorum.
Bilmiyorum, dedim ya her şeyin kendine ait bir zamanı var gerçekten de herhalde. 2017'de şarkılarını ilk dinlediğimde-izlediğimde ya da ondan sonraki yıllarda gene karşılaştığımda, büyük ihtimalle onlara bu kadar ihtiyacım yoktu. Daha doğrusu onlara ihtiyaç duyacağım zaman henüz gelmemişti. Hala bir dolu arkadaşım vardı, hala birlikte bir yerlere gidebiliyor, doğumgünleri kutlayabiliyor, oyunlar oynayabiliyor, işten sonra buluşabiliyor, sinemaya gidebiliyor, yeni ülkeler keşfedebiliyorduk. Henüz herkesi hayatımdan çıkarmamıştım, henüz dünya kendini kapatmamıştı. Henüz bu kadar yalnız değildim belki de. Yıllarca keşke bir rahat bıraksalar beni diye yakınırken, hiçbir zaman bu kadar "insana" hasret kalacağımı, bu kadar yalnız hissedebileceğimi düşünmemiştim. Ya da tüm o şarkılara burun kıvırırken, açıp da dinleyebileceğimi, bu kadar anlam taşıyabileceklerini, bu kadar içime dokunacaklarını hayal bile edemezdim. 2016'da 2017'de "k-pop şarkıları" diye burun kıvırıyordum, hepsi aynı melodiyi taşıyor gibi geliyordu (şimdi de çoğu öyle geliyor gerçi), ince sesler sinirime dokunuyordu ve tüm o altyapıları, arhh. O yüzden henüz bu yedi çocuğun söylediği cümlelerin zamanı da gelmemişti demek ki. O zamanlar dinlesem, "I'm the one I should love" diye nefesim tükenene kadar bağırıyor, ağlıyor olamazdım mesela. Hala kendimde sevilecek en ufak bir şey görmüyordum, göremiyordum. O zaman dinleseydim tüm bu şarkıları, dediklerine kulak veremezdim büyük ihtimalle. Gerçi bazen diyorum ki ben büyürken olsaydı bu çocuklar, bu yaptıkları müzik, bu söyledikleri şeyler, daha farklı olur muydum? Daha iyi olur muydum? Yardımları dokunabilir miydi? Şimdi onlarla büyüyen gençlere, çocuklara oluyor mu? Onlar daha mı şanslı? Karar veremiyorum. Dönüp dolaşıp, aynısına geliyorum yine, her şeyin kendi zamanı var sanırım. Benim için doğru zaman şimdiydi.
Ama hala zamanı gelmeyen şeyler de var. Tam olarak ne zaman Epiphany'yi, Inner Child'ı ya da Blue&Grey'i boğulana kadar ağlamadan dinleyebileceğimi bilmiyorum. Şimdilik evin içinde tek başıma dolaşırken lachimolala diyerek kendimi güldürmeye çalışıyorum. Çok sıkıldığımda rrrraaap monsteeeerrr diye bağırarak kahkahalar atıyorum. Mutfağı toplarken soop soop soop surururup diye şarkı söylüyorum. İşten gelen telefonlardan maillerden bunaldıkça açıp adult ceremony ya da rainisim eşliğinde dans etmeye başlıyorum. Tez bitmedikçe, kafamı duvarlara vurmamak için kendimi tutmam zorlaştıkça evin içinde bir baştan bir başa yürüyerek Cypher Pt.4 söylüyorum. Kimsem yokken, dünya benim dışımda dönüyorken, ben bu yedi çocukla, bu yedi arkadaşımla günlerimi geçiriyorum. Birisi çok sarsak ama kafası çalışıyor, onu çok iyi anlıyorum, belki de en rahat onunla konuşabiliyorum. Birisi hayatı içinden geldiği gibi yaşıyor, ne zaman canı ne isterse onu yapıyor, her ortamda esprileriyle neşesiyle buzları eritiyor, sinirlendiğinde rap yapmaya başlıyor ve aman yarabbi çok konuşuyor, onunla hep birbirimize giriyoruz. Bir tanesi hep bir köşede uyukluyor, ama çok iyi yemek yapıyor ve neşelendiğinde çok komik oluyor, her şey hakkında da bir bilgisi var, onunla da oturup konuşmayı çok seviyorum. Bir tanesi benim için biraz fazla neşeli ve fazlaca kahkaha atıyor ama ona da alıştım, artık o olmadan etrafın düzensiz kalacağını, işlerin yoluna girmeyeceğini, herkesin birbirinden kopacağını biliyorum. Bir diğeri çok meleksi görünüyor, parıl parıl parlıyor, uçarcasına dans ediyor ama içindeki hınzır adamı her an görebiliyorum, onun olduğu ortamda hep çok eğleniyorum, çok gülümsüyorum. Bir diğeri ise içimdeki ben gibi, düşündükleri, bakışları, söyledikleri, yaptıkları,...hemen hemen hepsini hayatımın bir evresinde, bir anında söylemiş, yapmış, düşünmüş oluyorum. Ben ona hep anlıyorum der gibi bakıyorum, bir yandan da çok şaşırıyorum nasıl oluruz biz böyle bu kadar aynı diye. Bir tanesi ise en başta hiç anlamadığım, vakit geçirdikçe kendine diğer herkesten daha çok bağlayan, zaten diğer herkesin de her an en çok ihtiyaç duyduğu, her şeye koşturan, her eline aldığını en mükemmel şekilde yapan, başaramadığı, beceremediği bir şey olmayan, bir yandan aşırı sevimli bir küçük kardeş, en çok ona gülüyorum, en çok onunla eğleniyorum, bir yandan da acayip bir genç adama dönüşebilen ki en çok ona şaşırıyorum.
Ben bu günlerde, hayatımın bu döneminde, bu yedi arkadaşımla günlerimi geçiriyorum. Onlara ihtiyacım ne zaman bitecek bilmiyorum. Bir yandan bitmesi istiyorum, böyle geçiremem günlerimi. Bir yandan da nasıl bitecek ki diyorum, bunca şey paylaştık, öylesine biter mi?
[Ahahah bir tanesi canlı yayın açtı tam ben yazıyı bitirdiğimde, ben ona koşuyorum çocuklar :) ]
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder