Evveet blog yazısı başına düşen yakınma, çemkirme, kendine acıma, lanet etme görevimi de yerine getirdiğime göre devam edebilirim.
O yüzden yurtiçi-yurtdışı ne kadar iş bulma sitesi varsa hepsinde ne kadar "education" bölümü bana uyan yer varsa, "apply" ettim gitti. Uluslararası iş bulma siteleri, uzakdoğu ülkeleri genelinde iş bulma siteleri, secretcv.com, indeed, neuvoo, jobrapido, uncareer, upwork, ab-ilan, workhere, workingin, goinglobal, monster, adecco, kariyer.net...hepsinde tonlarca yere başvurdum şu son bir ayda. Dahası memurlar.net'e ilan düşüyor mu diye tetikteyim her gün. Ama hemşire olmadığım sürece şu sıra devlet kurumları beni işe almıyor. Ve sıkı durun, kimse aramadı. Tek bir yerden bile geri dönüş olmadı. Kimse beni istemiyor. Elimde - evet nefret ettiğim - bir bilgisayar mühendisliği diploması ve 4 yıla yakın bir networkçülük deneyimi var ama bir tane yer bile hımm durun bir çağıralım konuşalım bile demedi. Ulan Kamboçya'ya bile başvurdum ya. Gidilecek yerler listemin üç numarası olan ülkeye, bakın GİDİLECEK yani GEZİLECEK. Ama yaşanmayacak. Öyle bir durumdayım.
Bu durumda olunca da insan kendini tamamen gerçeklikten koparmaya çalışıyor. Çalışmıyor da daha doğrusu öylece kendiliğinden oluveriyor. Farkında olmadan vıjııııt gerçeklikten kayıp, kopmuşsunuz. Benimkisi şöyle başladı:
Önce geçen sene gene bu zamanlarda, hem ikinci yeğenin doğumu yaklaşıyor diye full-time hamile gelini destekleme görevimdeyim hem de eylülün başında atlayıp Roma'ya gideceğim ohh belki 6 aylığına kurtulurum tüm şu ortamdan diye gün sayarken, abimlerde kalıyorum ya geceleri nihayet büyük yeğen uyuduğunda kanepeye uzanıp kendimi ayırabildiğim - uyumadan önceki - o bir saatte napayım, ne edeyim, kafamı nasıl kuma gömeyim derken...bu cümle hiç bitmiyor gibi geldi değil mi? Evet farkındayım, yani değilim aslında o yüzden o kadar uzuyor cümlelerim de neyse okuyana eziyet ediyorum biliyorum o yüzden aralara nokta koyacağım, tamam. Açtım bir güney kore dizisi izleyeyim dedim. Daha önce hiç izlememiştim. İzlemeyi dahi düşünmemiştim. Çünkü - bakın burada çok aşırı dürüst itiraflar geliyor - ben yüzümü tamamen batıya dönmüş, öyle mutlu mesut yaşıyordum. Kendini hoşgörülü olarak tanımlayıp da sonra avrupa'da amerika'da birkaç hafta geçirdikten sonra en koyu ırkçı kıvamına gelen insandım ama olsun. Annemin de dediği gibi çıktığı yeri beğenmeyip, cevizin kovuğuna laf ediyordum. Bir dakika bu çok saçma oldu, annem böyle dememiştir, nasıldı ki bu laf? Her neyse, öyle bir durum işte. Yetiştiğim ülkeye, aileye, kültüre bakmıyordum da seyahatlerde denk geldikçe Hintliler'e, Meksikalılar'a, Çinliler'e falan laf ediyordum. Evet Meksika bize göre batıda ama ana fikri kaptınız.
Eh yani yalan söyleyemeyeceğim, aç tavuk kendini Londra sokaklarında Cumberbatch'le koşuyor zannediyor. Doğduğumdan beri yüksek dozda amerikan filmi, dizisine; eve bilgisayar internet girdiğinden beridir de Britanya'ya maruz kaldığımdan mütevellit durumum açıktı. Bir de öyle hoşuma gitmiş bir kere ne yapayım? Xena'da bile - ben küçükken ve tvden izlerken - Yunan mitolojisine bezenmiş bölümleri severek izlerken Xena'nın Hint mitolojisine Uzakdoğu mitolojisine daldığı bölümlerde bitse de gitsek derdim. Sevemedim o tarafları bir türlü. Onca yıl çılgınlar gibi okurken bile elim hiç gitmedi o taraflarla ilgili şeylere. Çin, Japon, Kore, Hindistan, Endonezya ve diğerleri, hatta Rusya bile hiiiç ilgimi çekmedi.
Kore dizileri de aynı sebeple hiç çekici gelmemişti. Bir de zaten kimseyi birbirinden ayırt edemiyordum ki posterlere, fragmanlara bakınca. İsimleri öğrenemiyordum. En kötüsü de evet sevgili romalılar yurttaşlar vatandaşlar! ben altyazı okumaktan nefret ediyormuşum ya! Bunca yıldır tabi unutmuşum eskiden ne zorluklarla izlediğimi tüm o filmleri dizileri. İngilizce'yi artık altyazıya ihtiyaç duymadan halledince insan unutuveriyormuş o halini. Dilini zerre anlamadığınız bir şey izlemek o kadar sinir bozucuymuş ki (Hayır bu pek yüzeysel hikayeciniz kesinlikle avrupa sinemasına da bakmaz, kesinlikle). Altyazılardan nefret ediyorum evet, çünkü ben her durumda yazıya odaklanıyorum. Yolda giderken, tv izlerken gözlerim hep bir yazı varsa ona odaklanıyor, görüntü gidiyor. Görüntülerin hiçbir önemi kalmıyor, ben yazılarda oluyorum hep. Şehirlerarası otobüs yolculuklarını bu yüzden severim mesela. O şehirlerin ilçelerin arasındaki ıssız yollarda hiçbir yazı olmaz, gönül rahatlığıyla manzarayı izleyebilirim.
Ama asıl noktaya geri dönersem, açıp izlemeye başladım. Bunca zamandır kore dizileri izleyen yazan blogları takip ediyordum. Yani diğer yazılarından ötürü takip etmeye başlamıştım ama kore dizi yazıları çıktıkça da resimlere müziklere falan bakıyor, okuyordum. O yüzden yine açtım onlardan yardım aldım. Tavsiye listelerindeki posterlere göz gezdirmeye başladım.
Normalde şu yandaki resmi görünce arkama bakmadan kaçmam gerekirdi (çünkü nefret ettiğim şeylerden bir diğeri-->hamileler) ama bu iki insanın resimden bile fışkıran nasıl bir enerjisi varsa artık, kendime engel olamadım. Sanki gerçekte de çok ama çok iyi insanlarmış gibi. Bilemem tabi. Belki harbiden süper oyunculardır, insana bir posterden bile böylesine duygular geçirebiliyorlardır. Açtım izlemeye başladım o gecelerde "Fated to Love You" dizisini. Dizi 2 temmuz-4 eylül 2014 arasında 20 bölüm olarak yayınlanmış Güney Kore'de. Orijinali Tayvan'danmış, 2008'de 24 bölümlük bir Tayvan yapımı diziymiş. Tabi ben o zamanlar bunları bilmiyorum. Gayet masum bir şekilde açtım izliyorum. İlk başlarda hakikaten çok acayipti. Güzellik falan anlamında acayip demiyorum, acayiplik anlamında acayip diyorum. Bunca yıl izlediğim ingilizce yapımlardan sonra ulan ben nereye düştüm dedim. Herkes birbirine bağırıyor. Kimin kime seslendiğini anlayamıyorum çünkü isimleri bir tuhaf söylüyorlar. Kadınlar normal görünüyor da erkeklerin saçları falan hep bir tuhaf, ne o öyle saçma sapan. Eve girince ayaklarına ince terlikler geçiriyorlar otellerde olanlardan. Ulan o terlikler ne?! Allah sizi kahretmesin niye terlik giyiyorsunuz! Dizi bu be, ayakkabıyla giriverin eve işte! Adam sırım gibi olmuş çekmiş takımı üstüne, eve bir giriyor tıss tıss sürüyerek terlikle dolaşıyor. Allahım ben ne izliyorum böyle?! Hele bir yemek yiyişleri var ki...En narin insan bile öküze dönüşüyor yemek yerken. Hayır sokakta, evimizde hepimiz öyle olabiliriz ama dizi bu be! Azıcık insan gibi yiyin! Bir de ne yedikleri belli değil öyle eciş bücüş, haldur huldur şapırdatarak hüpleterek yiyorlar!
Yeminle kafayı yiyecektim izlerken. Böyle detaylara takılıp durdum. İlk defa görüyordum çünkü. Bünyem kabul etmiyordu. Haa ama yiğidi öldür hakkını ver, hikaye çok iyi gidiyordu. Yani acayip eğlenceliydi. Absürttü ki hiç sevmem normalde ama eğlenceliydi. Bir 5 bölüm içinde ben çılgınca mutlu olmaya başlamıştım izlediğime. Günümün artık en güzel dakikaları diziyi izlerken geçirdiğim dakikalardı. Başroldeki Jang Na-Ra ve Jang Hyuk hakikaten boyunlarına atlanıp, sevilesi insanlardı. Tabi Choi Jin-Hyuk da ayrı bir güzellik. Dizi hakkında güzel bir inceleme yazmayı planlıyorum o yüzden şimdi kısa keseceğim ama diyeceğim o ki ilk 10 bölüm çok mutluydum. İyi ki izlemeye başlamışım ulan, oh ne de iyi yaptım aferin bana diye dolanıyordum. Ama sonra bir noktada bastılar dramı, bastılar gözyaşını. Gece gece yeğen uyanmasın diye yastıklara yastıklara mı ağlamadım, allahım bunlar ne büyük acılaaaaar diye gözyaşlarımı içime içime mi akıtmadım...Çok pis vurmuştu hikaye. Hayır bir de ne olduğunu anlamamıştım, her şey çok eğlenceliydi ne ara o kadar dram olduk, ben ne ara Lee Gun'ı gördükçe kafa kafaya verip ahhh abiciiiim diye ağlamaya başlamıştık anlayamamıştım. Ama neyse ki sonunda her şey düzeldi, musmutlu, bol Lee Gun kahkahalı bir final yaptı da ben de ilk Güney Kore dizisi tecrübemden kocaman bir sırıtışla ayrıldım.
Sonra tabi kazıdır, doğumdur, Roma'dır, geri dönüştür, iş aramasıdır derken benim aklıma hiç gelmedi başka kore dizisi izleyeyim. Aklımın ucuna bile gelmedi. Ama işte bağışıklık sisteminizin çökmesini bekliyor böyle şeyler. Buradaki bağışıklık sistemi mecazen, hani ruhsal savunmanın düşmesi durumu. Kafaca çöktün mü yani, o zaman sarıyorsun bunlara. Geçen aydı sanırım, bu defa yine dedim açayım izleyeyim bir tane. İlk izlediğim pek keyifli, eğlenceliydi nasıl olsa. Gene öyledir herhalde. Tamam arada küçük emrah'a bağlamıştı ama bu sefer hazırlıklıyım böyle bir duruma diye kendi kendime düşünüyordum. Yine açtım o listeleri, posterlere göz atarken bu sefer de şunlara rastladım:
Aman yarabbi bunlar ne kadar sevimli insanlardı böyle? Hem hikaye de tam bana göreydi. 20lerinde insanlar yok, lise çocukları yok. Tam da o an ihtiyacım olan şeydi bu hikaye. İçinde bulunduğum çıkmazda bana iyi gelebilecek bir şeydi. Valla ne yalan söyleyeyim "A Gentleman's Dignity" bence evrenin bir hediyesiydi bana. Öyle görüyorum ben şimdi geriye dönüp bakınca. Kafayı yememe, kendimi balkondan atmama, bıçaklamama engel olabilecek bir şeydi ve hoop diye önüme geldi. Çok ama çok sevdim. İnanılmaz sevdim. Bu hikayeyi yazana, bu hikayeyi böylesine canlandıranlara, o kahramanları sanki benim için özel olarak ete kemiğe büründürmüşçesine oynayan oyuncularına...Ne bileyim be çocuklar, çok sevdim. (Yine bu diziyi de yazacağım.)
Tabi ben bu gazla dedim izlerim ben kore dizileri ne olacak? Gerçi bir yandan da elim gitmiyordu, bu diziden sonra dünya üstünde artık hiçbir şey beni mutlu edemez diye burun kıvırıyordum. Ama olacağın önüne geçilemiyormuş. Lachesis, Clotho ve Atropos iplikleri eğip, bükerken bana da sadece izlemek kalıyormuş.
"Moon Lovers (Scarlet Heart:Ryeo)" işte böyle Mirelerin iplikleriyle çıktı belki de önüme. Yine posteri görünce bir vaay demiştim ama beni asıl çeken hikayesiydi. Outlander'a hasta bünyeye bir parmak bal çalıyor gibi görünüyordu. Hem de tarihiydi, Kore tarihi hakkında bilgim sıfırdı, iyi olur diye düşündüm. Açtım izlemeye başladım. İnanılmaz bir şekilde kaptırıp gittim. Yani nasıl izlediğinizi, zamanın nasıl geçtiğini falan anlayamazsınız ya. Ya da tamamen gerçeklikten kopar, bedeninizi terk etmiş gibi olursunuz ya. Aynen öyle oldu izlerken. Beni çekti içine, at üstünde dört nala, gitti. Neye uğradığımı şaşırdım. Nefes almayı falan unuttuğum oldu. Hikaye manyak gidiyordu, oyuncular şahaneydi (başroldeki minik kızımız hariç, o baya bir rahatsız etti önceleri), çekimler inanılmazdı. Tablo gibi görüntüler, en can alıcı şekilde sahneyi dolduran müzikler, durdurup tekrar tekrar izlediğim aksiyon sahneleri...Her bir sahneyi birkaç defa tekrarlamam gerekti çünkü her defasında bir diğer oyuncunun rol kesişine bakıp, ağzım açık kalıyordum. Böyle bir şey olabilir miydi ya?! İnadına yapar gibi bir de her bölümü en deli yerinde kesmiyorlar mıydı, bir bölüm daha bir bölüm daha derken kendimi uzay boşluğunda buluyordum. Ama en kötüsü, en en en kötüsü, bir finalle olduğum yere çivilendim ki...Moon Lovers beni çok pis vurdu.
Hala kendime gelemedim. Gelemiyorum. Başka bir şey izleyemiyorum. The Defenders'ın 8 bölümü de önümde, öylece duruyorum. Basamıyorum izle yerine. Zombi gibi oldum, etrafımda dizideki karakterlerle dolaşıyorum. Belki değişik bir şekilde görürsem gerçeklik algım geri gelir diye başroldeki Lee Joon Gi'nin yeni dizisi izliyorum, "Criminal Minds". Amerikan yapımının oldukça sadık bir kore versiyonu. Ama işe yaramıyor. Şu şarkının ilk notalarını duymam bile hönkürerek ağlamama yetiyor.
EXO'nun For You şarkısını mırıldanıp duruyorum (https://youtu.be/JvjWy4saR08 bu soundtrack versiyonu), Lee Hi'ın My Love şarkısını duyunca ıslanıyormuşum gibi hissediyorum (https://youtu.be/qvOUv74aS4U).
Bu yukarıdakini zaten dinlemekten paslandırdım herhalde. Hem de telefonumun melodisi artık bu.
Hayır tamam diziyi izlemek beni lanet hayatımdan kopardı, gerçekliğimle oynadı falan ama bu sefer de içine attığı gerçeklik daha da tüketici, daha da yiyip bitirici oldu. A Gentleman's Dignity gibi yapmadı, resmen alıp eliyle savurdu beni Moon Lovers. Bilmiyorum ya da çok savunmasız yakaladı. Normal bir durumda bu kadar etkilenmeyebilirdim belki. Ama böyle çok pis koydu.
Şimdi bunu düzeltmek için uğraştıkça daha çok battım bu kore batağına. Hikayeden kendimi çıkarabilmek için oyuncuların üstüne gideyim dedim. İşte gerçek hallerini, videolarını falan görürsem kafam düzelir belki diye. Ya da başka başka kore dizilerine bakarsam falan. Daha doğrusu hep yaptığım gibi Bene Gesserit mantrama sarıldım, “I must not fear. Fear is the mind-killer. Fear is the little-death that brings total obliteration. I will face my fear. I will permit it to pass over me and through me. And when it has gone past I will turn the inner eye to see its path. Where the fear has gone there will be nothing. Only I will remain.” diye tekrarlaya tekrarlaya açtım videoları, dizi sitelerini. Gönül tavsiye etti diye açtım "Secret Garden"ı, bir bölüm izledim, olmadı. Herkesin listesinde tavsiye ettiği "Goblin"i açtım sonra, iki bölüm izledim, olmadı. Normal zamanda gayet de izlenebilir gelebilirdi bu diziler ya da pek de severek izleyebilirdim. Ama kafamın içinde devamlı yankılanan dat dara daara dara dat daram...Açtım haberlere, videolara falan daldım. Ulan ne ülkeymiş bu, diziler, müzik sektörü, filmler,...Resmen bir batağın içine düşmüşüm. Hayır yani ben Marvel dizileri izleyip, İskandinav erkeklerini takdir eden bir insandım. Ne oldu bana?! Neyim var benim?! Ortaokulda Backstreet Boys çılgını olduğum halimden bile saçma hissediyorum kendimi, EXO ne lan?! Futbol takımı kadrosu gibi boy band mi olur? Bir de bunlar kendi içinde de gruplaşıyormuş bilmem ne?! Vay anasını 30 yaşında düştüğüm durumlara bak. Bir de arada denedim, denemedim değil, açtım Suicide Squad'ı izledim belki beni çeker alır bu bataktan kendime getirir diye. Ama o da ne salak ne rezil ne lanet bir çıkmasın mı? Hoop düş geri gene batağa.
Hayır süper lig başladı, serie a, la liga, bundesliga başladı. Maçlara bakarken bile kafamda aşağıdaki çalıyor. Insigne pas veriyor, ben higher plaaaaaneeeee diye bağırıyorum.
Çok saçma bir haldeyim, çok.
Yaaa Esra başlıyciim MoonLovers tatildi bayramdı derken başlayamadım. Sonra beraber saplanırız bataklara. Ama Secret Garden bir bölümle olmaz dostum 4 - 5 bölüm izle en az sonra yine sevmezsen gel bana :D Ayhhh lütfen izle sonra onun da batağına saplanalım :D
YanıtlaSil