30 Eylül 2017 Cumartesi

Criminal Minds [크리미널 마인드](2017) - 20 bölümde Güney Kore usulü

Amerika'da 12 yıldır yayınlanan "Criminal Minds"ın uyarlamasını yapalım demiş Güney Koreliler. Ama öyle 12 yıldır falan nedir allah aşkına bize gelmez öyle uzun uzun, 20 bölümde halledip çıkarız biz diye, birer saatten toplamda 20 bölümde giriş-gelişme-sonuç nezdinde diziyi çekip, bitirmişler. 26 temmuzda yayınlanmaya başlayan dizi böylelikle önceki gün final bölümüyle ekrana geldi ve Güney Kore polis teşkilatının profillerini çıkararak suçluları yakalayan ekibinin macerası sona ermiş oldu.
Bu tür dizilerle aram pek iyi değildir. Aksiyon-macera deyince ben genelde Van Damme, Schwarzenegger, Jason Statham gibi şeyler ararım, onlarla büyüdüm, onları severim. "Suç" etiketini de ekleyeceksek eğer sinemada ilk izlediğim filmlerden biri olan "The Jackal" gibilerini sever gözlerim. Oysa bu olay yeri incelemeler, suçluların psikolojilerini çözmeceler gibi aksiyonları barındıran hikayeler başlayalı çoook uzun zaman oldu ve alışmış olmam gerekirdi diye düşünüyorum. Sevmiştim de belki en başlarda. CSI'ın Las Vegas'ta geçen ilk, orijinal versiyonunun ilk birkaç sezonunu baya ilgiyle takip etmiştim o zamanlar. Eh çünkü yepyeni bir şeydi, böyle her köşe başından bir suç çözen ekip fışkırmıyordu. Sonra CSI:NY ortaya çıktı, o daha bir ilgi çekiciydi; zekice çözülen suçların arka planında hayalimdeki şehirlerden birini izleyebiliyordum her bölüm. Bu arada bir de Cold Case çıkmıştı aradan, eski kapanmış ama çözülememiş davaları yeniden ele alıp, çözmeye çalışan ekip vardı burada da. Cold Case aslında tam benlikti, her bölümün başında birkaç dakikalığına da olsa geçmiş zamana ışınlanıp, dönem müzikleri dönem kıyafetleri görüyorduk. Tabi çok daha duygusal gidiyordu diğer suç çözen ekiplerin maceralarına göre ama keyifliydi. Ama bir noktada ben soğudum hepsinden. Belki tek bir nokta değildi, yavaş yavaş oldu ama bir baktım istemiyorum suçları çözmelerini izlemek. Aslında çözmeleri kısmı yine keyif veriyordu ama özellikle o kadar cinayet, kaçırma, türlü türlü pis olayı - kurgu bile olsa - görmeye dayanamaz hale geldim herhalde. Çocukken, gençken insana heyecanlı gelen şeyler sanırım büyüyüp, dünyanın kötülüklerini, gerçek kötülükleri görmeye, yaşamaya başladıkça ürkütücü geliyordu. Ama bu konsept o kadar tutmuştu ki dünyada - artık hepimiz mi psikopatız yoksa saçmalıyor muyuz bilemiyorum -, bu saydığım dizilerin her biri yıllarca sürdü (CSI:2000-2015, CSI NY:2004-2013, Cold Case:2003-2010). Bu arada bir dolu versiyonu çıktı; CSI'ın Cyber, Miami gibi versiyonları, zombi adli tıpçı, geçmişten gelen ve günümüzde suç çözenler, suç çözen kardeşler, doğaüstü suçları çözen kardeşler gibi bir dolu dizi hikayesi geldi önümüze.
Criminal Minds ise olaya bir başka yönden bakarak hikayesini oluşturmuştu. Çoktan diğer versiyonlarımız ekranlardayken 2005 yılında başlayan dizide bu defa suçluların akıllarına girerek suçları çözmeye çalışan bir ekip vardı. Bu hikaye de o kadar tuttu ki 13.sezonuyla devam ediyor şu an. Eğer siz de sıkı bir dizi izleyicisiyseniz muhakkak rastlamışsınızdır Criminal Minds'a. Ben de rastladım doğal olarak (13 senedir sürüyor lan), trt bile yayınladı herhalde bir dönem geceleri. Ama izlemedim baştan söyleyeyim. CM'ye gelene kadar ben çoktan cinayetlerden öğürme durumuna gelmiştim. Ha ama arada karşıma çıkarsa, Matthew Gray Gubler'ın yüzünü görmek, günümü aydınlatmak için birkaç dakika durmuyor değildim. Bu yüzden karşılaştırma yapabilecek konumda değilim, Kore versiyonunu tamamen tek başına ele alacağım.
Kore versiyonunda ekibimiz 6 kişiden oluşuyor. Ekibin lideri Kang Ki-Hyung abimiz, üniformalı polislikten zekasıyla ekibe transfer olan dövüş kovalamaca yakalamaca ustası Kim Hyun Joon, bu tür işlerde kadın olmanın zorluklarını yaşadığı ilk yıllarına inat şimdi profesyonelliğin dibine vuran duvar surat Ha Sun-Woo (hasanuuu diye okunuyor ismi her duyduğumda karnıma ağrılar girdi gülmekten tövbe tanrım), medya ve halka ilişkiler yüzü ekibin güzeli Yoo Min-Young, ekibin geek'i zeka küpü - Amerikan versiyonundaki Matthew Gray Gubler'ımızın eşiti- Lee Han ve artık her ekibin olmazsa olmazı bir adet bilgisayar dehası olarak da Na Na-Hwang. Ayrıca bir de ekibin hemen bir üst amiri, öyle pek de bir işlevini görmediğimiz Baek San amcamız var. Bu ana ekibin ailelerini arada görüyoruz olaylara dahil oluyorlar, bir de her bölüm çözülen olayın kötüleri, kurbanları ve yerel polis ekipleri falan var.
Her bölümde ayrı bir suç ve suçluyu ele alıyor ama 20 bölümlük bir döngü olarak planlandığı için tüm olaylarla birlikte devam eden bir de asıl olayımız var ilk bölümden başlayıp, finale kadar gelişip, çözümlenen dizi hikayesine polis Kim Hyun Joon'un ekibe dahil olması ile başlıyor. İşte benim de izleme sebebimi oluşturan şeyi böylece görmüş oluyoruz: Bu roldeki Lee Joon-Gi. Moon Lovers'ta böğrüme kılıç saplayan 4.prens olarak izlediğim JG'nin azmettim her işini izleyeceğim demiştim. Böylece en son işi olarak başlayan Criminal Minds'a başlamaktan başka çarem kalmamıştı. Dizi normalde hafif bir keyifle izlenebilecek bir seyirlik sunuyor diğer insanlar için, ama JG gibi bir itici güç olmasaydı benim için o kadar da katlanılacak bir hikaye miydi emin değilim.
Çünkü dizide olmamış bir şeyler var. İnsan tam konduramıyor ama izledikçe üstünüze bir bunaltı çöküyor. Yani ellerinden geldiğince ilginç olaylar yazmışlar, suçluların motivasyonları, suçların ortaya çıkışı, çözümlenmesi falan süreçler gayet başarılı genel hatlarıyla baktığınızda. Ha mantıksızlıklar, tutarsızlıklar, kör göze parmaklar yok mu, olmaz mı, tabiki var. Çekimler harbiden iyi, aksiyon sahneleri, görüntü geçişleri, kanıtlar her şey birer sanat eseri gibi geliyor izlerken. Her bölümde önümüze gelen suçluların ve kurbanların bölümlük oyuncular, yan roller olduklarına inanamıyorsunuz, öyle oyunculuklar izliyorsunuz. Misal çocukların kaçırılması ile ilgili bir bölüm vardı, oradaki çocuk oyuncuların her birinin rol yapıyor olduğuna, gerçekten o durumda olmadıklarına inanmak için kendinizi ikna etmeye çabalıyorsunuz bölüm boyunca. Hah ama işte tam da bu noktada dizinin teklediği şeyi anlamaya başlıyoruz. Hikaye, çekim, yan roller şahaneyken 20 bölüm boyunca önümüzde duran asıl karakterler, o altı kişi, o kadar sönük kalıyor ki. Belki ellerinde yazan metinden dolayıdır diyorsunuz, belki yönetmen böyle oynamalarını istemiştir diyorsunuz ama gene de hiçbir türlü olmuyor. Amirinden liderine herkes tek düze oynuyor, ifadesiz suratlar, ezbere söylenen cümleler. Tamam ellerinde çok bir alan yok gibi görünüyor oyunculuklarını gösterebilecekleri, sonuçta bir trajedi ya da romantik komedi ya da ne bileyim psikolojik gerilim oynamıyorlar. Bir dakika bir dakika, aslında "psikolojik" bir şeyler yapıyor olmaları gerekmiyor mu? Olayları çözmeye çalışırken, suçluların profillerini çıkarırken falan kafalarının içlerinde dönen çarkları bir şekilde bize hissettirmeleri göstermeleri gerekmiyor mu? İşte dizinin başarısızlığı burada önümüze düşüyor. Esas karakterlerimizin birer "back story"si yok, aslında var da hikaye hiç bir zaman o kadar üstüne düşmüyor, onu hissettirmiyor. Sezonlar yıllar sürmediği için hiçbirine yeteri kadar eğilmiyor, bir masanın etrafına toplaşıp sırayla birbirlerinin cümlelerini tamamlayan robotlara dönüşüyorlar. Travmatik şeyler geçiyor başlarından ama bize bunu geçiremiyorlar. Suçluyu yakalamaya giderken misal usul usul çıkıyorlar merdivenlerden. Öyle ihtiyatlı bir usul usul halinden bahsetmiyorum, böyle flash tv uyuzluğundan bahsediyorum. (Halbuki elde şahane oyuncular var. Zavallım JG'nin bir şeyler yapabilmek için resmen kendi kendini yediğini görebiliyorsunuz her bir sahnesinde mesela. Yine de onun muhteşem atletikliğinden ve dövüş yeteneklerinden faydalanmış güzelce, en azından o konuda takdir edebilirim senaryo ve çekim ekibini.) Ya da ekipten birine işkence yapıldığını izliyorlar bir ekran başında, sanki hava durumu izliyorlar. Oysa yan rollerdeki oyuncular, onların olduğu kısımlar sahneler süper oluyor; en vurucu yerde en vurucu müzik giriyor mesela kendimizi olayın içinde buluyoruz, her şeyi hissediyoruz. Ya da olaylar çözüldükten sonra o son söz namına özlü bir söz ettikleri kısımlar (Dostoyevsky'den Nietzsche'den gibi) gayet etkili, yerinde oluyor. Ama ekip bir geliyor ekrana, üstümüze klima üflüyor.
O yüzden öyle içimden gele gele tavsiye edemiyorum Criminal Minds'ı izleyin diye. Eh yani öyle aksiyonlu, suçları ve suçluları iyi işlenmiş bir drama izlemek isterseniz değişik bir ortamda - güney kore'de - keyifli gelebilir. Ama öyle çok da takılmayın.

Dizinin bitiş jeneriklerinde çalan iki şarkı muazzamdı bu arada. Dinletmeden geçmem:



29 Eylül 2017 Cuma

6 yıl 111 bölümün ardından Teen Wolf'a veda etmek

Biz dizi izleyicileri - ama harbi dizi izleyicileri yani - iyi biliriz ki bir dizi hiçbir zaman sadece dakikalar boyu izleyip, bittiğinde başından kalkıp hayatımıza devam ettiğimiz şeyler değildir. Yıllarca süren, bizimle birlikte büyüyen gelişen, biz ona tanık olurken bir yandan onun da hayatımıza tanıklık ettiği bir şeydir; evimizde, odamızda bizimle birlikte aileden biri haline gelen canlı bir şey gibidir. Tabi bu her izlediğimiz dizi için geçerli değil, kafamız karışmasın. Yayınlanıp bitmiş, sonradan başına oturup "binge watch" dedikleri şekilde izlediklerimiz falan değil. Hani hayatımızın bir noktasında bir sebeple izlemeye başladığımız, sonra yıllar geçerken izlemeye devam ettiklerimizi kastediyorum. Hani bir noktadan sonra adeta hayatımızın birer parçası olan ama farkında olmadığımız. Böyle diziler büyümemize tanıklık eder, hikayesinin kahramanları sanki her gün görüştüğümüz, kötü zamanlarımızda dertleştiğimiz, birlikte ödev yaptığımız, işten sonra oturup bir iki bir şeyler içip muhabbet ettiğimiz insanlar haline gelir. Kimi zaman nefret ederiz, küseriz, izlemeyeceğim işte seni deriz. Kimi zaman sırf alışkanlık haline gelen bir ilişki gibi olurlar, biz işimize devam ederiz ama yine de arka planda ekranda açık olmaları gerektiğini hissederiz. Bazen bir insana, bir ilişkiye bağımlı gibi, diziye de o hikayeye de açlık çeker, keşke yeni bölümü yayınlansa da bir an önce izlesem diye durduğumuz yerde duramayız. Farkında olmasak da bilinçli bir şekilde yapmasak da artık o hikaye, o kahramanlar oda arkadaşlarımız olmuştur bile.
Sanırım en çok bu yüzden zor geliyor dizilerin final yapması, hikayelerini sonlandırmaları ve benim onlara veda etmek zorunda kalmam. Vedalar da hep sinirimi bozar, üzülmek sinirimi bozar çünkü. Üzülmek çaresiz hissettirir ve çaresiz olmaktan nefret ederim. O yüzden hayatımda geride bıraktığım yol üstünde usulca görüş alanlarından sıyrıldığım bir dolu insan var. Sırf veda etmemek için, ama bir şekilde de artık onları görmek, hayatımda olmaları sıkıntıya girmiş olduğundan öylece veda bile etmeden yavaş yavaş, adım adım uzaklaşıp, en sonunda da tamamen hayatlarından kaybolduğum insanlar.. Bu yüzden içimde bir şeyleri bitirebilmek için, veda edebilmek için son bir kez, ilk başladığı ana dönüp, her şeyi baştan hatırlıyorum ve hepsini hatıralarımda bir kere daha yaşayıp, bitirdikten sonra hoşçakal demeye çalışıyorum. Bir kere daha geri dönmemek üzere, belleğimin mezarlığında kazdığım çukura dolduruyorum.
Teen Wolf'a da veda etmemin zamanı geldi geçen hafta. Herhangi, uyduruk, çok da matah olmayan bir amerikan yapımı diziydi o da işte. Önemli olan ne anlattığı, ne mesaj verdiği, hangi kitleye yönelik olduğu gibi şeyler değildi zaten. Hayatımın çeşitli noktalarında aldığı yerdi. O kadar çok anı bana diziyi hatırlatıyor ve dizi de o kadar çok diğer anıyı tetikliyor ki beynimde. Teen Wolf bana hep ağustos-eylül sahurlarındaki patatesli gözleme, salçalı tost gibi kokardı. Çünkü ilk defa 2011'in ağustosunda izledim Teen Wolf'u. Üniversite biteli bir yıl olmuş, bir yandan yüksek lisans yapıyorum ve hayatımda ilk defa istediğim konularda ders almış olmanın mutluluğu ile hocaların saçma sapan tutumlarıyla eziyetlerinin mutsuzluğu arasında kalmışım. Bir yandan ne olacak benim bu halim diyorum, şu an yaptığım şey geleceğim olabilecek mi, bir yandan da babamın her gün tonlarca iş ilanı bulup önüme attığı, her an her dakika iş bul diye başımın etini yediği, senden hiçbir halt olmayacak ne yapacaksın sen diye hakaretler ettiği o kabus gibi senenin yazında tek başıma ramazan geçiriyordum. O tek başıma yaptığım sahurlarda mutfakta bana eşlik eden ufak, tüplü televizyonda o saatlerde denk geldiğim bir şeydi Teen Wolf. Mayışık sahur programları açmaktansa onu açıyordum, bir şeyler yerken bir yandan da Scott'la Stiles'la Beacon Hills'le tanışıyordum.
Bir şekilde o mutfak ve o televizyonun hatırası basketbol şampiyonalarıyla da bağlantılı belleğimde. Sonraki 2 yıl boyunca her ramazanda bu böyle devam etti. O mutfakta, Teen Wolf ile toplamda 3 sene sahur yaptım sanırım. İki de basketbol şampiyonası geçirdim. Ne yapacağını bilemez bir haldeki yüksek lisans öğrencisinden işe başlamış ve yine ne yapacağını bilemez, depresif bir mühendis haline geldim o sürede. Bazı geceler arkadaşlarım eşlik etti o sahurlara. Gece gece ocağın başında patatesli gözleme yapan, iftara saatler varken 4 kişi toplaşıp da bir yenecek lazanya yapamadığımız çocukluk arkadaşlarımın görüntüleri beliriyor gözümün önünde. Sahurdan sonra cem yılmaz'ın videolarını izleyip sabahı ettiğimiz geceleri, tüm o "çocukluğumuzu" hatırlıyorum.
İşe başladıktan sonraysa tüm o hengamemin arasında unutup gidişim Teen Wolf'u.. Sonra işi bıraktığım o sene oturup, en başından 4 sezonu sabahlara kadar izleyişim. 5.sezonundan itibaren haftalık düzenli izleme kategorime soktuğum dizi, hayatımın son 6 yılına tanıklık etmiş resmen. 111 bölüm sonra, hem o ilk tanıştığımız halimden hiçbir farkım yok, hayatımın farkı yok, hem de bir o kadar farklı hayatım o sahur gecelerindekinden ve ben bir o kadar başka bir insan haline geldim o zamankinden.
Oysa sadece 1985'teki aynı isimli filmin bir uyarlamasıydı dizi (http://www.imdb.com/title/tt0090142/). Doğru düzgün izlediğim bir film bile değil. Düşününce gözümün önüne sadece basketbol potasına zıplayan tüylü bir Michael J.Fox geliyor. Tüm filme dair hatırladığım tek şey bu. Dizinin anlattığı şeyler ama, işte onlar bana dokunanlardı. 20lerindeki bir "çocuğun" hiç yaşamadığı ergenliğine dair travmaların yarattığı boşluğu doldurma çabalarından biriydi işte, liseli dizisi izlemek. Sadece ders çalışmakla, test çözmekle geçmiş, tek bir anı biriktirmediğim 4 yıllık bomboş lise hayatımın yaşanmamışlığına inat, üniversite boyunca, sonrasında çalıştığım süre boyunca izlediğim lise dizileri, kendini bulan, sımsıkı dostluklar edinen, dünyayı kurtaran ergenlerin dizileri vardı benim için.
işte her şeyin başlangıcı

Teen Wolf'un Beacon Hills lisesinde de böyleydi. Erdem timsali, astımı ve çelimsizliği olmasa aslında sporcu olmak isteyen ergenimiz Scott McCall ve kankası, kankaların kankası, kankalığın altın yıldızı, madalyonun da zeka küpü kısmı olan Stiles'ın liseye başlaması ile başladı her şey. Daha doğrusu kasabanın şerifi olan babasından ötürü polis telsizini dinleyip, ormanda bulunan cesede bakmak için kankası Scott'ı da alıp gecenin o vaktinde ürkütücü ormana dalan Stiles'ın merağı ve zekasından dolayı başladı her şey. O gece ormanda bir kurt adamın ısırdığı Scott, gözlerimizin önünde çelimsiz bir ergenden arkadaşlarını, sürüsünü bir arada tutan ve tabi dünyayı da kurtarmayı ihmal etmeyen bir "alfa"ya dönüştü.
Her ergen-fantastik hikayesinde olduğu gibi Teen Wolf da saçmaydı, doğru. Yani kendi içinde tutarsızdı, mantık hatalarıyla doluydu, hikaye habire saçmalıyordu, sezon boyunca düğüm edile edile heyecanlandıran hikayeler sezon sonunda puff diye çözülüp, pehh dedirtiyordu. Sezonlar boyunca izleyenler hep çemkiriyordu, ulan bu Scott niye dövüşemiyor diye. Hikaye içinde en güçlü karakter, "true alfa" diye önümüze atıp durdukları karakter her bir bölümde muhakkak birilerinden dayak yiyordu, günün sonunda kendi eliyle dövüşerek, kurtluğuyla falan kimseyi kurtarmış olmuyordu. Her sezon sürdü bu durum. Herkes söylenmeye devam etti. Ben de söylendim, yalan yok. Bir noktadan sonra artık gülerek izlemeye başladık, ahaha bu akşam da dayak yedi Scott diyerek. Ama ne oldu biliyor musunuz? Bu en ciddiye alınmayacak, en olmadık ergen hikayesinde bile aslında güzel, naif bir mesaj vardı. Onca bölümün ardından, finalin ardından kafamda beliren, ufak da olsa gülümseten. Hikayeyi yazanlar bunu bilerek yaptı bence. Her defasında yarattıkları karaktere sadık kaldılar böylece. Scott hiçbir zaman şiddeti, dayak atmayı övmüş olmadı yani. Başardıklarını hiçbir zaman dövüşerek başarmadı. Her daim yanında olan dostlarıyla başarmış oldu; dostları, düşmanları ne kadar yoldan şaşmış olsalar da onun zerre kımıldamayan erdemiyla başarmış oldu. Biz izlerken hep en ilkel içgüdülerimize başvurduk, bekledik ki hikayenin en güçlüsü kahramanımız olsun. Sürünün başı olsun. Öyleydi zaten ama biz o "gücü" yanlış anlamıştık. En kötü durumda bile bitmeyen umuduyla, dostlarına ve dünyanın iyiliğine olan inancıyla en güçlüsüydü aslında Scott, biz yalnızca biraz geç fark ettik.

kaynak: daedalus.co.vu

Sonra bir Stiles vardı ki...Ne kelimeler yeter bu karakteri anlatmaya ne de Dylan O'Brien'ın o karakterle yarattığı mucizeler tekrar edilebilir. O kadar çok dostluk dersi niteliğinde okutulacak sahneler yarattı ki bu ikisi, öylesine cümleler sarf edildi, öylesine oyunculuklar döktürüldü ki 5 sezon boyunca. Ve evet 5 sezondu çünkü 6.sı boyunca bir şekilde yoktu Stiles, biz de o yüzden kalplerimizde hep bir eksiklikle izledik. Scott'ı Scott yapan oydu çünkü, diziyi olduğu şey haline getiren oydu. Ama böyle yaptılar bize son sezonda, belki vedamız daha kolay olsun diyeydi, kim bilir.

ahh bu sahne..her şeye değerdi.

Hikayenin gerisi bilindikti, klasik amerikan gençlik dizisinde ne olması gerekiyorsa oldu, yaşandı, çözüme kavuştu. En başta düşman olanlar dost oldu. Popüler ve gıcık kız, kendini ve dostlarını buldu, değişti gelişti. Her sezon çift denemeleri oldu, herkes birbiriyle çaprazlandı, ilk aşklara acıklı vedalar ettik, bazen de ilk aşkların yolunu bulmasını izledik. Ama en keyiflisi her sezona bulunan "kötü"nün mutlaka farklı bir kültürün folkloründen çıkıp gelmesi, her sezon yeni bir ilginçlik getirmesiydi. Ortaçağ Fransız masallarına da gittik, canavarlarla avcılarla da tanıştık. Kurt adamların yanında Kanima, çakal-insan, Hellhound, kitsune, Banshee gibi mitolojik karakterlerle koşuşturduk. Ninjalarla da savaştık, bir klasik olarak Nazi olayına da girdik. Her sezon yeni bir "kötü" temasıyla eğlenceli bir hikaye çıkardı ortaya Teen Wolf.
Bu yüzden şimdi veda etmek vakti Teen Wolf'a, hazır güzel anıları canlanmışken belleğimde. Hem Teen Wolf'a Scott'a Stiles'a Lydia'ya Derek'e Malia'ya ve tüm hikayeye dahil olup gidenlere, hem de hayatımın son 6-7 yılına, çocukluğuma, ergenliğime.
Öyleyse, çocukluğumun bitişinin şerefine. Slainte!


22 Eylül 2017 Cuma

Suicide Squad (2016) : sebebi neydi ki?

Bir kere şu konuda anlaşalım. Bu filmi, anlattığı (anlatamadığı) şeyi önceki filmlerden ve şimdiye kadar çıkmış "comic-book"lardan bağımsız bir şekilde düşünüp, tek başına bir (anti)süper kahraman filmiymiş gibi bir bakalım. O kafayla yola çıkalım, çünkü öbür türlü filmi alıp elimize yerleri silmemiz gerekebilir. Bundan kaçınmaya çalışacağız.
Önümüzde şöyle bir hikaye var: Büyük ve ulu (!) Amerika'mızda ulusun güvenliğinden sorumlu kodamanlar toplanmış, ne yapsak da nasıl saçma bir önlem alsak da kendimizi daha önce meydana gelen şu Superman'in Batman'in Wonder Woman'ın karıştığı kavga gibi ortalığı dağıtan şeylerden koruyabilsek diye beyin fırtınası yapmaktalar. Haydee..Eh gene dönmek zorunda kaldık mı DC evrenindeki önceline? O zaman tamam hadi, her ne kadar hatırlamak acı verici olsa da Dawn of Justice faciasını attık cebe (o filme dair tek güzel anıya, Wonder Woman'ın anısına tutunun dostlar, bir nebze yatıştırır). Demek ki ne olmuş, DoJ'daki olayların ertesinde abiler ablalar fellik fellik bu tür şeylerin olmasının önüne nasıl geçeriz, kendimizi bu ne idüğü belirsiz şeylerden nasıl koruruz diye ortalıkta dolanıyorlar. Ve insanlık dışı insan, ARGUS isimli gizli devlet biriminin yöneticisi Amanda Waller'ın en az bu film kadar saçma fikrine tutunuyorlar: Ülkeyi uzaylılar ve ne idüğü belirsiz doğaüstü tehlikelerden korumak üzere yine bu tür suçlar işlemiş suçlulardan bir ekip oluşturmak. Olası tehditlere karşı bir önlem mahiyetinde hazırlanan bu "Suicide Squad"'ın ise hemen ilk görevi ortaya düşüyor, şehirde artık uzaylı mı büyücü mü olduğu belirsiz bir "şey" kargaşa çıkarıyor. Timimiz (yani squadımız) hemen sokaklara sürülüyor tabi. (http://www.imdb.com/title/tt1386697/)
keşke bu fotoğraflarda kalsaydın Suicide Squad
Bakın inanılmaz umut vaat eden bir özet bu değil mi? Efsane olabilecek bir senaryo iskeleti var burada. Ama nasıl etmişler, nasıl becermişlerse bu manyak iskeletten rezil rüsva bir hikaye ortaya çıkarmışlar. Çıkarmamışlar hatta, yok ortada hikaye mikaye, hiçbir şey yok. Onca paraya, teknolojiye, oyuncuya, imkana rağmen küçükken hafta içi akşamları ailecek televizyonun karşısında öylesine rastlayıp izlediğimiz 3.-4. sınıf düşük bütçeli aksiyon filminden hallice bir şey var önümüzde. Hayır hayır o bile değil, o filmlerde hiç değilse devam eden, o çiğliğe o hamlığa rağmen süren bir hikaye oluyordu, burada sanki neresinden tutsak elimizde kalıyor. Hadi karakterleri, hikayeleri daha önceden hiç bilmiyormuş, duymamışız gibi davranalım dedik. Ama ilk defa tanıştığımız bu karakterler bize hiç bir hikaye sunmuyor. Tatmin edici hiçbir arka planları yok, kişilikleri yok, işlevleri yok hikaye içerisinde. Sanki Will Smith' e özel olarak abi nolursun gel bak sen gelirsen gişeyi garantileriz oynamasan da olur demişler, o da dışarıda, aile arasında, kankaları arasında nasıl caka satıyorsa burada da öyle dolanıyor. "Will Smith" olarak yani. Gerçi zaten önüne konulan metinde de karaktere dair, Deadshot'a dair hiçbir şey yok gibi. Bir Captain Boomerang çıkarıyorlar önümüze, o kadar azılı suçlu bu mu diye bakıyoruz bir. Hiçbir numarası, özelliği yok. Saçma bir komedi malzemesi olsun diye konulmuş, aralarda kamera ona maruz kalıyor. Diablo diye elemanı gözümüze sokup duruyorlar sonra, ateşler salıyor bu çok tehlikeli uhuuu bir bilseniz modunda. Gereksizce havada asılı kalan bir "backstory" göstermeye çabalıyorlar, karaktere bir "duygu" vermeye uğraşıyorlar ama o kadar bu da havada ki ee napalım kardeş diye bakıyoruz. Diğer bir kızılderili mi meksikalı mı ney kılığında bir abi vardı hele, uçuyor muydu kaçıyor muydu tırmanıyor muydu artık neydi bilmiyorum. Bakın zerre aklımın ucunda kalmamış, o derece ilgileniyor film onunla. Kertenkele mi ne abidik gubidik bir şey var, onu gösterdikleri her seferinde hayır bu Fantastic Four'un Thing'i değil diye kendi kendimi ikna etmek zorunda kaldım. Onun işlevi sadece kanalizasyona girmekti mesela. Sonra Katana vardı, her zaman en bayıldığım DC elemanlarından biri olmuştur (aaa ama bak gene hiç birini bilmiyormuş gibi düşündüğümüzü unuttum tüh), neyse işte burada en temiz aksiyon sekanslarını ona yaptırıp, bir işe yaratmışlar neyse ki. Hele Joker'den falan hiç bahsettirmeyin şimdi bana burada. 90ları 2000leri tv karşısında, 2010ları internet başında geçirmiş, Jack Nicholsan'ı, Mark Hamill'i, Heath Ledger'ı selamlamış bir nesil olarak Jared Leto'nun ne etmeye çalıştığını anlayan varsa beri gelsin.
filmin tek iyi yanı, Harley Quinn ve Enchantress 
Bunların ortasında ise iki iyi şey kalıyor yalnızca ki onların iyi olmalarının sebebi de aslında gerçekten bir filme yakışır, hikaye oluşturabilir, sinema anlamında iyi şeyler olmaları değil. Margot Robbie'nin resmen çıkıp eğlendiği bir Harley Quinn var mesela, filmin ilerleyen zulüm gibi dakikaları boyunca en mantıklı, en yerinde lafları o ediyor, en yapılması gereken şeyleri yapıyor. Bizi de zerre etkilemeyen klişe konuşmaların arasında eh yapacak daha iyi bir şeyimiz mi var diye kalkıp devam ediyor mesela. Filmin tüm o saçmalığına bakıp bakıp, bizimle birlikte dalga geçiyor resmen. Ne kadar saçma bir film yaptıklarının o kadar farkında ki o da, hiçbir şeyi iplemeden devam ediyor.
Bir diğeri de Enchantress. Ama onun iyi olma sebebi potansiyeli. Çok saçma bir kurgu içinde, çok salak bir şekilde harcanan bir hikaye oluşturulmaya çalışıp, ele yüze bulaştırılmış olsa da biz bu karakterin ve onu oynayan Cara Delevingne'in aslında hakkıyla yazılmış bir hikayede ne de manyak olurmuş şeklinde kafamızda hayalini kurup, mutlu oluyor ve o açıdan iyi diyoruz. Yoksa bu filmde o kadar kötü ki hikayesi ve ona ayrılan bölümler.
bir noktadan sonra artık filmden bir şey ummayı bırakıp, bu iki kardeşimizi izledim çok şükür allah özene bezene yaratmış
Demem o ki bu film, aslında yok. Yok aslında böyle bir film. Unutalım gitsin. Silelim belleklerimizden de ön yargısız, pırıl pırıl dimağlarla Justice League izleyelim.

21 Eylül 2017 Perşembe

Colonia (2015) : Siz insanlar, koyun olmayı ne kadar da seviyorsunuz.

1973'ün eylülünün başlarında uçak hostesi Lena ve fotoğrafçı Daniel, Şili'de hiç beklemedikleri bir sabaha uyanırlar. Askeri darbe olmuş, sokaklar askerler ve tanklarla dolmuştur. Tüm kargaşanın ortasında iki sevgili kaçmaya çalışır ama yakalanır ve o meşhur stadyuma götürülürler. Kaygı ve korku dolu bir o gecede Lena serbest bırakılırken Daniel bir minibüse apar topar fırlatılır ve sorgulanmak-işkence edilmek üzere götürülür. Ertesi gün, sevdiği adama ne olduğuna dair hiçbir fikri olmayan Lena ipuçlarının peşinden Daniel'in izini ormanın ortasında bir tarikatın yuvasına dek sürer. Dışarıya tamamen kapalı bir manastır gibi görünen bu yerde Paul Schafer adında kendini peygamber gibi gören bir adamın çevresinde koyun gibi insanlar yaşamaktadır ve askeri diktatörlük de bunu gizliden gizliye desteklemektedir. Aslında tam anlamıyla bir beyin yıkama hapishanesi olan bu lanet yerde Daniel'ı ne pahasına olursa olsun bulacak ve birlikte bu saçma sapan ülkeden kurtulacaklardır. Bunun için de tek yol, tarikata katılarak, içeri girmektir.
İlk dakikalarında Şili'de 1973 yılında yaşanan o kara günlere dair bir başka hikaye izleyecekmişiz gibi açılan film, Lena'nın Daniel'ın peşinden tarikat yuvasına doğru yola çıkmasıyla bambaşka bir hikayeye dönüşüyor. Colonia Dignidad adı verilen bu tarikat yeri ve orada yaşananların tamamen gerçek olduğu bilgisi de gözlerimizin önünde ilerleyen hikayeyi daha ürkütücü kılıyor. Ne idüğü belirsiz bir adamın peşinden o şekilde bir yaşama adım atmış insanların nasıl var olabileceğine inanamıyor insan bir türlü. Yani neden "tek bir insanın" peşinden gitme ihtiyacı duyarsınız ki? Onu sizden üstün kılan ne? Onun dediklerini dinlemek veya yapmak zorunda değilsiniz ki diye çığlıklar atmak istiyor insan. Kendi kendinize düşünemiyor musunuz, kendi aklınız mantığınız yok mu? Neyin doğru neyin yanlış olduğunu o adam mı daha iyi bilecek? Diye diye bir yandan kendini parçalıyor insan izlerken.
Öte yandan darbelerin, diktatörlüklerin arka planına dair çok ama çok acımasızca detayları izliyoruz. İnsanın hayatta kalma içgüdülerine bir kere daha tanık oluyoruz. Ve güçlü bir kadının neler başarabileceğine dair sağlam bir hikaye izliyoruz. Emma Watson'ın normalde oyunculuğunu biraz abartılı bulurum ama burada o koloniye girmeye cesaret eden ve sevgilisinin ölü mü diri mi olduğunu dahi bilmeden bir umudun peşinden giden Lena olarak su gibi akıyor. Tüm o inadını, tereddütlerini ama çivi gibi sağlamlığını, yıkılmak üzere bile olsa yine de ayakta durmasını inanılmaz sade bir şekilde gösteriyor. Önce işkenceyle ruhu çözülen sonra bitmiş haline rağmen yaşama tutunacak umudu bulan ve yine de kafasını çalıştıran Daniel rolünde Daniel Brühl ise her zamanki gibi, hakkıyla sıyrılıyor. Tarikatın başı, o pislik herifi canlandıran Michael Nyqvist de alabildiğine rahatsız edici, tüyler ürpertici ve lanet edilesi bir portre sunuyor (bu sene içinde vefat etmiş akciğer kanserinden şimdi gördüm).
Filmin genel atmosferi de tüm bu gerilimi kat be kat artıracak şekilde. Neredeyse sıfır müzik, sadece etkili bazı yerlerde rahatsız edici melodiler. Renk skalası aydınlık renklere buzlu cam ardından bakıyor gibi, habire üstünüzde kocaman bir toz bulutu, bir çaresizlik, bir sonbahar sonunun kurak rüzgarı varmış hissettiriyor. İçinizde hiç umut kalmamış, nefesiniz ciğerlerinizi dolduramıyormuş, tüm ruhunuz çekilip, yerine kocaman bir boşluk bırakılmış gibi izliyorsunuz. Bir yandan Lena ve Daniel kaçsın, kaçabilsin diye bir umut ışığı arıyor, bir yandan da şu saçma tarikat insanları daha da ne kadar saçmalaşabilirler acaba diye gerim gerim geriliyorsunuz.
Bu haliyle Colonia, anlatmak için yola çıktığı konuya dair gayet sağlam, eksiksiz bir anlatı sunuyor. Bu anlatının gerilim olmasıysa tamamen biz koyunlar yüzünden.

20 Eylül 2017 Çarşamba

sağlığa yararlı bir dizi: Oh My Venus (2015)

Lisedeyken okulunun ve yaşadığı yerin en güzel kızıdır Kang Joo-Eun. Daegu'nun Venüs'ü derler etrafta ona (Venüs, Yunan mitolojisinde Afrodit olarak adlandırılan tanrıçanın Roma mitolojisindeki adı bilmeyenleriniz için belirtiyorum. Daegu da Güney Kore'de bir şehir, esas kızımızın doğup büyüdüğü şehir dizide). Tüm erkekler peşindeyken, tüm kızlar da sinir olmaktadır ona. Ama tüm bunları ve güzelliğini kafaya takmaz kızımız, o her şeyi kafası ve çalışkanlığıyla halledecektir. Kafasına koyduğunu yapan Kang Joo-Eun'dur o ve kafasına da başarılı bir avukat olmayı koymuştur. Bu yüzden sadece buna odaklanır ve çalışır. Yıllar yılları kovalarken sonunda bir avukat olan kızımız bir de bakmış 32 yaşına merdiveni dayamış halde. Lisedeyken çıkmaya başladığı sevgilisi ile ilişkisi artık 15.yılına ermiştir ama hala bir evlilik teklifi ortada yoktur. Sonunda teklifin geleceğini düşündüğü akşam sevgilisi ondan ayrılır, dahası sonraki gün gittiği iş seyahatinden dönerken venüsümüz uçakta rahatsızlanır. Şansına bir çeşit doktor olan Kim Young Ho da uçaktadır ve ilk müdahaleyi yapar venüse. Bu doktor aslında Güney Kore'nin en zengin sağlık imparatorluklarından birinin varisidir ve yıllardır Amerika'da gizliden gizliden John Kim ismiyle tv şovlarında insanları zayıflatmakta hollywood yıldızlarına kişisel antrenörlük yapmakta, bir yandan da koruması altına aldığı kick-boxçı Jang Joon-Sung'a ve onun antrenörü Henry'ye abilik eden yakışıklı mı yakışıklı, seksi mi seksi bir adamın tekidir. Doktor venüsü kurtarır kurtarmasına da iş burada bitmez. Kafasına koyduğunu yapan venüsümüz bu sefer de kafasına eski haline geri dönmeyi koymuştur. Çünkü 17 yaşındayken Daegu'nun Venüs'ü olan Kang Joo-Eun 32 yaşında artık kendini zor taşıyan bir obez haline gelmiştir.
Böyle baktığımızda klasik bir şişman kızı zayıflatma, sonra güzelleşen kıza esas adamımızın aşık olmasını izleme üzerine bir hikaye gibi duruyor değil mi? Bir yönden öyle, ama diğer yönden hiç de öyle değil. Ve en önemlisi hiç de öyle klasik bir hikaye değil. Aksine çok daha katmanlı, çok daha eğlenceli ve çok daha farklı bir noktada başlayıp, çok bambaşka yönlere giden bir hikaye. Herhalde izlediğim en güzel şeylerden biri olarak gönlümdeki yerini alan çok keyifli bir hikaye (O yüzden buradan "Eylul sonuu"na tavsiyesi için teşekkürlerimi iletiyorum:) ).
böyle de yakışan bir çift var mı acaba kainatta?
Bir kere hikayemizde esas kızımızın ki ben ona kısaca venüs deyivereceğim kolay olsun diye, kilo problemi ya da direkt kabalaşırsam şişmanlığı öyle klasik bir çirkinlik durumu olarak sunulmuyor. Aksine venüs şişman bile olsa gayet kendine güvenli, ayakları yere basan, kim olduğunu ne istediğini bilen bir kadın. Zayıf halinde de olsa şişman halinde de olsa hep aynı insan. Kimseye aşık olmak için veya kimsenin ona aşık olması için zayıf ya da şişman olması gerektiği gibi bir alt metne, algıya falan sahip değil senaryomuz. İlk başta 15 yıllık sevgilisi (ay aman yarabbi o nasıl sinir tipli bir adamdı yahu sivri sivri kulaklı, halbuki boyu posu da yerinde ama işte demek ki karakterden) ondan ayrılınca bir hep beraber ulan acaba mı olmuyor değiliz. Hani yani kız şişmanladı diye mi yaptı bu eşekliği bu herif falan kafasına girecekken olayı o kadar güzel yazıp, anlatmış ki senaristimiz geri vites yapıyoruz. Çünkü aslında 15 yıl boyunca iki insanın büyüyüp, birbirlerinden nasıl kafaca ruhça uzaklaştıklarını anlıyoruz. Öte yandan esas adamımız, yukarıda doktor diye bahsettiğim Kim Young Ho'nun esas kızımıza aşık oluş şekli de tüm o klişelerden uzaklaştırıyor bizi. Venüsümüzün azmine, kişiliğine, kararlılığına, hayat enerjisine, birlikte didişerek geçirdikleri zamanlarda aşık oluyor. Dahası bu şişmanlık bir sağlık problemi olarak sunuluyor. Yani aslında tiroit yetmezliğinden dolayı venüsümüz eski venüslüğünü kaybetmiş yıllar içinde ve bu zayıflama işi sadece bir zayıflama işi değil dolayısıyla. Sağlığını geri kazanma olayı. Sağlıklı beslenme ve spor işi. Ve hikayenin bir diğer güzel yanı da esas adamımızın güzel ve seksi olmak konusundaki mottosu: Ne kadar sağlıklı o kadar güzel, ne kadar sağlıklı o kadar seksi. (Yalnız bu esas adamımızı canlandıran So Ji-Sub abi nasıl bir şeydir yahu, resmen özene bezene yaratılmış.)
Venüsümüz aslında
Ayrıca ben uzun zamandır bu kadar kahkaha atmamıştım bir romantik komedi izlerken. Güney Kore'de 16 kasım 2015 ile 5 ocak 2016 arasında yayınlanmış 16 bölüm olarak. Başından sonuna kadar komedi dozu hiç düşmüyor, hele tüm o klişeye sarabilecek durumları o kadar ustalıkla komediye yediriyor ve hiç beklemediğimiz yollara sokuyorlar ki resmen kadayıfın üstüne kaymak döşüyor dizi. Tabi bu noktada oyunculara da ayrıca bir kalkıp tezahürat yapmakta fayda var. Venüsümüzü canlandıran Shin Min-Ah hakikaten de venüs gibi bir kadın ve öyle bir kadını o şişman hale sokabilen, onu tamamen başka bir insan gibi gösterebilen ekibe ne desem az. Her bölümde ayrı bir ağzım açık izledim. Ama bence en delicesi diğer kadın karakter Oh Soo-Jin'in şişman haliydi. Öylesine ince bir kadın (oyuncu Yu In-Young) resmen devasa bir haldeydi flashbacklerde. Elleri parmakları boğum boğum, gıdısı bir yandan sarkmış halde...Hakikaten inanılmaz işler.
şişman Oh Soo-Jin
Gerçi ana hikayenin oluşturulması ve gelişimi, anlatımı ne kadar kusursuzsa diğer izlediğim kore dizilerine göre bu dizideki yan hikayeler bir o kadar hafif kaldı bana göre. Yan rollerdeki oyuncular da bir nebze daha soğuk geldi. Tabi bunda senaristin hikayeyi anlatmak şeklinin payı büyük. Ana hikayemize odaklanıp, yan hikayeleri aşırı da sallamamış gibi bir hava vardı. Yani bazı şeyler çok çabuk ve anlamsızca yön alıp, sonuca eriyordu. Karakterler de hemen öyle ısınabileceğiniz, alaka kurabileceğiniz şekilde hissettirmiyordu. Ha ama hikaye ilerledikçe hepsine ısınıyor, kaynaşıyorsunuz orası ayrı. Mesela venüsümüz ile annesinin arasındaki ilişki inanılmaz tatlı (izleseniz göreceksiniz şahane bir şey) ya da kankası olan aşçı kadın ile venüsümüzün arasındaki dostluk resmen kahkahalarla koltuktan düşürtecek seviyede (var ya herkese bir Lee Hyun Woo kanka olarak lazım yeminle). Hatta beni de eğlendiren ama herkes kadar abartılı derecede bayılmadığım Henry karakteri bile sevimli yan karakterlerden. Ama tümü birden yan hikayelerin (esas adamımızın aile dramaları olsun, eski şişman ikinci kadın karakterimizin esasında çok da önemli detaylar ve alt metinler içeren draması olsun) gereken, beklediğimiz etkiyi vermiyor. Sanki çok da ciddiye almayalım diye cumburlop kotarılmış gibi.
Gene de bir çok açıdan hem aşırı beğendiğim hem de öğretici, yararlı, mutluluk ve ilham verici bir dizi oldu benim için ama Oh My Venus. İnsanı resmen spor yapmaya, kendine bakmaya, düzgün beslenmeye teşvik ediyor. Ayrıca gayet de kendine güvenli, dimdik (ama ne ukala ne bencil ne de kötü hırslı) bir kadın karakteri merkezine alıp, bize bol kahkahalı bir hikaye sunduğu için tamamıyla, gönül rahatlığıyla örnek alınası bir dizi oluyor.
Ama harbiden seni de çok sevdim be Oh My Venus!

izleyip eğlenmeli komedi filmi: Think Like A Man (2012)

Altı kişilik kanka grubundaki erkekler hayatlarından memnun bir şekilde işten çıkıp basketbol oynamaya, sonra da barda bir iki bir şey içmeye gitmeye devam ediyorlardır. Hayat onlara güzelken onlarla uğraşmak zorunda kalan kadınlar için işler hiç de istedikleri gibi gitmiyordur. Ta ki erkek ırkından biri, içlerinden biri Steve Harvey erkeklerin kadınlara karşı olan tüm taktiklerine dair bir kitap yazıp, kadınlara erkeklerden istedikleri ne varsa yaptırabilecekleri taktikleri verene kadar. Artık kankalarımızın hayatı eskisi gibi olmayacaktır, kadınlar gizliden gizliye bir savaş başlatmıştır.
Hayalci erkeğimiz işsiz aşçı Dominic, kendi kendinin erkeği standartları yüksek başarılı şirket yöneticisi Lauren ile; fantastik kurgu dünyasından bir türlü çıkıp da büyüyemeyen tasarımcı Jeremy uzun yıllardır birlikte olduğu beraber yaşadığı emlakçı Kristen ile; annesinin kuzusu Michael, oğlu be kendisi için iyi bir adam arayan bekar anne Candace ile; gecelik ilişkiler adamı çapkın Zeke, artık kendisine kıymet vermeyen adamlara dur diyen romantik Mya ile bu savaşın ortasına düşer. Kankaların diğer arkadaşı Bennett mutlu ve çocuklu bir evli adam olarak aralarında mantığın sesiyken, Cedric kendisini ezen devamlı kavga ettiği eşi Gail'den boşanmak üzeredir ve hikayemizi de o anlatır.
Vallahi böyle filmlere de ihtiyaç var. Kendi başıma bulup da açıp izlemezdim ben bu filmi ama bu ayki öneri çemberimizde Gönül önerince açtım, kahvaltı yaparken yemek yerden izledim. Konusunu yukarıdaki şekilde özetleyebiliriz rahatlıkla. Yani çok tanıdık, belki çok klişe ama hem anlatımı hem de oyuncularıyla ortaya hafif, eğlencelik, müzikli, esprili bir şey çıkmış. Aslında Hollywood sinemasının tam da en iyi olduğu şey ve dahası belki tüm dünyanın da ondan beklediği şey bu: Bir iki saatliğine gerçek hayatlarımızın kötülüğünü, dışarıdaki dünyayı geride bırakıp, sadece ekranda izlediğimiz ortamda rahatça vakit geçirmek. Sanki herşey izlediğimiz hikayedeki gibi güllük gülistanlıkmış, tek derdimiz buluştuğumuz adam kapıyı bizim için açacak mı ya da bu akşam dışarı çıkarken hangi elbisemi giysemmiş gibi. Böyle filmler bunun için lazım bize. Tüm o dertten tasadan, hayattan bir şekilde böyle uzaklaşabiliyoruz. Bir iki saat boyunca saçma sapan şeylere gülüp, geçip, rahatlıyoruz. Bir de önümüzdeki hikaye iyi oluşturulmuşsa, yani ucuzluk kokmuyorsa kalitesi yerindeyse, eh daha ne olsun.
Bu açıdan Think Like A Man beklediğimiz her şeyi yerine getiriyor. Ne abartılmış oyunculuklar var ne fazladan uzatılan bir şey. Espriler iyi, hikaye anlatımı iyi, Kevin Hart sinir bozucu derecede komik ve harbiden de ekrandaki bir şovmenin yazdığı gerçek bir kitabı konu ediniyor. Steve Harvey Amerika'da bir şov insanı ve o kitabı yazmış. Ahh..Düşünsenize tüm dünyada hayat böyle olsa, böyle dertsiz tasasız...Ha ama böyle dediğime de bakmayın, film hafif bir eğlencelik ama bütçesinin 8-9 katı kadar kazandırmış sinemada ki 2 yıl sonra devam filmini yapmışlar (Think Like A Man Too).
Yani anlayacağınız şöyle çok yorulduğunuz bir akşam, canınız hiçbir şey yapmak istemiyorsa, düşünmekten kafanızın içi davul gibi hale gelmişse açın izleyin, gülerek rahatlayarak uykuya dalın.

içimize oturan Moon Lovers - Scarlet Heart Ryeo (2016)

Daha geçenlerde okudum, araştırmalar sonucu ortaya konmuş bir gerçek var. İzlediğimiz filmlerin ve dizilerin hikayelerinin içine girebiliyoruz kısa bir süreliğine, izleme süremiz boyunca. Beynimiz izlediğimiz o "gerçekliği" kısa bir süreliğine de olsa kabul edebiliyor ki böylece izlerken hadi caaanım saçmalık öyle de şey olur mu gerçek değil ki bu diye habire dürtüklemiyor da o süre içerisinde rahat rahat izleyebiliyoruz. -Muşuz yani, bilim insanları öyle söylüyor. Yani beynimiz önünde bulduğu gerçekliği gerçek olmadığını bilse de kısa bir süreliğine kabul ediyor, oynat tuşuna bastığımızda ya da sinemada ışıklar söndüğünde beynimiz de bir tuşa basıveriyor ve tık! o anda izlediğimiz dünyaya ışınlanıyoruz. Bu duruma bir de isim vermişlerdi ama unuttum, neyse. Buraya kadar bilim insanlarının dediği her şey mantıklı, doğru da hatta. Hakikaten öyle yapıyoruz, yoksa oturup da hiçbir şey izleyemezdik. Benim merak ettiğimse o tuşa basıp, ışıkları geri açtığımızda neden bazılarımız hala o dünyada kalıyor, çıkamıyor?
Bunun için de bir diğer araştırmanın sonuçlarından yararlanıp bir miktar açıklama getirebiliyoruz sanırım. Beyinlerimiz bitmeyen ya da kötü olan şeyleri unutmuyormuş. Yani güzel bir şekilde sonuçlanan ve bizi tatmin eden bir cevapla yolcu eden durumları, olayları, insanları gönül rahatlığıyla unutuyoruz. Unutuyoruz deyince öyle pek bir acı oldu ama öyle unutmayı kastetmiyoruz, yani içimizde güzel bir yere, ona ayrılmış hoş bir yere yerleştirip, rahat ediyoruz demek gibi bir şey bu. Ama kötü sonuçlanan veya hiç sonuçlanmayan, bize istediğimiz cevabı mutluluğu sonucu vermeyen şeyleri ise bir türlü "let go" yapamıyormuşuz (Frozen'daki şarkı gibi okuyalım bu let go'yu :) ). Tekrar tekrar o şeye dönüyor, beynimizdeki o yeri ziyaret ediyor, kendimize işkence edip duruyormuşuz uzun lafın kısası. Bitmemiş bir resim gibi düşünün, maket, heykel, örgü, dikmeye başladığınız bir giysi, bestelemeye başladığınız bir şarkı, yazmaya başladığınız bir şiir, hikaye gibi. Bitirdiğiniz bir resmi güzelce çerçeveletip duvara asarsınız ve her gördüğünüzde size güzel duyguları verir, görevini yerine getirir. Oysa o bir türlü bitmeyen resmin önüne oturursunuz her boş bulduğunuzda, gece uykularınızdan uyanır karşısında bulursunuz kendinizi. Her defasında bir çizgi eklersiniz, bir fırça darbesi savurursunuz. Hep aklınızın bir köşesinde, elmanın içini kemiren kurt gibi durur, bir türlü gitmez. İşte sanırım bazı filmlerden, dizilerden, hikayelerden çıkamayışımızı da kısmen böyle açıklayabiliriz.
Bu noktada kocaman bir spoiler vermiş olma pahasına da olsa anlatmaya devam edebilmem açısından yazacağım, benim için Moon Lovers'ın bu kadar etkili olmuş olmasının sebebi bu büyük oranda. Sadece - psikolojik anlamda - ortada bırakmış olmasından değil tabi, hakkını da teslim edeyim mükemmel bir hikaye yazmış ve çekmişler. Tablo gibi görüntüler, müthiş müzikler eşliğinde ekranda süzülürken bir yandan da kendinizi hikayenin içine yakanızdan tutup çekilmiş halde buluveriyorsunuz.
Hikayemiz günümüzde güneşli bir günde başlıyor. Herkes ailesiyle, arkadaşlarıyla, sevdikleriyle güzel bir göl/deniz kenarı gibi bir sayfiye yerinde günün keyfini çıkarıyorken 25 yaşındaki Go Ha-Jin harap bir halde bir köşede oturmaktadır. Sevgilisi pisliğin teki çıkmış, işinde hiçbir şey yolunda gitmemiş, hayatı tamamen dibe vurmuştur. Kendi kendine tüm hayatının bittiğini düşünüp, kahrolurken bir çocuğun önünde suya düşüp, boğulmaya başladığını görür. Önce şaşkınlıkla ne yapacağını bilemez, çocuğun düştüğünü başka kimse fark etmemiştir. Sonunda çocuğu kurtarmak için suya atlar (ki bu noktada ben neden bir Gryffindor değilim de Ravenclaw'um çok net anlamış bulundum, ben orada suya atlayacağıma bağırır çağırır insanları toplar onların çocuğu kurtarmalarını sağlardım, atlayınca bağırdım açıkçası kızım manyak mısın ne atlıyorsun diye, neyse). Bu sırada insanlar da fark eder ve Go Ha-Jin çocuğu suda bulup, yukarı uzatır. Ama tam da o anda güneş tutuluyordur ve evrenin mistik güçleri devreye girer, daha az önce keşke uyusam da yüzyıllarca binlerce yıl uyanmasam diye içinden geçiren kızımızı suyun daha da dibine çeker ve gözlerini geri açtığında kendini 941 yılında Goryeo Hanedanlığı zamanında bulur. O zamanda yaşayan Hae-Soo isminde 16 yaşındaki bir kızın bedeninde uyanır ve hem hanedanın 9 prensi hem de ülkenin ileri gelen ailelerinin arasındaki taht ve güç mücadelesinin tam ortasında yer almaya başlar.
Dizi Güney Kore'de 29 ağustos-1 kasım 2016 tarihleri arasında 20 bölüm olarak yayınlanmış. Böyle bizdeki gibi muhteşem yüzyıl kösem sultan bağdat fatihi iv.murad gibi bir satır ismi olmasının sebebi de bir uyarlama olması. Scarlet Heart isimli 2 sezonluk Çin dizisinden uyarlanmış. Ki o dizinin hikayesi de Çin bir yazarın Tong Hua'nın 2005'te internette yayınlanan romanı "Bu Bu Jing Xin"den uyarlamaymış.
Goryeo Krallığı 918-1392
Şimdi bu noktada dizinin hikayesine dalmadan önce Kore/Güney Kore tarihinden bir miktar bahsetmek gerekiyor (bayılıyorum tarihten bahsetmeye, anlatmaya, bir sürü detayla boğmaya ama ne yapayım, beni üniversitede tarih hocası yapmayan kader utansın:( ). Goryeo Krallığı 918 yılında Kral Taejo tarafından kurulmuş. Şöyle kabaca bir karşılaştırmalı kronoloji verirsem belki hepimizin kafasında canlanır: Goryeo kurulurken ve dizideki kızımız zaman yolculuğu yaparken burada Anadolu'da Bizans İmparatorluğu var, onun komşuları Ermeni ve Gürcü krallıkları kendilerini ilan etmeye başlamış, aşağıda Arap emirlerinin yönetimleri var. Aya Sofya'nın kubbesi çöküyor ve yeniden onarılıyor. Avrupa'nın ortasında Kutsal Roma İmparatorluğu kurulmuş, Venedikli denizcilerse çoktan cumhuriyetlerini kurmuş, denizlerde dolanmakta. Haa bizim at sırtındaki Türk boyları nerede bu sırada derseniz, Karahanlılar ve Gazneliler olarak uğraşıp duruyorlar.
Bu Goryeo Krallığı bugünkü Kore'ye Kore dememizi sağlayan krallık. İlk kralı Taejo (ki dizide de başladığımız kral o) kendinden önce büyük ailelerin yönetimi altında bölünmüş bir halde olan ülkeyi birleştirmiş. Bunu da yalnızca sefer yaparak gerçekleştirmemiş, kafasını kullanmış, siyaseti tüm hayatına yedirmiş. Gitmiş sınırları içinde ne kadar önemli aile varsa hepsinden bir kadınla evlenmiş ve her aileden bir prens doğmuş. Böylece isyan çıkarabilecek, bağımsızlık isteyebilecek ordusu olan her bir aileye yönetimde söz vermiş gibi yapıp, kendini merkeze oturtmuş. Tabi bu sistemin de çok büyük bir sıkıntısı var. Mevcut kraldan sonra tahta hangi prens geçecek? Kral Taejo bunun için en büyüklerini veliaht prens ilan etmiş ama ortada bu kadar çok prens ve arkalarında da bu kadar çok güçlü aile olunca isteyen veliahtı yerinden edip, veliaht olabilme hakkını görmeye başlıyor kendinde. İşte bizim hikayemiz de tam bu noktada başlıyor.
Böyle baktığımızda dizinin anlattığı dönem ve olaylar oldukça ilgi çekici ve aksiyon, entrika dolu. Oldukça heyecan verici bir şekilde de ilerliyor zaten. Oyuncuların performanslarından bahsetmeden önce özellikle aksiyon sahnelerinin güzelliğini belirtmem gerekiyor. 4.prens Wang So'nun tek başına bir tapınağa daldığı bölümü tekrar tekrar açıp izliyorum (ah keşke ben de öyle dövüşmeyi öğrenebilsem, manyak bir şey o bölüm). Prensler, suikastçiler, isyancılar vb. arasında gerçekleşen tüm dövüş sahneleri ayrı birer sanat eseri olmuş. Tüm bu sahnelerdeki ses ve müzik detayları ise sanırım etkilerini pekiştiren en büyük elementler. Hele 4.prensin ve onu getirenlerin tam güneş tutulması sırasında at üstünde krallığın başkentine doğru gelişini gösteren bir iki dakikalık bir sekans var ki müziğiyle, renkleriyle, çekimiyle her şeyiyle siz de onlarla birlikte gaza gelmiş dört nala at sürüyor gibi oluyorsunuz (tekrar tekrar izlediğim sahnelerden biri daha).
esas kızımız Hae-Soo
Oyunculara gelirsek, ilk olarak her şeyin suçlusu kızımıza çemkirip rahatlayayım istiyorum. 20 bölüm boyunca izlediğimiz Hae-Soo en başlarda çok sinir bozucuydu. Zaman zaman abartılı çıkışları varken çoğunlukla tepkisiz oynadı. Senaryo veya yönetmen ona böyle demiş olabilir, kim bilir ama mimiklerinin tepkisiz görünmesi demek gözlerinle, vücut dilinle dahası enerjinle bir şeyleri anlatmaya çalışmaman demek değildir. Senaryoda olan şeyleri gerçekten hissedebilen bir oyuncu bunu ekrandan bize de aktarabilir, konuşamasa, hareket edemese bile. Hikaye ilerledikçe kızımız da büyüdü ve bu tepkisizliğinin içindeki anlık saçma çıkışları da kayboldu, artık tamamen donuk bir şekilde oynamaya başladı. Çünkü sanırım karaktere bir olgunluk çöksün demişler ve o da o zaman ben de donarım demiş. Etrafındaki oyuncular ve hikayenin bize anlattıkları, müzikler, makyajlar, atmosfer olmasa esas kızımızı oynayan oyuncunun bize pek bir şey hissettiremeyeceği açık. Ama bu haliyle yine de ortaya idare eder, hikayenin içinde bir şekilde yuvarlanıp giden bir performans ortaya çıkarmış durumda. Oysa ki canlandıran oyuncu (ki Lee Ji-Eun sahne ismiyle IU diye bir şarkıcı) tam da karaktere uygun bir görüntüde, ufak tefek, çelimsiz, saf ama sevimli bir görüntüde. Azcık da oynayabilseymiş şahane olurmuş.
ah be Wang So
Prensler ise resmen döktürerek dolanıyor 20 bölüm boyunca. Sırf buradaki karakterin kişiliği ve o karaktere hayat verebilme şeklinden dolayı dizi boyunca esas kızımız gibi adım adım benim de aşık olduğum 4.prens Wang So'yu canlandıran Lee Joon Gi tam anlamıyla kendisi tarih yazıyor. O tarihi kostümler bile onun üzerinde bir başka duruyor, saçma sapan peruklar olduğunu bilmemize rağmen kafasında saçları, maskesi her şeyi bir ayrı karizmaya dönüşüyor. Çünkü oyuncu Lee Joon Gi'den delicesine bir enerji fışkırıyor. Tüm o nefretini, yalnızlığını, sevgiye aç masum bir çocuğun üstüne geçirdiği o zırhını, çok istese de duygularını belli edemeyişini hepsini öyle bir güzel anlatıyor ki. Hikayeyle birlikte o "kurt köpeği" halinden yavaş yavaş nasıl sıyrıldığını, yaralarını aşkıyla sarıp sarmaladığını, o kadar kuvvetine rağmen yine de olan biten her şeyi o kadar da değiştiremediğindeki o saf çaresizliğini onunla birlikte yaşıyoruz. Bu artık bence tamamen başka seviye bir oyunculuk. Çünkü dizi dışında tamamen bambaşka bir insan gibi görünüyor Lee Joon Gi, tabiki sokakta birlikte top koşturmadığımız için en "kendi" halini bildim demiyorum ama internette yansıttığı haliyle kendisi gayet neşeli, eğlenceli, kıpır kıpır ama bir yandan da çok zarif, işine acayip düşkün, manyak derecede disiplinli ve çalışkan bir insan gibi görünüyor. Özellikle dans ve dövüş sanatları konusundaki yeteneklerine şapka çıkartılmayacak gibi değil (Resident Evil'ın son filmini görmüş müydünüz?!). Şarkıcılığı, yaptığı müzik hiç benlik olmasa da o konuda da çalışkanlığını ve azmini takdir etmek gerekiyor. Wang So karakterine aşık etti beni, gerçekte kendisineyse hayran bıraktı "insan" olarak.
soldan sağa:14-10-8-esas kızımız-4-13-3
Lee Joon Gi'ye hayranlığımı da sayfalarca ifade ettikten sonra diğer prenslerden söz edebilirim. Dizide tabiki hikayeyi karmaşıklaştırmamak adına kral Taejo'nun nerdeyse sayıları 25'i bulan prenslerinden bazıları ile karşılaşıyoruz: Saf ve iyi niyetli abilerin abisi ama kara bahtlı Veliaht prens Wang Mu, cadaloz annesinin elinde büyümese belki de iyi bir insan olacak olan ama bu halde tüm kötülükleri üstlenen 3.prens Wang Yo, demin bahsettiğim 4.prens Wang So, iyi ve bilgili bir adam olmasının yanında aslında annesi ve entrikacı kız kardeşinin elinde oyuncak olmaktan kurtulamayan sessiz 8.prens Wang Wook, sinsi bakışlarıyla olaylara karışmaz gibi görünüp aslında saman altından her şeyin içine eden kenafir yüzlü 9.prens Wang Won, dünyalar şapşiği hiç büyümeyen 10.prens Wang Eun, böyle bir entrika ortamında doğmasa müziği ve sanatıyla dünya üstünde cenneti yaşayacak olan bu acıları hiç hak etmeyen yumuşak bakışlı 13.prens Baek-Ah, ortamın en küçüğü ama en haylazı habire üstü başı dağıtıp ortalıklarda dövüş arayan ama iyi niyetli 14.prens Wang Jung.
Hepsi de canlandıran oyuncuların gayet güzel performanslarıyla akıllarda yer ediniyor.
bana mutluluğun resmini yapabilir misin abidin?
Bir dolu şey söylemek istiyorum. Neden böyle bittiğini, beni niye bu kadar etkilediğini saatlerce tartışmak istiyorum. Aslında diziyi izlerken neden böyle yaptığını beni ve izledikten sonra neden öyle bir hale soktuğunu kısmen de olsa en başta anlattığım bilimsel gerçeklere dayandırabiliyorum. Ama diğer kısmı da sanırım hikayeden dolayı. Yani öyle bir noktada başlıyor ki esas kızın hikayesi, direkt içselleştirmeme sebep oldu ilk dakikalardan. Hepimizin düştüğü bir durumda buluyoruz onu. Hayatı en dibe vurmuş bir halde ne yapacağını bilemez şekilde dizlerini kendine çekmiş, kafasını dizlerine koymuş, bir çıkış yolu arıyor ama yok. O noktada bir mucize oluyor ve hakikaten de bir çıkış yolu açılıyor ama tam da hayal ettiğimiz veya tercih edebileceğimiz şekilde değil. Çünkü kendini ortasında bulduğu dünya, dibine vurduğu öbür dünyadan kat be kat daha tehlikeli aslında. Yine de içindeki umut kırıntısıyla, yaşam azmiyle tutunuyor bu yeni dünyaya. Gayet ilişki kurabileceğimiz bir hikaye bu aslında. Ama beni kötü eden, bu kadar içime oturan kısımlar da buradan sonra başlıyor. Bu yeni dünyada esas kızımız adım adım çok güzel bir yaşam kuruyor bir nebze de olsa. 
herkes bir aileyken
En başta, ilk bölümler süresince tüm prens kardeşler ve kızımız derininde şimdiden taht kavgaları, entrikalar kök vermeye başlamış olsa da yüzeyde çok güzel bir şey oluşturuyorlar. İşte o ilk bölümlerde hikayenin insana hissettirdiği o duyguların sonraki bölümlerde ilerledikçe kağıttan bir kule gibi tek tek yere indiğini, o dünyanın o karakterlerin tek tek savrulduğunu izledikçe kahroluyorsunuz. Eğer en baştaki o hallerini onlarla birlikte yaşamamış olsanız belki bu kadar etkilemeyecek. O şeyleri onlarla birlikte hissetmemiş olsanız belki olayların geldiği hale bu kadar içiniz acımayacak. Ama hikaye her yeni açılan katmanıyla birlikte sağlı sollu geçiriyor tokatları. En başında o kadar mutlu hissetmemiş olsak sonrasında da mutsuzluğumuzun acımız bu kadar derin olmayacak belki de. Her seferinde şimdi iyi olsun artık dediğimiz noktada hikaye üstümüze gelmeye, acı eşiğimizi zorlamaya devam ediyor.
Bilmiyorum sevgili kayıp çocuklar, vallahi bilmiyorum. Belki ben abartıyorum ama böyle de bir hikaye izledim, hayaletinden kurtulamıyorum.

19 Eylül 2017 Salı

yazılmış belki de en sevimli dostluk hikayesi, ikinci güney kore dizim: A Gentleman's Dignity (2012)

Bu diziyi anlatmaya nasıl başlayabilirim bilmiyorum. Şuraya yarım saattir yazıp yazıp siliyorum, öylece bakıyorum ekrana. Daha önce birkaç kere bahsettim, bir şurada bir de burada. Her defasında da elimde kelimeler bitmiş gibi aynı şeyi söyledim. Şimdi de gene aynı şeyi söyleyerek başlayacağım sanırım: Çok sevdim be! Çok, çok, çok sevdim.
Bilemiyorum belki zamanlaması cuk oturdu, belki tam da ihtiyacım olan hikayeydi, belki daha önce hiç bu kadar samimisini izlememiştim veya belki onca Amerikan İngiliz yapımı izlemekle geçen yılların sonunda böyle bir şey hakikaten içimde bir yerlere dokundu. Ama bu öyle güzel yazılmış, anlatılmış ve oynanmış bir hikayeydi ki izlemekten o kadar mutlu oldum ki herkese anlatıp, izletmek ve benim aldığım keyfi herkesin de almasını istiyorum.
Peki neydi bu kadar göklere çıkardığım hikaye? Güney Kore'de 26 mayıs 2012 ile 12 ağustos 2012 arasında 20 bölüm yayınlanmış dizi. Her zamanki gibi bir romantik komedi izlettirecekmiş havasıyla açıyorsunuz ama sıcacık, kahkaha dolu, içten mi içten bir dostluk hikayesi alıp götürüveriyor. 40 yaşlarında dört adamın lisede başlayan ve o zamandan beri hayatlarındaki en kötü, en iyi, en saçma anlarda bile bir arada olmalarının ve dostluklarının hikayesini anlatıyor A Gentleman's Dignity esasında. 
Dördü de birbirinden farklı ama bir araya gelince bir şekilde aynı ahengi tutturan bu adamlar birlikte mimarlık şirketi kurmuş mimarlar Kim Do-Jin ve Im Tae-San, avukat Choi Yoon ve bar işletmecisi (olarak bir meslek kondurabilirim sanırım) Lee Jung-Rok'tan oluşuyor. 
Hikayemizin merkezinde Kim Do-Jin'in bir erkek lisesinde ahlak öğretmeni olan Seo Yi-Soo ile masal gibi başlayan ve binbir aşama atlatan ilişkisi var gibi tabi ama her bir karaktere ve ilişkisine eşit derecede süre ve önem verilmiş olduğunu diziyi izledikçe görüyorsunuz. 
Öğretmenimiz dizi başlarken aslında Im Tae-San'a aşık ama bir türlü söyleyememiş durumda. Tam söyleyecekken adam ondan ev arkadaşı profesyonel golf oyuncusu Hong Se-Ra'nın telefonunu istiyor ve o ikisi çıkmaya başlıyor. Tabi bu arada Kim Do-Jin de öğretmenimize aşık oluveriyor. 
Öğretmenin eski bir öğrencisi olan ve aynı zamanda Im Tae-San'ın kız kardeşi olan Im Meari ise üniversite okuduğu Amerika'dan dönüyor ve o da abisinin bu kanka grubundan avukata aşık çocukluğundan beri. Avukatımız ise pek sevdiği eşini yıllar önce kaybetmiş, hala yüzüğünü takıyor ama kankasının genç ve hayat dolu kızkardeşinin ona olan aşkına da nasıl karşı koyacağını bilemiyor.
Ve en son çiftimiz bu kanka grubunun çapkın eşeği Lee Jung-Rok ve onun kendinden 10 yaş büyük eşi Park Min-Sook.
ergen öğrencilerimiz
Gördüğünüz gibi anlatırken biraz karmaşık ama izlerken de bir o kadar keyifli bu ilişkiler yumağı. Sadece çiftlerimiz yok çünkü ortada. Olaya öğretmenimizin 3 zıpır öğrencisi, kankalarımızın ilk aşkı olan kadın ve onun hangisinden olduğunu bilmedikleri oğlu, öğretmenin üvey kardeşleri gibi çeşitli karakterler de dahil oluyor ve ortalık cümbüşe dönüyor. Ama yine de dediğim gibi merkezde olan ana çiftimizin tanışıp, ilerlemesi ve mutlu sonu bulmaları ekseninde hikaye devam edip sonlanıyor.
Bundan sonra demek istediklerimi nasıl düzgün bir yazı bütünlüğü içinde anlatabileceğimi bilmiyorum çünkü düşüncelerin her biri oradan buradan uçuşuyor kafamda. Bu diziyi düşününce resmen mutlulukla, salak salak sırıtarak buluyorum kendimi. Mesela güzelliklerinden biri her bölümün 1-2 dakikalık bir flashback sahnesiyle açılması. Bu sahnelerde kankalarımızın önceki yıllarına ait bir olayı izliyoruz ve sanırım ömrümce görebileceğim "benim diyen komedi filmlerine" taş çıkartan sahneler bunlar. Neo'nun Köşesi blogundaki bu yazıda bu sahnelerin her biri var, tavsiye ederim.
Bir diğer güzelliği sonra, hiç bir şekilde ağır drama bağlamaması. Yani avukatın eşinin cenazesi olan flashback belki insanın ciğerini söker cinsten ama onda bile aslında yine o dostluklarına içiniz gidiyor da ağlıyorsunuz. Normal hikayemizin gidişatında da üzücü şeyler olabiliyor tabi, eh romantik komedi gibi bir şey izliyoruz bir şekilde tanışıp, aşık olup, ayrılıp barışmaları gerekiyor. Bu ayrılmalar, ayrı düşmeler, kavuşamamalar bile o kadar drama bağlamıyor. Etki etmiyor demiyorum bilakis çok iyi yazılmışlar ama bir yandan da ele alınışları o kadar güzel ki ne içinizi sökecek kadar ağlatıyor ne de amaan diyecek kadar etkisizler.
mimar Kim Do-Jin ve öğretmenimiz Seo Yi-Soo
İzleyen herkesin favori bir çifti var, dizi sonrası okuduklarımda gördüğüm kadarıyla. Ben de bahsetmeden geçmeyeyim çiftlerin "bana göre" halinden. İlk çiftimiz olan mimar Kim Do-Jin ve öğretmen Seo Yi-Soo, tabiki çok güzel bir hikaye sunuyor bize. Kim Do-Jin çok ilginç bir karakter olmuş. Kanka grubunun saman altından su yürüteni, bir yandan çok ciddi görünüp, bir yandan en olmadık anda en burundan su fışkırtan tepkileri vereni. Hani okulda her işe bulaşıp da yine de zekası ve kimseye çaktırmadan çalışması sayesinde en yüksek notları alıveren tipler olur ya, hah tam ondan. Bir de kendini acayip yakışıklı bulmalar, ukalalıklar,...Belki karaktere hayat veren oyuncunun Jang Dong-Gun'ın da onu canlandırma şeklindendir tüm bunlar ama ortaya hem ilginç hem de eğlenceli bir karakter çıkmış. Bu arada anladığım kadarıyla bu abi ülkesinde pek bir önemli pek bir kalbur üstü. Zaten ekranda gördüğünüz daha ilk dakikalardan itibaren o enerjiyi alıyorsunuz ondan. Yani öyle ben burdayım diyen rahatsız eden bir enerji değil, ama kendine haklı güvenini ve sağlam kişiliğini, falsosuz oyunculuğunu açık seçik görebiliyorsunuz. Onun karşısındaki öğretmeni canlandıran Kim Ha-Neul'un da işte tam bu yüzden işi çok zor hale gelmiş gibi. Karakteri hikayenin iyi kızı olduğundan aslında çok kenarı köşesi yok, bu yüzden oyunculuk adına yapabileceği fazla bir şey elinde senaryo anlamında yok ama o da elinden geleni yapmış. Bazen bazen fazla oynuyor gibi geliyor ama hikayenin komedi yönüne katkı yaptığını ve pek de yerinde olduğunu görüyorsunuz.
İşte öğretmen ablaya bakar mısınız?! kaynak: Kore Dünyası
Ülkesinde onu nasıl görüyorlar bilmiyorum ama ben vücudunu çok beğendim dizi boyunca. Yani belki karakterin giysi seçimlerindendi ya da belki yüzü o kadar güzel gelmediği için öyle göründü bana ama hakikaten şahane bir bedene sahip kendisi, keşke biz de o hale getirebilsek (bu noktada arkamdaki yastığı aldım kafama kafama vuruyorum sevgili çocuklar çünkü bugün yapmam gereken günlük sporun yarısını canım istemediğinden yapmadım üstüne bir güzel patates kızarttım yedim). Bu çiftte erkek kadına daha ilk bakışta aşık oluveriyorken kadın başkasına olan aşkını adım adım yenerek erkeğin o güzelim çabalarıyla ona aşık oluyor sonunda.
mimar Im Tae-San ve golfçü Hong Se-Ra
Diğer bir çiftimiz öteki mimar Im Tae-San ve öğretmenimizin ev arkadaşı golfçü Kang Se-Ra. Buradaki mimarımız bence tam anlamıyla tipik, klasik bir erkek. Her şeyi düz mantık, güzel ve alımlı kadını görüyor beğeniyor ve isteyip elde ediyor. Yakışıklı değil ama kendine güveni tam. Erkek kavgalarında bağırıp küfreden, yumruk yumruğa giren tiplerden. Bir şeye olmaz dedi mi olmaz diye düşünmeye devam ediyor. Etrafında olan biteni kafasına vurmadıkça anlamıyor ve hassasiyet sıfır. Ama yine de o da oyuncusundan kaynaklı izlemesi pek keyifli bir karakter. Karşısındaki golfçü kızımız da beklendiği üzere klasik bir çekici kadın. Kendine güvenli, pek alımlı, istediği erkeği elde etmeye alışkın ama aşık olmaya alışkın değil. Golfçünün karakter gelişimi bu sebeple hikaye boyunca oldukça keyifle izlenir bir hale geliyor, çünkü en baştaki halinin değişip, geliştiğini, adım adım insanlığını bulduğunu izlemek güzel oluyor. Yine de beni en fazla bayan çift bunlardı.
avukat Choi Yoon ve ağlak Im Meari
Öteki çiftimiz avukat ile genç kız kardeşimiz. Avukat rolündeki abinin normal hayatında da bir avukat ya da memur olduğunu düşündüm ben yeminle dizi boyunca. Bir insan bu kadar mı o ruha girer ya?! Kanka grubunun en sessizi, sakini, ineği, her durumda en mantıklısını  konuşanı. Allahım bu adam bir de şarkıcıymış normalde! Nasıl şarkı söyleyebilir ki, gözümde hiç canlandıramıyorum. Ama demek ki oyunculuğunun gücü de buradadır. Bir yandan çok sevdiği ölmüş karısının anısı içinde, bir yandan karşısında onu çok safça ama çok da güçlü bir şekilde seven genç bir kız varken o kadar duygunun yoğunluğundan kafası allak bullak gezen bir adamı, gözleri kızardıkça bizim de gözlerimizi dolduracak bir şekilde nasıl güzel oynamışsa..Karşısındaki genç kızı oynayan kardeşimiz ise ne yalan söyleyeyim dizi bitene kadar sinirlerimi hoplattı. Çok tatlı, pek şeker oynuyor evet. Çok da eğlenceli, o da doğru. Ama çok sinir bozucu ağlıyor yahu! O ağladıkça, zırladıkça, oppa oppa deyip durdukça ekranı yumruklamak istedim. Bir araya gelmelerine giden yolu izlemek keyifliydi ama bir arada olmalarını pek de sevmedim. O yüzden en sevmediğim çift herhalde bu.
Ghangham'ın sahibesi Park Min-Sook abla ve çapkınımız Lee Jung-Rok
En son kalan çiftimiz olan uslanmaz çapkın ve zengin eşi ise benim favori çiftimdi. Çünkü izlemesi en eğlenceli, aralarındaki ilişki en ipe sapa gelmez olan onlardı. Tamam belki aşk adına romantizm adına pek bir şey yoktu bu çiftte ama çok eğlendim ben onlarla. Ve çok klasikmiş gibi görünen hikayeleri aslında çok da güzel ilerleyip, çok sevimli bir noktaya ulaştı bana göre. İkisinin de karakterlerinin adım adım birbirlerine dokuna dokuna şekil almasını izlemek de güzeldi.

Bu arada pek güzel soundtrackten eğlenceli şarkımız:



Bu da romantik şarkımız:



Sanırım sabaha kadar oturup bu dizi hakkında konuşabilirim. O yüzden burada bitirmeye çalışacağım. Bu diziyle birlikte gördüğünüz üzere Güney Kore dünyasına daha fazla dalmış oldum, artık buradaki oyuncuları ve kamera arkasını da araştırmaya başlamamı sağlayan dizi oldu A Gentleman's Dignity. Tabi olaya tam anlamıyla balıklama dalmam ise bir sonraki anlatacağım diziyle olacaktı ki o yüzden bu yazıyı burada sonlandırıp, çay koymaya gidiyorum. Bir çay molası vermeden gönlümün efendisini anlatmaya başlayamayacağım çünkü.
ahh kardeş ben de i wish ahh.

Mayıs '25 - Yeni Çıkanlardan Beğendiklerim

1. BOYNEXTDOOR (보이넥스트도어) - I Feel Good ve 123-78 Boynextdoor'u ilk dinlediğimde hımm çok mu neşe dolular acaba bana göre diyerek bir ger...