19 Aralık 2016 Pazartesi

laterna

Hayat bazen, dün gece bıraktığın yerden başlamaz.
Yanında güçlü olmak zorunda olmadığımız insanlara ihtiyacımız vardı, o kadar.
Gidenler rahat uyur. Arkasını dönüp gidenler, yön değiştirenler, gözünü kapayabilenler... Seninse daha fazla zamana ihtiyacın vardır... Daha fazla ayık kalıp meseleyi kavraman, kendine anlatman, sonunda da kabul etmen gerekir. Olanı çabuk unutup yine aynı hatayı yapma ihtimalin hep vardır. Tek silahın tekrarlardır. Günün ortasında midenin ortasına ağrısı saplandığında bir yerlere kapanıp tekrarlaman gerekir, yolun ortasında kafanı duvara dayayıp bağıra bağıra tekrarlaman gerekir. Aynı yolları tekrar tekrar kat edip, biraz sonra yeniden unutana kadar, aynı sonuca ulaşman gerekir. Bu yüzden kaybedenler, kimsenin sifonunu çekmediği benzinlik tuvaletlerini, anlatacak çok şeyi olan arkadaşları, en çok da geceleri kullanırlar...
Bu yüzden herkesin bir yöntemi vardır. Herkesin farklı bir tekrarı... Ama yöntemine sadıktır herkes. O da yeniden doğmak için yapıyordu bunu. Tekrar ve tekrar ölüyordu. İşte bu yüzden sen de O’na benziyorsun.
Bu hikâye, olmasa da olurların, olsa da fark etmezlerin hikâyesi... Bu hikâye önemsiz şeyler yaşayanların, anlatacak bir şeyi olmayanların hikâyesi. Muhabbetlere katılamayacak kadar sıradan şeyler yaşayanların hikâyesi. Benim hikâyem. Senin hikâyen. Ki zaten, her şeyi biliyorsun...

Koray Biber'in Laterna kitabının tanıtım yazısı bu. Kitabı okumadım, varlığından ilk haberim oldu hatta ama bu yazıyı siz de okuyun istedim. İnsana dokunan bir şeyler var bu satırlarda, tanıdık bir şeyler. Kitabı da alıp, okuyabilirim umarım kısa bir zamanda.

15 Aralık 2016 Perşembe

Alexandre Dumas'nın "Üç Silahşor"u

"Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için!"

Bir araya gelmiş, kılıçlarının ucunu birleştirmiş 4 adamın bu haykırışı o kadar bilindik, o kadar genel geçer bir şey ki, o kadar tüm dünyanın kültürüne işlemiş ki, sanki tarihin başlangıcından beri var olmuş gibi görünen bir öykünün mottosu gibi. Halbuki açıp şöyle bir bakınca daha ancak 200 yıl önce - 1844'te -  yayınlanmış bir öyküden çıktığını görebiliyoruz. Bir öykü diyorum ama neresinden baksanız 700-800 sayfalık koskoca bir kitap bu ve sonrasında gelecek olan diğer kitaplarda devam eden bir alternatif tarihin de başlangıcı.
Alternatif tarih denebilir mi gerçi onu da bilmiyorum. Çünkü Alexandre Dumas'nın bizi peşine katarak maceradan maceraya sürüklediği D'Artagnan, Athos, Portos ve Aramis esasında Fransa tarihinde bir şekilde kıyıda köşede ismi geçen gerçek şahsiyetler. İllaki Dumas'nın anlattığı gibi insanlar olmamışlarsa bile, en azından esinlenecek malzeme vermiş olmalılar yazara, ne bileyim. Onların etrafındaysa daha da gerçek karakterler var; dönemin Fransa kralı XIII.Louis, evlerden uzak Kardinal Richeliu, kraliçe Anne ve Buckingham dükü gibi. Bizden 200 yıl önce yaşamış Dumas da kendinden 200 yıl önceki Fransa'da at üstünde, elinde kılıç dolanıyor yani.
Herşey genç Gaskonyalı (ki bunu her fırsatta dile getiriyor hikayemiz, çünkü karakterin kişiliğini anlamak için ilk ve en baskın ipucumuzun bu olması gerekiyor. Fransa-dışı okuyucular olduğumuz için bize birşey ifade etmeyecek olmasından endişe duyduğu noktalarda da Gaskonyalılar Fransa'nın İskoçlarıdır demeye getiriyor, ben bunu belki bir nebze Türkiye'nin Karadenizlileri olarak çevirebilirim her "tarafın" iyiliği adına.) D'Artagnan'ın kasabasından çıkıp, Paris'e, büyük şehre, başkente ekmeğinin ve kariyerinin peşine düşmek için yollanmasıyla başlıyor. Yolculuğunun daha ilk başlarında belaya bulaşmasından alıyoruz biz ipucunu, çok eğleneceğiz. Daha bu ilk macerasından kendine hikayenin sonuna kadar peşinde olacağı bir düşman ediniveren genç adam, Paris'e vardığındaysa diğer efsanelerimizle münasebete girişiyor. Bir şekilde hem Aramis'le hem Athos'la hem de Portos'la düelloya girişmesinin sonucu pek tabiki hepimiz birimiz içine bağlanıyor. Odağımızda D'Artagnan'ın başına açıp durduğu belalarla akıllı ve ihtiyatlı Athos'un, saman altından su yürüten Aramis'in ve gösterişçi, gösterişli Portos'un maceralarını anlatıyor Dumas. Tabi dönemin entrikaları, politik olayları, iki ulusun tarihleri içerisinde. Dumas'nın erkekleri silahşorler, her durumda kılıçlarını çekmekten geri durmayan, kadın peşinde koşan ama kadınları parmağında oynatan, eline geçen para iki dakika o elde durmayan, "an"ı yaşayan, gözüpek erkekler. Ya da işte Kardinal Richeliu gibi olanları. Silahşorlerin yaptıkları aslında çoğu zaman ipe sapa gelmiyor, mantıken doğru ya da mantıklı şeyler yapmıyorlar. Sağlıklı kafayla baktığımızda aslında tamamen kendileri için ne iyi gelirse, kafalarına ne eserse onu yapıyorlar. Kadınları ise hep güzel. Bu güzelliği az biraz kullananları ve çatır çatır  kullananları olarak ikiye ayırır gibi yapsa da aslında Dumas'nın hikayesinde kadınlar hep erkeklerin aklını çelme, onları maceralara koşturma, olayları karıştırma rolündeler. Dumas'nın kendisi de ara ara satırlarına eklemeden edemiyor, bu ne biçim ahlak anlayışı demeyin sayın okuyucu, vallahi de billahi de o zamanlar öyleydi, ben de takdir etmiyorum ama naparsınız cinsinden veryansın eder gibi yapıyor. Gel gelelim, Dumas'nın da orduda görev yapmış bir babanın, siyahi bir köle kadından doğma ve askeri okulda eğitim görmüş, asker bir oğlu olarak tıpkı anlattığı silahşorler gibi bir hayat yaşamış olduğunu az çok tahmin edebiliyoruz.
1993'ün stil sahibi(!?) silahşorleri, o saç kesimleri resmen kabusluk
Tabiki yargılamıyorum (içimdeki Jane Austen'ın kafasına vurdum şu an, endişe yok) ama sanırım kitabı okurken, Dumas'nın silahşorlerini okurken kafa karışıklığına sebep olan, şimdiye kadar popüler kültürün belleğime çizmiş olduğu Athos-Porthos-Aramis-D'Artagnan kalıpları. Gözümü kapasam John Malkovich'in Athos'unu görebiliyorum. Ya da Jeremy Irons'ın Aramis'ini. Gerard Depardieu'nun adeta bir oburiks gibi olan Porthos'unu. D'Artagnan içinse şaşırtıcıdır (beni tanıyorsanız o kadar da şaşırtıcı değil aslında, dış görünüşe baktığım kadar hiçbir şeye bakmadım şunca yıldır ya eyvahlar olsun) Chris O'Donnell var. 90lı yılların çocukluğuma yaptıkları ortada.
1998'deki The Man in The Iron Mask'teki silahşörlerimiz
Her neyse, demem o ki kafamda kalıplar varken, işte tam da bu kalıplardan ötürü, olayın temeline ineyim istedim. Tıpkı Edmund Dantes'in o saf gençten nasıl Monte Kristo Kontu'na evrildiğini ilk elden okuduysam şimdi de XIII.Louis'nin silahşorlerini ilk haliyle göreyim dedim. Aa şimdi gördüm, 2011'de de bir The Three Musketeers izlemişim ben. Hem de kimler kimler...Ama demek ki ne kadar kötüyse artık, zerre aklımda kalmamış. Yazık olmuş Luke Evans'a, Matthew Macfadyen'a. (Tabi bu arada son döneme ait bir güzel uyarlama daha var, onu da söylememek ayıp olur. BBC'nin "The Musketeers"i pek bir güzel.)
2011 The Three Musketeers'tekiler
Kitabı okumak isterseniz hemen hemen her "klasik"te olduğu gibi birçok seçeneğiniz var. Ama tabi en temizi ve özenlisi İş Bankası Kültür Yayınları'nın Hasan Ali Yücel Klasikler Dizisi kapsamında basılmış olanı. Fransızca aslından çevirisi Volkan Yalçıntoklu tarafından yapılmış.
BBC'nin soldan sağa Aramis'i D'Artagnan'ı Athos'u Porthos'u
Kitabını mutlaka ama mutlaka okuyun gibisinden bir tavsiyem yok, ama bu hikayenin bir köşesinden tutmak insana güzel vakit geçirtebiliyor. Tabi böyle deyince tamamen hay huylu bir eğlence gibi gösteriyor olabilirim baba Dumas'nın 200 yıllık hikayesini, hakkını yememeli, o kadar da boş değil kendisi. "Her zaman her ülkede, özellikle de bu ülke mezhep çatışmalarıyla bölünmüşse, din uğruna işkenceyi göze alan fanatikler çıkacaktır." diyen, zehir akıllı bir Kardinal Richeliu çiziyor Dumas. Ya da tüm o fettan, ortalık karıştıran şeytani güzellikteki kadın imajının altına çok sağlam bir temel katabiliyor "Yine de, erkek olsa bütün bu kaçma girişimlerini deneyecek ve belki de başarılı olacaktı, Tanrı bu erkeksi ruhu böyle narin ve çelimsiz bir ruhun içine yerleştirerek nasıl da yanılmıştı!" diye köpüren Milady ile. O yüzden en mantıklısı, yine en mantıklı hareketleri yapan saygıdeğer Athos'un dedikleriyle kendi kararınıza bırakmak:
"Genellikle tavsiyeler uymamak için istenir," diyordu Athos, "ya da tavsiyeye tavsiye veren kişiyi sonradan suçlamak için uyulur."

Goodreads'te Üç Silahşor
Wikipedia'da Üç Silaşörler
2011 yapımı The Three Musketeers
1993 yapımı The Three Musketeers

Jason Momoa'nın "Canvas of My Life"ı



İçimden bir şey yazmak gelmiyor bu ara ama, bu yukarıdaki gibi şeyler, güzel şeyler.

Bir saat sonra eklemek istedim: Bunlar neden güzel şeyler mesela, onu diyeyim. Yukarıdaki videoda Jason Momoa şimdiye kadar bizde yarattığı algının dışında da sahip olduğu başka yönleriyle karşımızda beliriveriyor. Önce kendini keşfe çıkan genç bir insan, sonra aslında kendi çocukları aracılığıyla hayatı ve kendini keşfeden bir baba. Hak verirsiniz veya vermezsiniz, aklınıza yatar veya yatmaz ama bir baba olarak keşfettiği şeyler ve çocuklarına kendi annesinden aldığı, büyüdüğü küçük kasaba sayesinde edindiği hayat görüşüyle katmaya çalıştığı şeyler, onları yetiştirme yöntemi olarak benimsediği bu karma düşünceler ve onları bu videoda aktarış şekli - her ne kadar sonunda markanın reklamına bağlansa da ve esasen bu amaca hizmet etmek için çekilmiş olsa da - insana umuda benzer şeyler fısıldıyor.
İşte bu yüzden güzel.

13 Aralık 2016 Salı

"düşünmek bana ne verdi, beni hangi üstün mertebeye getirdi?"

(Bugün Sirenin Sesi'nde okudum bu 4 cümleyi. Oradan görmediyseniz, buradan okuyun istedim.)


Kalbimi paramparça etmiyor mu, ediyor elbette, her günün her saniyesi kalbimi olduğundan daha fazla parçaya ayırıyor. Kendimi, sessiz değil, suskun biri olarak bile düşünmemiştim, hiçbir şey düşünmemiştim ama her şey değişti. Benimle mutluluğum arasına saplanan mesafe dünya değildi, bombalar ve yanan binalar değildi, bendim, düşünmemdi, bir şeyleri asla koyveremiyor olmanın kansersi hali. Cehalet mutluluk mudur, bilmiyorum ama düşünmek çok acı verici ve söyleyin bana, düşünmek bana ne verdi, beni hangi üstün mertebeye getirdi?

8 Aralık 2016 Perşembe

parkinson



Parkinson'un tedavisine yönelik birçok başka şey var, biliyorum ama bu da ilginç geldi, göstermek istedim. Dedemde vardı, en son noktada artık tüm yaşamını ileri derecede etkilediği bir haldeydi öldüğünde. Geçen sene teyzemde de çıktı, şimdilik durumu ne bilmiyorum. Anne tarafımda sinsice ilerleyen bir şey bu benim için yani, o yüzden çok küçükkenden beri hakkında hep okuduğum, araştırdığım bir konu oldu. Bu videodaki şey en başta çok da mantıklı gelmedi bana ama, belki de işe yarar bir şeydir.

6 Aralık 2016 Salı

Neverland'i genişlettik gel vatandaş gel

Kafamı toplamaya çalışıyorum, evet. Madem yapabildiğim, bırakmadan yapabildiğim tek şey bu, burası, o zaman bari bunu düzgünce yapayım dedim. Üstteki menüdeki sayfaları yan bloglara taşımaya başladım. Tabi içerikleri 5 yıl öncesine dayandığı için bir güzel de elden geçiriyorum. Aman yarabbi ne saçma şeyler yazmışım nidaları arasında. Kitap yazılarını Neverland Parşömen Rafları'na taşıyorum, film yazılarını da Neverland Laterna Magika'ya. Seyahat yazılarını ise Neverland Jolly Roger'a. Bu arada kitapları Goodreads'te (https://www.goodreads.com/sesrabs), filmleri de IMDb'de (http://www.imdb.com/user/ur13116551/?ref_=nb_usr_prof_0) oylamaya devam ediyorum, merak ederseniz.

1 Aralık 2016 Perşembe

Testraller ve makarnalar

Düşünüyorum. Günlerdir böyle. Müzik çalarken yanıbaşımda, balkon kapısından gökyüzüne sabitlenmiş gözlerimle, düşünüyorum. Gerçekten düşündüğümün farkına varmadan, ne yaptığımın bilincinde olmadan. Bu günler geçecek mi, bilmiyorum. Yani tabiki geçecek, geri döndüğümde biraz daha farklı bir boyut alacak.
Bu sabah güneş doğmadan hemen önce uyandım, sonra da bir daha gözümü kırpamadım. Ki son bir aydır falan hayvan gibi uyuyorum. Sadece uyuyorum. Gece 12 olmadan gözlerim kapanıyor, ertesi gün, öğlen 12'de ancak kaldırabiliyorum kendimi yataktan. Oysa bugün, böyle leyla gibi, oturuyorum. Ama uyuyamıyorum.
Zaten başımdaki çoraplar..Bir de açıyor insan ondan sonra interneti, önünde yanarak ölen çocuklar, ölümler ve saçmalıkların son gaz devam ettiği, o eninde sonunda geri dönmek zorunda olduğu çukuru görüyor. Günlerdir evde makarnadan başka bir şey yiyemiyorken bir tarafta savaşın ortasında kalmış bir çocuğun haberini izliyorum. Evet, hiç yararı olmuyor. Bugün gene makarna yedim.
Bir yanda da kenara kaydettiğim bir yazıya denk geldim. Umutsuzluğa düştüğünüzde hayatınızın amacını nasıl bulursunuz, hede höde diye yazıp durmuş kadının biri. Bu tür gaz verici, savaşın ayağa kalkın yapabilirsiniz sevdiğiniz işi yapın mutlu olduğunuz şeyi yapın herşeyi yapabilirsiniz falan filan diye konuşmalar yapan, yazılar yazan, çok bilen insanların hemen hemen hepsinin de gayet hali vakti yerinde ülkelerde yaşayan, gayet hali vakti yerinde insanlar oldukları sizin de dikkatinizi çekti mi acaba? "Tamam faturaları ödemek gerek, faturalar önemli" gibi birşeyler yazmış kadın bir noktada, ama yine de sevdiğiniz bir şeyi yapın demeye devam ediyor. Ama bir türlü açıklamıyor o faturalar nasıl ödenecek biz sevdiğimiz şeyi yaparken. Misal ben oturup öylece film izlemek istiyorum, bir yandan da bol tereyağlı iskender yemek istiyorum. Benim sevdiğim şey bu mesela, ama ev kiramı, telefon faturamı ödemiyor. Ne yapacağız? Sadece konuşuyor. Onun için hava hoş, çekmiş taytını altına yoga yapıyor, binbir çeşit meyveyi koymuş kaseye, üstüne de kim bilir ne servet ödediği salak saçma bir şeyin ununu dökmüş, fotoğrafını çekiyor ahahah bugün de sağlıklı besleniyoruz diye gülücükler saçıyor. Ben de 1 euroluk makarnamın yanına yumurta kırayım da sağlıklı olsun o zaman. Haa ama tüh, yumurta da bitmişti.
Gene de dün ve önceki gece, konuşmalar konuşmalar...Aklımda bir sahne var. Hatırladıkça gözyaşlarına boğuluyorum her seferinde ama aslında mutlu bir sahne, umut verici:

29 Kasım 2016 Salı

Herşey mi ters gider?

Herşey mi ters gider? Herşey mi sarpa sarar? Her bir şeyde mi sorun çıkar ya? Roma'ya döndüğümden beri yerimden milim kıpırdamadım, para kalmadı zaten, dışarı çıkmıyorum, odadan zar zor çıkıyorum. Ama gene de sorun çıkıyor.
Dün gece bilgisayar yine bozuldu. Azıcık keyiflenelim diye "Sister Act"i açmıştım, o bitti, kapattım bilgisayarı. Banyoya gittim, geri geldim, haa şuna bir bakayım diye birşey hatırladım açmak üzere düğmesine bastım bilgisayarın. Ama o da ne, windows açılıyor ekranında o dört renkli logo duruyor, parlaklaşıp sönükleşiyor parlaklaşıp sönükleşiyor. Yarım saat böyle bekledikten sonra güç düğmesinden kapattım. Geri açılırken onarım yaptırtmaya başladım (Win7). Onarım ekranında sistem geri yükleme önerdi, tamam dedim, geri yükleme yaptı bir saat. Sonra yeniden başlatmaya geçti kendini ama gene windows başlatılıyor ekranında kaldı. Gene güç düğmesinden kapattım. Sonra güvenli modda açmayı denedim, siyah ekranda beyaz yazılar akarken takıldı, güvenli modda da açılmadı. Tamam dedim, sıçtım, buraya kadarmış. Kendimi atayım altıncı kattaki balkonumuzdan. Aşağıda da kuran kursu var zaten, bir kefenleyip gömüverirler herhalde. Bu esnada tabi telefondan sorunla ilgili ne var ne yoksa okuyorum internette. En sonunda, ben bu dünyaya hep sorunlarla uğraşayım diye geldim dedim, kabullendim. Bilgisayarı koydum masaya, fişini çekip geri taktım, ben de yattım yatağa, en salak young-adult kitaplarından birini açtım telefondan. Bilgisayar açılırken onarım ekranı geldi yine, iyi dedim onar gene sen nasıl istiyorsan. Gene sistem geri yüklemeye geçti, bir kendi kendine kapandı açıldı, durdu saatlerce. Sonunda ben kitabın sayfalarını atlaya zıplaya okurken, masaüstünün geldiğini gördüm uzaktan. Açıldı. Sistem geri yükleme yapabilmiş, çünkü virüs veritabanı bu hafta başında istediği gibi güncelleme istedi, windows da bazı güncellemeleri yüklüyor göründü, o da hafta başında güncelleme almıştı. Şu an bilgisayarı geceden beri kapatmamış haldeyim, tırsıyorum, kapatınca bir daha açılmayacak diye. Böyle Ankara'ya dönene kadar kapatmayacağım herhalde.
Böyle bir gecenin sabahı daha güzeldi tabi. Türkiye'deki bölüm arkadaşlarımdan mesaj aldım uyanır uyanmaz, kayıt yenileme yapmadığımdan bölüme yazı gelmiş, kaydımı silmişler. Erasmus toplantılarında erasmus öğrencisi olduğumuz için bu dönem kayıt yapmamıza gerek olmadığını söylemişlerdi bir de. Kafayı yiyeceğim ya. Hayır ben biliyordum kesin sorun çıkacağını. Böyle bir şey dedikleri anda biliyordum, ulan bunların sisteminde kesin sorun çıkacak diye. Nerdeyse mutlu olacağım kaydımı sildiklerine, okula dönmek zorunda değilim anlamına geliyorsa. Kurtuldum diye düşünebilirim tez yazmaktan ama sadece geçen eylülden şubata geçirdiğim o korkunç ötesi günlerdeki emeğime yanarım. O kadar zamanımı boşa harcamış hissetmesem, zerre umrumda olmayacak. Ama asıl kendimi bıçaklamak istememe neden olan şey şu, diğeri hani yıllar yıllar önce burdan da bilirsiniz, yüksek lisans yapmaya çaabalayıp yine tez yazarken bıraktığım okul var ya, geçen sene oraya gidip kaydımı sildirmek istiyordum demiştim. Oradaki öğrenci işleri durumu şöyle açıkladı: Yahu boşver arkadaşım kaydını sildirmek çok zor, önce gidecen bölümünün formunu dolduracan sonra onlar dilekçe isticek onu yazacan verecen sonra bölüm kurulu toplanacak dilekçeyi görüşecek karar verecek de öyle kaydını silmeye gelecen. Ölme eşek yonca bitecek. Lanet gelsin, alın sizin olsun kaydım dedimdi. Hayır hem o okulla bir daha bağım kalmasın istiyordum hem de o okulda kaydım durduğu için bu şimdiki okula harç ödemek zorunda kalıyordum. İşte demem o ki o  gerizekalı okul yüzyıllar olmasına ve ben hiçbir sene kaydımı yenilemememe rağmen, bir türlü kaydımı silmezken kendi kendine, burası daha iki ay olmadan hoppadanak kayıt siliyor. Çünkü herşey ama herşey, tüm evren tüm hayat bana karşı duruyor, benim varlığımı reddediyor, öldürmüyor süründürüyor, zevk alıyor bana işkence etmekten tüm evren.
Lanet olsun ya lanet olsun!
Hatta bir tane daha! Bakın geliyor hazır mısınız? Şubatın 15'inde döneceğim diye bilet aldım aylar önce. Airfinder diye bir siteden, en ucuzu oydu. Thy'nin bir uçuşu işte. Geçen gün mail geldi, tamamı italyanca. Bu ocakları yanasıca airfinder - sanırım, hiç emin değilim - yok uçuşa bir şey oldu, olmayacak etmeyecek isterseniz 14,90 daha verin birşeyler yapalım bilmem ne bilmem ne diyordu. Ya durup dururken noluyor ya? Açtım web sitelerinden baktım, aldığım uçuş cancelled diyor, altına yeni saatlerde bir uçuş yazmışlar changed diyor. Benim makul saatlerdeki uçuşu iptal edip, yerine gecenin üçünde uçuş koymuşlar ve benim bileti herhalde ona geçirmişler. Ama biletimin geçerli olup olmadığından emin değilim çünkü yazdıklarından hiçbir şey anlamadım. Mail attım hemen ingilizce yazın ne diyorsanız, hiçbir şey anlamadım dedim. Cevap yok. Sıfır. Günlerdir. Uçuş iptal olduysa biletimi iade et, başımın çaresine bakayım değil mi? Benim hatam değil ki bu, sizin. Ben gecenin üçünde uçmak zorunda değilim ki. Hayır bir de bir daha para istiyorlar. Neden ya, nasıl ya?
Lanet olsun! Herşeye, her bir şeye lanet olsun! Doğduğum güne lanet olsun! Ne gerek varmış ki beni doğurmuş annem, varmış işte çocuğunuz, ne diye başka bir tane yapıyorsunuz ki ben anlamıyorum. Sırf çile çeksin, mutsuz olsun, ezilsin, çiğnensin, dert çeksin, işkence çeksin diye mi?
Lanet olsun ya, lanet olsun!

17 Kasım 2016 Perşembe

I got guns in my head and they won't go, spirits in my head and they won't go



Dün yine bir tesadüfün peşindeyken, tamamen alakasız bir mekanda, tamamen alakasız bir durumda - ya da belki tam da alakalı bir durumda - çalıyordu arkada düz ekran bir duvar tv'sinde. Bir şeyler yapıyor bu şarkı, o anda yapmaya başladı. Bir şeyler değişiyor her bir notasını duydukça bende. Yarın ilk kez italya sınırlarını terk etmeye çalışacağım, her şey yolunda gider mi, nuremberg'de havaalanında oturma iznimiz yok diye gerisingeriye yollarlar mı, münih'ten kafamdaki hogwarts'a - neuschwanstein kalesi'ne - gidebilir miyim, viyana'daki o karışık yatakhane odasından, gecenin bir vakti the lumineers konserinden çıkıp viyana'nın bir ucundan diğer ucuna gidebilir miyim, viyana'dan sağ çıkıp bratislava'ya geçebilir miyim...hiçbirini bilmiyorum şu an. Ama şarkı...

I got guns in my head and they won't go
Spirits in my head and they won't go
I got guns in my head and they won't go
Spirits in my head and they won't go

I spent a lot of nights on the run
And I think oh, like I'm lost and can't be found
I'm just waiting for my day to come
And I think oh, I don't wanna let you down
Cause something inside has changed
And maybe we don't wanna stay the same

And I don't want a never ending life
I just want to be alive while I'm here
And I don't want a never ending life
I just want to be alive while I'm here
And I don't want to see another night
Lost inside a lonely life while I'm here

14 Kasım 2016 Pazartesi

bu hep böyle

Hava  o kadar kapalı ki Roma'da, böyle yorganın altında, cenin pozisyonunda tüm dünyadan nefret ederek, balkon kapısından kara gökyüzüne doğru bakıp, öylece durasınız geliyor. Kara bile değil ya, renksiz resmen, böyle sarımtrak gri. Ev sessiz, soğuk, morg gibi. Yan odada Baran bilgisayarına gömülmüş, battaniyenin altında. Bu odada ben aynı şekilde. İkimizin de oda arkadaşları okulda derslerindeler. Ev çok soğuk demiş miydim? Ankara'da kombiyi gaz parasını idare edebileyim diye ben de az yakıyordum, çok öyle sıcak kışlar geçirmiyordum ama burada resmen öleceğim soğuktan. Kaloriferler merkezi olarak yanıyor, yanacak yani, kasımın ortası geldi hala yanacak. Kim nerden ne zaman yakacak, işte bunlar hayati sorular. Apartmanda kimse üşümüyor herhalde. Ve ısıtıcımız da yok. Çünkü ona da para verip, 2 ay sonra burada bırakıp gitmek zorunda kalmak istemiyorum. Çünkü burada hayatım boyunca hemen hemen hiç yapmadığım, yapmak zorunda kalmadığım bir şeyi yapmaya çabalıyorum, belirli bir miktardaki parayı idareli kullanmaya çalışıyorum. Şimdiye kadar çünkü, hep bir yerden bir gelirim vardı. Üniversiteye kadar öyle harçlığa ihtiyacım olmamıştı pek, üç beş elime tutuşturdukları yetiyordu, evden okula okuldan dersaneye yürüyerek gidip, aynı yolu geri yürüyerek geri gelebiliyordum. Üniversitedeyken bir yandan kyk'nın kredisi geçiyordu elime, o zamanlar 100-150 arası bir miktardı ama sonuçta ailenizle kalıyorsanız yemeye içmeye hayda hayda yetecek bir miktardı. Sonrasında da maaşım vardı zaten ve yine ev kirası, elektrik, su, gaz falan vermiyordum. Resmen tüm maaşım harçlığımdı. Ama şu an, 30 yıllık hayatımda ilk defa, ev kirası, elektrik gaz parası veriyorum. Market alışverişini, tüm ihtiyaçlarımı ab ofisinin yatırdığı o gülünç miktar içinden karşılıyorum. Ankara'da olduğu gibi babamın kredi kartıyle gidip de markette kendimi kaybedemiyorum, çünkü burada aldığım her şey türk lirasının değersizliğinin zirvesinde olmasından dolayı babamın ekstresine neredeyse 4 katı yansıyor ve saçma bir emekli maaşıyla bir yandan abimin iki çocuklu ailesine destek olmaya çalışan bir adama böyle miktarlar yüklemek istemiyorum. Zaten buraya tamamen gezmek için, kendi keyfim için gelmişim, bir de bunun sorumsuzluğunu geçirmeyeyim üstlerine değil mi?
Çok zormuş be. Para idare etmek çok zormuş. Her şeyinden, ama her bir şeyinden, kendinin sorumlu olması özgürlük falan değilmiş, zorlukmuş. Vallahi cumartesi sabahı evin ortasında çöküp, zırıl zırıl ağlayacaktım. Önce hafta içinde günün ortasında birden elektrik gitti. Sadece bizim ev gitti, komşularda asansörde falan vardı. 3 kişiydik evde, benim oda arkadaşım ve demin de dediğim yan odadaki. Diğer odadakiyle ben evi kurcalamaya başladık nereden gitti nasıl gitti diye. Ev kapısının arkasında bir kutusu var duvarda, orası tamamdı, bir sorun yok görünüyordu. Dedim bizde bir de apartmanın bodrumunda falan ana kutu olur, oradan atmış olabilir. Aşağı indik, kutu arıyoruz. Bir adam çıktı, napıyonuz dedi, arkadaş anlattı işte, adam burada olmuyor onlar evin içindedir dedi, biz de gerisin geri eve çıktık ama evde başka bir şalter yok. Ev sahibini aramaya başladı Baran ama adam cevap vermiyor. Bense vazgeçmedim, duvarları her yeri incelemeye devam ettim. Sonunda ilham geldi, bir de hayal meyal ilk geldiğimiz gün ev sahibinin gösterdiği bir şeyi hatırladım, ilk baktığımız şalter kutusunun hemen üstünde duvarda tablo asılı. Onu kaldırdım, aha burda! O şalter atmış, onu kaldırdım, elektriğimiz geldi haliyle. Baran da diyor ki tanrım ne kadar zeki bir kızsın sen! Keşke kardeş, keşke...
Sonra da cuma gecesi, saat bire geliyor yatacağız, oda arkadaşım tuvalete gitmişti, sifona bastı, odaya geldi ama sifon sesi susmadı ısrarla. Önceki günlerde bana da yapmıştı, su akmaya devam ediyor hani, sifon kutusunun içindeki şamandıra ağırlık yapıp da su deliğini kapatmalı ya, o olmuyordu, ben de bir kere daha basmıştım düzelmişti. Gittim yine, bastım, bu sefer bana mısın demiyor. Su çılgınlar gibi akıyor klozete. Basıyoruz, ediyoruz, kabus gibiydi, su durmadı.  Gene çözüm üretmeliyiz, böyle durum kendi evimde de çok başıma gelmişti. Benim evde diğer tuvaletin duvarında evin tüm suyunu açıp kapamaya yarayan yer var, oradan kapıyordum çaresiz kalınca mesela suyu. Ama bu lanet evde öyle bir şey bulamadım, aradık, tüm eve baktık, yok. Yorgunum, hasta olmak üzereyim, gecenin bir vakti, zaten ev de buz gibi, bir an önce yatağa girmek ve ısınmaya çalışmak istiyorum. Çığlıklar atarak kaçmak istedim ya o su sesinden, bu evden, bu şehirden. Sonunda hemen klozetin yanında, duvarda, yere yakın bir noktada bir tuhaf bir şey vardı, üstündeki kapağı çekince bir vana gibi birşey çıktı ama bizimkilerle alakası yok. Onu çevirince su kesildi sifondan klozete akan. Ama bu sefer de o kadar saçma ki, büyük banyoda ve mutfakta su akmıyor, küçük banyoda var. Bu vana bu işe yarıyormuş! Neyse dedik, şimdilik yatalım. Sabah ola hayrola. Ama sabah karın ağrısıyla, berbat bir durumda uyandım. Mutfağa koştum hap içeyim, sıcak bir şeyler içeyim diye. Çünkü gene ev buz gibi. Mutfaktaki manzara: Diğer odadaki arkadaş mutfak masasında elindeki telefondan kendi dilinde bir şeyler izliyor ve gülmekten boğuluyor, arkasında ocağın bir tanesi yanıyor son gaz ama üstünde bir şey yok, terek levye hepsi pis bulaşık dolu, önceki günküleri ve az önce yaptıkları kahvaltıyı yıkamamışlar su yok diye, daha doğrusu mutfakta akmıyor diye, etrafta yumurta kabukları,...Dolaba cama kafa atmamak için zor tuttum kendimi. Hiçbir şey içecek bardak yok, zaten bu görüntüde bir şeyde kaldırmıyor midem. Ama ayakta zor duruyorum, regl olmuşum, öleceğim, tuvalete de gidemiyorum gerizekalı sifon yüzünden. Çöküp kaldım bir sandalyeye. Bu arada mutfağın bir duvarı, tamamen çürümüş halde, küflü ve ortasında da kocaman bir delik duruyor, geçen hafta tesisatçı ustanın açtığı. Öyleyiz yani. Ev sahibi hala getirecek ustayı yapması için. Haa o delikten de duvarın içinde su akıyor boşlukta, duyup görebiliyoruz falan. Sonunda kendimi topladım, kalktım, küçük banyodan cezveye su doldurdum, ocağa koydum, ısıtıp en azından bardakları yıkayayım diye. Ben işe girişince diğer odadaki diğer kız geldi, ben yıkarım suyu açıp dur dur diye bana acıdı sanırım. Suyu açtılar, sifon sesi geri geldi, bulaşıkları yıkadı o. O gün akşama doğru ev sahibi de geldi gelmesine ama, adamın asıl amacı 3. odaya kiracı getirmekmiş yine, bir iki kişi katmış yanına onlara odayı göstermeye gelmişti, gelmişken sifon işini falan halletti. Bu arada diğer odadaki Baran da yanımda habire söyleniyordu, bu ev dördümüzü zor kaldırıyor bir de hala birilerini getirmeye çalışıyor, önce şu bozuk şeyleri yapsın bu nedir falan diye. Allahım şubat ne zaman gelecek?
İki gündür yatıyorum, Ev buz gibi. Bugün kursa gitmedim. Bu arada yapı kredi de sapıttı. Booking.com'dan yaptığımız son rezervasyonda habire sorun çıktı. Yapı kredinin banka kartıyla yapıyorum, kartınız kabul edilmedi başka kart verin diyor habire. Bundan öncekilerde hep bu kartla yapmıştım ama son bir haftadır böyle hata veriyor. Arkadaşımın aynı  kartıyla unicredit atmsinden para çekerken de yine son bir haftadır komisyon istemeye başladı, ki yapıkredinin unicredit anlaşması olduğundan komisyonsuz çekebiliyoruz diye özellikle yapıkredi hesabı açıp gelmiştik. İnternet üzerinde bir yere varamıyoruz, illa aramamız gerekiyor müşteri hizmetlerini ama yapı kredinin müşteri hizmetlerine hiç ulaşmaya çalıştınız mı bilmiyorum, inanın gidip er ryan'ı  kurtarmaya tercih ederim. Saatlerce bekletip, gerçek bir insana ulaşamıyorsunuz ve bunu buradan aramaya çalışsam herhalde tüm hibe paramı turkcelle ya da wind'e veririm. O yüzden arayamıyorum da. Neden her şey sarpa sarmak zorunda? Neden habire sorun çıkmak zorunda? Sonunda allah belanızı versin diye alacağım elime telefonu arayacağım, girecek telefon faturası ama bunu yaptığımda bile bir sonuca ulaşabileceğimi zannetmiyorum. Bir sorun görünmüyor ki deyip duracaklar. Siteyle ilgili problem vardır diyecekler. E sitede 5 tane rezervasyon daha yaptım onlarda neden sorun çıkmadı aynı kartla? En sonuncusunda niye çıktı? Hem de iki farklı otel denedim. Yani ilk otel reddedince kartı dedim oteldedir sorun, gıcıktır bu otel kesin, ben de başka yer bulurum. Ama orası da reddetti, şimdi ayın 19'unda münih'te olacağım ama kalacak yerim yok.
Her şey sorun. Her şey problem. Türkiye'ye dönsem ne olacak bir de. Antalya'da bile terörist çatışması oluyorken, ekonomik kriz varken (evet var siz hala farkında değilsiniz azıcık ekonomi okuyun birazcık kafayı çalıştırın allah aşkına) ve elimde hiçbir yetkinlik yokken ne yapacağım orada? İş bulamam, duramam, oturamam, okul zaten arap saçına döndü...
Biletleri falan aldım, güya birkaç şehir göreceğim ama sıfır istek var içimde. Hiçbir şey görmek istemiyorum. Neden istemeliyim ya da neden görmeliyim, bunlara cevap bulamıyorum. Anlamı ne yani. Bir iki müze görmemin, kilise görmemin falan ne anlamı var. Buz gibi sokaklarda yürümek zorunda kalacağım, üç beş kuruş daha ucuz bir şeyler yiyebilmek için sürünüp duracağım. Evet, çok anlamlı.
Yalnız şu an bir baştan okuyunca yazdıklarımı pek şımarık geldim kendime. Resmen artık her defasında para para para ve yine para diye çemkiriyorum, vızıldanıp duruyorum gibi. Bildiğiniz şımarıkmışım ben.

10 Kasım 2016 Perşembe

tecrübe ettiklerinin tutsaklığı

Bir haftasonu Roma'dan Floransa ve Pisa'ya - 2

Piazza dei Cavalieri
 Floransa'daki ilk günümüzden (Bir haftasonu Roma'dan Floransa ve Pisa'ya - 1) sonra oldukça gürültülü geçen gecemizin ardından cumartesi sabahı erkenden kalkıp, Santa Maria Novella tren istasyonuna gittik. Bu arada resepsiyona gidip, akşamki durumu açıklayıp 8 numaralı odanın anahtarını önceki günkü teyzeye bıraktık. Bir yandan da pişman oldum tabi keşke bırakmasa mıydık diye düşündüm. Çünkü teyzenin durumdan haberi yoktu, o gündüzcü diğer adam gececi herhalde. Neyse Pisa'ya trenimiz 08:28'deydi. Trenitalia ile gittik, bir saat sürdü Floransa-Pisa arası ve 8,40 gidiş+8,40 geliş olarak 16,80 euroya mal oldu. Pisa'da da Pisa Centrale'de iniyorsunuz. Trenin 2.sınıfı temiz, rahat, elektrik prizi var, tuvalet var, daha ne olsun. Bir de biletinize bakan kimse yok, ne dışarıda ne içeride görevli var. Gidip tren istasyonunda elinizi kolunuzu sallayın. Pisa'ya kadar 3-4 durak hiç bilet kontrolü olmadı, sonrasında tren Livorno'ya devam ediyordu, o arada falan baktılarsa bilemem.
Pisa'ya indiğimizde saatin 9 buçuğa bile gelmemiş olması tabi ayrı bir dertti. Ki üstüne çılgın gibi gökgürültüsü yağmur fırtına, ortalık kapkara. Şimdi mantıklı ve zeki olanlarımız kaşınmaya başladı fark ettim ordan. Evet bence de Roma'dan direkt Pisa'ya bilet alıp, cuma öğleden sonra Pisa'yı dolaşıp, akşamında Floransa'ya geçip, cumartesi tüm gün Floransa'nın sokaklarını, pazar da müzelerini bedava olarak gezebilirdik. Evet tüm bir günü sabahın köründen akşamın bir yarısına kadar Pisa'da geçirmek en salakça şey ama, hatırlatmama gerek var mı, ben dünyanın en büyük salağıyım. İllaki her durumda ve zamanda en salakça olanı yapmalıyım. Bu yüzden sabah 9 buçuktan akşam 8 buçuğa kadar Pisa'da yağmurda ıslanıp ıslanıp, üşüyüp durduk. Neyse, istasyondan çıktık, çılgınlar gibi yağan yağmurun altında şemsiye satmaya çalışan gayet ısrarcı arkadaşlardan zar zor sıyrıldık.
Piazza del Duomo
Buraya, İtalya'ya geldiğimden beri içimi yakan bir başka konu da bu. Roma'da da böyle mesela, her köşe başında her adımda güney asyadan olduğu gayet net görünen insanlar, fakir ve çaresiz insanlar turistlere herkese ellerinde artık ne tutuyorlarsa satmaya çabalıyorlar. Hiç "beyaz" biri yok aralarında. Çoğunluğu Bangladeşli. Sanki tüm Bangladeş nüfusu buraya göç etmiş gibi. Pisa'da da siyahiler çoğunluktaydı bu konuda. Dünyanın ne kadar adaletsiz bir yer olduğu burada her adımımda daha da çok suratıma çarpıyor bu yüzden. Türkiye'de nasıl her sokakta, her kaldırımda Suriyeli bir insandan adım atamıyor durumdaysanız, burada da bunun Bangladeşli ve siyahi versiyonu var işte. Sapsarı besili turistler ellerindeki devasa dondurmaları yalayarak bu insanların arasından yürüyor her gün. Onlar da umutsuzca o turistlere ellerindeki şallardan, saçmasapan hediyelik eşyalardan satmaya çalışıyor. Zaten şehrin en işlek yerlerinde, en turistik binalarının dibinde, merkez tren istasyonunun dibinde evsizler kartonları içinde kaşınıyor, sidik kokusu ve diğer kokular içinde oturuyor. Sonra da insanlar ay aman Roma çok güzel bir şehir ama diyorlar ya da İtalya çok güzel diye ayılıp bayılıyorlar. Hayır, dünyada böyle bir durum devam ettiği sürece hiçbir şehir güzel görünmüyor gözüme. Kimseye görünmemeli. Ama işte kendi balonlarımız içinde bunların hepsini unutup, o makarnadan değil de öbüründen yemek zorunda kaldık diye moralimiz bozuluyor mesela.
Pisa'daki Vaftizhane'nin
merdivenleri
Ne diyordum, Pisa. İstasyondan çıkıp, Viale Antonio Gramsci üzerinden yürümeye başladık ama hem erken hem de yağmur olunca hemen orada denk geldiğimiz ilk yere girdik kahve ve kornet (kruvasan) için. Bar Gambrinus'a girmişiz, hiç sormadan da kahvelerimizi ve kornetlerimizi istedik, oturduk yedik. Evet kahvesi de iyi, kornetleri de. Ama tüm bunlarada 17,40 euro verince bir tokadı yemiş olduk. Haa bu arada Floransa'da otelde de oda parasının üstüne 5'er euro şehir vergisi verdik, onu da unutmayalım. İtalya'da her şehirde bu vergi böyle kafanıza kafanıza gömülüyor. Gambrinus'tan çıkınca Pisa'daki ilk görülecek yerimiz Piazza Vittorio Emanuele II'ye ulaşmış olduk. Burası gene bu amcanın heykelinin olduğu meydan işte. Bu amca İtalya için pek mühim. Roma'daki favori manzaramın da sahibi, Altare della Patria'da kocaman at üstünde heykeli var. 1849-1861 arası Sardinya kralıymış, sonra da birleşik İtalya'nın ilk kralı olmuş, o sebepten atamız babamız havasında. Pantheon'da gömülü, ki ne heveslerle girmiştim Pantheon'a, onu da demeden geçemeyeceğim. Dışı daha manyak kesinlikle, içeri girince bir "ulan burayı da mı bazilikaya çevirdiniz ne ettiniz lan" oluyorsunuz.
Oradan Corso Italia'ya girdik ve o sokak boyunca yürüdük. Burası böyle dükkanların, tanıdık markaların dükkanlarının, kafelerin falan olduğu canlı bir sokak. Gençler falan gırla. Sokak biterken, nehre çıkmadan hemen önce Logge dei Banchi var. Buraya "tourist attraction" diyor ama hiçbir esprisi yok, kermes gibi birşeyler vardı biz geçerken. Bu noktada Ponte di Mezzo'dan karşıya geçmek yerine sağa doğru nehir kenarında devam ettik, çünkü altıgen mimarisiyle ilginç görünen bir kilise olan San Sepolcro'yu görmek istiyorduk. Ama kapalıydı, bazen salaklığımın şanssızlığım ile kol kola zıplayarak gülüşerek yürüdüğünü düşünüyorum. Devam edip Ponte della Fortezza'dan Arno nehrini geçtik. Karşıya geçince sola dönüp, Lungarno Mediceo üzerinde yürümeye devam ettik.
Camposanto, Pisa
Şimdiki hedefimiz Medici saraylarından biriydi ama artık yağmur kendini aşmış, üstümüze nehri savuruyordu adeta. O yüzden hiç hesapta yokken tesadüfen görünce orada, Museo Nazionale di San Matteo'ya atıverdik kendimizi. İşte bazen de kader devreye giriyormuş demek ki. Bomboştu müze, kimse yoktu. Girişteki görevli amca tonton mu tonton, iyiliği her yerinden akan bir amcaydı. Hem bize çok iyi davrandı, hem de bir güzellik yapmakta hiç sakınca görmedi. Biletleri vermek için yaşlarımızı sordu, arkadaşımın yaşı 20, ben de 29 dedim. Arkadaşım için 25 yaş altı olan yarı fiyattaki bileti kesti, bana da bir daha bakıp sen de 24 yaşındasın dedi. Peki dedim, bana da o biletten kesti, verdi (18-25 yaş arası 2,50 euro, gerisi 5 euro). Şimdi bir şey hissettim yalnız ya, böyle hep parayı az alan insanlara iyi çok iyi mükemmel falan diyorum burda sanki, resmen bir maddiyat canavarı böyle bir para almamalarına göre insanların iyiliklerine karar veren pis bir insanmışım gibi göründüm kendime ama saçmalıyorum değil mi ya. Neyse tamam.
San Matteo Müzesi erken ortaçağdan 16.yy.a kadar eserleri barındırıyor. Ama şöyle diyeyim sadece tahtadan haçlar ve incilden sahnelerin boyalı olduğu yine ahşap şeyler var. Bir de çok çirkin heykeller var, hristiyan aziz ve azizelerine ait. Resimlerdeki insan görüntüleri de çok çirkin, aman yarabbi hiç bu kadar kötü eseri bir arada görmemiştim. 13.yy.sanatından tiksindim yeminle. Ortaçağ hikayeleri iyiymiş sadece, sanatına hiç dokunmayın, benden tavsiye.
Müzede biraz kendimize gelmiştik ki çıkınca daha beter fırtınaya yakalandık. Ara sokaklardan dolana dolana o havada Piazza dei Cavalieri'ye gittik. Burası ilk Medicimiz Cosimo'nun sarayını ve heykelini barındıran pek havalı bir rönesans meydanı ama o havada hiçbir şey anlamadım. Gözümü kapşondan çıkarıp da görebildiğim çok az şey var. Meydandan kendimizi hemen kıyısındaki bir kemerin altına attık. Oradan sonunda çıkabildiğimizde Via Dalmazia-->Via della Faggiola-->Via Capponi yolunu izleyerek Piazza del Duomo'ya çıktık.
amca pek çirkin, Uffizi'den
Bu noktada belirtmem gerek, bu kadar şaşırmayı ve etkilenmeyi beklemiyordum. Yani milyonlarca kez resmini görüyor, okuyor, dalga geçiyorsunuz falan ama ufak bir sokaktan o meydana çıkıp da birdenbire o kuleyi öyle pat diye önünüzde bulunca bir afallıyorsunuz. Harbiden yamuk ya la! Ciddi yamuk, öyle böyle değil. Bir tırsıyorsunuz nasıl yani diye. Kuleyle bir yarım saat apışıp kaldıktan sonra ancak diğerlerini katedrali, vaftizhaneyi, duomoyu, meydandaki kafeleri falan görebiliyorsunuz. Gene çılgınca yağmur yağdığı için biz ancak etrafta koşturup, oranın buranın altına sığındık diğer turistlerle birlikte. En sonunda dedik buralara girip, gezelim. Bunun da yöntemi bilet almak. Museo delle Sinopie'nin girişindeki yerden gezmek istediğiniz yerlere göre fiyatını seçerek bilet alabiliyorsunuz. Biz kişi başı 8 euroluk olan katedrali, vaftizhaneyi, camposanto'yu ve Sinopie müzesini kapsayanından aldık. Kuleye çıkış parası ayrı ve 10 euronun üstünde sanırım.
Sinopie müzesi iki katlı, ufak. İçinde duvarlarda Camposanto'nun duvarlarına yapılan fresklerin deneme çizimleri var. Yani önce bunları çizmişler, sonra gidip boyamışlar. Vaftizhane altıgen, pek bir şey yok içinde. Bir dar, dolambaşlı merdivenden üst katına çıkıp, aşağıya bakıyorsunuz o eğlenceli. O merdivenlerden çıkarken falan kendinizi bir ortaçağ filminde hissedebilirsiniz (niye böyleyim ben ya, çok üzülüyorum kendime). Katedraldeyse ölürsünüz, ne resimler ne resimler. Ama pek karanlık ya, benim gözlerim zor görüyor zaten, gözümdeki lensler eskidi, elimde de bir çift kaldı. Ama muhteşem resimler. Camposanto ise mezarlık. Heykeller ve yerde mezar taşları. Fibonacci'ninkisi de burda misal. Buranın duvarları da şahane.
Bir de tuvalete gitmek isterseniz, hemen camposanto'nun yan tarafında 80 cent'e. Evet o derece.
Buradaki kültürel gezimizi de bitirince sanırım Via Ulisse Dini üzerinde rastladığımız ve ucuz görünce, canımız da hamburger gibi birşeyler çekince Chicken Grill&Chips diye bir yere girdik. Tek müşterileri olarak yedik içtik ama o ne turuncu bir dekorasyondu öyle. Bir de bir tane Bangladeşli abinin işlettiği dükkandan Pisa hatıralarımızı aldıktan sonra artık yapacak hiçbir şeyimiz yoktu Pisa'da. Kaldık mı öyle fırtınada sokakta. Valla üşüye üşüye ara sokaklarda dolandık saatlerce. Saat daha 5 falandı herhalde. Öyle boş boş, hayır bir de hava berbat ya, bir şey yapacağın varsa da yapamıyorsun. Son birkaç saat istasyonda oturduk, neyseki buradaki istasyonda kapalı bir oturma yeri vardı. Floransa'da yok mesela, pazar gecesi en son donmak üzereyken otobüse bindik.
Uffizi'deki Niobe Odası ve muhteşem Rubens
8 buçuk trenimizle Floransa'ya dönüp, otelimize korkular içinde geldik. Bu gece sahiden de başka insanlarla kalacağım aman yarabbi diye diye çıktım merdivenlerden. Bu sefer de resepsiyonda tamamen başka bir adam olmasın mı?! Bu seferki bize ilk gece özel odayı veren bangladeşli adam gibi değildi, resmen 70ler türk filmlerindeki sapık katil kılığındaydı sırıtışıyla falan. 7 numaralı yatakhanemize ait anahtarı aldık ve indik odaya, ama korka korka. İçerde en kötü olasılık iki kişi daha olacak çünkü. Ama neyseki, kimse yoktu. Ama kahretsin ki kapı kitlenmiyordu. Tüm gece diken üstünde, biri gelecek mi, ya şimdi ipsiz sapsız biri kapıyı açıp dalıverirse diye hop oturup hop kalktık. Gram uyumadık. Bir de gene dışarıdan sesler, zaten gökgürültüsü şimşekler hiç durmadı. Valla bu durumun korkusu bile aklımı aldığı için eve döner dönmez diğer seyahat için olan planı yeniden gözden geçirdim. Paraya kıyıp, alabildiğimiz yerlerde iki kişilik odaları aldık şimdi. Gerçi Nuremberg'de ve Viyana'da yine mecburen yatakhanede kalacağız ama Nuremberg'deki en azından sadece kadın. Viyana'dan sağ çıkabilirsek artık, bir daha da başıma birşey gelmez herhalde.
Floransa'daki son günümüzdeyse beleşçiliğin dibine vuralım, her ayın ilk pazarı müzeler bedava olayından yararlanalım diye sabahın köründe, abartmıyorum köründe, çıkıp Uffizi Galerisi'ne geldik. Gene de sıra vardı ya arkadaş! Ha ama neyseki bir Vatikan değil, buna da şükür. Vatikan adeta bir açlık oyunları, adeta bir miğfer dibi savunması. O yüzden Uffizi sırası yeşil çimenlerdeki teletabiler gibiydi ama bu örnek de şu an çok ürkünç oldu tamam susuyorum.
Uffizi şahane, demiş miydim? Ama o turist kalabalığıyla, kapılar açıldığında istanbul surlarına ilk bayrağı kim dikecek ruhuyla birlikte saldırmak zorunda bırakılmasaydık daha güzel olabilirdi. Hayır neye saldırdılar böyle anlamadım ki. İlk kattaki çizimlere hemen hemen hiç kimse dönüp de bakmadı mesela. Merdivenlerden bir tırmanışları var ki eh aman allah! Üst katta 3 koridor var, u şeklinde bir yapı oluşturuyorlar. Bu her bir koridorun bir de yan galerileri var, birbirine geçişli. Ana koridorlarda duvarlar boyunca heykeller var, tavanla duvarın birleşim yerlerinde de portreler. O portreleri oraya koymak kimin fikriyse iyi küfür yedi benden 2,5 saat boyunca haberi olsun. Ulan hem bir şey seçemiyorsun hem de boynun tutuluyor. Hayır belki ben durup saatlerce Newton abimle bakışmak istiyorum, ne diye 5 metre yukarı asarsın. Yan galerilerde de tablolar var. Botticelli'ninkilerde ayrı bir kalabalık vardı, hele Primavera'ya yanaşamadım bile. Venüs'ün Doğuşu'nun önünde, tam ortada dikilebildim ama ne yalan söyleyeyim. Nihayet koridorları bitirebilip, terastaki kafeye falan da uğradıktan sonra çıkışa yöneliyorsunuz ama o da ne? Kandırmışlar! Çıkış yazıyor ama sonra binadan gerçekten çıkabilmek için yüz tane daha galeriden geçiyorsunuz ve hepsi tablo dolu. Ayrıca da muhteşem şeyler bunlar. Bu bölümde bir Leonardo odası da var mesela. Birkaç tablosu var. Ama asıl, ne Leo, ne Botticelli...Benim asıl aradıklarım Caravaggio ve Artemisia Gentileschi'ydi, ki onlar da bu çıkış kısmında. Caravaggio odası dedikleri yerde Artemisia ablanınkiler de yer alıyor. Bu arada yukarı katta bir de Niobe odası vardı, öldüm. Duvarlarında devasa Rubens tabloları - ki adamsın Rubens! - ve önlerinde insanın tüylerini diken diken eden, kafasını allak bullak bırakan Niobe ve çocuklarının heykelleri. Bakınız sanat güzel yapıldı mı şahane birşey işte - sözüm sana Picasso, seni hiç sevemedim Picasso.
Uffizi'den nihayet çıkabildiğimizde açlıktan ölecektik. Hemen oradaki sokaklarda baktık insanlar bir yerlerden sandviçler kapmışlar, yumuluyorlar. Ama biz öküz gibi yiyen iki hobbitiz, bir sandviçle tüm günü geçiremeyiz diye Via dei Neri üzerinde gayet italyan bir yere oturduk. Sanırım İtalya'ya geldiğimizden beri ilk defa yaptık bunu. Ve domates soslu spagetti, patates kızartmalı tavuk ve et tabağı, tiramisu ve elmalı kek derken iyice abarttık. Kısmet.
Nihayet yemeğin ardından Galleria dell'Academia'ya gittik. Ama burası beni hayalkırıklığına uğrattı biraz. Bir David var diye bu kadar saçmalanmaz. Evet bir David var. Müzenin gerisinde sadece Pisa'daki San Matteo Müzesi'ndeki gibi ortaçağ hristiyan eserleri dolu. Ha bir de Pacino di Bonaguida'nın Hayat Ağacı paneli var, o kadar. Bir de yan kısmındaki ufak bölümde müzik aletleri sergisi vardı biz gittiğimizde denk geldik, o iyiydi. David'in olduğu ana kısımdaki duvarlardaki tablolar muhteşem yalnız.
Galleria'dan çıktığımızda 4-5 civarıydı, aslında Galileo Müzesi'ne gidecektik ama yakınlarda bir antropoloji müzesi görmüştük ona mı uğrasak diye bir dolandık. Felaket yağmur bitmek bilmediğinden ve telefonlarımızın şarjı bittiğinden döndük durduk. Müzeyi bulamadık, sonunda vazgeçip Galileo'ya doğru gittiğimizde o da kapanmıştı. Sanırım Floransa'daki en büyük pişmanlığım Galileo Müzesi'ni görememek oldu.
Bir de akşamın sekizine kadar otobüs beklemek o soğukta, yağmurda. Zalımsın İtalya.

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...