brad pitt etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
brad pitt etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Ağustos 2022 Pazar

The Lost City (2022)


 Romantik-macera kitapları yazarı Loretta Sage, kitaplarında yazdığı arkeolojik kazılı maceralardan dolayı deli bir multi-milyoner tarafından kaçırılıp, antik bir hazineyi bulması için zorlanır. Onu kurtarmak için resmi olarak yetkilileri ikna edemeyen yayıncısı Beth ile kitaplarının kapağında poz veren model Alan da kendilerince bir kurtarma planı yapar. Alan, eski bir asker olan tanıdığı bir adamla Loretta'nın kaçırıldığı adaya doğru yola çıkar. Ama kahramanlarımızın hiçbiri kitaplardakiler gibi değildir, ne Loretta becerikli bir arkeolog, ne de Alan korkusuz bir maceraperesttir. İki modern dünya uyumsuzu, zorlukların üstesinden gelip, deli milyonerin elinden kaçıp, gizemleri çözmek için birbirine güvenmek zorunda kalır.

Film yapımcısı ve yönetmeni Seth Gordon'ın yazdığı hikayeden senaryolaştırılan "The Lost City" hemen hemen böyle bir konuya sahip. Aslında 90larda 2000lerin başında izlediğimiz (aslında 70lere kadar geriye giden) bir türün modern zaman parodisi gibi. Bilgiye sahip bilim insanı ile kas gücüne sahip korkusuz macera insanının antik bir gizemi çözmeye çalışırken maceradan maceraya atlaması, koşması, uçmasının hikayesi. En sevdiklerimden bir tanesi. Indiana Jones ile tepe noktasına çıkan tür, uzun yıllar boyunca uykuda kalmıştı. Sanırım şu son birkaç senedir uyandırmaya çalışıyorlar. Ama modern zamanlar her şeyin içine ettiği gibi bu hikayelere de iyi gelmiyor gibi. Karakterler ve hikayeler kendileriyle dalga geçmeden, günümüzde bu tür bir film yazabilmek ya da yapabilmek mümkün değilmiş gibi. Bundan önce izlediğim Uncharted(2022) biraz daha ciddiye alıyordu ama burada asıl amaç komedi olduğundan sanırım her şey daha parodi. Aslında yer yer ciddileşmeye, ele avuca gelir karakter gelişimleri oluşturmaya çalışmıyor değil film. Ama pek de başarılı olamıyor. Böyle filmlerde, iki saatin ardından pek bir şey hatırlamaz, pek bir şeyin üstüne takılmazsınız. Sadece keyifli ve eğlenceli vakit geçirmiş olmanın güzel hafifliğiyle kalkarsınız yerinizden. Bu keyfi oluşturanlar da genelde kahkahalar attığınız birkaç sahne, izlemesi eğlenceli birkaç karakter, kafanızda cidden o iki saat içinde merak oluşturan antik bir gizem gibi şeyler olur. Bu filmde sanki bunların hepsinde tam karar verememiş ve üstünden geçmişler gibi hissettiriyor. Kahkaha attım mı, hımm biraz. Eğlendiğim karakterler oldu mu? Hah tam işte o konuya gelelim.

Elimizde tükenme noktasına gelmiş bir adet yazarımız var. Loretta Sage, belli ki tarihli arkeolojili bir şeyler okumuş ve yine çok başarılı bir arkeolog olan kocası ile mutlu mesut yaşarken kocasını kaybetmesinin üzerine depresyona girmiş. Kendini evine kapatmış (ki bu noktada bir an böyle gözümün önünden Jodie Foster geçti, hangi filmdi o, sanki gerilimmiş gibi hatırlıyorum, böyle bu evden çıkamıyordu ama kötü adamlar eve girmeye çalışıyordu falan gibi), seri seri yazdığı kitapları artık yazmak istemiyor. Yazamıyor da, içinden bir şey gelmiyor. Kitaplarının tanıtım günlerine katılmak istemiyor. Çağın teknolojilerine yabancı kalmış, kendi yazdığı vıcık vıcık romantik kitaplardan bile tiksiniyor. Gerçek anlamda bilimsel arkeolojik bilgiye sahip ama okunup, tutabilmesi için günümüzün grinin elli tonu furyasına uydurmak zorunda kalmış yazdıklarını. Bu çok bilmişliği ile de insanları hor görüyor bir yandan. Özellikle kapak modeli Alan'a resmen tepeden bakıyor.

Alan ise tıpkı Loretta'nın gördüğü gibi görünüyor ilk başta. Düzgün görünümlü bir kas yığını, hiçbir şey hakkında doğru düzgün bir bilgiye sahip değilmiş gibi. Loretta ile her konuştuğunda saçma sapan kelimeler söylüyor. Bu şekilde görünen pek çoğu gibi, pratikte bir etkinliği yok. Yani mesela fotoğraflarda güzel çıkan kol kasları, gerçek dövüşe geldiğinde aciz kalıyor gibi şeyler. Zaten o da kendini çok üstün görmüyor, konu gerçek bir kurtarmaya gelince hemen yardım almak için koşturuyor.

Ki bu da bizi filmin en güzel yanına getiriyor: Brad Pitt. Burada böyle bu yaşta fangirl kıvamına geçmek istemezdim ama bu adama niye bir şey olmamış ya?! Yıllardır diğerleri gibi, benim gençliğimde ortalığı kasıp kavuran hollywoodun yakışıklı oyuncuları ekibine dahil diğerleri gibi, yaşlanmış, pörsümüş, şişmiş, güney amerikalı suç kartellerine dönmüş olduğunu düşünüyordum. Ben en son 11 yıl önce The Tree of Life(2011) filminde izlemişim Brad'i. O zamandan beri arada fotoğrafı haberi denk geliyordu ve doğru düzgün bakmıyordum bile. Oysa adam - 98'deki Meet Joe Black'teki kadar olmasa da - hala muhteşemmiş. Sadece görüntüsü, yakışıklılığı açısından demiyorum. Brad Pitt'te oyunculuk yaparken insanı ele geçiren değişik bir hava var, o hiç sönmemiş, kaybolmamış. Sadece yakışıklı bir yüzden fazlası yani, yoksa ortalıkta bir dolu yakışıklı adam var, iki dakika izleyip peff dedirtiyorlar. [Ki bana bile yani, bir insanda en takdir edip ilk baktığım şey görüntüsüdür :) ] Biraz Brad Pitt'i övelim günü gibi olmaya doğru gidiyor o yüzden kesiyorum.

Loretta rolünde Sandra Bullock'u izliyoruz. Kendisine ölürüm, o derece. Hayatımın, şimdi dönüp bakınca kötü hissettiğim şeylerini hatırlamadığım zamanlarına ait filmlerin en güzel yüzlerinden biriydi çünkü. Hani yine bu 90ların sonu 2000lerin başı diyeceğim ama mecbur, hayatımın en belirleyici ve uzun zamanı o yıllardı, o yılların Julia Roberts, Meg Ryan, Sandra Bullock üçgenindeki romantik komedilerinden aldığım tadı şimdi hiçbir filmden almıyorum mesela. Sadece romantik komedilerde de değil, arada çeşit olsun diye gerilimlerde maceralarda da oynadı bu üçlü. O filmlerinden de ayrı keyif alırdım (Speed(1994)'i hatırlatmama gerek var mı acaba). Burada da harika geldi bana tabiki bana Sandra, karakteri başka birisi oynasa bu kadar eğlenceli olmayabilirdi mesela. Ya çok daha absürt hale getirirdi başka bir oyuncu Loretta'yı ya da daha soğuk-katı olurdu. Oysa Sandra tam arasında, her zamanki gibi izlemesi de bakması da keyifli halde.

Oysa kapak modeli Alan'ımız olan Channing Tatum için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Oyunculukların çok düşünülecek bir konu olması gerekmeyen bir film bu, oraya girmiyorum zaten. Ama bu abi bana hep çabalıyor çabalıyor da olmuyor gibi geliyor. Hep aynı insan gibi geliyor ama zaten onun dışında bu hikayede onun karakteri için çok ortada bir yazım vardı. Kendisi karar vermeye çalışıp, aralarda değişik bir şeyler gösterir gibi olup, yine aynı insana kayıyordu.

Brad Pitt'ten ve karakterinden sonraki tek eğlenceli kısım yayıncımız Beth'in maceraları olan kısımlar. Tüm o curcunanın içinde arada bir kamera ona dönüyor ve şaşkın şaşkın bakarken gülüp, geçiyoruz. Deli milyoner olarak Daniel Radcliffe için ise üzgünüm ama bir şey söyleyemiyorum, bu çocuk bana Ateş Kadehi'nden itibaren böyle histerik teyzeler gibi geliyor. O yüzden sokakta da böyle deli milyoner gibi dolaşıyormuş gibi hissediyorum. Ama izlemesi eğlenceliydi burada en azından. Başka bir filmde çekemiyorum kendisini.

Boş vakitte izlenip, gülünüp geçilsin diye yapılmış bir film hakkında ne çok düşündüm gibi oldu bu ama sonuçta eğlendim be. Valla. Hep böyle filmler izlemek istiyorum. Tamam tam olarak bu kadar parodi olmasın ama böyle bir mutluluk olsun yani. Siz izlediniz mi? Ya da bunca dediğimden sonra izlemeyi düşündünüz mü?

 

 Yalnız bir şey daha diyeceğim, az kalsın unutuyordum. Müzikleriyle çok eğlendim ben ya filmin. Her çıkan şarkı pek keyifliydi, her an elimde telefon, shazamlayıp durdum. Film biterken bir de baktım ki Music by Pınar Toprak yazıyor ekranda. Instagramı da var şöyle: @pinartoprakcomposer. Onun besteledikleri dışında başka sanatçıların kullanılan parçalarını da çok sevdim. Hemen yukarıda çalan şarkılardan oluşturan bir çalma listesi buldum koydum.

2 Kasım 2014 Pazar

karanlıktan



Her zaman güzelliğin göreceli olduğunu söylerler. Ama bazen hepimizin üzerinde hemfikir olabileceği - çok nadir - şeylerin de olduğunu fark ediyoruz. Bunlardan biri, işte bu "Brad Pitt". Ben kendimi bildim bileli - ki toplam yıllarımın sayısının 27 olduğunu hesaba katarsak - o burda, bizimle, kabul etmiş durumdayız onu o olarak. Dünyanın en mükemmel insanı değil, iyilik perisi hiç değil, çok yakışıklı çok güzel bulunabiliyor ama şöyle bir baktığınızda hemen hemen her coğrafyada bulunabilecek mavi göz-sarı saç kombinasyonuna sahip. Ama birşey var, adını koyamadığımız. Onu Brad Pitt yapan. Evet, bu adam çok güzel ama neden hepimiz onu bu kadar güzel bulabiliyoruz? Dedim ya, etrafınıza dönüp bakın, sarı saç-mavi göz sahibi başka insanlar da var. Neden onları da çok güzel bulmuyoruz?
İşte sanırım bu soruların cevabı olduğu için bu adam böyle güzel. Şimdi izin verin gününüzü aydınlatsın birazcık.

26 Şubat 2012 Pazar

{2012 Oscarları} Neverland'den Akademi'ye Selam 4 - The Tree of Life (2011)

-Söyleyeceklerimi demeden önce hemen belirteyim, izlediğim ilk Terrence Malick filmiydi. Oscar gibi bir sebep olmasa muhtemelen izlemeyecektim de. Sadece, eskiden birkaç kere The Thin Red Line'ı izlemeye niyetlendiğimi hatırlıyorum ama denememiştim.
-Bu adayımız da yine baya eskide, 1950'lerde geçiyor. Bu senenin modası buymuş demek ki.
-O kadar soğuktu ki film, görüntüler, dış sesler, sessizlik...Bu gibiydi.
-Habire bir yerlerin arkasından güneş parlıyor. İnsanın gözünü alıyor. Ve hep bir yerlere gökyüzü ya yansıyor ya da direkt göğe bakıyoruz.
-Bol bol su, okyanus, yüzen insanlar, kumaşlar, dalgalar...Bakın gene üşüdüm.
-Jessica Chastain'a gittikçe ısınıyorum. Hem The Help'de hem de burada mükemmeldi.
-Brad Pitt gibi bir insan, bu filmdeki gibi bir baba olunca hatlar karışıyor yalnız. Düşman başına.
-Herşey ama herşey sembollerden, özlü sözlerden, alıntılardan oluşuyor. Bir adamın, doğması, büyümesi, çocukluğu, iyiyi ve kötüyü keşfedişi, inancı kaybedişi, sorgulayışı..."Anne.Baba.İçimde hep savaş halindesiniz."
-Büyük ihtimalle ben birşey anlamadım.
-En iyi film dışında En iyi sinematografi (sanırsam biz buna görüntü yönetmenliği falan diyoruz) ve En iyi yönetmen dallarında adaylığı var filmin. Sinematografi dışında almaz gibime geliyor. Yok, yok almaz.

22 Mayıs 2011 Pazar

{2010 Oscarları} INGLORIOUS BASTERDS (2009)

Bazı insanlar, dünyayı diğerlerinin gördüğünden daha farklı bir şekilde görür. Aynı yerde, aynı kalabalıklarla birlikte dikilirler, aynı şeyleri izlerler ama aynı şeyleri görmezler. Belki bunu isteyerek yapmazlar, belki sadece bir tür içgüdüdür ya da hatta belki bir tür anormallik. Evet, öyle görmeyen diğerlerinin yakıştırdığı tabirle, anormaldirler.
Öyle sanıyorum ki Quentin Tarantino da o "anormaller"den. Hatta geçen onca yıl ve neredeyse 20 filmin ardından bunu kanıtlamış durumda. Anormalleri sevmem, ortaya çıkardıkları işleri de sevmem. Elimde değil, bir tuhaflık, o yatay ince çizgide herhangi bir pürüz hissi; beni oldum olası rahatsız eder. Ve rahatsız eden filmler izlemeyi de sevmem. Herşeyin karman çorman olduğu filmleri de sevmem. Çoğu kez kendi kendime çok klişe bile geldiğim olur, illaki mutlu edici hafif şeyler aradığım için ekranımda.
Bu yüzden oldum olası Tarantino'dan uzak durdum. Lisede aylarca Kill Bill konuşmalarına, canlandırmalarına, kritiklerine maruz kaldım, gene de merağıma yenilmedim, izlemedim. Rezervuar Köpekleri her okuduğum sinema yazısında, dergisinde, gördüğüm her sinema olayında karşıma çıktı; kendime engel oldum, o afişine rağmen gene de izlemedim. Bir dönem televizyonu her açtığımda karşıma çıkan Jackie Brown'ın, elinde çantayla yürüyüşünü izleyip, geri kapattım. Ama sinema topluluğundaki gösterimi izlemek zorundaydım, dersler çok sıkıcıydı ve o zaman yapılabilecek en iyi şeydi Pulp Fiction'ı izlemek. Ayrıca da artık merakıma laf geçirebilecek irade gücüm kalmamıştı.
Ama yanılmadığımı anlamam açısından iyi oldu Pulp Fiction. Hiç hazzetmedim, çoğu kez "Honey/Bunny"yi kullansam da. Beynimi arap saçına döndürdü film. Beğenmedim'i asla kabul etmedim ama beğendim de diyemedim. Uma Thurman'ı, John Travolta'sı, Samuel L.Jackson'ı, Bruce Willis'i, herkesi ama herkesi ordaydı. Ben gene de gözümün önünden kanlı görüntüleri çekip alamadım.
Bu tür bir haleti ruhiye içerisinde Oscar adayı bir adet Inglorious Basterds izlenirse ne olurdu? Çok da şok olunurdu! Neden? Çünkü eğlendim! Tüm film boyunca eğlendim. Oturduğum yerde kahkaha da attım, ellerimi gözümün önüne de tuttum, aniden korkarak yerimden sıçradım, heyecandan tir tir titredim. "Bu benim başyapıtım oldu galiba." dedi Teğmen Aldo Raine, bitiş müziği gümlemeye başladı, ben de "keşke böyle olsaymış" dedim. 1944'te İkinci Dünya Savaşı Tarantino'nun yazdığı metin kadar eğlenceli olsaymış.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi işgalindeki Fransa'da geçen film, konusu itibariyle, başlangıcı sinema tarihine ikonik bir karakter daha katan Christopher Waltz'ın Komutan Hans Landa'sı ile yapıyor. "Yahudi Avcısı" lakabının hakkını veren bir sahneyle filmin de ilk bölümünü başlatıyor. Sonrasında farklı farklı bölümlerle farklı farklı açılar yansıyor perdeye. Ki beklediğimiz gibi hepsi bir yerde birleşmek üzere.
Filmde kafayı döndüren bir dil curcunası mevcut. Almanca, Fransızca, İngilizce, İtalyanca derken kimin nece konuştuğunu takip etmek tam bir sınava dönüşüyor. Ama o inanılmaz keyifli hava içerisinde buna da katlanılıyor. Hatta filmin en önemli detaylarından biri de bu. Karşımızda ayrıca karikatürize Hitler'lerden biri daha var. Pek çok internet şakasına da karışmış olduğunu hatırlayabiliriz. Ve tabiki o muhteşem Fransız kadınları. Shosanna rolündeki Melanie Laurent ve Charlotte LaPadite rolündeki Lea Seydaux en göze çarpanları. Hatta bence ekranda göründüğü o birkaç dakikada bile insanı büyüleyen Lea Seydaux, kesinlikle perdemize daha çok gelmeli. Ve ayrıca Daniel Brühl faktörünü de unutmamalı ki kendisini Elveda Lenin'den gayet iyi biliyoruz. Yüzünde her daim "o ifade" olan oyunculardan olmasının yanısıra oynadığı her karaktere beklenenden fazla ilgi duyulmasını sağlayan bir yapısı olduğu reddedilemez.
Ha tabi Tarantino filmlerinin rahatsız ediciliği bunda da yok mu? Var, yüzülen kafa derilerinden gelen kırt kırt seslerinde, alınlara bıçakla kazınan gamalı haç motiflerinin cızırtılarında, insanlara giren çıkan mermilerin vızırtılarında, insan bedenlerinden fışkıran kan ve kanlı et patırtılarında...
Filmin ayrıca bir en iyi yardımcı erkek oyuncu, en iyi yönetmen, en iyi senaryo, sinematografi, düzenleme, ses gibi dallarda da adaylıkları var. En iyi film ya da yönetmen olmasa da en azından bir ödül verirler gibime geliyordu. Aslında en iyi film seçilse ne eğlence olurdu ama?! Aday olduğu kategorilerden sadece birinden Oscar aldı, bahsettiğim o manyak performansıyla Christoph Waltz'a en iyi yardımcı erkek oyuncu heykelciğini kucaklattı.

"The Vampire Diaries" Meselesi

tanıştığım ilk vampirler, sene 1994
(Interview with the Vampire: The Vampire Chronicles)
Benim bu "vampir" şeyiyle-artık neyiyse onunla- tanışmam yine pek çok diğer şeyle tanıştığım şu Braveheart yıllarıma uzanır. Aynı ilkokul-örnek-öğrenci modumdayken tvimizin tüm gün yayın yaptığı Cine5'te Ben Masumum serisinde bahsettiğim çocuk filmlerinin yanında Braveheart türü filmler de izlemişliğim var, doğal olarak. Aynı durumda izlediğim bir film daha vardı ki, vampirlerle tanışmamı sağladı desem hiç de yalan söylemiş olmam.
"Interview with the Vampire". 1994 yapımı bu Anne Rice kitabı uyarlamasını hemen hemen 4-5 yıllık bir gecikmeyle izledim ben. Vampirlerle o tanıştırdı beni. Daha önce görmüş müydüm, bir yerlerden duymuş muydum bilmiyorum, hatırlamıyorum. Vampirlere dair ilk hatırladığım  o buz mavisi gözleriyle kendisiyle görüşme yapmaya gelmiş meraklı bir Christian Slater'ı korkutan Brad Pitt görüntüsü. Benim o yaşımda ortada hala sıkı bir Tom Cruise-Brad Pitt kapışması var ve ben tamamen nedensiz bir şekilde Tom'u tercih ediyorum. Ki yine aynı nedenden ötürü, böyle bir Brad Pitt görüntüsü beni tamamen darmaduman ediyor. O yaşımda bile karşımdaki acımasız, doğanın en vahşi, tehlikeli yaratıkları olduklarını anladığım vampirlere karşı karmaşık duygular edinmeye başlamıştım çok net hatırlıyorum. Tom Cruise'un vahşi Lestat'ına karşılık her sahnede ağlamaklı ama mesafeli duran Brad Pitt'in Louis'ine o yaşımda bile içim eziliyor. Antonio Banderas'ın daha Zorro ya da El Mariachi bile olmamışken ekrandan fışkıran, üstüme çöreklenen karizmasınaysa hiçbir şey yapamıyorum.
Banderas abimizi bile vampir yapan bu zihniyet, cık cık cık
(Interview with the Vampire: The Vampire Chronicles-1994)
Sonuç olarak kafamda vampirizmle ilgili ekilen ilk tohumlar ışıl ışıl bir Brad Pitt, öldürücü bir Tom Cruise, saplayıcı bir Antonio Banderas ve şeytani güzellikte bir Kirsten Dunst'ın oluşturduğu romantik ama acımasız canavarlar olmuştu.
Bu düşüncelerin üzerine Blade eklendi birkaç sene sonrasında. 1998'de sinemalara saldıran kılıçlı Wesley Snipes'ı ben yine tvde izledim ilk olarak. Bu kez güzel ama acımasız vampir kavramımın üzerine bir yarı-vampirlilik ve vampir avcılığı kavramlarını da eklememi sağladı Blade. Anne Rice'ın tamamen duygusal hikayesine artık hiç durmayan, acımayan bir aksiyon da eklenmişti. Vampirler örgütlenebilirdi, kendilerine hayat kurabilirdi ve daha şeytani planlar yapabilirlerdi. Ama, avlanabilirlerdi de.
2002'deki ikinci filmi bu kez bir geceyarısı seansında ılık Samsun gecesinde sinemada izleyebilecek kadar ileri gidebilmiştim. Ama bu filmde ortaya mutant vampirler diyebileceğim, benim o zamana kadar aklıma yerleştirilmiş olan vampir görüntüsünden çok farklı, tamamen Ripley'nin Alien'ları gibi birşeyler çıkınca 2004'teki üçüncü filmden (Blade: Trinity) vazgeçtim. 7 sene oldu, hala izlemedim. Yalnız bu noktada Blade'in kattığı birşey daha vardı çorbaya, Stephen Dorff. Onun resmen benim için tuzla buz edici etkisini ortaya çıkaran karakteri Deacon Frost, yavaş yavaş yeni bir fikri de kafama aşılamıştı. "Kötü çocuğun" çekiciliği.
psikolojik travmalarıma yenisini ekleten,
kötü çocuğa aşık olma sendromuma hiç de iyi gelmeyen
vampirlerin de kötüsü Deacon Frost
(Blade-1998)
Hatırladığım kadarıyla 2002'deki Blade 2'den sonraki 7 sene boyunca vampirlerle bir daha karşılaşmadım. Zaten uğraşmam gereken çok şey vardı, keşfettiğim bir o kadar fazla şey daha. Böyle hayatınızın büyük bir kısmında yoğun bir şekilde yorucu-bezdirici şeylerle uğraşmak, devamlı ama devamlı çalışmak zorunda olduğunuzda, çoğu zaman zayıf düştüğünüz durumlar meydana gelebiliyor. Siz fark etmiyorsunuz, sadece temponuza devam ettiğinizi düşünüyorsunuz. Zaten öyle fiziksel bir zayıflık da olmuyor bu, içten içe beyin kıvrımlarınızı kemirdiğinizi fark ediyorsunuz. Aynen böyle bir yorgunluğun sonucunda tamamen zayıf kaldığım bir zamanda işte ben de bu Twilight hadisesiyle karşılaştım. Hayatım görebildiğimden de daha kalın ve ağır bir sis bulutu-kümesi altına girmişken, sadece debeleniyordum. Finaller haftasından bir ya da iki hafta öncesinde iki manyak arkadaşımın(en az benim kadar manyak:p) ısrarlarıyla, artık saga olmuş Twilight'ın ilk filmini alıp, evin yolunu tuttum.
20 yaşından sonra ergenliğe yeni girdiren,
ışıldayan vampirli Twilight, sene tabiki 2008
Kitapları okumamıştım, doğru düzgün haberim bile yoktu varlıklarından. Dünyadaki ve burdaki yavaş yavaş alevlenen delilikten de zerre kadar haberim yoktu yine. Sadece çok tavsiye edilmiş bir filmi koymuş, izliyordum. Devam etmem gereken ödevler, projeler ve çalışmam gereken sınavlar vardı. En fazla iki buçuk saat sonunda onlara dönecektim. Ama bir noktada, bende ipler koptu. Şalterler attı. Saçma bir halde, Edward'ın ikisi Bella'nın yatağında uzanırlarken, Bella'nın uyku sersemi ona sarılarak yatması sırasında elini Bella'nın başına bile koymaya kıyamayan görüntüsü ekranımdan geçti ve ben deli gibi ağlamaya başladım. Ağlamak durumunun bu noktada benim için taşıdığı anlamın büyüklüğünü ancak şöyle açıklayabilirim: Şeker Kız Candy izleyerek büyüdüm ben.
Herneyse, o an ve onu takip eden bir iki sene içinde anladığım şey, zayıf düştüğümde kolaylıkla birşeylere bağlanma ihtiyacı hissettiğimdi. Ve bu bir şeyler genellikle aklımı oyalayabilecek, beni kendiminkinden başka bir dünyada yaşatabilecek evrenler yaratan filmler-diziler-kitaplar oluyordu. Bu yüzden en fazla dizi bölümlerini sınav haftalarında izliyordum, en kalın kitapları proje zamanları bitirebiliyordum. Hastalıklıydı ama insanın en azından kendini tanıması ve buna göre hareket etmeye başlaması da bir şeydir.
bu da ne ki diyen mutlu ve sağlıklı zihinli insanlar için bunu da belirtiyorum, Twilight-2008
Twilight serisinin saçmalığını, olayın saçmalığını, kitapların basitliğini hala biliyorum, anlıyorum. Kabul ediyorum en önemlisi, ama bir şekilde bağımlılık yaratan bir yanı olduğunu inkar edemiyorum. Zayıf bir anında denediğin, denenmemesi gereken bir madde gibi, saçma olduğunu bile bile içinde hep bir parça kalmasından memnun oluyorsun.
Ancak Twilight'ın pek de uzun sayılmayan vampir meseleme baya katkısı da olduğu bir gerçek. Artık ahlaklı ve aile canlısı vampirlerle karşı karşıyaydım. Herşey daha düz bir zemine inmişti ve şu güzel vampir görüntüsüne pek çok şey eklenmişti. Lestat'la çıktığım yolda artık herşey biraz daha parıltılı, biraz daha romantik ve şiirseldi.
Salvatore Brothers
The Vampire Diaries'den.
Ama tüm bunlara rağmen gene de çözemediğim bir şey vardı. Yıllar boyu anlam veremediğim ve beni rahatsız eden bir şey. Vampirleri seviyor muydum sevmiyor muydum? Sevenlerinin ne kadar çok olduğu inanılmaz bir gerçek, evet. Ama benim için böylesi durumlar çok daha karmaşıktır, bir ufak çikolatayı bile habire test ederim. Anlamaya çalışırım, kusana kadar yesem de sevmeye devam edebilecek miyim yoksa her defasında bu kadar az yemeye çalıştığım için mi bana cazip geliyor falan filan meselesi dahilinde içimi kurcalarım. Çoğu zaman birşeyi sevdiğimden emin olamam, sevmediğimden de olamadığım gibi.
Sonunda nihayet birkaç ay önce bu durumu çözebildim. Yine zayıf bir anımda (master dersleri için devasa sunumlar hazırlamam gerektiğinde) açıp, "The Vampire Diaries" izlemeye başladım.
Başladığımda ikinci sezonu ortalamış olan dizinin tüm yayınlanmış bölümlerini ki neredeyse 40'a yakındı, bir haftadan kısa bir sürede gece gündüz izleyip bitirdim. Kendimden nefret etmekle, vicdan azabı arasında kıvranırken de birşey fark ettim. Vampirlerden bu zamana kadar hoşlanmamışım, çünkü tüm o sıçrayan, fışkıran, boyundan emildiğinde cokur cokur sesler çıkaran kanlı durumlarda beni kan tutuyor! Kendime hala gülüyorum. Saçma bir haldeyim. Yapay bir hikayenin yapay kanlarından bile içim kötü oluyor.
The Vampire Diaries'in kötü çocuk-iyi kız aşkısıları Damon ve Elena
The Vampire Diaries esasında L.J.Smith'in 1991 ve 1992'de 4 kitabını (Uyanış,Savaş,Öfke,Karanlık Buluşma) yazdığı ve sonrasında 2009'da eklenen geri dönüş serisiyle (yayınlanan Çöken Karanlık ve yayınlanmamış Shadow Souls ve Midnight) birlikte oluşturmuş olduğu bir kitap serisi. Twiligth serisinden neredeyse 10 yıl önce ve Anne Rice'ın Interview with the Vampire kitabının yayınlanmasından 12 yıl sonra yazılmış bu vampir hikayesi Stefan ve Damon Salvatore adındaki iki 15.yy.İtalya'sından kalma vampir erkek kardeşin arasında kalmış Elena Gilbert'ın macerasını anlatıyor. 2009'da ise CW kanalının bu bahsetmeye çalıştığım dizisine çevrildi Elena'nın hikayesi.
Kitapların anlattığı Elena sarışın, lacivert gözlü, okulun popüler kraliçesi modunda, her istediğini ve herkesi elde edebilen bir kız görüntüsünde. Ancak dizinin yarattığı Elena, başroldeki Bulgar asıllı Nina Dobrev'in de etkisiyle, depresif, sıkıcı, koyu renk saçlı ve gözlü, endişeli bir kız haline gelmiş durumda. Zaten Salvatore kardeşler de kitaptakinin aksine Amerikan İç Savaş yıllarında yaşamış ve vampire dönüşmüş, İtalyan asıllı Amerikalı olarak gösteriliyorlar. Elena'nın orijinal hikayede Margaret adından bebeklik çağında bir kız kardeşi varken, dizide daha ilginç olacağını düşündükleri Jeremy adındaki 15 yaşında bir erkek kardeş yaratmışlar. Bunlar ve daha nice farklılık var Smith'in hikayesiyle dizi arasında. Ama dizide yaratılan hikayenin de daha ilginç olduğunu kabul etmek gerek.
Hello, brother.
Neyse anlatmaya çalıştığım yere baya uzun yollardan geldim. Asıl anlatmak istediğim The Vampire Diaries'in önüme serdiği bu uçsuz bucaksız vampir-kötü çocuk-aşk üçgeni-lostvari sır dünyası. Şu an ikinci sezonu final yapmış, üçüncü sezona kadar ara vermiş olan dizide her sezon ortalama 24 bölüm yayınlanıyor ve bu bölümlerin hepsi 40ar dakikalık sürelerinde habire bir şeyler ortaya döküyorlar. Durmadan yeni gizemler, çözülmesi gereken saçma iplikler beliriyor. Yan-orta-ana karakterler bozuk para gibi harcanıyor her bölüm ve hikayenin saçmalığını bildiğiniz halde kendinizi ne olacak diye tırnaklarınızı yerken buluyorsunuz (yani tabiki yemiyorsunuz, mecazi anlamda, yemeyin lütfen, çok sinir oluyorum.).
nereden Damon Salvatore alabiliyoruz?
Üstüne karakterlerin sağladığı o müthiş malzeme var: Çemçük Stefan, Allah belanı versin Elena ve Ahh Damon. Evet ucuz, evet "teenage drama" ama acayip de işleyen bir formül. İki sezonluk dolu dolu bir dizide neler olduğunu anlatmayacağım tabiki burda, en az sezonların sürdüğü kadar vakit geçer yoksa. Sadece - benim için ve belki de bazılarınız için- en müthiş görünen-gelen sahnelerden ve müziklerden bahsedeceğim, bir miktar fikir versin izlememişler için diye. Ve tabiki izlemişlerin de bu sezon arasında eğlenmelerine sebep olsun diye.

İlk görüntü, bayık kardeş Stefan'ın ortalarda olmayışından dolayı Damon'ın öne çıkarak Elena'yı kurtarması. Bu aynı zamanda ikilinin ilk dansıdır ve Elena'nın da Damon'ın sihrini ilk fark edişidir. Ki aynı sihre biz de kulaklarımıza ulaşan "All I Need"le kapılırız.


Sonraki videomuz, Damon'ın üzülüp reddedildiğinde ne hale geldiğini gösterene sahne. Demiştim, bu dizide her an her karakter harcanabilir.


Bu video ise nette hiçbir şekilde embed edilebileninin bulunmadığı bir sahneyi gösteriyor. Damon, Elena'yı kurtarmalarının ardından uzun zamandır ortada olan gerçeği ona itiraf ediyor. Ama bunun kimse için bir yararı olmayacağını bildiğinden en azından zarar vermesinden diye ardından, unutturuyor. Linki şöyle: http://youtu.be/bgCGxnJj1gM
Ve en önemlisi, yayınlanmasından sonraki haftalarda nette ortalığı yıkan o tek damla gözyaşı akıttığı anı görmüş oluyoruz. Resmi bile var:
o gözyaşının hesabını vereceksin karaçalı Elena
Diğer bir sahnemiz, gizliden gizliye Elena'yı memnun etmek için iyi adam rolünü oynamaya dayanamayan kötü vampir kardeş Damon'ın ikinci sezonda bol bol tekrarladığı zevk-için-avla-dertleş sahnelerinden birinin bir dizi hayranı tarafından yapılan versiyonu:


Dizinin en iyi yanlarından birine örnek, danslar: Damon&Vicki Dansı

Ve görüp görebileceğim en güzel vampirin onuruna,meseleyi kapatalım: Rose's Death

Bu arada hatırlamak isterseniz, Xena'nın ikinci sezon 4.bölümünde Antik Yunan Mitolojisinden Vampirizme Giriş:Bacchus ve Bacchae'lar dersi mevcuttu. Biraz tekrarlı-sinir bozucu olmuş ama video;)

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...