10 Ağustos 2017 Perşembe

lanet olsun güney kore dizilerine

Ulan böğrüm delindi be. Ağlamaktan parçalandım. Ne lanet bir şeymiş bu, nereden sardım ben güney kore dizilerine? İki saattir böğürerek ağlıyorum şurada. Hayır çok sıcak, tüm pencereler açık, mahalleyi toplayacağım başıma diye de kendimi susturmaya çalışıyorum. Ulan Allahsızlar o ne biçim son öyle be! Hay ben sizin yazacağınız senaryoya! Dizi değil mübarek 20 bölümde insanın tüm psikolojisiyle nasıl oynanır, nasıl yutkunamaz hale gelir...Vallahi balkona çıkıp nara atacağım! Hay ben böyle işin! Ama bunlar hep işsizlikten güçsüzlükten. Bu kadar vaktim olmasa sarmazdım bunlara. Ahhh...Ah ulan! Getirin 4.prensi!
Çok kötüyüm ben ya. Lanet olsun kore dizilerine!
Bir daha da izlersem vurun kafama! Gece gece geldiğim duruma bak. Tövbe yarabbim.

9 Ağustos 2017 Çarşamba

Yolculuk güzeldir

Yolculuk yapmak güzeldir. Yolculuklar güzeldir. Hele arkadaşlarla gidilen, arkadaşlara giden yollar en güzelidir. Uzun zamandır yapmayınca unutmuşum ben bu duyguyu. Geçen hafta bir pazar sabahı çıktık böyle yola. Eskiden, okuldayken, otobüste yan yana arka arkaya koltuklara ilişip gittiğimiz o yollar ya festivallere çıkardı ya su dolu tatillere. Yanıbaşımızda horuldayan amcaların fotoğraflarını çekerdik kikirdeyerek, bazen de birbirimizin omzunda uyuyakalırdık bitmeyen gece yolculuklarında. Şu yolların dili olsa da konuşsa. Artık yaptığımız yolculuklar o aile arabası görünümlü otomobillerde oluyor. Uyuyakalansa yanıbaşımızdaki çocuk koltuğundaki çocuklarımız. Yolların ucu kurduğumuz evlere çıkıyor. Ama yine de değişmeyen şeyler var tabi. Birlikte o yolları gidiyor olmamız, çocuğun mamasını kakasını düşünürken bile yine de çocukluğumuzu bir türlü kaybedemediğimizin ispatı gibi üstümüzü başımızı su yapmamız.
Böyle çıktığım yolculuğun (çıkış noktası Ankara haliyle) ilk durağı Eskişehir'di geçen hafta. Aslında ara duraktı diyeyim. Ankara'dan Bandırma'ya giderken Eskişehir'deki Sazova Parkı'na uğradık. Benim varlığından bile haberim yoktu açıkçası kapısına gidene kadar. Meğerse şahane bir yermiş. İçinde türlü türlü güzellikler olan yemyeşil bir yer burası. Masal Şatosu, Korsan Gemisi, Sualtı Dünyası, Bilim ve Deney Merkezi, Uzay Evi gibi bölümleri var. Ana giriş ücretsiz ama bu tek tek bölümlere giriş ücretli. Biz 4 yetişkin her birimize 10'ar liralık bilet alıp sualtı dünyasına girdik. Vaktimiz azdı, yolumuza devam edecektik, bir de yanımızda bir buçuk yaşında bir canavar olduğu için balıklara bakındık, masal şatosunun önünde dikildik, korsan gemisine uzaktan baktık ve bol bol çimenlerde debelendik. Şöyle bir tüm gün gelip uzay evine, bilim merkezine falan girmek isterdim ben. Bir kenara not ettim yapılacak diye. Ha bir de çılgın kalabalıktı pazar günü. Normalde o kadar olmaz herhalde. (Bu linkte ve şu linkte güzel yazılar mevcut, daha fazlası için bakın bence.)
Oradan kapanış saatine (yedi gibi) yakın çıktıktan sonra yine yola düştük ama bu sefer yine benim ilk defa gördüğüm bir yol klasiğinde yemek yemek için durduk. Köfteci Yusuf'muş burası. Eh ben yüzyıllardır arabayla seyahat etmiyorum, otobüslerin de mola yerleri bellidir, hiç görmemiştim. Ankara'da da varmış ama Yenimahalle'ye ne zaman gidecektim de görecektim. Bizim durduğumuz şubesi hangisiydi bilemedim ama böyle kocaman bir alana giriyorsunuz, içeride farklı farklı yiyecek bölümleri var. Oturma yerleri ortak ama bir kenarda ciğer yapılıyor, bir kenarda köfteler, sucuklar falan. Biz köftelerinden ve sucuklarından yedik. Masaya bir de tabaklarda o ezme gibi bir şey var ondan getiriyorlar (bu tür yiyeceklere hiç hakim değilim kim bilir neydi artık). Valla açtım o yüzden yerken iyi yedim. Ama çok da pişmiş değildi sanki köfteler. Bir de öyle olağanüstü bir lezzeti yoktu yani. Ama dediğim gibi, açtım, çılgınca yedim, şahane geldi yerken.

Kirazlı Manastırı'nın arka tarafı

Sonraki 4 günü Bandırma'da geçirdim. Bu herhalde artık 4.gidişim mi ne oluyor. Arkadaşım evlenip oraya yerleştiğinden beri her gidişimde farklı bir yeri gezdirmeye, göstermeye çalıştılar bana eşiyle (Ama bir türlü o müzeye götürülmedim, yok efendim yok hiç müze hayır müze. İnsanın kendisiyle müze gezecek insan bulabilmesi ne nimetmiş ey romalılar yurttaşlar vatandaşlar! Ahh ahh değerini bilememişim, kafamı nerelere vurayım, salaklığıma doymayayım.). Bu ziyaretimde de yeni olarak Erdek'teki Kirazlı Manastırı'na gittim mesela. Eniştem işten çıkıp, bizi gezmelere götürebildiğinden ancak akşam üstü gibi saatlerde gezebiliyorduk. Bu sebeple güneş batmadan evvel çok az vaktimiz oluyordu. Manastırın da kendisinden çok aslında ona giden yolda yaptığımız yolculuk güzeldi. Zaten manastır hakkında da daha önceden hiç bir şey bilmiyordum (ki gezeceğim yerler hakkında hep daha öncesinden tonlarca şey öğrenip gittiğimden böyle bir duruma girince kendimi pek kötü hissettim). Öyle bir anda kendimi Erdek yolunda buldum. Ama var ya olağanüstü güzel o manzaralar. O yarım ada mı denir artık ne denirse onun o ana karaya bağlandığı topraklara yukarıdan bakmak, denizi görmek, sonrasında içerilere doğru kuytu ormanın, yemyeşilin içine dalmak süperdi. Zaten manastırdan geriye pek fazla bir şey kalmamış. Olan yerlerinde de hep piknikçilerden kalan dizilmiş oturma taşları, yanık izleri, çer çöp var. Ama en en en berbatı sinekler. Çılgınca uçuşan minik sinekler. Her bir yerinize giren sinekler. Ve her yerde. Arabadan indiğiniz anda hava oksijen atomlarından değil nötronların etrafında dönen sineklerden oluşuyor. 3.sınıf canavarlı korku filmi gibi ortam. Ha ama sinekler olmasa muhteşem bir doğa. Manastırın kalıntıları ağaçların arasında kalmış, arkasında bir dere akıyor, devasa ağaçların arasından güneş ışığı sızıyor...İnanılmaz güzel. Ama işte, sinekler. (Manastır hakkında bir şeyler okumak isterseniz de bu link ve şu link iyi.)
Erdek'te sahilde
Bandırma'daki günlerim bu sefer çoğunlukla akşam-gece piknikleri eşliğinde sohbet muhabbet olarak geçti. Birkaç aile ve ben, çiftliğin piknik alanında semaver eşliğinde saatlerce oturduk hep. Bir yandan çok güzeldi, değişik insanlar tanıdım ya da önceki seferlerimden tanıştıklarımla daha da fazla muhabbet etme şansım oldu. Öte yandansa...Çok hüzünlendim be. O kalabalıkta, curcunada, o güzel kalpli hoş sohbet insanların arasında, keyifle muhabbet ederken bir yandan da öylesine hüzünlendim ki. Kendi yalnızlığıma, hayatta tamamen saçma sapan bir noktada çakılı kalmış oluşuma, her şeye hüzünlendim. Neden diye sordum o akşamlarda kendime defalarca. Neden. Neden bu kadar yalnızım? Nasıl bu kadar yalnız kalabilmeyi başarmışım? Bu insanların benden ne farkı var da yalnız değiller? Ben neyi yanlış yaptım? Sonra aklıma geldi yaptığım saçmalıklar. Bu insanların hiç biri daha 13-14 yaşlarında günlüklerine sayfalarca evlenmeyeceğim evlenmeyeceğim yanımda kimse olmayacak tek başıma olacağım dünyayı dolaşacağım hepsini tek başıma başaracağım diye yazmamıştır ki dedim kendime. Bu insanların hiçbirisi de içinde büyüdükleri mutsuz evliliklere bakıp da daha hayatlarının başındayken yalnızlık yemini etmemiştir ki. Yani hepsi bu yüzden oluyordur değil mi? Bunu kendime benim yapmış olmam lazım diğer tüm yaptığım saçmalıklar gibi, değil mi? O kadar da çirkin, o kadar da dayanılmayacak bir insan değilimdir yoksa değil mi? Önceleri herkesi bilerek itmişimdir, sonra da yapa yapa yerleşmiştir üstüme değil mi? Çok özel değilimdir değil mi, "the chosen one" ya da dünyayı kurtaracak olan falan değilimdir değil mi? Çok daha yüce bir amacım olduğu için dünya üzerinde yalnız, bir başıma savaşıp durmam gerekmiyordur değil mi? Lütfen masallar gerçek olmasın, lütfen çizgi romanlar uydurulmuş olsun, lütfen mitler sadece masallar olsun diye diye oturdum o akşamlarda. Lütfen dedim kendi kendime, lütfen ben de bu insanlar gibi daha basit, daha sade, daha dolambaçsız, daha hayalsiz ama çok daha mutlu olabileyim, lütfen.
Güya bu bir kafa dağıtma yolculuğu-ziyareti, bu yazı da bir gezi yazısı olacaktı ama ben lafa başlayınca gittiği yer hep böyle salak saçma yerler oluyor. Neyse, bahsetmek istediğim birkaç bir şey daha kaldı. Söz, onlardan da bahsedeyim, daha fazla saçmalamayacağım.
Bandırma'dan sonra Gemlik'e geçtim cuma günü. Otobüsle 2 buçuk saatte bitiveriyor. Karacabey üzerinden ilerleyen otobüs önce biraz iç taraftan gidiyor, Bursa otogarına uğradıktan sonra ise Gemlik'e çıktığınız an deniz görünüyor. O andaki o şaşkınlığımı görseniz (20 yıldır Ankara çoraklığında yaşamamış olan anlayamaz). Tıpkı dediği gibi Orhan Veli'nin: Gemliğe doğru/Denizi göreceksin;/Sakın şaşırma.
Gemlik sahilinde kayaların üzerinde oturup bakınca
Gemlik'i ilk defa gören gözlerimle özetlemem gerekirse, ufacık bir yer. Ben Bandırma'yı ilk gittiğimden beridir çok severim mesela, değişik bir ruhu, havası var gibi gelir. Gemlik'te de aynı şeyleri bekledim giderken. Ufak kasabaları severim genelde çünkü. Ama Gemlik'te o duyguyu bulamadım. Bilemem belki orada olduğum iki üç gün boyunca havanın hep kapalı ve basık olmasından mı, buram buram nem ve sıcaktan mı. Ama bana değişik geldiği kesin. Sahilden yukarı, zeytin ağaçlarıyla kaplı tepelere doğru habire yapılaşan bir yer haline gelmiş. O tepelere yakın bir noktadaki evden sahile doğru yürürken roman mahallelerinin arasından yürüdük hep. Daracık sokaklar, eski yıkıldı yıkılacak iki katlı evler, herkes sokakta,...sanırım Gemlik deyince aklımda artık bu görüntü belirecek. İlk akşam sahile inip, bir turladık. Tüm Gemlik sahildeydi herhalde.
Bursa Koza Han'ın önünden

Bursa Saat Kulesi'nin olduğu tepeden kuşbakışı
Gemlik'ten belediye otobüsüyle yarım saatte Bursa merkezde olabiliyorsunuz. 4,40 tl tutuyor kişi başı. Bursa ile ilgili söyleyeceğim şey ise çok canlı geldiği bana. Buram buram hayat fışkırıyor gibi geldi. Bilmiyorum belki ben Ankara'da çok evden çıkmıyorum diye ya da haftasonuna denk geldiğim için tüm Bursa sokaktaydı diye. Gezdiğimiz iki gün de her yerde insanlar, çoluk çocuk dolaşıyor, geziyor, parklarda bahçelerde oturuyordu. Sanırım bu yüzden sevdim ilk görüşte Bursa'yı. Tatlı bir özgürlük gibiydi (Ha ama bu görüntüde şöyle bir şey de var ki sokakta Türkçe konuşan yok, herkes Arapça konuşuyor artık hangi ülkelerden geliyorlarsa, bir de kara çarşaflar her yerde çarşaflar.).
Bursa'da ilk gün Cemal&Cemil Usta'da yedik. Eh o kadar gelmişim bir de yerinde Bursa kebabı yemek lazım diye. Hemen sokakta ufacık bir yer. Kaldırımda sıraya diziliyorsunuz, dükkanın önünü kapamıyorsunuz. Biz hemen yanı başındaki tatlıcıdaki tatlılara ağzımızın suyu aka aka bakarak bekledik. Ama bir şey diyeyim mi o sıraya, o beklemeye kesinlikle değiyor. Ömrümde bu kadar lezzetli bir kebap yememişimdir. Üstüne bir de bize çay için çay için boşverin diyen garson abimize de saygılarımı sunuyorum, on numarasın abi.
İkinci günse Çiçek Izgara diye bir yerde yedik. Bu sefer şöyle dekorlu, manzaralı, kallavi bir yer olsun diye. Ama ne yalan söyleyeyim, o iki köfteyle patatesten tüm o esintili terasa rağmen önceki günkü kebabın onda biri kadar bile zevk almadım. Oraya gitmenize gerek yok.
Ulu Cami'nin içinden
Ha bir de tabi tarih dolu Bursa. Ben yine araştırmadan etmeden cumburlop gittiğim için arkadaşımın o kısıtlı vaktimizde dolaştırabildiği kadarına rastladım ama özellikle Osmanlı dönemine ait güzellikler bol. Ulu Cami'ye girdik haliyle önce. Herhalde 9 yaşımda Kuran kursuna gittiğimden beridir girmemişimdir camiye. Son bir senedir girdiğim milyonlarca kiliseden sonra güzel bir değişiklik oldu. Ha ama bu kesinlikle benim suçum değil, eğer suç olarak görüyorsanız. Neyse şimdi burada sayfalarca çemkirmeme gerek yok, bir şey demiyorum. O değil de Ulu Cami güzel. Ama kokuyor, çorap gibi kokuyor küfle birlikte. Bir de çocuklarınızı salıp durmayın şu ortalığa. İçeride bağırıştan çağırıştan durulmuyor. Ve yürüyemiyorsunuz! Her an bir yerden bir çocuk fırlayıp çarpıyor. Koşturuyor veletler ortalıkta. Cami diye usul usul durmuyorlar ki. Sonra neden çocuk sevmiyorsun. Her bir şeyin içine ediyorlar çünkü. Bakın gene sinirim tepeme fırladı. Neyse, caminin içinde belirli özel noktalar varmış, Google öyle dedi. Bir minberin sağ tarafındaki kabe örtüsü, bir de vav işareti. Ha bir de güneybatıdaki parmaklıklar. Bir de bir güzellik var, girişte giyebileceğiniz pardesüler (böyle yazılıyordu değil mi ya?), etekler, baş örtüleri mevcut.
Ulu Cami'nin yanı sıra Osman Gazi ve Orhan Gazi türbelerini, Kapalı Çarşı'yı, saat kulesini görebilme şansım oldu. Bir de Koza Han'da oturup bir limonata içtik (sakın içmeyin), bir de dondurmalı irmik yedik (muhteşem ama ufacık, dişimin kovuğuna bile gitmedi). Koza Han'ın daha geçenlerde okuduğum bir kitaptan (Middlesex) dolayı hoş bir tebessümü vardı bende. Yalnız çok güzel. Keşke her gün gelebilsem dedirtiyor insana han.
Bir de Ulu Cami'nin yanından aşağı doğru inen o sokakta sıralı dükkanlar da çok güzel. Biz önce koku satan bir tanesine girdik. Arkadaşımın daha önceden aldığı kokulara bakmak hem de yasemin kokusu var mı diye sormak istemiştim. Yasemin bulamadım ama Nergis kokusu aldım ufak şişede, 5 tl. İlk sürdüğümde aşırı şekerli bir şey gibi kokuyordu ama bekleyince enfesleşiyor. Dükkan sahibi amcanın önerdiği diğer kokular bana hep tıraş losyonu gibi geldi, kim bilir belki onlar da biraz bekleyince güzelleşiyordur. Bir de o amca beni burnumu silerken görünce sinüzit mi var dedi, evet çocukluğumdan beri sümüklüyüm dedim. Bende de vardı yan taraftaki aktar bana bir şey önerdi ondan kullandım valla harika geldi diye orayı önerdi. Biz de koku dükkanından çıkıp (yahu koku diyorum da koku dükkanı değil tabiki, hac malzemeleri falan fıstık satılan bir dükkan) yandaki aktara girdik. Oradaki amcaya anlattık, o da çıkardı öbür amcaya verdiği şeyden. Snoil-Bitkisel Yağ Karışımı diye bir ufak şişe. İçinde bir dolu bir şeylerin yağı olan bir yağ şişesi. Ufak bir aparatı var, burnuna çekeceksin her sabah akşam dedi. Ama çok eğme genzine kaçmasın, çok da önde durmasın akar gider dedi. İstersen ya da suyun içine damlat, buharına eğ başını öyle de olur dedi. O gece eve dönünce denedim, var ya yeminle böyle bir işkence yok. Genzime gitti, çok pis yaktı, zaten bir süre koku da alamadım. Bilemiyorum çocuklar, bu yaştan sonra böyle aktarlara ilaç danışma, evde alternatif tıp denemeleri falan..Aktar amca 15 gün içinde teşekküre geleceksin bak görürsün dedi ama. Tabi ben sadece akşamları çekiyorum burnuma. Bakalım, kısmet.
Pazartesi günü de döndüm işte yine bu lanet şehre. Ulan ben bıktım Ankara'dan sıkılmaktan, kader bıkmadı beni buraya hapsetmekten. Bursa'dan 6 saatlik bir otobüs yolculuğu ile geliniyor buraya. İşte şimdi oturdum geldiğimden beri, yolculuğumda muhabbet ettiğim herkesin önerdiği yeni sitelerden, yerlerden iş bakıyorum. Açıyorum haritayı, Ankara dışında batıda ne şehirler varsa aratıp, ilanlara bakıyorum. Herkes yazılımcı arıyor ama olsun. Belki bir ağ yönetici arayan da bulurum.

7 Ağustos 2017 Pazartesi

ay mı tutulmuş ne

Bu aralar böyle hep geldim gittim döndüm ettim yazıları oluyor ama artık idare ediverin. Evet, yine döndüm. Bahsetmiştim ya bir Bandırma, Gemlik, Bursa falan yapabilirim diye. Hah işte bir haftalığına bir gittim, dolandım, geldim. Bugün öğleden sonra Aşti'nin kızgın teflon tavaya atılmışçasına yakan sıcağına ayak bastım. Şöyle keyifli bir gezi yazısı yazacağım buraya, yarın tabiki. Ama şimdilik diyeceğim şu ki, her defasında değişik dünyalar değişik hayatlar görüyorum ve bu defasında gezerken, ziyaret ederken aklımda bin türlü düşünceyle, soruyla dolandım durdum. Bir yandan çok mutlu oldum, bir yandan daha da mutsuz.
Belki de dönüp dolaşıp yine bu yalnız halime, tek başıma demleyip içtiğim çaydanlığımın başına geldiğim içindir, kim bilir.

27 Temmuz 2017 Perşembe

öğle güneşinde "I can't believe I didn't fall right down on my face"

Nihayet iyileştim. En azından hastalık geçti. Ama salaklığım ve sefilliğim baki. O sularda değişiklik yok.
Dil sınavı için başvurular başladı dün. En son 2015'te girmişim, o sebepten elimde bir dil puanı yok görünüyor resmi olarak (burada böyle gözlerini deviren emoji var ya hah işte ondan var farzedin). Artık yıllardır yaptığım gibi, (ki son 12 yıldır ösym ile akraba gibiyiz artık, tüm akrabalarımla görüştüğümden daha fazla ösym'nin sınavlarına girmişliğim var) açtım sistemi, başvuruyu yapacaktım. Ama uzun yıllardır karşılaşmadığım o musibet geldi önüme. Neymiş son 50 aydır mı ne resmimi yenilememişim. Meali: Son 50 aydır sizden - ek - para koparamadık. Çünkü normalde açıyorum neti, tıklıyorum başvuruyu yapıyorum, tıklıyorum parayı yatırıyorum (ki o aldıkları para da ne biçim içime oturuyor), oluyor bitiyor. Resim için, sırf bir resmimi yenileyip başvuru yapmam için ek 5 tl alıyorlar. Ama hadi başımın gözümün sadakası olsun o 5 tl desem, bir de işin başvuru merkezi arama kısmı var. Oraları bulma, oralara gitme kısmı var. Yüzyıllardır yapmadığım için açtım baktım, başvuru merkezleri diye aratıp. Eve en yakınını buldum, haritadan güzergahı aldım, çıktım yola. Ama dedim ya sa-lak-lık baki.
Baktığım başvuru merkezi listesi geçen senenin mi neymiş. Önemsemedim. Her sene değişir mi bunlar amaan dedim. Değişiyormuş eyy romalılar, vatandaşlar, yurttaşlar! O kadar otobüse bin, in yürü o kadar sıcakta öğle güneşinde. Ama başvuru merkezi diye geldiğim okul kapı duvar. Sıcaktan, yürümekten, açlıktan oracıkta bayılacaktım. Çekilecek çilem varmış, daha yeni başlıyormuş çilem. Açıp etraflıca arattım, 2017 başvuru merkezleri diye. 1,2 km uzaklıkta olmak üzere bir tane buldum. Durduğum noktada ölmüşüm zaten, bir de otobüsle gidemeyeceğim - çünkü hat yok - ya da taksi tutamayacağım - çünkü etrafta taksi durağı butonu yok - ya da otostop çekemeyeceğim - çünkü burası Türkiye - bir yerde. Başladım yürümeye. Yokuş çık, yokuş in, sonra yine yokuş çık, yürü yürü yürü. Ve güneş demiş miydim. Gü-neş. Ama gene bitmedi. Okulu nihayet buldum. Eh kapıda görevliyi de buldum. Terden gözlerim açılmıyor, önümü göremiyorum. Üstümdeki herşey yapışmış terden, resmen ıslağım. Ayh allahım ne rezildim acaba adam ne düşünmüştür. Bir şekilde fotoğrafı çektirdim, aman evlerden ırak pasaport fotosu gibi oldu, başvuruyu yaptım, çıktıyı aldım çıktım. İki sokak gittim gitmedim, bilmediğim bir numara arıyor. Az önceki görevli, demesin mi uzaklaşmadınızsa bir gelir misiniz sistem dönüyor duruyor açmıyor tam oldu mu başvuru bilemedim diye. Yine geri döndüm okula. Bir daha uğraştık falan. Sistem çökmüştü bir süre. Yani harbiden niye bana gelince her şey böyle sarpa sarıyor? Tamam yarısı benim salaklığımdan ama diğer yarısı da kara bahtımdan değilse ne?
Hayır en çok da ne düşündüm biliyor musunuz? Eve dönünce ölü gibi baygın bir şekilde oturduğum yerde kaldım. Müziği açtım. Son bir haftadır, haberi düştüğünden beri, ara ara birer şarkı dinleyip kapatıyordum. Şöyle bir oturup, veda niyetine toptan bir hybrid theory+meteora güzellemesi yapayım diye niyetlenip bir türlü yapamamıştım. Gene yapamadım, hoş ya. Çünkü böylesi haberlerin asıl etkisi olan o kendi geçmişine, kendinden bir parçaya veda etme durumu çok pis koyduğundan, kendimi o stabil ruh halinde bulamadım bir türlü. Kaldıramam yani bu ara. Neyse, açtım yine bir şarkı iki şarkı dinliyordum. Bugünkü halim geldi gözlerimin önüne. Lisedeki beni düşündüm sonra. Lisede Somewhere I Belong'u dinleyen beni. O zamanlar onun karşısına geçip de 30 yaşında, öldürücü bir temmuz sıcağında işsiz güçsüz, beş parasız, amaçsız ve hedefsiz bir şekilde, bu lanet ülkenin lanet sistemine ayak uydurabilmek için bir salak ingilizce sınavına gireyim diye başvuru merkezi arayacak, kilometrelerce bayılacak noktaya gelmene rağmen dağ tepe yürüyeceksin öğle güneşinde desem... Saçmalama derdi o "ben". O yaşıma dek çoktaaan Krallar Vadisi'ndeki güneşin altında elimle malayla duruyor olurum, derdi. İşte en çok bu koydu aslında bugün bana. Tüm o yürüme, uğraşma, cebimden çıkan çıkacak paralar, girmek için uğraştığım sınav...Hiçbiri takılacak şeyler değildi aslında. Bana asıl koyan o düşünceydi. Zihnimin bir köşesinde kıvrılmış, derinlerde gizlenmiş duran o 15 yıl önce Linkin Park dinleyen ben'e ait düşünce. 15 yaşında nereye ait olduğunu bilmediğine, kim olduğunu bilmediğine dair şarkılar dinleyen ama aslında gerçekten nasıl bir his olduğuna dair hiçbir fikri olmayan ben. İronik olansa, o "benin" olmaması durumunda bugünkü "benin" de bu halde olmayacak, bu hallere düşmeyecek olması.
Tek çare DeLorean. Bir de Professor Emmett Brown.

25 Temmuz 2017 Salı

You cannot find peace by avoiding life.

Hastayım :( Geçmiyor. Yani geçti, geçecek de, dur bakalım diyorum. Cumartesi'den beri böyleyim. Tüm dünyayla bağlantımı tv'nin önündeki ikilik kanepede sırt üstü yatarken kurdum. Önümde bilgisayar, biraz uzağında tv, sağ yanımda telefon. Arada bir kendimi hafiften sola yuvarlayarak kanepeden düşmek suretiyle yere halının üzerine karın üstü yattım bir süre. Sonra gerisingeri kalkıp, kanepedeki yerimi aldım. Yalnız yaşamak süper evet ama böyle durumlarda lanet okutuyor kendine. Yalnızlığına süperliğine de diye başlayıveriyor insan. Bazen böyle durumlardayken kafam öyle bir hale geliyor ki kalkıp gidip bir evlilik programına çıkıp, bir bir diyeyim diyorum; bakın kardeş bana hastayken bakacak, uzun yoldan gelirken uzun yola giderken bavullarımı taşıyacak, çok acıkıp da canım hiçbir şey hazırlamak istemezken yemek yapacak, yataktan kalkmak nefes bile almak istemediğim günlerde beni kolumdan tutup sürükleyecek kendime getirecek yaşam sevgisi aşılayacak, işte beni istediğim her yere günün her saatinde arabayla taşıyacak, bir yer görmek gezmek eğlenmek istediğimde off şimdi kimi çağırsam kimse müsait değildir diye düşünmek zorunda kalmayacağım birine ihtiyacım var diyeyim. Talipleri şöyle sıradan alalım diye oturup, keyfime bakayım. Çok üzülüyorum kendime ya. Yeminle.
O sebeple bu cumartesiden beri yattığım yerde bir dizi izledim. Ama dilim - bu durumda elim - tutuluyor, ne diyeceğimi bilemiyorum. Çünkü çok sevdim be. Çok, çok, çok sevdim. Öldüm bittim. Hem mutluluktan ağlıyorum dün bitirdiğimden beri (çünkü çok güzeldi be), hem de hüzünden içime oturuyor (çünkü benim hayatım niye öyle değil). "A Gentleman's Dignity" diye bir Güney Kore dizisi izledim. Öyle bakınırken takip ettiğim bloglara, ki kore dizisi müptelası gruptan değilim bu izlediğimle birlikte yalnızca iki tane izledim şimdiye kadar nasıl olmuş da öyle blogları takip etmişim ya da onlar beni takip etmiş bilemedim, resimlere bakarken öylesine seçtim, açtım buna bakayım dedim. Artık kader miydi, karma mıydı, Buda el mi salladı, Atlas mı çalkalandı bilemem. Ömrümde izlediğim en güzel şeylerden biriydi. Hayatımın - hasta olmasaydım - en güzel 20 saatiydi. Ayrıca bir yazı ile anlatmak istiyorum ama - bittiği için - ağlamadan nasıl yazacağım bilmiyorum. Çok güzeldi be. (Ne bu diye merak ettiyseniz birkaç bir şey okuyabileceğiniz linkler bırakıyorum buraya: http://ekrandedektifi.com/a-gentlemans-dignity/, http://www.imdb.com/title/tt2362760/)
Bir de hasta olmadan hemen önce D&R'a uğramıştım aylar yıllar sonra. Malum işi bıraktığımdan beri pek yeni kitap almadım, çoğunlukla netten indirdiğim kitapları okuyorum. Bu yüzden arada böyle kendime güzellik yapıyorum, ufak bir şeyler alıyorum. Bu defa indirimli kitaplar bölümünde "Bram Stoker'ın Kayıp Günlüğü"nü görünce 9,90 tl'ye, saldırdım. Gözlerimin pörtlediğini görenler kaçtı etrafımdan. İthaki böyle bir Kalem&Yaşam dizisine başlamış 2014'te, bu kitap da ilkiymiş. Tabiki yeni haberim oldu. Yalnız okumaya kıyamıyorum, öyle elimde tutuyorum.
Bir de Sabit Fikir'in bu sayısında Jane Austen dosyası görünce onu da aldım ama sanırım bu biraz açgözlülüktü. Birkaç sayfalık Austen bilgisi için - ki artık bu noktada bilmediğim bir şeyi kalmadığı halde - 5 lirayı vermiş olmam sonradan evde biraz aklımı kurcaladı ama. Neyse. (Ha bu arada her yerini okumadım mı derginin okudum, orası ayrı. Ona bir şey demiyorum, tamamını okumak keyifliydi ama benim durumumda biraz lüks bir tüketim oluyor gibime geliyor.)
Bir de önceki hafta The Danish Girl (2015) ve Colonia (2015)'yı izlemiştim. Onları da ayrıca anlatacağım ama öncesinde yine bir süre sesim çıkmayabilir. Bu hafta bitiminde önce Bandırma'ya, sonrasında Gemlik'e gitme planım oluştu. Ağustos'un ilk haftasını o şekilde geçirdikten sonra ikinci haftasında da bir İstanbul planı var gibi. Bunlar böyle oralarda yaşayan arkadaşlarımda gidip kalma, onları ziyaret etme planları olduğundan bazen durup, kendimi bir Jane Austen romanı içinde hayal ediyorum. Tam gülümserken fark ediyorum ki mutsuz sonlu bir Anne Elliot'um, beş parasız yersiz yurtsuz kalmış Edward umudu olmayan bir başına bir Elinor Dashwood'um. Hatta aylar sonra bir George Downs'ı bile olmadan o masada oturacak bir Julianne Potter olduğum aklıma geliyor, gözlerim doluyor.
Çok üzülüyorum kendime. İyileşseydim bari be.

17 Temmuz 2017 Pazartesi

Shannon Hale'in kitabı Austen Diyarı ve bir film olarak Austenland (2013)

30larındaki Jane'in hayatı dışarıdan bakıldığında normal gibidir. Grafikçi (grafik tasarımcı falan filan) olarak bir dergide çalışmakta, ufak ama tek başına ona yeten evinde rahatça yaşamaktadır. Saçları da fena değildir, aslında kendisi de öyle çirkin falan değildir. Ama bir türlü hayalindeki gibi bir erkekle tanışamaz. Karşısına çıkan her erkekte mutlaka o hayalindekini arayıp durduğundan, sonları hep hüsran olur. Evet, Jane'in bir hayali vardır. 13 yaşında ilk defa o sihirli kitabı okuyup, 1995'te BBC uyarlamasını izlediğinden beri Jane tanıştığı her erkekte Colin Firth'ün Mr.Darcy'sini arar. Ama gerçek hayat ne Jane Austen romanlarındaki gibidir ne de erkekler Austen'ın yazdığı kadar mükemmel. Bu yüzden kendini heba eden Jane'in ölen yaşlı teyzesi ona bir güzellik yapar. İngiltere'de Jane Austen temalı bir tatil parkı gibi bir yere bileti miras olarak bırakır. Bu artık Jane için bir detoks programıdır. Son kez Austen'ın dünyasını dibine kadar yaşayacak ve Mr.Darcy hayallerine sonuna kadar veda ederek, yenilenmiş bir kadın olarak hayatına dönecektir. Yani en azından Jane'in yola çıkarken kararı böyledir. Ama kader - ve tabiki romanlar - neler getirir, kim bilir.
Shannon Hale'in bizim için düşlediği ve yazdığı hikaye böyle (https://www.goodreads.com/book/show/31285680-austen-diyar). Aslında biz Austen hastaları için hiç de uzak bir hayal değil bu. Hepimiz o kitapların, uyarlamaların bir noktasında durup da keşke ben de böyle bir dünyada yaşasaydım demişizdir. Hele ki şimdi gidip de öyle birkaç hafta geçirebileceğimiz bir kopyası olsa tadından yenmez diye hayal etmemiş olamayız. Cidden gayet güzel bir fikir. Gidiyorsunuz birkaç haftalığına bir Austen romanı içinde yaşıyor, geri geliyorsunuz. Hakikaten insan keşke ben yazsaymışım demiyor değil. Shannon Hale tabi daha önce davranmış. Kendisi gayet de çok satan bir yazar olmuş, Amerikalı bir teyzemiz. Hayat ona şanslı davranmış tabi. Küçük yaşta hikayelerini anlatabileceği bir aile ortamı, ardından daha ilkokulda öğretmeninin onu yazmaya teşvik etmesi şansları ve pek tabiki istediği gibi gidip üniversitede ingilizce okuması (bizde gidip edebiyat okumaya benziyor işte, benzemediği yanı ise bizde edebiyat bölümü bakın öğretmenliği bile değil sadece edebiyat okuduysanız ya işsiz kalırsınız ya da gidip yine öğretmen olmanın bir yolunu bulmanız gerekir hiç öyle ben oturup geniş geniş kitaplarımı yazayım yapamazsınız. O yüzden bu ülkede ancak ya zenginler ya da mühendisler falan yazabilir. Ha pardon bir de twilight fan fiction'ı yazan ergenler.) akabinde yazıp durması gibi şanslara sahipmiş. Reddedilmiş falan filan, aman kıyamam yazık. Neyse bir başka şanslı insana daha yeterince sövdükten sonra devam edebilirim. Shannon teyzemizin bu "Austenland"i ilk olarak 2007'de yayınlanmış. İlk kitabı "Goose Girl" ise 2003'te. Arada bir sürü başka kitabı da yayınlanmış tabi. Ama Austenland'in ikincisi, "Midnight in Austenland"in yayınlanması 2012'yi buluyor (Türkçe'ye Austen Diyarı'nda Geceyarısı olarak çevrilmiş, Bilge Gündüz'ün çevirisiyle, Artemis Yayınları'ndan.). İkincisi diyoruz, onlar öyle diyor çünkü ama bu benim okuduğum kitabın devamı gibi bir şey değil sanıyorum. Ben öyle anladım. Mekanımız ve fonumuz aynı ama hikayemizin kahramanları değişmiş durumda. Yani çok basite indirgemeye çalışırsak şöyle diyebiliriz: İlk kitap bir Pride&Prejudice esintisi ise ikincisi Northanger Abbey.
Yazarına o kadar laf ettim ama yiğidi öldürür hakkını yemem. Kitap gayet güzelce kotarılmış. Daha ilk cümlelerinden, ilk sayfasından, hatta ithaf bölümünden itibaren yakanızdan tutup, içine çekiveriyor. Sayfaları çevirmekten keyif alıyorsunuz. Hikaye hem keyifli hem de tadında ayarında. Komedi dozu yerinde, kendini ne o kadar ciddiye alıyor, ne de absürdleşiyor. Benim başlarken genel endişem böyle bir hikaye yaratırken saçmalayıp saçmalamayacağıydı. Oysa Shannon Hale hem mantık çerçevesinde yazmış hem de ufak Austen dokunuşlarını unutmuyor. Ha ama öyle karakter derinliği, özenli yan hikayeler falan beklemeyin. Sadece ana karakterimizin alabildiğine komik ama okuması keyifli hikayesiyle ve bir Austen hayaliyle baş başayız. Bu yüzden çok geniş bir okuyucu kitlesi yok bence kitabın. Ancak biz Austen hastaları ve belki Austen'dan bihaber ergen kardeşlerim, romantizm okumayı seven yaşını almış teyzelerim için bu kitap.
Bu da bizi 2013 uyarlamasına getiriyor (http://www.imdb.com/title/tt1985019/). Okuyucu kitlesi sınırlı ama çok satan kitabın filme uyarlanması gerektiğini düşünmüş olmalılar. Ki bence de güzel bir karar ama uygulamada dibe vurmuş bir karar. Oyuncuları hakikaten iyiyken, senaryosu, çekimi ve atmosferiyle bu kadar yanlış, bu kadar vasat, bu kadar hayalkırıklığı olmayı nasıl başarmış, anlamak mümkün değil. Yönetmeninin başka filmi yok hadi o tecrübesiz ya da bu işi bilmiyor diyelim. Eh senaryoyu kitabın yazarı ile birlikte yazmışlar, o da mı hiç işe yaramamış. Kitabın öyküsünden neredeyse tamamen farklı bir şey ortaya çıkmış. Kitabın bir teması ve ilerleme yöntemi varken filmin ne dediği, ne anlattığı, neyi neden yaptığı belli değil. Oysa romantik hayalleri içinde kaybolmaktan kendini vazgeçirmeye çabalayan ama hep saçma sapan hallere düşen Jane rolünde Keri Russell hiç de kötü bir seçim değil. Ya da bir tür rol icabı Mr. Darcy uyarlaması olan Mr.Nobley olarak JJ Feild de güzel bir tercih. Ki kendisi bana Northanger Abbey'nin Mr.Tilney'sini sevdiren oyuncudur, yeri ayrıdır. Miss Charming olarak Elizabeth Coolidge'ı falan bıraksanız tek başına komedi devi resmen. Ama filmin her şeyi kötüye gidiyor. Bir Austen fanı için bile eziyete dönüşüveriyor. Ben izleyeli birkaç yıl olmuştur. Bu berbatlık yüzünden kitaba da hiç elim gitmemişti. Böyle bir film oluyorsa ne salak bir kitaptır diye düşünüp, boşvermiştim (boşverdim dediğim zaten kaç ay, ben filmi izlediğimde çevirisi yoktu henüz, temmuz 2016'da basıldı Türkçesi.). Oysa bu Austen evreninde adeta kum taneleri kadar çoklukta ve etrafa saçılmış öylesine malzeme var ve bunların arasından birkaç tane iyi bulup da zaman zaman gelen o Austen açlığınızı bastırmak şöyle böyle mümkün olabiliyor. Austen'ın yazdıklarının etrafında, suyunun suyunun suyu gibi yazılıp duran bir dolu kitap var. Gün geçmiyor ki bir başkası çıkıp, bir Austen karakterini tamamen başka bir zamana, mekana yerleştirerek, tür değiştirerek bir kitap yazmasın. Pride&Prejudice'ı zombi avına döndürdüler lan! Daha gidilebilecek über-saçmalık kaldı mı! İşte böyle bir ortamda Austenland (kitabı) gibi en azından keyifle okunabilen bir tanesini bulabilmek hakikaten zor. İnsan bekliyor ki izlenecek de hoş bir şey olsun. Ama olmamış. Yapamamışlar.


Artık umutlarımız "A Modern Persuasion"da. Kaitlin Saunders'ın aynı adlı bir romanı da (A Modern Day Persuasion: An Adaptation of Jane Austen's Novel) var ama film ondan mı uyarlama bilemiyorum. Yapım aşamasında gibi ama başka hiçbir şeyi belli değil şimdilik. Belki ondan izlenecek bir şeyler çıkar. Kısmet.

[Kitabı ben tabiki yine pdf'ten okudum, çünkü pdf iş bulamamış insanın can simidi. Neyse, benim okuduğum kopya Artemis Yayıncılık'ın 2016 tarihli ilk basımından, çevirmen Zeynep Arıkan. Evet yine bir Artemis kitabı. Utanıyorum yeminle şunları okudum derken. Kitap - yine - yayınevinin sitesinde bile yok. Nette en ucuz D&R'da 13,60 tl'ye var. Serinin diğer kitabı Austen Diyarı'nda Geceyarısı da yine D&R'da var.]

16 Temmuz 2017 Pazar

Eduardo Galeano'dan Ve Günler Yürümeye Başladı

Ve günler yürümeye başladı.
Ve onlar, yani günler, bizi yaptı.
Ve bu şekilde doğduk biz,
yani günlerin çocukları,
sorgulayıcılar,
yaşamı arayanlar.

Mayalara göre böyle yaratılmışız. Yaradılışımızın hikayesini tek bir cümleyle ifade edivermiş binlerce yıllık medeniyetin hikayecileri: Ve günler yürümeye başladı. Eduardo Galeano da bizi ortaya çıkaran günleri bir bir önümüze koymaya, tüm bir "yaşamı arama" yolculuğumuzun şimdiye kadarki kısmına değin o günlerin sırtına ne yüklediysek alıp, kafamıza geri atmaya karar vermiş. Her bir güne, zamanı eğip bükme, kendimize göre anlamlandırma çabamıza yaraşır hale getirdiğimiz takvim sınırları içinde 1 Ocak'tan 31 Aralık'a tek tek neler olduğunu yazmış. Dünyanın dört bir yanından öyküler sayfalara dağılmış. Zamanın başlangıcından daha düne kadar yayılmış "insanlık" tarihinin pek de - hatta hiç de - insani olmayan zara ziyanlarıyla bezeli günlerle beraber yürümemizi sağlamaya çalışmış belki de.
Demeye çalıştığım bu öyle her zamanki kitaplarınızdan biri değil. Gregoryen takvimimize göre her bir gün için ayrı bir sayfada, ayrı bir hikaye ile karşılaşıyorsunuz. Her bir gün için bazen birkaç satır, bazen bir iki paragraf. Dünyanın hemen hemen her yerinden tarihin bir noktasında tam da o gün olmuş bir olay, doğmuş biri, ölmüş biri veya sadece o günün hatırlattığı bir şeyi okuyabiliyorsunuz. Yazarımızdan ötürü, haliyle, çoğu olay Güney Amerika tarihinden. Bu açıdan - en azından bana - biraz yabancı geliyor en başta (Yakın toprakların tarihini öğreniyoruz da uzaklara hiç bakmıyoruz). Ama sonra göğsünüze oturan, boğazınıza düğümlenen bir şeylerden anlıyorsunuz ki hiç de o kadar yabancı değil okuduklarınız. Okyanusun öte tarafındaki koca kıtayla ne kadar benzer acılar çekmişiz, ne kadar saçma sapan hatalar yapmışız, ne kadar insanlıktan çıktığımız zamanlar olmuş, anlıyorsunuz. Ama tabi bu kadar karardığıma bakmayın benim, her zamanki halim, Galeano umutla da yürütüyor günleri. Daha doğrusu o umutlarımızı hatırlatmayı, gözlerimi kısıp güneşin parlamaya başlayan ışıklarına bakmamız gerektiğini de hatırlatıyor.
Eduardo Galeano
Çünkü Eduardo Galeano da o her daim umudun, futbolun, hareketin, dansın, müziğin olduğu topraklarda doğmuş büyümüş bir insan. Uruguay doğumlu yazarın yazdıklarını uzun yıllar merak edip, okumaya karar verip, bir türlü okuyamamıştım. O artık yazamayacak olduktan (2015'te öldüğünden ötürü) sonra ancak elime alabildim bir kitabını. Çünkü o kadar güzeldi ki her karşılaştığımda cümleleri, her biri öylesine uzaktan ama yakın ve tanıdıktı ki. Yanlışım yoksa yazdığı en son kitaptan başlamış oldum böylece. Bir başka "keşke daha erken okuyabilseydim" dediğim yazar daha eklendi listeme. Hele bir de böyle en bir sevdiğim anlayışta yazan bir tane daha bulduğum için neden bu kadar savsaklamışım şimdiye kadar diye kızdım da kendime (Bir diğer bu şekildeki pırlanta-->Umberto Eco. Bu şekildeki derken bir dolu bilgiyle coşturan, adeta kana kana bilgi ve tarih içebildiklerimizi kastediyorum). Satırların altını çizmekten, araştıracağım diye bir kenara habire notlar almaktan bitap düştüm nerdeyse, okurken. Öylesine bir güzellik, öylesine bir şahanelik, inanmıyorsanız bakın misal:

Mayıs 3'ten:
İhtiyar şöyle gürlemişti:
-Komünistler kızlarımızın namusunu kirlettiler! Onlara okuma yazma öğrettiler!
Mayıs 14'ten:
Yahudi sürek avı daima bir Avrupalı geleneği oldu, ama onların borcunu ödeyenler şimdi Filistinliler.
Mayıs 25'te:
(...)ve Yunanca hairesis sözünden gelen ve seçim anlamına gelen sapkınlık (İspanyolcası herejia ç.n.) sözcüğünün bundan böyle hata anlamına gelmesine karar verdiler. Ya da başka bir deyişle: özgürce seçen ve inancın efendilerine boyun eğmeyen hata işlemiş olacaktı.
Haziran 13'ten:
Dünya giderek devasa bir karakola ve bu karakol da dünya boyutunda bir tımarhaneye dönüşüyor. Bu tımarhanede deli olanlar kim? Kendilerini öldüren askerler mi yoksa onlara öldürmeyi emreden savaşlar mı?
Temmuz 3'ten:
(...)golf 1000 yılı civarında İskoçya’nın yeşil düzlüklerinde çobanların can sıkıntılarını gidermek için küçük taşları tavşan yuvalama sokmalarıyla doğmuş ve o zamandan beri vazgeçilmez olmuştu.
Dünyanın en eski iki golf sahası İskoçya’da bulunuyor. İkisi de kamu mülkü ve girişleri bedava. Böyleleri dünyada çok nadir: genel kural, bu özelleştirilmiş sporun hepimizin alanlarını yiyen ve suyumuzu içen çok az sayıda insana ait olması.
Aralık 19'dan:
(Emma Goldman'ın cümleleri)
Acaba bizim sürekli övülen ve kutsanan annelik görevimizden daha korkunç, daha kriminal bir şey var mı bu hayatta?
Eğer oy kullanma bir şeyleri değiştirecek olsaydı, yasa dışı olurdu.
Her toplum hak ettiği suçlulara sahiptir.
Bütün savaşlar, kendilerinin yerine ölüme başkalarını gönderen savaşmaktan aşırı korkan ödlek hırsızlar arasında yapılır.

Bu yüzden tavsiyemi dinleyin ve "Ve Günler Yürümeye Başladı"nın yolculuğuna siz de atlayın.

[Benim okuduğum pdf Sel Yayıncılık'ın Süleyman Doğru çevirisiyle 2013 tarihli ikinci basımındandı. Sel Yayıncılık'ın kitapları en güzellerindendir bu arada. Şimdilik nette en ucuz fiyatı Pandora'da gördüm. 19,88 tl gibi bir fiyata bulunuyor.]

12 Temmuz 2017 Çarşamba

İlber Ortaylı'dan Türklerin Tarihi: Orta Asya'nın Bozkırlarından Avrupa'nın Kapılarına

İlber Hoca'yı o kadar televizyondan dinlemişliğim, netten dediklerini okumuşluğum, caps'lerine gülmüşlüğüm ve paylaşmışlığım var (hepiniz gibi) ama şimdiye kadar hiç de oturup, yahu bu adam harbiden ne diyor ne yazıyor diye bir kitabını önüme alıp okumuşluğum yoktu. Oysaki nerede görsem hep ilgimi çekmiştir kitapları. Hem konuları okumaktan, öğrenmekten, bilmekten keyif aldığım şeyler oluyor hem de İlber Ortaylı yazmış ya, belli bir cazibesi oluyor. O yüzden nihayet bu bayramda köyün yeşilliği içinde açtım, okudum.
Türklerin Tarihi adı verilen bu kitap, öncelikle söylemeliyim ki doğrusal şekilde ilerleyen bir tarih anlatısı değil. Yani bu isim verilince insan belli bir tarih kitabı formatı bekliyor ama kitabı açıp okumaya başladığınızda sanki yine Ortaylı bir tv programına çıkmış da onu dinliyormuşsunuz gibi ilerlediğini görüyorsunuz. Kitap sanki öyle bir programın konuşmalarının metne dökülmüş hali gibi. Biri konuyu ilerletmek açısından bir soru yöneltiyor, Ortaylı da o soruya cevap veriyor. Bir soru bir cevap şeklinde ilerliyor. En azından ana hatlarıyla böyle diyebilirim. Ama detaylara girdiğinizde bazı aksaklıklar görüyorsunuz, daha doğrusu bana aksaklık gibi gelen şeyler var ve belki obsesif olduğumdan takılıp durmuş olabilirim. Gerçi böyle bir eleştiriyi bile yapabilecek kapasite görülür müyüm bilemem ama. Bir kere her defasında Ortaylı kendisine yöneltilen soruya cevap vermiyor. O, o aşamada ne söylemek istiyorsa onu söylüyor. Hatta bazen bilmiyorsa o konuyu, tamamen başka bir konudan bahsedebiliyor ya da ufak hikayeler anlatıyor, başka örnekler veriyor. Ama kesinlikle o sorunun cevabını vermiyor (Ya da ben harbiden kıt zekalıyım, anlamıyorum.). Bir de öyle şeylerden bahsediyor ki kim ne ne olmuş nereye gitti diye bir kalıyorsunuz ortada (Bunca senedir tarih-arkeoloji okurum ben bile öyle dedim düşünün artık). Beni en düşündüreni ise kitabın anlatımı oldu. Madem Türklerin tarihini anlatacaksınız o halde ben bekledim ki tarihi kayıtlarda, arkeolojik olarak ilk ortaya çıktıkları zamandan ve mekandan başlayıp, artık nereye gittilerse nerelerden geçtilerse kronolojik olarak okuyayım. Genel hatlarıyla bu şekilde kitap, evet. Başlıklar da var, konuları ona göre de ayarlamışlar belki ama konunun uzmanını bile karman çorman hale getirebilecek bir dağınıklığın oluşmasına yine de engel olamamışlar. Bir de bu ilk cilt, Osmanlı'nın doğuşuna kadar getiriyor bizi. İkinci cildinde de Anadolu'nun Bozkırlarından Avrupa'nın İçlerine diyor.
İlber hoca, tanımayan bilmeyen varsa
Ha bu anlatının içinde güzel yönler yok mu, elbette var. İlber Ortaylı'nın o konuşurkenki bizim "esprili" olarak gördüğümüz dili kitap boyunca caps'leri hatırlayıp hatırlayıp gülümsemenize neden oluyor. Bazen karşınıza geçmiş, ilkokul öğretmeniniz gibi kafanıza kafanıza sokmaya çalışıyor gibi hissediyorsunuz. Bazen de çok bilmiş bir arkadaşınızla muhabbet ediyormuşsunuz da onu da bilmiyorsan yani diye karşınızda gözlerini deviriyormuş gibi bir ortamda buluyorsunuz kendinizi. Velhasıl okuması her ne kadar kafa bulandırıcı olsa da, kendinize bir Desmond sabiti belirler ona tutunup kaybolmadan ilerleyebilirseniz, keyifli ve alabildiğine bilgilendirici bir kitap bu. Aynı zamanda elinize daha araştırılacak, googlelayacak, o da neymiş diye peşine düşecek tonlarca şey veriyor.

Bir de özellikle bazı yerleri paylaşmadan edemeyeceğim:
İster reddedelim ister bilmemekte ısrar edelim; Türkler 12. asırdan itibaren bir Akdeniz toplumudur. Doğal coğrafya aynı zamanda bir kültürel çevredir.

12. asırda insanlar bizim yurdumuza “Türkiye” demekteydiler. İtalyan kaynaklarında bunu görüyoruz.

“Anatolia” bilindiği gibi Yunancada “doğu” anlamına gelir. Küçük Asya da, yine Yunanların tabiriyle, Büyük Asya’nın bir uzantısı manasındadır. Bizse buraya geldiğimizde söz konusu topraklara “Roma ülkesi” dedik, yalnız “Roma ülkesi” derken etnik bir adlandırma kastedilmemiştir. Zaman içinde Diyâr-ı Rum’a da “Anadolu” dedik.

Nihayet 19. yüzyılın sonundan itibaren, bilhassa Rumeli’deki vatan topraklarının kaybıyla, sadece Türk İmparatorluğu’nun değil, vatanın parçalanma süreci başlamış, dahası bu durum gittikçe belirgin bir hâl almıştır. Bu mevzuların üzerinde ayrıca durmak gerekiyor. Zira bugünkü Türkiye’nin yaşadığı problemleri anlamak, o dönemi bilmekle mümkündür.

12. yüzyılın düşünürü Kadı Ahmed Endülüsi diyor ki, “Türklerin medeniyete felsefe, matematik, coğrafya, tarih yapma/yazma konusunda katkıları yok ama pratik zekâlıdırlar, silah ticareti yaparlar.” Çinliler için de benzer şeyler söylüyor.

At ve deve üzerine bu zengin lügat, bir yandan da militer bir hareket tarzını getiriyor; örgütlenme ve çabuk hareket kabiliyeti.

Ortadoğu ve Orta Asya’da şehir devleti tipinde devletler olmaz. Sebepleri üzerinde ayrı ayrı duralım. Bunun iki sebebi var. Birincisi; zayıf olurlar. Küçük bir arazide büyük bereket olmaz. Asker beslemek için geniş araziler lazım. (...)Ortadoğulu şehir devletlerinin var olmamasının ikinci sebebi ise toplumların isteksiz oluşu... Zirai topraklar var. Sulama için arklar, küçük barajlar yapmak lazım. Bunlar, ancak geniş coğrafyaya sahip devletlerin becerebileceği işler... Kısacası büyük topraklara sahip devletler kervan ticareti yaparlar. Çünkü kervan ticaretini küçük devletler organize edemez.

Türk kimliğini anlamanız için sadece etrafındaki bölgeyi değil, geniş bir dünyayı bilmeniz gerekiyor. “Roma bize ait değil” diyemezsiniz. Girdikleri medeniyet dolayısıyla böyledir. İslam medeniyeti dediğiniz Arab medeniyeti değildir.

Söz konusu coğrafyaya bu kadar geç gelip yerleşen bir kavmin hesabı kesilmemiştir. Siz elbette bunun farkında değilsiniz, bölgeyi verilmiş olarak düşünüyorsunuz…
(...)
Türkiye’nin yüzyıllar önce açılan tarih defteri henüz kapanmamıştır ve sık sık da görüyorsunuz ki bu defter kapanmaz. Onun için tarih bilmek; nereden geldiğinizi, nasıl yurt edindiğinizi öğrenmek zorundasınız. Nitekim sürekli önünüze söz konusu defteri çıkartacaklar ve bundan kaçma imkânı yoktur.

Gençlerimiz zengin bir kültür mirası alıp bunun bilincinde olmadıkları için ön planda kimlik bunalımından dolayı bundan kaçmaktadırlar. Çünkü bariz vasıf budur; kimliğin oturmadığı, iyi tarif edilmediği, benimsenmediği yerde; ulus ve vatan coğrafyası da benimsenemez. Tarihi benimsemezse coğrafyayı da benimsemez, dolayısıyla kimlik eksik teşekkül eder ve ortada sadece karnını doyurmaya kalkan ve mütemadiyen bunu tekrarlayan garip bir toplum oluşur.

Batı-Doğu ayrımı bir uydurmadır; tarihî gerçeğe oturmaz. Ama ulus olarak içine kapalı olduğumuz, derinliksiz bir pragmatizme saplandığımız bir gerçektir. Dünyaya açılmak için ticari faaliyet yetmez, dünyayı koruyup sevecek bir kültürel açılım gereklidir.
Oysa Osmanlıca, sadece Türkçenin Arap harfleriyle yazılmasıdır. Bunun ayrı bir dil olamayacağı çok açıktır. (...)Osmanlıca denen dil aslında bir dil değil, bir bürokrat jargonudur.

Dil öğrenmeyen ve yeterince çalışmayan kimseler 1928 Harf Devrimi’ni suçluyorlar.(...) Harf Devrimi ile Çinceden Latin harfli bir dünyaya yahut piktografik yazıdan (resim yazısından) fonetik bir alfabeye geçmiş değiliz. Avrupa’daki Şarkiyat şubelerinde bölüme yeni giren talebelerin daha ilk haftalarda söktükleri bu harfleri bizimkiler öğrenmezler. Öğrenemezler demedim, çünkü kendilerinde gereken merak ve sabır yoktur. Haftalarca ellerinden düşürmedikleri iPhone’a harcadıkları enerjiyi
Arap harflerine, İngilizce gramere veya müzik derslerindeki notalara ayırıp harcasalar başarılı olabilirlerdi.

Sanat okuluna, tarım enstitüsüne girecek öğrenciyi o kurumları açmadığınız için imam hatibe yöneltirseniz, gerekli sabır ve meraka sahip gençleri bulamazsınız.

Türk boyları İslam’ı doğrudan doğruya medeni ilişkiler dediğimiz kültürel ve ticari ilişkilerle kabul etmişlerdir. Açık olan şudur ki bize İslam’ı öğretenler İranlılardır, Araplar değil. Kabul ettiğimiz Arab alfabesindeki ek harfler, bazı dinî terimler (peygamber, namaz, oruç) Farsçadan gelir.

Sanat bu; şiirin halktan kopması ve halka bağlanması gibi sözlerin ne anlamı var, bu hangi sınıra dayanır?

Dediğim gibi, Türkler kadar din değiştiren ve farklı mesleklere mensub başka bir millet bulunmaz.

Bütün tarihçiler sübjektiftir. Mühim olan kompozisyonu iyi yapmak, palavracılığın dengesini ayarlamak ve ahlaksızlık derecesinde tahrifata gitmemek...

Savaş tarihini küçümserler ama tarih savaşlardan ibarettir;beğenin veya beğenmeyin.

Yavuz Sultan Selim de Fatih Sultan Mehmed de birer ateşli silahlar ordusu komutanıydı. O yüzden meselâ bir film çekerken Fatih’i, Moğol başbuğunun zırhı içinde temsil edemezsiniz. Top sevk eden bir adam başka türlü giyinir.

Gelelim çok tartışılan bir mevzuya. Osmanlı’nın kuruluş yılı tam olarak kaçtır?
O devirde devletler noter akdiyle kurulmuyor.

[Ben kitabı pdften okudum. Timaş Yayınları'nın 2015 tarihli ilk basımındandı. Nette de en az fiyatı Pandora 16,65 tl ile sunuyor.]

10 Temmuz 2017 Pazartesi

Jeffrey Eugenides'ten Middlesex

14 yaşını bitirmek üzere olan Calliope Stephanides ergenlikteki diğer tüm kızlar gibi sorunlarıyla boğuşmaktadır. Ama kendinde hep bir "başka" sorun varmış gibi hisseden Calliope ne olduğunu, ondaki sorunun ne olduğunu bir türlü çözemezken sıcak bir yaz günü geçirdiği bir kaza ile sorununun kaynağının ortaya çıkışı başlamış olur. Bundan tam 41 yıl sonra ise yaşadığı onca şeyin ardından oturur Cal ve tüm bunlara sebep olan o ufacık kromozomların - onu oluşturan kromozomların - hikayesini en başından anlatmaya başlar. Yüzlerce yıl önceki atalarıyla birlikte ortaya çıkan sonrasında 1922'de Bursa'nın bir köyünden ateşler içindeki İzmir'e, savaşların ardından karman çorman olan Yunanistan'a, oradan gemiyle yepyeni bir kıtadaki çok farklı bir kente uzanan öykü ilmek ilmek Cal'i oluşturur böylece.
Kendisi de, romanının kahramanı gibi Yunan asıllı bir Amerikalı olan Jeffrey Eugenides'e 2003 yılında Pulitzer Ödülü'nü getirmiş Middlesex. Bunun dışında 2 romanı daha var, bir dolu da kısa öyküsü ve yazısı. Romanlarından biri, Türkçe'ye Bakir İntiharlar diye çevrilen kitabını Sofia Coppola 1999'da bir film haline getirmişti (İzlediğime hiç mutlu olmadığım filmlerden bir tanesiydi zamanında. Ne Eugenides'i ne Coppola'yı bilirdim, Kirsten Dunst ve Julia Stiles'a takık olduğum yıllardı ve filmin afişinde de Dunst kocaman bir şekilde göründüğü için balıklama dalmıştım filme. Ama hiiiç benlik değildi, siz kendiniz karar verin--> http://www.imdb.com/title/tt0159097/). 2010'da da kısa öykülerinden biri "Baster", The Switch ismiyle sinemaya uyarlanmış (onu izlemedim işte, Jennifer Aniston'ı görmeye dayanamıyorum son sürat kaçasım geliyor). Son romanı The Marriage Plot Türkçe'ye çevrilmemiş, bulamadım ben o yüzden öyle diyorum. Ama çoktan tv uyarlaması üzerinde çalışılmaya başlanmış. Hatta Middlesex'in de tv dizisi olarak uyarlanacağına dair birkaç bir şey okudum. Yani anlayacağınız Eugenides bir yandan çok tutulan, gayet popüler olan şeyler yazarken bir yandan da bu yazdıkları edebi çevrede de takdir ediliyor.
Jeffrey Eugenides
Middlesex'e geri dönersek..Daha en başından hikayesine vurucu bir cümleyle bodoslama girip, tüm kitap boyunca anlatacağı ne varsa o ilk sayfada tek tek söyleyiveren bir hikaye bu. Anlatıcımız, kahramanımız Cal daha en başından durumunu açıklayıp, böyle böyle diyor. O bir hermafrodit olarak doğuyor ama doğduğunda fark edilmediği için ancak ergenliğe girdiğinde belirmeye başlayan tuhaflıklarını görüyor. Zaten 14 yaşında da bir kaza sonrası hastanede fark edilen durumun ardından gerçek kimliğine ulaşması da çok uzun sürmüyor. Nasıl başladığını ve nasıl bittiğini bildiğimiz, dahası kahramanımıza ne olduğunu bildiğimiz, bunu bize direkt söyleyen bir hikayeyi yaklaşık 600 sayfa boyunca anlatılabilen akıcı ve merak uyandırıcı bir roman haline getiren ne peki? Kesinlikle Eugenides'in kalemi. Anlatmayı seçtiği zaman dilimi, mekanlar, kentler, ülkeler. Dahası karakterlerinin her biri hem çok yakınlar hem de çok uzak. Kurtuluş Savaşı sırasında başlıyor anlatmaya bize Cal öyküsünü. Onu oluşturan ilk kuşak, Bursa'nın bir Rum köyünden iki genç kardeş. İpekböcekleriyle başlayan hikayeyi biz, senelerce okulda, tarih kitaplarımızda Kurtuluş Savaşı olarak okuduğumuz olayları bir de karşı-laştırdığımız tarafın ağzından, daha doğrusu 3.kuşak bir Yunan-Amerikalı'nın ağzından dinlerken herşey çok daha ilginç hale geliyor. Sonrasında bizim İzmir'in Kurtuluşu, Yunanların denize dökülmesi olarak bildiğimiz günleri hem bu yurtlarını terk etmiş iki Rum kardeşin hem de İzmirli bir Ermeni'nin gözünden görüyoruz. Ardından yıllardır filmlerle gördüğümüz bildiğimiz bir hikayeyi bir de bu kahramanlarımızın gözünden yaşıyoruz, taşı toprağı altın, özgürlükler ülkesi Amerika'ya Ellis Adası'ndan geçerek adım atan Avrupa'nın, yaşlı kıtanın fakir ama umut dolu göçmenlerinin hikayesi. 

Tarihi saptama: İnsanlar 1913 yılında insan olmayı bıraktı. Bu, Henry Ford’un, arabalarını hareketli bantlar üzerine yerleştirip işçilerin bu bandın hızına uygun olarak çalışmalarını istediği yıldı. İşçiler önce isyan etti. Çağın yeni hızına ayak uyduramayanlar kitleler halinde iş bıraktı. Uyum süreci o tarihten bu yana devam etti; öyle ya da böyle hepimiz ondan bir şeyler kaptık, yüz çeşit hareketi tekrarlamak üzere joystick ya da uzaktan kumandalarımıza sarıldık. (Kitaptan)
O göçmenlerle birlikte ise önce "Roaring 20s" fonunda motorlu araba devrimi kenti Detroit'te yaşıyoruz, muhteşem ama içki yasaklı yıllar yerini Büyük Bunalım'a bırakırken ve ikinci kuşakla birlikte biz de Amerika fonuna iyice alışırken II.Dünya Savaşı patlak veriyor. İkinci kuşakla ikinci savaşı da atlattıktan sonraysa Amerikan kültürünün 60ları ve 70leri ile herşey nihayetine ererken Calliope de artık Cal'e dönüşüyor.

Kadınlar bir bedene sahip olmanın ne demek olduğunu iyi bilir. Onun zorluk ve kırılganlığını da, zafer ve hoşluklarını da... Erkeklerse bedenlerinin sadece kendilerine ait olduğunu sanırlar. Kalabalık içinde bile bu böyledir.(Kitaptan)

Eugenides'in kitabı bir hermafroditin hikayesi gibi görünse de ilk başta, böylece anlattığım gibi esasında bir ailenin kuşaklara yayılan hikayesi. Zaten kitabı da bu kadar okunası, bu kadar keyifli yapan bu. Cal'in durumu en başta bizi bir şaşırtsa da (çok fazla karşılaşmadığımız pek bilmediğimiz bir şey olduğu için) sayfalarla birlikte 1922'ye ışınlandığımızda ve yıllarla birlikte koşturduğumuzda onu tamamen unutuyoruz. Durumunu unutuyoruz daha doğrusu, sadece çıkış noktamız oluyor o ve Cal de yanı başımızda bizimle birlikte yürüyor. Evet bir yandan insan şaşırıyor, tüh tüh vah vah diyor ama sonra da en azından bugün doğan bebekleri daha doğduklarında hemen bir tam taramadan geçirip, bir şey varsa fark ediyorlar ve her şey ona göre şekilleniyor diye düşünüp, rahatlıyor (Tabi hala dünyanın yüzde doksanının bir köy olduğu gerçeğini kendimize hatırlatmazsak). Ama burada çok önemli bir nokta var: Eugenides her ne anlatıyorsa onu hiç bir türlü fazla dramatize etmiyor, abartmıyor, her şeyi dozunda yapıyor. Başka bir yazarın elinde salya sümük hale gelecek kısımları o kadar güzel anlatıyor ki mesela okumaktan apayrı bir zevk alıyorsunuz. Komedi dozunu öyle bir ayarlıyor ki hem kahkaha atıyor hem de düşünüyorsunuz. En önemlisi, yukarıda bir yerlerde de dediğim gibi, hem çok farklı bir hikaye anlatıyor hem de alabildiğine içimizden, alabildiğine yakın bir şey oluyor bu.
Yakın dememin sebebi, bilmem size de öyle geliyor mudur ama Yunan hikayeleri, içinde Yunan esintileri olan hikayeler, filmler bana hep tanıdık gelir bir şekilde. Aslında tanıdık kelimesi tam olarak karşılamıyor hissettiğimi. Yakın ya da sıcak gibi diyebilirim belki. Genel fikir olarak Orta Asya'dan göçerek gelmişsek buralara, yani çoğunluğumuz için öyle bir sav atabiliyorsak ortaya, diyebilirim ki yola çıktığımız yerden çok durmayı seçtimiz yere daha çok benzemişiz. Batı özentiliği, Amerika özentiliği gibi salak saçma tabirleri geçiyorum. Onlarla alakası bile yok demeye çalıştıklarımın. Sadece tarafsız bir şekilde baktığınızda gelip yerleştiğimiz bu yerde, yan tarafımızdakilerle elimizde olmadan baya bir benzeşmişiz. Bundan dolayı, hem de onca yaşanmışlığımızdan dolayı (kör olasıca savaşlar) Ege Denizi'nin ortasına bir çizgi çekmişiz de iki yanında simetri oluşmuş gibi. Roma'da bile gittiğimiz Yunan restaurantında evdeymişim gibi hissetmemin bir sebebi olsa gerek. Ya da mesela My Big Fat Greek Wedding filmini izlediğimde ilk seferinde, o kadar gülümsememin o kadar sevmemin sebebi buydu. Hala her bulduğuma öneririm bu filmi, o kadar sevimlidir kendisi (Filmi takip eden yıl dizisini de yapmaya çalışmışlar ama tutmamış, 7 bölüm falan. 2016'da da filmin ikincisini yaptılar. İlki kadar değildi ama işte, ilkinin hatrına izleniyordu. Ama ilk film tee önceden tek kişilik oyunuymuş hem başrol hem de senaristi olan Nia Vardalos'un.)
Tabi siz şimdi bir de bu hermafrodit ne ola ki diyor olabilirsiniz. Yunan mitolojisine aşina olmayanlar için ve olayın tıbbi boyutunu benim gibi daha önce çok da fark etmemiş olanlar için kendi okuduklarımdan şöyle derleyeyim. Yunan mitolojisinde tanrı Hermes ve tanrıça Afrodit'in oğlu olan Hermafrodit (bu ikisi de resmen günümüz yeni kuşak ebeveynleri gibi tutmuş ikisinin isimlerini birleştirip çocuklarına vermişler) pek yakışıklı bir genç imiş. Ida dağının nymphleri tarafından büyütülen yağız delikanlımız 15'ine gelince her kanı kaynayan genç gibi gezeyim göreyim diyerekten soluğu Karia'da almış ki burası Muğla'nın kuzeyinden başlayıp Büyük Menderes'e kadar inen bir alanı kaplıyor. Karia'daki krallığın merkezinin yer aldığı Halikarnassos'ta bir su kaynağına (işte göl nehir bir şey, siz anlayın), Salmacis suyuna gidiyor. Orada kenara uzanmış yatarken tüm görkemiyle, nehrin nymphesi ona aşık oluveriyor (Bazı kaynaklara göre Salmacis nymphenin ismi ama çok da iyi bilmediğim konuda ahkam kesmeyeyim). Nolur tanrılar noluuur bizi bir araya getirin, ayh ben dayanamayacağım bana fenalıklar basıyor diye yalvar yakar dualara girişen nymphenin duasını duyan Olimpos'un tanrıları sen misin aşık olan al ulan sana diyerek etmişler edeceklerini. Aşık nymphe ile yakışıklı delikanlının bedenlerini bir araya getirmiş, ikisini tek bir insan yapmışlar. Böylece hem erkek hem de kadın bedeninin özelliklerini taşıyan Hermafrodit ortaya çıkmış. 
Jean-Fronçois de Troy'un Salmacis ve Hermafroditus'u, Christies'den.

Diocletian Hamamı'ndan 2.yy.a ait mermer Hermafrodit heykeli, Louvre Müzesi'nden.
Antik Yunan'da ve Roma'da bu hikaye sebebiyle bu Salmacis'in suları erkekler için lanetli diye bilinirmiş. Bu suya giren erkeklerin kadınsı özellikler kazandıkları söylenirmiş. Bu mitle birlikte Yunan ve Roma döneminden kalma çeşitli hermafrodit heykeller görmüşlüğüm var benim. Müzelerde en çok rastladığım bu yüzükoyun uzanmış gibi yapmış ama bedeninin aşağısı yan duran hermafrodit heykeli. Ki her bir eserde yüz güzelliği olarak on numara yapılır kendisi. (Mit ile ilgili kaynaklara bakmak isterseniz: Theoi ve Greek Myth Index). İşte yüzyıllar geçtikçe insanlar da bu mitten yola çıkarak çeşitli şekillerde meydana gelebilen bu kromozom bozukluğuna bu adı vermiş. Yani sanıyorum kromozom bozukluğu deniliyor, emin de değilim çünkü tıp bana inanılmaz uzak bir alan. Anladığım kadarıyla çeşitli varyasyonları var bu durumun. Bebeklikte teşhis edilmezse vücudun baskın hormonu artık hangisi oluyorsa ona göre ergenlikte ortaya çıkıveriyor. Ya da kişi kendisini hangi cins olarak görüyorsa ona göre tıbbi müdahaleye girişiyorlar.
Peki baya uzattım, anlattıkça anlattım ama toparlayayım. Uzun lafın kısası, kitap şahane. Okuyun.

[Ben kitabın pdf'ini bulup, oradan okudum. Pdf hali Domingo'nun nisan 2015 tarihli ilk basımından elde edilmişti. Çevirisi Solmaz Kamuran'dan. Nette Türkçe'sini KitapYurdu'nda gördüm, 22,50 tl gibi bir fiyata düşmüş.]

8 Temmuz 2017 Cumartesi

sono tornata

Nihayet döndüm. Yani salı sabahı döndüm Ankara'ya ama ancak kendimi toparlayabildim. Çünkü eve gelip bir gece yatıp sonraki sabah hemen abimlere gittiğim için annemle birlikte, kafam allak bullak olmuştu. O eve gitmek istemiyorum. Yeğenlerimi seviyorum evet, ama o evde bana bir şeyler oluyor. Tamamen kafamda, biliyorum. Ama yine de engel olamıyorum. Abimlere gidince eve girdiğim anda üstüme bir şeyler çöküyor. Kafamı kaldıramıyorum, gözlerimi açamıyorum. Olduğum yere yığılıp, ölü gibi uyuyacak hale geliyorum. Öyle olunca da çocuklarla da doğru dürüst ilgilenemiyorum. Sinirim bozuluyor, moralim çöküyor. Bir yandan çok oynamak istiyorum yeğenlerimle, beraber koşturalım, hoplayalım zıplayalım istiyorum. Bir yandan da elimi kolumu kaldıramıyorum. Önümde çocuk kendini paralıyor benimle oynamak için, bense beni bir rahat bıraksa da uyuyuversem şurada diye sinirleniyorum ona. Sonra anında kendime kızıyorum, ulan gerizekalı sorun sende ne kızıyorsun el kadar çocuğa diyorum. Kendimden nefret etmeye başlıyorum. Delireceğim galiba.
Öyle olunca kaçıveriyorum hemen oradan. Önceki gün de öyle yaptım. Bir gece kaldım, ertesi gün çıkıp evime geldim. Tabi bu arada oradan çıkmak her defasında daha da büyük olay oluyor. Her defasında büyük yeğenim - ki üç buçuk yaşında - gidemezsin gitme diye ağlamaya başlıyor, kendini yerlere atıyor, bana yapışıyor, kendini helak ediyor. Saatlerce onu yatıştırmaya uğraştıktan sonra çıkabiliyorum oradan. İçim parçalanıyor ama boğazımı sıkıyorlar sanki o evde kendimi atmam lazım bir an önce dışarı gibi hissediyorum. Tüm bunlar olurken annesi de bana her defasında daha fazla sinir oluyor. Çocuğunu bu kadar üzüyorum, psikolojisini bozuyorum diye öldürecek bir gün beni.
Sorun bende biliyorum. Kocaman bir sorun var bende ama nasıl düzeltebilirim bilmiyorum. Etrafımdaki herkese mutsuzluk getirmek üzere doğmuşum gibi. Ya da diğer herkes için normal, düzgün giden şeyler bana gelince hep sarpa sarıyor, saçmalaşıyor gibi. Herkes gider kolayca, normalce yüksek lisans yapar mesela. Benim iki seferdir hep sarpa sarıyor. Evet benim suçum. Hep ben hiçbir şeyi doğru düzgün yapamıyorum, elime yüzüme bulaştırıyorum. Ya da insanlar bir şekilde beni sevmeyi başarıyor, arkadaşım oluyor; bense her defasında aramıyorum sormuyorum ilgilenmiyorum son sürat kaçıveriyorum. Herkesi üzüyorum. Sonra herkesi üzdüm diye ben daha çok üzülüyorum.
İşte böyle, şu güzelim havada, hiçbir derdim yokken gene de hayat dar oluyor bana. Babam telefonda çık gez dolaş boşver temizlik mi yapıyorsun evde diyor. İyi peki diyorum, diyemiyorum ki nereye çıkıp gezip dolaşacağım. Bu salak şehirde gezecek neresi var, gezecek param mı var, kendi başıma nasıl gezeceğim, kaldı ki sokağa adım attığım anda her bir köşeden tecavüzcüsü tacizcisi katili psikopatı fırlayacak gibi bu ülkede. Markete gitmeye bile tırsıyorum. Tabi bunların hiçbirini diyemiyorum. İyi peki deyip, evin kapısını 30 defa kilitleyip, film izliyorum kitap okuyorum.
Neyse kafaları iyice ütüledim. Köydeki odamın manzaraları koyayım, biraz güzellik edeyim.
Sabahları kalktığımda pencereyi açınca dosdoğru karşımdaki manzara bu

Sonra kafamı aşağıya indirince yavaş yavaş ufka doğru uzanan ormandan görünmeyen dimdik karadeniz yokuşu

ve en sonunda penceremin dibi
bonus olarak da köydekilerin çorak düzü dediği benimse edward'ın çayırı dediğim yer

21 Haziran 2017 Çarşamba

fındık

Ben bir Karadeniz havası alıp geleyim bari yoksa böyle otomatiğe bağlamış gibi film eleştirilerine boğacağım sizi.
Hepimize şimdiden iyi bayramlar olsun neye inanıyor olursak olalım. Sonuçta bayram :)

amaideas agus call

Bu seferki yumurtadan da Charlie Brown çıktı  En son 11 Mart'ta, Ramazan'ın başladığı gün, pazartesi günü yazmışım (Aradaki ekinoks ...