Yolculuk yapmak güzeldir. Yolculuklar güzeldir. Hele arkadaşlarla gidilen, arkadaşlara giden yollar en güzelidir. Uzun zamandır yapmayınca unutmuşum ben bu duyguyu. Geçen hafta bir pazar sabahı çıktık böyle yola. Eskiden, okuldayken, otobüste yan yana arka arkaya koltuklara ilişip gittiğimiz o yollar ya festivallere çıkardı ya su dolu tatillere. Yanıbaşımızda horuldayan amcaların fotoğraflarını çekerdik kikirdeyerek, bazen de birbirimizin omzunda uyuyakalırdık bitmeyen gece yolculuklarında. Şu yolların dili olsa da konuşsa. Artık yaptığımız yolculuklar o aile arabası görünümlü otomobillerde oluyor. Uyuyakalansa yanıbaşımızdaki çocuk koltuğundaki çocuklarımız. Yolların ucu kurduğumuz evlere çıkıyor. Ama yine de değişmeyen şeyler var tabi. Birlikte o yolları gidiyor olmamız, çocuğun mamasını kakasını düşünürken bile yine de çocukluğumuzu bir türlü kaybedemediğimizin ispatı gibi üstümüzü başımızı su yapmamız.
Böyle çıktığım yolculuğun (çıkış noktası Ankara haliyle) ilk durağı Eskişehir'di geçen hafta. Aslında ara duraktı diyeyim. Ankara'dan Bandırma'ya giderken Eskişehir'deki Sazova Parkı'na uğradık. Benim varlığından bile haberim yoktu açıkçası kapısına gidene kadar. Meğerse şahane bir yermiş. İçinde türlü türlü güzellikler olan yemyeşil bir yer burası. Masal Şatosu, Korsan Gemisi, Sualtı Dünyası, Bilim ve Deney Merkezi, Uzay Evi gibi bölümleri var. Ana giriş ücretsiz ama bu tek tek bölümlere giriş ücretli. Biz 4 yetişkin her birimize 10'ar liralık bilet alıp sualtı dünyasına girdik. Vaktimiz azdı, yolumuza devam edecektik, bir de yanımızda bir buçuk yaşında bir canavar olduğu için balıklara bakındık, masal şatosunun önünde dikildik, korsan gemisine uzaktan baktık ve bol bol çimenlerde debelendik. Şöyle bir tüm gün gelip uzay evine, bilim merkezine falan girmek isterdim ben. Bir kenara not ettim yapılacak diye. Ha bir de çılgın kalabalıktı pazar günü. Normalde o kadar olmaz herhalde. (Bu linkte ve şu linkte güzel yazılar mevcut, daha fazlası için bakın bence.)
Oradan kapanış saatine (yedi gibi) yakın çıktıktan sonra yine yola düştük ama bu sefer yine benim ilk defa gördüğüm bir yol klasiğinde yemek yemek için durduk. Köfteci Yusuf'muş burası. Eh ben yüzyıllardır arabayla seyahat etmiyorum, otobüslerin de mola yerleri bellidir, hiç görmemiştim. Ankara'da da varmış ama Yenimahalle'ye ne zaman gidecektim de görecektim. Bizim durduğumuz şubesi hangisiydi bilemedim ama böyle kocaman bir alana giriyorsunuz, içeride farklı farklı yiyecek bölümleri var. Oturma yerleri ortak ama bir kenarda ciğer yapılıyor, bir kenarda köfteler, sucuklar falan. Biz köftelerinden ve sucuklarından yedik. Masaya bir de tabaklarda o ezme gibi bir şey var ondan getiriyorlar (bu tür yiyeceklere hiç hakim değilim kim bilir neydi artık). Valla açtım o yüzden yerken iyi yedim. Ama çok da pişmiş değildi sanki köfteler. Bir de öyle olağanüstü bir lezzeti yoktu yani. Ama dediğim gibi, açtım, çılgınca yedim, şahane geldi yerken.
Kirazlı Manastırı'nın arka tarafı |
Sonraki 4 günü Bandırma'da geçirdim. Bu herhalde artık 4.gidişim mi ne oluyor. Arkadaşım evlenip oraya yerleştiğinden beri her gidişimde farklı bir yeri gezdirmeye, göstermeye çalıştılar bana eşiyle (Ama bir türlü o müzeye götürülmedim, yok efendim yok hiç müze hayır müze. İnsanın kendisiyle müze gezecek insan bulabilmesi ne nimetmiş ey romalılar yurttaşlar vatandaşlar! Ahh ahh değerini bilememişim, kafamı nerelere vurayım, salaklığıma doymayayım.). Bu ziyaretimde de yeni olarak Erdek'teki Kirazlı Manastırı'na gittim mesela. Eniştem işten çıkıp, bizi gezmelere götürebildiğinden ancak akşam üstü gibi saatlerde gezebiliyorduk. Bu sebeple güneş batmadan evvel çok az vaktimiz oluyordu. Manastırın da kendisinden çok aslında ona giden yolda yaptığımız yolculuk güzeldi. Zaten manastır hakkında da daha önceden hiç bir şey bilmiyordum (ki gezeceğim yerler hakkında hep daha öncesinden tonlarca şey öğrenip gittiğimden böyle bir duruma girince kendimi pek kötü hissettim). Öyle bir anda kendimi Erdek yolunda buldum. Ama var ya olağanüstü güzel o manzaralar. O yarım ada mı denir artık ne denirse onun o ana karaya bağlandığı topraklara yukarıdan bakmak, denizi görmek, sonrasında içerilere doğru kuytu ormanın, yemyeşilin içine dalmak süperdi. Zaten manastırdan geriye pek fazla bir şey kalmamış. Olan yerlerinde de hep piknikçilerden kalan dizilmiş oturma taşları, yanık izleri, çer çöp var. Ama en en en berbatı sinekler. Çılgınca uçuşan minik sinekler. Her bir yerinize giren sinekler. Ve her yerde. Arabadan indiğiniz anda hava oksijen atomlarından değil nötronların etrafında dönen sineklerden oluşuyor. 3.sınıf canavarlı korku filmi gibi ortam. Ha ama sinekler olmasa muhteşem bir doğa. Manastırın kalıntıları ağaçların arasında kalmış, arkasında bir dere akıyor, devasa ağaçların arasından güneş ışığı sızıyor...İnanılmaz güzel. Ama işte, sinekler. (Manastır hakkında bir şeyler okumak isterseniz de bu link ve şu link iyi.)
Erdek'te sahilde |
Bandırma'daki günlerim bu sefer çoğunlukla akşam-gece piknikleri eşliğinde sohbet muhabbet olarak geçti. Birkaç aile ve ben, çiftliğin piknik alanında semaver eşliğinde saatlerce oturduk hep. Bir yandan çok güzeldi, değişik insanlar tanıdım ya da önceki seferlerimden tanıştıklarımla daha da fazla muhabbet etme şansım oldu. Öte yandansa...Çok hüzünlendim be. O kalabalıkta, curcunada, o güzel kalpli hoş sohbet insanların arasında, keyifle muhabbet ederken bir yandan da öylesine hüzünlendim ki. Kendi yalnızlığıma, hayatta tamamen saçma sapan bir noktada çakılı kalmış oluşuma, her şeye hüzünlendim. Neden diye sordum o akşamlarda kendime defalarca. Neden. Neden bu kadar yalnızım? Nasıl bu kadar yalnız kalabilmeyi başarmışım? Bu insanların benden ne farkı var da yalnız değiller? Ben neyi yanlış yaptım? Sonra aklıma geldi yaptığım saçmalıklar. Bu insanların hiç biri daha 13-14 yaşlarında günlüklerine sayfalarca evlenmeyeceğim evlenmeyeceğim yanımda kimse olmayacak tek başıma olacağım dünyayı dolaşacağım hepsini tek başıma başaracağım diye yazmamıştır ki dedim kendime. Bu insanların hiçbirisi de içinde büyüdükleri mutsuz evliliklere bakıp da daha hayatlarının başındayken yalnızlık yemini etmemiştir ki. Yani hepsi bu yüzden oluyordur değil mi? Bunu kendime benim yapmış olmam lazım diğer tüm yaptığım saçmalıklar gibi, değil mi? O kadar da çirkin, o kadar da dayanılmayacak bir insan değilimdir yoksa değil mi? Önceleri herkesi bilerek itmişimdir, sonra da yapa yapa yerleşmiştir üstüme değil mi? Çok özel değilimdir değil mi, "the chosen one" ya da dünyayı kurtaracak olan falan değilimdir değil mi? Çok daha yüce bir amacım olduğu için dünya üzerinde yalnız, bir başıma savaşıp durmam gerekmiyordur değil mi? Lütfen masallar gerçek olmasın, lütfen çizgi romanlar uydurulmuş olsun, lütfen mitler sadece masallar olsun diye diye oturdum o akşamlarda. Lütfen dedim kendi kendime, lütfen ben de bu insanlar gibi daha basit, daha sade, daha dolambaçsız, daha hayalsiz ama çok daha mutlu olabileyim, lütfen.
Güya bu bir kafa dağıtma yolculuğu-ziyareti, bu yazı da bir gezi yazısı olacaktı ama ben lafa başlayınca gittiği yer hep böyle salak saçma yerler oluyor. Neyse, bahsetmek istediğim birkaç bir şey daha kaldı. Söz, onlardan da bahsedeyim, daha fazla saçmalamayacağım.
Bandırma'dan sonra Gemlik'e geçtim cuma günü. Otobüsle 2 buçuk saatte bitiveriyor. Karacabey üzerinden ilerleyen otobüs önce biraz iç taraftan gidiyor, Bursa otogarına uğradıktan sonra ise Gemlik'e çıktığınız an deniz görünüyor. O andaki o şaşkınlığımı görseniz (20 yıldır Ankara çoraklığında yaşamamış olan anlayamaz). Tıpkı dediği gibi Orhan Veli'nin: Gemliğe doğru/Denizi göreceksin;/Sakın şaşırma.
Gemlik sahilinde kayaların üzerinde oturup bakınca |
Gemlik'i ilk defa gören gözlerimle özetlemem gerekirse, ufacık bir yer. Ben Bandırma'yı ilk gittiğimden beridir çok severim mesela, değişik bir ruhu, havası var gibi gelir. Gemlik'te de aynı şeyleri bekledim giderken. Ufak kasabaları severim genelde çünkü. Ama Gemlik'te o duyguyu bulamadım. Bilemem belki orada olduğum iki üç gün boyunca havanın hep kapalı ve basık olmasından mı, buram buram nem ve sıcaktan mı. Ama bana değişik geldiği kesin. Sahilden yukarı, zeytin ağaçlarıyla kaplı tepelere doğru habire yapılaşan bir yer haline gelmiş. O tepelere yakın bir noktadaki evden sahile doğru yürürken roman mahallelerinin arasından yürüdük hep. Daracık sokaklar, eski yıkıldı yıkılacak iki katlı evler, herkes sokakta,...sanırım Gemlik deyince aklımda artık bu görüntü belirecek. İlk akşam sahile inip, bir turladık. Tüm Gemlik sahildeydi herhalde.
Bursa Koza Han'ın önünden |
Bursa Saat Kulesi'nin olduğu tepeden kuşbakışı |
Gemlik'ten belediye otobüsüyle yarım saatte Bursa merkezde olabiliyorsunuz. 4,40 tl tutuyor kişi başı. Bursa ile ilgili söyleyeceğim şey ise çok canlı geldiği bana. Buram buram hayat fışkırıyor gibi geldi. Bilmiyorum belki ben Ankara'da çok evden çıkmıyorum diye ya da haftasonuna denk geldiğim için tüm Bursa sokaktaydı diye. Gezdiğimiz iki gün de her yerde insanlar, çoluk çocuk dolaşıyor, geziyor, parklarda bahçelerde oturuyordu. Sanırım bu yüzden sevdim ilk görüşte Bursa'yı. Tatlı bir özgürlük gibiydi (Ha ama bu görüntüde şöyle bir şey de var ki sokakta Türkçe konuşan yok, herkes Arapça konuşuyor artık hangi ülkelerden geliyorlarsa, bir de kara çarşaflar her yerde çarşaflar.).
Bursa'da ilk gün Cemal&Cemil Usta'da yedik. Eh o kadar gelmişim bir de yerinde Bursa kebabı yemek lazım diye. Hemen sokakta ufacık bir yer. Kaldırımda sıraya diziliyorsunuz, dükkanın önünü kapamıyorsunuz. Biz hemen yanı başındaki tatlıcıdaki tatlılara ağzımızın suyu aka aka bakarak bekledik. Ama bir şey diyeyim mi o sıraya, o beklemeye kesinlikle değiyor. Ömrümde bu kadar lezzetli bir kebap yememişimdir. Üstüne bir de bize çay için çay için boşverin diyen garson abimize de saygılarımı sunuyorum, on numarasın abi.
İkinci günse Çiçek Izgara diye bir yerde yedik. Bu sefer şöyle dekorlu, manzaralı, kallavi bir yer olsun diye. Ama ne yalan söyleyeyim, o iki köfteyle patatesten tüm o esintili terasa rağmen önceki günkü kebabın onda biri kadar bile zevk almadım. Oraya gitmenize gerek yok.
Ulu Cami'nin içinden |
Ha bir de tabi tarih dolu Bursa. Ben yine araştırmadan etmeden cumburlop gittiğim için arkadaşımın o kısıtlı vaktimizde dolaştırabildiği kadarına rastladım ama özellikle Osmanlı dönemine ait güzellikler bol. Ulu Cami'ye girdik haliyle önce. Herhalde 9 yaşımda Kuran kursuna gittiğimden beridir girmemişimdir camiye. Son bir senedir girdiğim milyonlarca kiliseden sonra güzel bir değişiklik oldu. Ha ama bu kesinlikle benim suçum değil, eğer suç olarak görüyorsanız. Neyse şimdi burada sayfalarca çemkirmeme gerek yok, bir şey demiyorum. O değil de Ulu Cami güzel. Ama kokuyor, çorap gibi kokuyor küfle birlikte. Bir de çocuklarınızı salıp durmayın şu ortalığa. İçeride bağırıştan çağırıştan durulmuyor. Ve yürüyemiyorsunuz! Her an bir yerden bir çocuk fırlayıp çarpıyor. Koşturuyor veletler ortalıkta. Cami diye usul usul durmuyorlar ki. Sonra neden çocuk sevmiyorsun. Her bir şeyin içine ediyorlar çünkü. Bakın gene sinirim tepeme fırladı. Neyse, caminin içinde belirli özel noktalar varmış, Google öyle dedi. Bir minberin sağ tarafındaki kabe örtüsü, bir de vav işareti. Ha bir de güneybatıdaki parmaklıklar. Bir de bir güzellik var, girişte giyebileceğiniz pardesüler (böyle yazılıyordu değil mi ya?), etekler, baş örtüleri mevcut.
Ulu Cami'nin yanı sıra Osman Gazi ve Orhan Gazi türbelerini, Kapalı Çarşı'yı, saat kulesini görebilme şansım oldu. Bir de Koza Han'da oturup bir limonata içtik (sakın içmeyin), bir de dondurmalı irmik yedik (muhteşem ama ufacık, dişimin kovuğuna bile gitmedi). Koza Han'ın daha geçenlerde okuduğum bir kitaptan (Middlesex) dolayı hoş bir tebessümü vardı bende. Yalnız çok güzel. Keşke her gün gelebilsem dedirtiyor insana han.
Bir de Ulu Cami'nin yanından aşağı doğru inen o sokakta sıralı dükkanlar da çok güzel. Biz önce koku satan bir tanesine girdik. Arkadaşımın daha önceden aldığı kokulara bakmak hem de yasemin kokusu var mı diye sormak istemiştim. Yasemin bulamadım ama Nergis kokusu aldım ufak şişede, 5 tl. İlk sürdüğümde aşırı şekerli bir şey gibi kokuyordu ama bekleyince enfesleşiyor. Dükkan sahibi amcanın önerdiği diğer kokular bana hep tıraş losyonu gibi geldi, kim bilir belki onlar da biraz bekleyince güzelleşiyordur. Bir de o amca beni burnumu silerken görünce sinüzit mi var dedi, evet çocukluğumdan beri sümüklüyüm dedim. Bende de vardı yan taraftaki aktar bana bir şey önerdi ondan kullandım valla harika geldi diye orayı önerdi. Biz de koku dükkanından çıkıp (yahu koku diyorum da koku dükkanı değil tabiki, hac malzemeleri falan fıstık satılan bir dükkan) yandaki aktara girdik. Oradaki amcaya anlattık, o da çıkardı öbür amcaya verdiği şeyden. Snoil-Bitkisel Yağ Karışımı diye bir ufak şişe. İçinde bir dolu bir şeylerin yağı olan bir yağ şişesi. Ufak bir aparatı var, burnuna çekeceksin her sabah akşam dedi. Ama çok eğme genzine kaçmasın, çok da önde durmasın akar gider dedi. İstersen ya da suyun içine damlat, buharına eğ başını öyle de olur dedi. O gece eve dönünce denedim, var ya yeminle böyle bir işkence yok. Genzime gitti, çok pis yaktı, zaten bir süre koku da alamadım. Bilemiyorum çocuklar, bu yaştan sonra böyle aktarlara ilaç danışma, evde alternatif tıp denemeleri falan..Aktar amca 15 gün içinde teşekküre geleceksin bak görürsün dedi ama. Tabi ben sadece akşamları çekiyorum burnuma. Bakalım, kısmet.
Pazartesi günü de döndüm işte yine bu lanet şehre. Ulan ben bıktım Ankara'dan sıkılmaktan, kader bıkmadı beni buraya hapsetmekten. Bursa'dan 6 saatlik bir otobüs yolculuğu ile geliniyor buraya. İşte şimdi oturdum geldiğimden beri, yolculuğumda muhabbet ettiğim herkesin önerdiği yeni sitelerden, yerlerden iş bakıyorum. Açıyorum haritayı, Ankara dışında batıda ne şehirler varsa aratıp, ilanlara bakıyorum. Herkes yazılımcı arıyor ama olsun. Belki bir ağ yönetici arayan da bulurum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder