jeffrey eugenides etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
jeffrey eugenides etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Temmuz 2017 Pazartesi

Jeffrey Eugenides'ten Middlesex

14 yaşını bitirmek üzere olan Calliope Stephanides ergenlikteki diğer tüm kızlar gibi sorunlarıyla boğuşmaktadır. Ama kendinde hep bir "başka" sorun varmış gibi hisseden Calliope ne olduğunu, ondaki sorunun ne olduğunu bir türlü çözemezken sıcak bir yaz günü geçirdiği bir kaza ile sorununun kaynağının ortaya çıkışı başlamış olur. Bundan tam 41 yıl sonra ise yaşadığı onca şeyin ardından oturur Cal ve tüm bunlara sebep olan o ufacık kromozomların - onu oluşturan kromozomların - hikayesini en başından anlatmaya başlar. Yüzlerce yıl önceki atalarıyla birlikte ortaya çıkan sonrasında 1922'de Bursa'nın bir köyünden ateşler içindeki İzmir'e, savaşların ardından karman çorman olan Yunanistan'a, oradan gemiyle yepyeni bir kıtadaki çok farklı bir kente uzanan öykü ilmek ilmek Cal'i oluşturur böylece.
Kendisi de, romanının kahramanı gibi Yunan asıllı bir Amerikalı olan Jeffrey Eugenides'e 2003 yılında Pulitzer Ödülü'nü getirmiş Middlesex. Bunun dışında 2 romanı daha var, bir dolu da kısa öyküsü ve yazısı. Romanlarından biri, Türkçe'ye Bakir İntiharlar diye çevrilen kitabını Sofia Coppola 1999'da bir film haline getirmişti (İzlediğime hiç mutlu olmadığım filmlerden bir tanesiydi zamanında. Ne Eugenides'i ne Coppola'yı bilirdim, Kirsten Dunst ve Julia Stiles'a takık olduğum yıllardı ve filmin afişinde de Dunst kocaman bir şekilde göründüğü için balıklama dalmıştım filme. Ama hiiiç benlik değildi, siz kendiniz karar verin--> http://www.imdb.com/title/tt0159097/). 2010'da da kısa öykülerinden biri "Baster", The Switch ismiyle sinemaya uyarlanmış (onu izlemedim işte, Jennifer Aniston'ı görmeye dayanamıyorum son sürat kaçasım geliyor). Son romanı The Marriage Plot Türkçe'ye çevrilmemiş, bulamadım ben o yüzden öyle diyorum. Ama çoktan tv uyarlaması üzerinde çalışılmaya başlanmış. Hatta Middlesex'in de tv dizisi olarak uyarlanacağına dair birkaç bir şey okudum. Yani anlayacağınız Eugenides bir yandan çok tutulan, gayet popüler olan şeyler yazarken bir yandan da bu yazdıkları edebi çevrede de takdir ediliyor.
Jeffrey Eugenides
Middlesex'e geri dönersek..Daha en başından hikayesine vurucu bir cümleyle bodoslama girip, tüm kitap boyunca anlatacağı ne varsa o ilk sayfada tek tek söyleyiveren bir hikaye bu. Anlatıcımız, kahramanımız Cal daha en başından durumunu açıklayıp, böyle böyle diyor. O bir hermafrodit olarak doğuyor ama doğduğunda fark edilmediği için ancak ergenliğe girdiğinde belirmeye başlayan tuhaflıklarını görüyor. Zaten 14 yaşında da bir kaza sonrası hastanede fark edilen durumun ardından gerçek kimliğine ulaşması da çok uzun sürmüyor. Nasıl başladığını ve nasıl bittiğini bildiğimiz, dahası kahramanımıza ne olduğunu bildiğimiz, bunu bize direkt söyleyen bir hikayeyi yaklaşık 600 sayfa boyunca anlatılabilen akıcı ve merak uyandırıcı bir roman haline getiren ne peki? Kesinlikle Eugenides'in kalemi. Anlatmayı seçtiği zaman dilimi, mekanlar, kentler, ülkeler. Dahası karakterlerinin her biri hem çok yakınlar hem de çok uzak. Kurtuluş Savaşı sırasında başlıyor anlatmaya bize Cal öyküsünü. Onu oluşturan ilk kuşak, Bursa'nın bir Rum köyünden iki genç kardeş. İpekböcekleriyle başlayan hikayeyi biz, senelerce okulda, tarih kitaplarımızda Kurtuluş Savaşı olarak okuduğumuz olayları bir de karşı-laştırdığımız tarafın ağzından, daha doğrusu 3.kuşak bir Yunan-Amerikalı'nın ağzından dinlerken herşey çok daha ilginç hale geliyor. Sonrasında bizim İzmir'in Kurtuluşu, Yunanların denize dökülmesi olarak bildiğimiz günleri hem bu yurtlarını terk etmiş iki Rum kardeşin hem de İzmirli bir Ermeni'nin gözünden görüyoruz. Ardından yıllardır filmlerle gördüğümüz bildiğimiz bir hikayeyi bir de bu kahramanlarımızın gözünden yaşıyoruz, taşı toprağı altın, özgürlükler ülkesi Amerika'ya Ellis Adası'ndan geçerek adım atan Avrupa'nın, yaşlı kıtanın fakir ama umut dolu göçmenlerinin hikayesi. 

Tarihi saptama: İnsanlar 1913 yılında insan olmayı bıraktı. Bu, Henry Ford’un, arabalarını hareketli bantlar üzerine yerleştirip işçilerin bu bandın hızına uygun olarak çalışmalarını istediği yıldı. İşçiler önce isyan etti. Çağın yeni hızına ayak uyduramayanlar kitleler halinde iş bıraktı. Uyum süreci o tarihten bu yana devam etti; öyle ya da böyle hepimiz ondan bir şeyler kaptık, yüz çeşit hareketi tekrarlamak üzere joystick ya da uzaktan kumandalarımıza sarıldık. (Kitaptan)
O göçmenlerle birlikte ise önce "Roaring 20s" fonunda motorlu araba devrimi kenti Detroit'te yaşıyoruz, muhteşem ama içki yasaklı yıllar yerini Büyük Bunalım'a bırakırken ve ikinci kuşakla birlikte biz de Amerika fonuna iyice alışırken II.Dünya Savaşı patlak veriyor. İkinci kuşakla ikinci savaşı da atlattıktan sonraysa Amerikan kültürünün 60ları ve 70leri ile herşey nihayetine ererken Calliope de artık Cal'e dönüşüyor.

Kadınlar bir bedene sahip olmanın ne demek olduğunu iyi bilir. Onun zorluk ve kırılganlığını da, zafer ve hoşluklarını da... Erkeklerse bedenlerinin sadece kendilerine ait olduğunu sanırlar. Kalabalık içinde bile bu böyledir.(Kitaptan)

Eugenides'in kitabı bir hermafroditin hikayesi gibi görünse de ilk başta, böylece anlattığım gibi esasında bir ailenin kuşaklara yayılan hikayesi. Zaten kitabı da bu kadar okunası, bu kadar keyifli yapan bu. Cal'in durumu en başta bizi bir şaşırtsa da (çok fazla karşılaşmadığımız pek bilmediğimiz bir şey olduğu için) sayfalarla birlikte 1922'ye ışınlandığımızda ve yıllarla birlikte koşturduğumuzda onu tamamen unutuyoruz. Durumunu unutuyoruz daha doğrusu, sadece çıkış noktamız oluyor o ve Cal de yanı başımızda bizimle birlikte yürüyor. Evet bir yandan insan şaşırıyor, tüh tüh vah vah diyor ama sonra da en azından bugün doğan bebekleri daha doğduklarında hemen bir tam taramadan geçirip, bir şey varsa fark ediyorlar ve her şey ona göre şekilleniyor diye düşünüp, rahatlıyor (Tabi hala dünyanın yüzde doksanının bir köy olduğu gerçeğini kendimize hatırlatmazsak). Ama burada çok önemli bir nokta var: Eugenides her ne anlatıyorsa onu hiç bir türlü fazla dramatize etmiyor, abartmıyor, her şeyi dozunda yapıyor. Başka bir yazarın elinde salya sümük hale gelecek kısımları o kadar güzel anlatıyor ki mesela okumaktan apayrı bir zevk alıyorsunuz. Komedi dozunu öyle bir ayarlıyor ki hem kahkaha atıyor hem de düşünüyorsunuz. En önemlisi, yukarıda bir yerlerde de dediğim gibi, hem çok farklı bir hikaye anlatıyor hem de alabildiğine içimizden, alabildiğine yakın bir şey oluyor bu.
Yakın dememin sebebi, bilmem size de öyle geliyor mudur ama Yunan hikayeleri, içinde Yunan esintileri olan hikayeler, filmler bana hep tanıdık gelir bir şekilde. Aslında tanıdık kelimesi tam olarak karşılamıyor hissettiğimi. Yakın ya da sıcak gibi diyebilirim belki. Genel fikir olarak Orta Asya'dan göçerek gelmişsek buralara, yani çoğunluğumuz için öyle bir sav atabiliyorsak ortaya, diyebilirim ki yola çıktığımız yerden çok durmayı seçtimiz yere daha çok benzemişiz. Batı özentiliği, Amerika özentiliği gibi salak saçma tabirleri geçiyorum. Onlarla alakası bile yok demeye çalıştıklarımın. Sadece tarafsız bir şekilde baktığınızda gelip yerleştiğimiz bu yerde, yan tarafımızdakilerle elimizde olmadan baya bir benzeşmişiz. Bundan dolayı, hem de onca yaşanmışlığımızdan dolayı (kör olasıca savaşlar) Ege Denizi'nin ortasına bir çizgi çekmişiz de iki yanında simetri oluşmuş gibi. Roma'da bile gittiğimiz Yunan restaurantında evdeymişim gibi hissetmemin bir sebebi olsa gerek. Ya da mesela My Big Fat Greek Wedding filmini izlediğimde ilk seferinde, o kadar gülümsememin o kadar sevmemin sebebi buydu. Hala her bulduğuma öneririm bu filmi, o kadar sevimlidir kendisi (Filmi takip eden yıl dizisini de yapmaya çalışmışlar ama tutmamış, 7 bölüm falan. 2016'da da filmin ikincisini yaptılar. İlki kadar değildi ama işte, ilkinin hatrına izleniyordu. Ama ilk film tee önceden tek kişilik oyunuymuş hem başrol hem de senaristi olan Nia Vardalos'un.)
Tabi siz şimdi bir de bu hermafrodit ne ola ki diyor olabilirsiniz. Yunan mitolojisine aşina olmayanlar için ve olayın tıbbi boyutunu benim gibi daha önce çok da fark etmemiş olanlar için kendi okuduklarımdan şöyle derleyeyim. Yunan mitolojisinde tanrı Hermes ve tanrıça Afrodit'in oğlu olan Hermafrodit (bu ikisi de resmen günümüz yeni kuşak ebeveynleri gibi tutmuş ikisinin isimlerini birleştirip çocuklarına vermişler) pek yakışıklı bir genç imiş. Ida dağının nymphleri tarafından büyütülen yağız delikanlımız 15'ine gelince her kanı kaynayan genç gibi gezeyim göreyim diyerekten soluğu Karia'da almış ki burası Muğla'nın kuzeyinden başlayıp Büyük Menderes'e kadar inen bir alanı kaplıyor. Karia'daki krallığın merkezinin yer aldığı Halikarnassos'ta bir su kaynağına (işte göl nehir bir şey, siz anlayın), Salmacis suyuna gidiyor. Orada kenara uzanmış yatarken tüm görkemiyle, nehrin nymphesi ona aşık oluveriyor (Bazı kaynaklara göre Salmacis nymphenin ismi ama çok da iyi bilmediğim konuda ahkam kesmeyeyim). Nolur tanrılar noluuur bizi bir araya getirin, ayh ben dayanamayacağım bana fenalıklar basıyor diye yalvar yakar dualara girişen nymphenin duasını duyan Olimpos'un tanrıları sen misin aşık olan al ulan sana diyerek etmişler edeceklerini. Aşık nymphe ile yakışıklı delikanlının bedenlerini bir araya getirmiş, ikisini tek bir insan yapmışlar. Böylece hem erkek hem de kadın bedeninin özelliklerini taşıyan Hermafrodit ortaya çıkmış. 
Jean-Fronçois de Troy'un Salmacis ve Hermafroditus'u, Christies'den.

Diocletian Hamamı'ndan 2.yy.a ait mermer Hermafrodit heykeli, Louvre Müzesi'nden.
Antik Yunan'da ve Roma'da bu hikaye sebebiyle bu Salmacis'in suları erkekler için lanetli diye bilinirmiş. Bu suya giren erkeklerin kadınsı özellikler kazandıkları söylenirmiş. Bu mitle birlikte Yunan ve Roma döneminden kalma çeşitli hermafrodit heykeller görmüşlüğüm var benim. Müzelerde en çok rastladığım bu yüzükoyun uzanmış gibi yapmış ama bedeninin aşağısı yan duran hermafrodit heykeli. Ki her bir eserde yüz güzelliği olarak on numara yapılır kendisi. (Mit ile ilgili kaynaklara bakmak isterseniz: Theoi ve Greek Myth Index). İşte yüzyıllar geçtikçe insanlar da bu mitten yola çıkarak çeşitli şekillerde meydana gelebilen bu kromozom bozukluğuna bu adı vermiş. Yani sanıyorum kromozom bozukluğu deniliyor, emin de değilim çünkü tıp bana inanılmaz uzak bir alan. Anladığım kadarıyla çeşitli varyasyonları var bu durumun. Bebeklikte teşhis edilmezse vücudun baskın hormonu artık hangisi oluyorsa ona göre ergenlikte ortaya çıkıveriyor. Ya da kişi kendisini hangi cins olarak görüyorsa ona göre tıbbi müdahaleye girişiyorlar.
Peki baya uzattım, anlattıkça anlattım ama toparlayayım. Uzun lafın kısası, kitap şahane. Okuyun.

[Ben kitabın pdf'ini bulup, oradan okudum. Pdf hali Domingo'nun nisan 2015 tarihli ilk basımından elde edilmişti. Çevirisi Solmaz Kamuran'dan. Nette Türkçe'sini KitapYurdu'nda gördüm, 22,50 tl gibi bir fiyata düşmüş.]

eylülde

 Neden hep imkansızı istiyor ki canım? Oysa çok kolay olabilirdi. Elimi uzatsam alabileceğim mesafede duran şeyler. Çok kolay olabilirdi. He...