4 Mart 2017 Cumartesi

Edward Hopper'ın "Nighthawks" tablosu üzerine



Hopper sevmem. Açık söyleyeyim. Tablolarında beni rahatsız eden kocaman bir boşluk, yalnızlık, boşvermişlik, umutsuzluk, böyle bir boğazıma boğazıma sarılan bir bunaltma duygusu var. Ben daha çok Artemisia Gentileschi, Caravaggio, Rubensçiyim. Ama yine de bu "Nighthawks"ta beni bile cezbeden ilginç bir şeyler var.

1 Mart 2017 Çarşamba

iyi haber

Az önce içimi rahatlatacak bir haber aldım da burada ellerim havada zıplayarak kutlayayım istedim :)
Dertlerimden bir tanesi çözülecek sanırım. Az önce okulla görüştüm, yüklemem gerekiyor görünen iki belgeyi de yüklememe gerek kalmadı. Roma'daki okuldan hala cevap yoktu çünkü. Şimdi belki bu şekilde hibenin geri kalanını ödeyebilirler bana diye düşünüyorum ama onu da bir sonraki telefonda sorarım. Umarım öderler, lütfen ödesinler. Çünkü gidiş geliş tarihlerimi hesapladıklarında benden geri ödememi isteyecekleri miktar hemen hemen bir aylık hibeye eşit oluyor, bu sayede geri ödemem gereken parayı çıkarmış olabileceğim.
İyi bir haber sayılır değil mi? Gerçi şu an ilk andaki mutluluğum kalmadı ama. Ulan tüh be keşke hibenin geri kalanını da ödeyecek misiniz bu durumda diye soraydım. Ah benim aklıma edeyim ben.

28 Şubat 2017 Salı

mirror mirror on the wall...something wicked this way comes...

Şimdi çocuklar, film olayına da şöyle geri döneyim dedim. Biliyorsunuz, biliyor musunuz, biliyorsunuzdur artık, bizim Güzel ve Çirkin olarak bildiğimiz masala olan tuhaf takıntımı, Belle konusundaki abartılı görüşlerimi falan. İşte şimdi 17 martta da vizyona girecek ya yepisyeni film, onun bahanesiyle dedim ki, oturayım şu Disney prenses filmlerini bir sağlam kafayla izleyeyim. Hepimiz çocuklukta üç beş gördük ama açıkçası ben hiç doğru düzgün izlemedim. Hem bakalım neymiş diye hem de 2 tane kız yeğen yetiştirme çabasının başında bir hala olarak bilinçli yetişkin cübbemi geçireyim üstüme diye. Öyle ya, büyüğü geldi 3 yaşına, öbürü daha 6 aylık ama, sonuçta ikisini de prenseslerle masallarla paralel evrenlerle comic booklarla falan ben tanıştırıyorum, tanıştıracağım. Vazife bilinciyle izleyeyim şu filmleri de, ne olur ne olmaz.
Filmlerimiz - tabiki kronolojik olarak - şöyle sıralanıyor:
1937 - Snow White and The Seven Dwarfs
1950 - Cinderella
1959 - Sleeping Beauty
1989 - The Little Mermaid
1991 - Beauty and The Beast
1992 - Aladdin (Jasmine niyetine aslında bu film tabi, yoksa Aladdin de kimmiş?!)
1995 - Pocahontas
1998 - Mulan
2009 - The Princess and The Frog
2010 - Tangled
2012 - Brave
2013 - Frozen
2016 - Moana
Yani demem o ki alacağım bu animasyonları karşıma, felsefeden gireceğim sosyolojiden psikolojiden çıkacağım. E tabi, sonuçta tüm bu konularda en yetkin benim :) Vallahi bakalım artık ne kadar saçmalayabiliyorum. Bir yandan da asıl masal metinlerini buldum, onları okuyacağım (http://www.pitt.edu/~dash/folktexts.html adresinde acayip bir hazine var, bakın derim).

Hadi be Zeyna bir el at be

Peki madem kendime geliyorum hemen. İyice zıvanadan çıktı buralar, böyle hep bir aman yarabbi çok kötüyüm ühü ühü, ama yumurtaya can veren allahım patlıcanı niye yarattın böhüüü diye diye kısır bir döngüye girmiş halde Neverland. O yüzden biraz da olsa normal insan olma çabasına döneyim. Listelerime, ufak hedeflerime geri döneyim istedim. Ne yapardım ben mesela? Liste yapar ona göre kitap okurdum. Konularına göre gruplar yapar, ona göre film izlerdim. Ya da bir ay boyunca misal bir oyuncunun diskografisini bitirecek şekilde film izlerdim. Bir döneme odaklanır, her bir ayrıntısını öğrenecek şekilde okumalar yapardım. Yazardım. Allah aşkına yazardım ya! Bir şeyler yazardım, hikayeler yazardım, oraya buraya not düştüğüm roman projelerime üç beş satır eklerdim, karakterlerin geçmişlerini oluştururdum. Eskiden sofraya oturduğum her defasında ayrı bir diyalog yaşanırdı kafamda ayrı bir kitabım için. Şimdi bir şeyler yemek için oturduğumda masaya mutlaka 20 dakikalık bir dizi bir şey açıyorum ki karşıma, kendimle baş başa kalmayayım, kafamın içinde boğulmayayım. Ne oldu bana böyle ya? Düzelteceğim.
Bu yüzden mesela kitap listemi hazırladım. Daha doğrusu ocak ayının başında hazırlamıştım. Kitaplığımda senelerdir durup duran, okumadığım kitapları ya da oradan buradan okuduğum ama sonunda kendim için kitaplığa satın aldığım ve bir daha okumam gerektiğini düşündüğüm kitapları sonunda raflardan çıkarıp, dizdim ve baktım. İlk kararım bunları okumaktı bu sene. İyi de başladım sanki, Silmarillion'u alıp elime iki hafta içerisinde içtim resmen. Bu arada kasımdaki bir uçak yolculuğundan yadigar "Fall of Giants"ı da o listenin aralarında soluklanmak için okuyayım, belki o vesileyle biter demiştim ama yeni yılın 2.ayının sonunda karşılaştığım manzara şu: Silmarillion'dan sonra biraz Fall of Giants'la devam ettim. Ankara'ya dönünce Hurin'in Çocukları'na geçecektim (2.seferim olacaktıbu, 2012 eylülünde kütüphaneden alıp, 10 içinde okumuşum, Goodreads'im öyle diyor). Ama ben ne yaptım? O kadar bunalımın dibine vurmuş haldeydim ki önce J.R.Ward'un Kara Hançer Kardeşliği serisinin ilk kitabı olan Karanlık Sevgili'yi, ardından da işte geçende bahsettiğim o salak saçma akşamın üstüne Büşra Küçük'ün Kötü Çocuk serisinin 3 kitabını okudum. Nereden nereye diyor insan değil mi? Ne kadar akıllı olursanız olun, ne kadar büyümüş, ne kadar olgunlaşmış, ne kadar aşmış olduğunuzu düşünürseniz düşünün, bazı durumlarda içinizdeki o bir türlü ayarını tutturamamış ergenin kafanızın içine çöreklenmesine engel olamıyorsunuz. Halbuki 30 yaşındayım diyor insan kendi kendine, ben burada salak saçma düşünceler içinde kendimi harap ederken o gerizekalı insan kilometrelerce ötede gayet mutlu mesut, yanıbaşında sevgilisiyle, aklı on karış havada, hayatını yaşıyor ve sen zerrece önemli değilsin o hayat içinde. E o zaman sen niye kendini harap ediyorsun burada? Kendine hiç mi saygın yok? Herkes et kemik kas, su protein yağ karbonhidrat sonuçta. Niye kendini başka bir et için böyle bir duruma düşürüyorsun? Önemli olan sensin, düşünmen gereken sensin, sen hepsinden akıllısın, senin onu ve onları değil onların seni düşünüp de harap olmaları gerek. Senin önünde diz çökmeleri gerek, bir kıyıda, uzakta bir köşede mahvolup duran onlar olması gerek. Değil mi? Gibi kendime gaz verdim bolca ve 4 ergen kitabından sonra şimdi raylara geri dönebilirim.
Yine Hurin'in Çocukları'ndan devam edeceğim elbette ama bu sefer aralara başka kitaplar katmayı düşündüm. Daha doğrusu, uzun yıllardır köşebaşım-taşım olan One Tree Hill'in daha önce de izlerken çıkarmaya çalıştığım kitap listesini bu sefer daha okkalı ve incelemeli bir şekilde yapmaya karar verdim. Aslında hiç aklıma yoktu OTH uzun zamandır. Bu yaşta da gelmesin artık diyordum ki, amaan dedim canı cehenneme dostum, what the heeellll! 60 yaşında da olsam lise dramalarını izlemeyi seviyorsam seviyorum, kime ne? Kaldı ki bu benim akıl yaşım veya IQ'm hakkında bir şey mi diyebilir? Dese bile kime ne? Dedim kendime yine. Ve o eski listemi daha sağlıklı bir şekilde elden geçirmeye başladım. O yüzden ilk sırada John Steinbeck'in "The Winter of Our Discontent"ı var. Türkçe'ye iki türlü çevrilmiş, Mutsuzluğumuzun Kışı veya Kaygılarımızın Kışı şeklinde. Gönül  isterdi ki (yok o Gönül değil ama eminim o da isterdi sorsam hangisini okuyayım diye :D )Sel Yayınları'nın yaptığı en son, o tertemiz baskısını Kaygılarımızın Kışı ismiyle çevrileni alıp okuyabileyim ama artık nette pdf olarak ne bulursam. Ardından da Shakespeare reyizin Julius Caesar'ının üstünden geçeceğim (onu da daha önce 2011'de okul kütüphanesinden okumuşum).
Birebir haftalık takip ettiğim 8 dizi var yabancı ama şu ara sadece 3 tanesi yayında (Listem burada). Yani bu ara her hafta yeni bölüm gelmiş mi diye takip edeceklerim Supergirl, The Flash ve Arrow. Bu üçlüye DC's Legends of Tomorrow iyi giderdi ama kendimi zorlamayayım, alıştıra alıştıra.
Televizyona da baktım şöyle bir geçtiğimiz birkaç gün. İzlenir mi ne var falan diye. Valla sanırım ufak bir iteklemeyle Adı Efsane'yi ve İçerde'yi izleyebilirim. İzlerim izlerim. Birinde Erdal Beşikçioğlu var ki zaten lise dizisi diyebiliriz (yazar burada kendisiyle dalga geçiyor;)), diğeri de Çağatay aşkına! (vuhuu, yazar burada da içindeki ergenin dizginlerini salıverdi). Şaka şaka, İçerde'nin müzikleri falan hakikaten insana bir titreme vermiyor değil, atıma atlayıp kaleler fethedesim geliyor. O değil de asıl bir tane dizi tanıtımı gördüm geçen akşam, İsimsizler mi ney, onun müziği çok iyiydi ya. Youtube'da buldum ama, şuymuş: https://www.youtube.com/watch?v=g24v9TEGuuQ
Yalnız ne televizyon izlemişim be!

27 Şubat 2017 Pazartesi

the middle

Oraya buraya mail yazıyorum. Roma'daki okula yazıyorum belgemi imzalasınlar diye. Başka okuldaki bir hocanın dersine girmem gerekiyor, ona mail yazıyorum dersi dinleyebilir miyim diye (ama ulaşamıyorum). Habire iş ilanlarına bakıyorum, ne iş yapabileceğim hakkında en ufak bir fikrim olmamasına rağmen. Hemen her gün telefonda babam şuraya başvur buraya başvur diye direktifler veriyor, halam bir yandan cvni yolla buradan da uğraşalım diye gaz veriyor. Bir an önce o girmem gereken derse başlamam gerek ama hiçbir şey yapamıyorum bununla ilgili. Tez hocalarımın bahsettiği şeyleri araştırmam gerek, hatta dönüp taa lisansta gördüğüm birkaç dersi yeni baştan öğrenmem gerek ama nereden başlayacağım, bir türlü elim gitmiyor. Aidatı vermem gerek iki aylık, geçiştiriyorum, çünkü cebimde nakit para yok doğru düzgün. Umarım abim telefon etmez diye telefona korku dolu bakışlar atıyorum, çünkü her an telefon edip ben yarın nöbetçiyim-işim uzadı eve gelemeyeceğim gibisinden bir durumu olup beni yengemle ve çocuklarla kalmak üzere eve çağırabilir. Ki gelemem diyemiyorum bir türlü. Bir dolu işim var abi, hepsi de size fuzuli geliyor ama değil işte, diyemiyorum. Bir an önce hayatımla ilgili bir şeyler yapmam lazım ama sizin evde, çocuklarla tüm gün tuvalete bile zor gidiyorum, diyemiyorum. 30 yaşına geldim ama hepiniz sayesinde kendime ait bir hayatım yok, hiç diyemiyorum. Ya hibenin geri kalanını alamazsam? Dahası gidiş geliş tarihlerimden dolayı verdikleri paradan da kesinti hesaplarlar ve geri isterlerse? Gözlerim berbat, doktora gitmem gerek. Aylar önce dolgusu düşen ve nerdeyse tamamı kırılıp giden dişim için artık dişçiye gitmem gerek.
Evet her şey çok zor ama bir yandan da kendine gel diyorum. Kendine gel. Toparlan. Başarabilirsin. Hepsi yoluna girecek. Korktuğun hiçbir şey olmayacak. Hepsini düzeltebilirsin. Salak değilsin. Dünya milyonlarca salaktan oluşuyor ve sen onlardan biri kesinlikle değilsin. Benimle konuşan insanların, ne bileyim beni önemseyen insanların dediği bir şey var hep. Kendine güvenmiyorsun, sen herşeyi yapabilecek kapasitedesin, diğerlerinden çok daha iyisin ama onların kendine güvendiklerini yarısı kadar bile kendine güvenmediğin için hiçbir şey yapamam zannediyorsun. Gibi şeyler. Hep. Onlar böyle söylerken karşımda, çoğunlukla kafamdaki ses şöyle düşünüyor, yine bana gaz vermeye çalışıyorlar. Beni sevdikleri için böyle söylüyorlar. Çünkü zaten karşılarında o kadar umutsuz görünüyorum ki bir üfleseler gidip kendimi uçurumlardan atacağım diye korkuyorlar diyorum. Ama nasıl böyle inanmadıkları şeyleri söyleyip beni inandırmaya çalışıyorlar? Yani başaracağını ya da akıllı olduğu düşünmediğim birine, çok sevdiğim biri bile olsa ben demem yaparsın diye. Ya da sen müthişsin, şahanesin, bastır! demem. Diyemem. İçimden gelmez. Ona da yazık ederim diye düşünürüm. Yapamayacağı şeylere inandırmamalıyım boşu boşuna derim. Ama işte bu da yine aynı noktaya getiriyor beni, herkes yalan mı söylüyor? Beni mi yiyor? Yoksa hakikaten, bir parça da olsa, ufacık bir parça da olsa haklılar mı?
Haklı olsunlar veya olmasınlar, şu andan daha fazla dibe vurabilir miyim bilmiyorum. Kendime gaz vermeye çalışıyorum, güçlü ol, kendine güven, herşey çözülecek, yapabilirsin, aslında hepsini yapabilirsin diye ama.
Günün hadi kendime ağlayayım şarkısı da bu. Spotify beni artık çok iyi tanıyor, kendisi öneriveriyor hemen.
https://open.spotify.com/track/07A1jad6YlyvPKQPpuv0TB

22 Şubat 2017 Çarşamba

bana alerjisi olan dünyaya selam olsun

Var ya artık ben bile takip edemiyorum başıma gelen saçmalıkları. Şu an Bandırma'ya giden otobüste olmalıydım mesela, buz gibi evde yorganın altında titreyerek bilgisayardan iletişim kurmaya çalışıyor olmamalıydım. Ama ne kadar salakça şey varsa ben yapıyorum ya da ne kadar saçması varsa benim başıma geliyor.
Bakın sabah kalktığımda plan basitti. Birkaç bölüm daha The Big Bang Theory izle, kafan dağılsın, düşünceler savuşsun. Sonra sırt çantana bir kazak, bir pijama at, üstünü giy, evden çık. Rahat rahat odtünün girişine gel, hocayı bekle. Diğer hocayla görüşün, herşey güzel gidecek. Sonra oradan çık, aştiye geç, biletini al, armadaya dön, yemek ye, canın isterse filme gir, çıkınca da aştiye geri yürü, birkaç saat içinde otobüse bineceksin zaten, sabah da hoop kızların yanındasın.
Ama yooo, yooo, kesinlikle hiçbiri böyle olmadı. İşin içinde benim gibi bir unsur olduğu için herşey saçmasapan bir hal aldı. İlk olarak hocanın dediği saatin yarım saat sonrasını anlamışım - meğerse -, o yüzden evden çok geç çıkmış oldum ama tabi ben bunu otobüste hoca aradığında fark ettiğim için mutlu mesut gittim bir süre. Herşey yolunda görünüyordu, taktım kulağıma spotifyı, dün gece kafaya taktığım bir şarkı vardı, onun olduğu albüme bastım çalsın diye, albüm dediğim de single mı ne oluyor işte bir tek o şarkı var, o yüzden direkt o çalacak diye çok rahatım. Ama spotify böyle tek şarkılık albümlerde - premium kullanıcı değiliz ya beleşçiyiz ya hiçbir dediğimizi yapmayacak - kendisi de şarkılar öneriyor çalıyor. Başka bir şarkı çalmaya başladı. Ama süper bir şey, yani o an ne bileyim öyle bir geldi ki o otobüste, aman yarabbi sırıtıyorum, çok mesudum, hepinizi tek tek sarılıp öpeceğim my fellow yolcular. Allahım bugün ne güzel bir gün, olley havasındayım. Ama hoca aradı şarkının ortasında. Nerdesin? Yoldayım. E 5'te yanında olacaktık diğer hocanın demesin mi? Normalde böyle bir durumda, hele ki bu hocamın karşısında sesim şeyime kaçardı ama o an o şarkının ortasında, o modun ortasındayım ya ben bile şaşırdım kendime telefonumu kapatınca ama resmen gayet açık net bir sesle e ama hocam ben buçukta dediniz diye biliyordum ona göre ayarladım kendimi otobüsteyim deyiverdim. Dedim demesine ama içimdeki diğer ben ağzıma ediyor bir yandan, ulan manyak mısın ne yapıyorsun kem küm desene özür dilesene diye. Kanımca hocam da şaşırdı, peki hadi ben bekliyorum dedi. Ama nasıl tutuştuğumu anlatamam. Kulağımda o süper şarkının son demleri, telefonu kapattım ama resmen allak bullağım. Bir yandan ulan şarkı çok güzel çok mutluydum az önce mutluydum ama. Bir yandan da sıçtık lan sıçtık napacam öldüm ben şu an. Otobüsten metro durağında nasıl atladım, hemen taksiye koşturup abi nolur 10 dakikada beni odtünün girişine at dedim bilmiyorum. Taksici abi de endişelenmiş olabilir, merak etme hemen gideriz dedi, hocan da senin iyiliğini düşünüyordur dedi. Öyle de dedim, sen onu tanımıyorsun demedim. Hoca işte, hepsi kuralcı dedim. Neyse ki harbiden 10 dakika olmadan yetiştik. Ama gazap üzümleri burada başlıyordu.
Ölesiye tırstığınız bir hocayla onun arabasında onun tanıdığı başka bir hocayla görüşmeye gittiğinizi hayal edin. Ben etmedim ama gerçek oldu. Detaya girmeyeceğim, çünkü gene kendimi alabildiğine salak ve yetersiz hissettiğim bir görüşmelerden biriydi. Bu sefer benim hoca yüzünden değil. Diğer hoca yüzünden. Hiçbir şey bilmiyormuşum, evet. Ama benim hoca da ilginçti, kendine hiç güvenmiyor kendini hep daha az görüyor gibi şeyler söyledi. Hatta sanırsam beni biraz da böyle gururla falan tanıştırdı. İlk dönem boyunca hepimizi o derste gömdün ya hocam, biz 6 genç insan senin ağzından her çıkan ve çıkmayan kelimeyle o koca masanın altına battık ya resmen, ağlattın ya kızı, hepimizi gömüp gömüp sürttün ya o masaya. İlginç.
Neyse, ordan çıkınca normalde armadaya gidecektim değil mi. Ama erkendi, eve mi gitsem dedim. Ama hocam da o tarafa gidecekmiş, sırf onunla daha fazla arabada o gergin sessizlikleri yaşamaya devam etmemek için (yalnız hakkını yemeyeyim konuştu, o konuştu hep, ben de dilim mideme kaçmış gibi yutkundum kafa salladım hıhı evet dedim) hemen çıkışta indim. E orada inince de hem altıma edecektim hem de açım. Koştura koştura cepaya girdim. Yemeği falan yedim derken bir baktım sinemaya girmek istiyorsam koşturmam lazım. Yani çok da gerekli değil ama o kadar saati geçirmiş olurum diyorum. Koşa koşa bileti aldım ama yine tuvalete gitmem lazım. Önce paltomu düşürdüm tuvalette yere, sonra telefon şuuup klozetin içine! Bir de abimin eski telefonu, emanet bu. Benimkisi hala bozuk. Emanet telefonla dolandığım yetmiyor gibi, klozete düşürdüm. Aldım almasına ama resmen o film klişesini yaşadım. Böyle elektronik aletin ekranı önce titreşir, sonra gider gelir, çizgiler oluşur, siyah beyaz olur, gider gelir, en sonunda da tamamen gider ya, hah işte onu. Tuvalet kabininde öylece duruyorum. Bir elimde pis sulu telefon, bir kolumdaki saate bakıyorum film başlayacak o kadar bilete para verdim. Telefonu götürüp hemen avmdeki bir telefoncuya mı göstersem. Ne diyecek, game over kardeş diyecek. Zaten ekranı paramparça, üstündeki naylon bir arada tutuyor, bataryası desen 5 saat dayanmıyor, şarj desen 48 saatte doluyor (a-bart-mı-yo-rum). Yeni telefon alayım desem, ucuz da yok ki ne alacağım, ulan gene babama eşek yüküyle masraf yapacağım, zaten otobüs bileti de almışım az önce şuradan şuraya 70 lira aldı allahsızlar. Dikildim. Aynen. Öylece kaldım bir süre. Mantıklı düşünme yetimi tamamen kaybettiğime kanaat getirdiğim noktada çıktım, filme girdim. Oturdum elimde pis telefon, john wick reyize konsantre olmaya çalışıyorum. Ama kafam on yüz bin milyon baloncuk halinde. Ne yapsam ne yapsam diye, filmin de içine ettim. Ara olunca kalktım, nereye yürüdüğümü bilmeden yürüyüp kendimi durakta buldum. Ağlaya ağlaya eve geldim. Ağlaya ağlaya, hıçkıra hıçkıra annemlerle konuştum. Diyorlar ki ailen sağ, sen sağsın, sağlıklıyız çok şükür neden kendini harap ediyorsun. Altı üstü telefon diyorlar. Öyle değil işte. Hayatım habire bir salaklık ve saçmalık döngüsü. Herşey ters gidiyor. Herşey saçmalıyor. Habire bozuluyor bir şeyler, habire herşey zorlaşıyor.
Üç saat beni yarın telefon almaya ikna etmeye çabaladılar. Bir de kızların yanına gitmeye. Yeminle şu yorganın altından çıkmak istemiyorum. Dünya bensiz daha mutlu bir yer. Ben şu odadan burnumu dışarı çıkarmadıkça dünya daha iyi. Çünkü o da beni tüm bir herşeyiyle reddediyor ki habire işime gücüme köstek oluyor, alerjisi var bana dünyanın evrenin yaşamın, reddediyor bünyesi beni. Ben şuracıkta hiç nefes almadan durayım diyorum.

21 Şubat 2017 Salı

Tamam belki sadece daha fazla satış yapma amaçlı bir reklam ama, ortaya çıkan sonuç çoook başka şeyler düşündürmüyor değil.
İyi olmuş, iyi.

20 Şubat 2017 Pazartesi

o gece

Şu an ne yapıyorum bilmiyorum. Neden yazıyorum buraya onu da bilmiyorum. O kadar saçma bir haldeyim ki. Dün gece eve geldiğimden beri kitap okuyorum bilgisayarda. Sabahın altısına kadar okudum, ama artık o kadar dayanılmaz olmuştu ki baş ağrım ve mide bulantım, sadece bilgisayarı bir kenara itip olduğum yere kıvrıldım. 11'de gözüme giren güneş ışıklarıyla olduğum yerden kalkmak zorunda kaldım ama o kafa koparıcı baş ağrısı gözümü açtığım an geri gelmişti. Ayakta zor duruyordum. Hap içmem lazım diye bir şeyler yemem gerekiyordu. Ama bunu yaparken bile ya okumalıydım ya izlemeliydim çünkü kafamı bir an bile kendi kendine düşünmeye bırakamaz haldeydim. Öğürmeden kahvaltı yapmaya uğraşırken kaç bölüm The Big Bang Theory izledim bilmiyorum. Hap içtikten sonra kanepedeki yerime ve kitaba geri döndüm. Şu saate kadar da yerimden sadece çorba yapmak ve tuvalete gitmek için kalktım. Bulabildiğim en saçma kitap serisinden birine burnuma kadar gömüldüm. Gömdüm kendimi. Son kitabını internette bulamadığım için bir yandan sevindim hatta. Yoksa kafamı kaldıramayacaktım daha da. Ama bir yandan da bağımlı gibi hissediyorum kendimi, o kitap olmazsa, o dünyaya geri dönemezsem yeniden kendimle başbaşa kalacağımdan üstümde pijamalarımla atlayıp otobüse kitapçıya bile gitmeyi düşündüm yeminle demin. Ama sonra neyse ki ankara'nın en güzel yanlarından biri aklıma geldi, saat olmuş on bir bu saatte dışarda ne otobüsü ne dolmuşu ne metrosu..Dahası bu saatte bu şehirde dışarıda can güvenliğim yok - gerçi hiçbir saatte yok da neyse.
Salı günü danışman hocamla başka bir hocayla görüşmeye gideceğiz ve o görüşmeye tam donanımlı gitmem gerektiğinden benim oturup - aslında günlerdir - çılgınca araştırma yapmış olmam gerekiyor. Sonrasında da diğer bir şehre, arkadaşlarımla görüşmeye gitmem gerekiyor mesela, çanta falan hazırlamam ne bileyim bilet bakmam gerekiyor. Oysa sadece kafamı oyalayacak o saçma kitap gibi şeyler istiyorum şu an. Kendimle kalmaktan çok korkuyorum. Beynimin içinde hiç susmuyorlar. Ne yaptın, ne yapmadın, neden yapmadın, şuna pişman ol buna pişman ol, hayatın geçti, hayatın bitti, artık yapabileceğin hiçbir şey yok, artık hiçbir şeyin yok, hiçbir şeyin olmasının bir şansı bile yok, ne yaptın, kim oldun, kimsin, hiçbir şeysin, hiçbir şey, hiçbir işe yaramıyorsun, hiçbir şey yapamıyorsun, hiçsin, kimseyi görmek istemiyorum, kimseyle konuşmak istemiyorum, devam etmek istemiyorum, bunu sürdürmek istemiyorum, yalan söylemek istemiyorum, rol yapmak istemiyorum, hiçbir şey bilmiyorum, neden her şeyi bildiğimi sanıyorlar, neden her şeyi bilmemi bekliyorlar,...Keşke şu battaniyenin altından hiç çıkmadan şu son 48 saatte durduğum gibi durabilsem. Hiç kimseyi görmesem, kimseyle konuşmasam, şu odadan adımımı atmak zorunda kalmasam, zorlamasam hiç, var olmaya çalışmasam, şuracıkta yavaşça usulca silinip, soluklaşıp gitsem.

10 Şubat 2017 Cuma

"Sono tornata" mı diyeyim ne diyeyim

Döndüm sonunda eyyy kayıp çocuklar! Sevinsem mi üzülsem mi bilemediğim bir noktadayım. Roma'da ya da İtalya'da durmak istemiyordum evet, ama bu saçma sapan ülkeye de dönmek istemiyordum haliyle (beğenmiyorsan çek git kardeşim diyorsunuz tabi ama vallahi bir yolu olsa gideceğim, ama yok). Her neyse, tamamen sıfırı tüketmiş haldeyim. Şu noktada daha ne kadar her alanda dibe vurabilirim bilmiyorum ama şimdilik ben döndüm diye haberi vereyim ve de hoş bir şarkıyla baş başa bırakayım.



Ben Etta James versiyonuna bayılırım esasen de siz bunu daha çok beğenebilirsiniz, bir nevi Ümit Besen abimizin nikah masasının kadın versiyonu. O sebeple "My Best Friend's Wedding" falan izledikten sonra dinlemek mideye bir sol kroşe yemek gibi bir şey. Yapmayın, etmeyin.

30 Ocak 2017 Pazartesi

Ufak bir macera: Roma'dan Nürnberg-Münih-Viyana-Bratislava - 3

Münih'ten bir gece vakti yola çıktık yine flixbusla. Münih'te flixbus'a ve tabi diğer otobüslere binilen yer aynen inilen yer :) ZOB Münih ismi. Bir bina var allahtan, diğer şehirlerin aksine, onun içinde soğuktan korunabiliyorsunuz. Geceyarısından sonra olmasa belki binanın içindeki dükkanları ve kafeleri de açık bulabilirdik diye düşünüyorum ama biz o saatte sadece diğer bekleşenlerle ve evsizlerle birlikte loş koridorun kenarlarına çöküp, bekleyebildik. Nürnberg'de otobüs nasıl saatlerce geç geldiyse, Münih'te de gıcıklığına erken geldi. Bekleyecek sıcak yerimiz var ya hemen gelsin tabi. Ve bu noktada flixbusla, avrupa insanıyla, dünya insanıyla ilgili gerçeklerden bahsetmem gerek. Flixbus'ın web sitesinde reklamını yapmasına kanmayın, her otobüsünde priz yok. Olan otobüsünde de sadece cam kenarında olduğundan, Münih'te de deneyimlediğimiz gibi, insanlar otobüs gelince akın ediyor ve tek tek cam kenarlarına sıralanıyorlar. Viking istilasından, Moğol ordularından daha beter bir hale geliyorlar. Ne kültürü, ne saygısı, ne insanlığı kalıyor. Bir priz uğruna cinayet işleyecek yaratıklara dönüşüyorlar. Biz sonunda otobüse adım atabildiğimizde ki en son biz binebildik, tek tek herkes cam kenarına oturmuş, prize telefonunu takmıştı. İki katlı otobüsün üst katında ancak yer bulup oturduk zaten.
Münih'ten Viyana geceyarısından sonra binip, sabah 5-6 civarı ulaştık. Bu arada sınırlardan geçiyorsunuz ya polis binip tek tek herkesin kimliğine, pasaportuna bakıyor. Viyana'daki terminal Erdgergstrabe'de. Orada da bir ufak bina var en azından içinde bekleyebiliyor, biletinizi falan alabiliyorsunuz. Ama o sabah biz resmen enkaz halinde olduğumuzda bunların hiçbirine dikkat edememiştim. Otobüsten indik ama ayakta zor duruyoruz, yorgunuz, açız, soğuk. Google maps yine çıldırtıyor. Hostelimize gitmek için bineceğimiz şeyi gösteriyor ama ona binmek için 3 günlük yol gitmemiz gerekiyor falan. Önce bir yürümeye başladık, yarım saatten fazla yürüdük o halde. Böyle ostim gibi bir yerden geçiyoruz. Google'ın gösterdiği yol yok, kaldık bir noktada. Google diyor buradan girin ama orada öyle bir şey yok. Aynı yolu gerisin geri yürüdük, otobüs terminaline geldik. Bu arada sırtlarımızda milyonlarca kiloluk çantalar var. Ölüyoruz. Etrafta insan yok, çünkü güneş yeni doğuyor. Sonunda terminalin yakınındaki metro istasyonunda durup ne yapıyoruz biz dedik ya. Ne yapabiliriz yani? Şimdi burada yazmaya kalkışsam 3 gün sürecek bir sürecin ardından, ki bu süreç birkaç kere metro değiştirmeyi-bir durakta yeryüzüne çıkıp yarım saat etrafında dolanmayı ve tramvay otobüs durağı aramayı-sonunda köhne trenlere binmeye çalışmayı falan kapsıyor. Keşke kameram olsa da o 2-3 saati çekebilseymişim. Ben ağlardım izlerken, siz de ölürdünüz trajediden.
Sonunda hostele vardığımızda ruhumu teslim etmiştim. Bu arada hostel hütteldorf Viyana'da değil, öyle derlerse okursanız falan kanmayın. Viyana ile alakası yok, Hütteldorf diye bir kasaba orası. Pek de şirin ufak bir yer ama Viyana değil! Bir de hostel tepenin başında, ciddi anlamda tepeye tırmanıyorsunuz, bu sefer abartmıyorum. O halde sonunda resepsiyona ulaştığımızda dedim ki kardeş allah rızası için 2 kişilik odanız boşsa bizi ona geçiriver. Çünkü burada da yatakhanede yatak  ayırtmıştık. Bu sefer nasıl olduysa şans yüzümüze güldü. İki kişilik oda hem boştu hem de hazırdı, direkt geçebilirdik. Oysa yatakhane yataklarımızı öğleden sonra 3'e kadar bekleyecektik. O an o odaya ücret olarak kafanı kopar bırak dese resepsiyondaki genç, bırakacaktım yeminle. O kadar bitmiş haldeydim. Bu arada çarşafları bir pakette veriyorlar resepsiyonda ve geri çıkarken onları da bırakıyorsunuz, sistem öyle.
O gün öğleden sonraya kadar uyuduk valla. Normalde saatten, günden tasarruf etmek için gece yolculuğu yapılır ya, bizim için pek bir anlamı olmadı. Gece uyumadık yol gittik ama geldik sabah uyuduk hostelde. Bu arada hostel pek iyi değil, Hütteldorf yani. Haberiniz olsun. Floransa'daki Ottaviani kötülükte bir numaraysa bu da ikiydi.
Viyana'dan aklımda kalanlar da çok değil. Haa anlatacağım, gezdim canım. Asıl amacım oraya gitmekteki The Lumineers konseriydi o yüzden sadece aklımda pek fazla yer kalmamış. Roma'ya geldiğim ilk günlerden itibaren zaten internette habire tarih kovaladım, Paolo Nutini, The Lumineers ve Kaleo için. Ancak The Lumineers'ı yakalayabildim tabi, en azından buna şükrediyorum. Param yetmiş olsaydı, ocak sonunda Kaleo'yu da Brüksel'de yakalayacaktım ama olmadı. Paolo'ya ise mümkünatı yoktu, Edinburgh'ta Hogmanay'de iki gece üst üste çıktı ama o adaya ayak basmak için merkez bankasını sırtlanmam lazımdı.
Ama The Lumineers konseri şimdiye kadar iyi ki de yapmışım dediğim çok nadir şeylerden biri oldu. Öylesine güzel, öylesine içten, öylesine mükemmeldi ki o gece.
Viyana'ya aslında 2008 ağustosunda gitmiştim. Tabi o zamanlar Neverland yok, hala elim kalem tutuyor günlüklere yazıyordum. Her şeyin karmakarışık olduğu o yaz (başımda kavak yelleri esen o yaaaaş) kuzenimin bir tanesi orta avrupa turuna gidiyorum dedi işyerinden bir arkadaşıyla. Diğer bir kuzenimle bana da söyledi, biz de atladık onlarla gittik. Hiç hesapta yokken ilk defa yurtdışına çıkışım böyle de saçma, böyle de gereksiz olmuştu. Yıllarca hayalini kurarsınız bir şeyin ama sonra çok farklı olur ya hani. Ben ilk defa çıktığımda Mısır'a ya da Kamboçya'ya gideceğim diye hayal denizinde yüzüyordum, ama şansıma geveze tur rehberiyle orta avrupa düştü. Buldun da bunuyorsun pis şımarık diyorsunuz evet ama ben o kızdığınız açıdan şikayet etmiyorum. Bu durum beni hazırlıksız yakaladı, tamamen cumburlop gittim ben o geziye diye sövüyorum kendime.
O yüzden 2008'den Viyana olarak aklımda kalan bir gece vakti ışıl ışıl, kalabalık, sesli cümbüşlü bir büyük cadde, o caddedeki sokak müzisyenleri, mozartlı çikolata dükkanı ve italyan pizzacısı. Ve o zaman bile doğru düzgün gezmemiş, görmemiş olmamam rağmen sevmiştim Viyana'yı. Bu sefer de çözemedim neden sevdiğimi aslında. Yani küçük yerleri sevmiyor oluşumdan olabilir diyeceğim ama ilginç bir şekilde Viyana'nın geniş sokaklarında, büyük binalarında, heykellerle dolu parklarında beni ele geçiren bir şey var. Çözemiyorum. Nürnberg'de yaşardım dedim ya hani, sevimli bir fantazi o. Bir ay geçmeden bunalırım ben öyle yerlerde. Viyana ise...çok daha fazlası.
Demişken belirteyim, Viyana heykel dolu park cenneti. Akşamları belli bir saatten sonra çoğu kapatılıyor ama gene de her yerde onlar var. Bir de o heykeller hep tanıdıkların. Hani işte bizim Mozart, Beethoven, Goethe falan.
Bu arada buradaki "kent simgemiz" de Mozart. Onun evine gittik. Böyle de görünce insan zannediyor bir Dürer gibi. Ama değil. Mozart abimiz burada sadece 1784-1787 arasında yaşamış. Suyundan faydalanalım hesabı. 3 kat boyunca yine sesli rehber eşliğinde Mozart'ın ve ailesinin hayatını dinliyorsunuz. Nasıl müziğe başladı, eşiyle nasıl tanıştı, nasıl yaşadılar, kimlere ders verdi, kimlerle dost-düşman oldu, hangi senfoniyi ne zaman nasıl yazdı...Odalar hemen hemen onun zamanındaki gibi korunmuş güya ama eşya niyetine bir iki kap kacak koymuşlar, onlar da Mozart'ın ailesinin falan kullandığı şeyler değil, onun döneminden kalma şeyler diye örnek olsun diye koymuşlar. Yani bir yandan demeye de tırsıyorum acaba çok mu düz bir insanım diye ama Mozart evinde hakikaten görülecek bir şey yok. İnternetten okuyabileceğiniz bilgileri dinliyorsunuz, bir de senfonilerini dinliyorsunuz. Yani tamam ev güzel, ben bayılırım böyle yerlerde dolanmaya falan ama size kattığı bir şey yok. Bir de 11 euro yani. İndirimlisi de 9. (http://www.mozarthausvienna.at/)
Onun hemen dibinde St.Stephen Katedrali var. Hani o değişik renkli, motifli çatısı olan. Katolik kilisesi ve taa 1160'tan kalma. Tabiki şimdiki hali değil canım, başlangıcı işte.
Bir başka güzel görüntü, noel marketlerinin, süslemelerinin başlamış olmasından dolayı Maria-Theresien-platz'daki cümbüştü. Herkes oraya gelmişti. Burası aslında Museumsquartier denen kısmı şehrin. İki meydan var, etraflarında koca koca müzeler. Ortada da devasa heykeller. Müzelerin hiçbirine girmedik biz, zaten hep akşama denk gelmiştik.
Ama müzelerin hiçbirine girmemiş olmamız başka saçma bir şey yapmamıza sebep oldu Viyana'da. Belvedere Sarayı'na girdik. Hem de kapanış saatine birkaç saat kala. Hem de tam 17 euro vererek. Valla hayatım boyunca bir bu 17 euroyu bir de Pisa'daki kruvasanla kahveye verdiğimiz 17 euroyu unutamayacağım. Aslında Klimt'i kendi gözlerimizle görelim hevesiyle sanırım yaptık böyle manyaklık. Gerçi bir dolu başka güzel eser de vardı tamam ama gene de...İçim acıyor be. (http://www.belvedere.at/en)
Ha bir de Schönbrunn Sarayı'na gittik, nasıl unuturum. Saray saray dolaşmışız maşallah. Ama önceki Nymphenburg Sarayı deneyimimiz burada işimize yaramadı. Çünkü biz öbürüne o kadar para verdik de iki oda vardı diye burada da bir şey yoktur deyip giriş bileti almadık, içine girmedik. Halbuki burada görülecek daha çok şey varmış, Nymphenburg gibi değilmiş. Buranın da bahçesi yok, içerisi devasa. Kısmet. (https://www.schoenbrunn.at/en/)
Son olarak da Viyana'dan bir akşam vakti Bratislava'ya geçtik flixbusla. O da hiç kolay olmadı tabi. Viyana'daki o tuhaf istasyonda otobüsü başka bir noktada beklediğimiz için kaçırdı. Bir saat sonrakine bindik falan. Neyseki Viyana-Bratislava arası bir saat de Ankara'dan Kırıkkale'ye gitmiş gibi oluyorsunuz.
Otobüste yalnız, bir çocuk takıldı peşimize. Yani önüme oturdu önce. Sonra muhabbet etmeye çalıştı. Sonra Türkçe bir şeyler söyledi, ben şoka girdim. Sonra milyon tane dil mi ne biliyormuş da ondanmış falan öyle dedi. Bratislava'da inince de yardımcı olmaya çalıştı, hosteliniz nerede göstereyim götüreyim falan diye. Biz o kadar tırsmış o kadar ürkmüş halde bakıyor ve kaçıyorduk ki herhalde (suçlayabilir misiniz hepimizin kadınlar olarak kendi ülkemizde bile yaşamak zorunda kaldığımız muameleleri düşününce), çocuk yok yok valla bir şey yapmaya çalışmıyorum sadece burada da yaşadım biliyorum etrafı saat de geç ondan dedim diye bir şey oldu. Gene de çocuğu başımızdan savıp, hostelimize doğru yürüyüşe geçtik.
Bratislava zaten avuç içi kadar bir yer. Bir de böyle sanki her an kafanızın üstünden bombardıman uçakları geçmeye başlayacakmış gibi bir havası var. Yani resmen tüm şehir, binalar, insanlar II.Dünya Savaşı'ndan, Soğuk Savaş döneminden falan kalma gibi. Herşey herkes yıkık dökük, soğuk. Öyle benim sevdiğim nostalji havasında bir eskilik değil yani, döküklük.
Burada ilk durağımız kaleydi. Bratislava kalesi. Bratislavsky Hrad. Kasım ayında öldürücü derece soğuk ve rüzgarlı kale, çıkmayın. Birşey de yok. St.Martin Katedrali'ne girdik sonra. Fena değil. 13.yy.dan kalma bir katolik katedrali gene. İçinize baygınlık getirdim biliyorum.

Bratislava diye dolandığımız yer de bu yukarıdaki yerdi işte. Yine noel marketleri vardı, ekmeğin arasına bir tavuk parçası koyuyorlar yağda kızartılmış, ekşi-acı bir tadı var. Düşününce bile midem bulandı yine.
Bratislava'ya da 2008'deki o turla gitmiştim. Viyana'dan Budapeşte'ye geçerken öyle bir öğleden sonra birkaç saatliğine indirip otobüsten serbest bırakmıştı rehber burada. Bir McDonalds kalmış aklımda o zamandan, bir de bir sokak arasındaki bir kemerin altındaki uzaklık  çemberi. Yerde bir çemberin etrafında kentlerin isimleri yazıyordu, buradan uzaklığını gösteriyordu. Bu gidişimde bulamadım o çemberi.
Bu arada Bratislava Patio Hostel diye bir yerde kaldık. Merkezi - burada zaten her yer merkezde - ama kötülük de bu da üçüncü sırada mesela. Yani belki de hosteller hep böyledir, hostel mantığı budur belki ama çok kötü be.
Sanırım bu ufak macerayı anlatmamı burada bitiriyorum. Acayip sıkıcı ve kuru oldu farkındayım ama bir yandan Roma'da son günlerimin işleriyle uğraştım vallahi ondan. Bir de fotoğraflarım yok elimde o da ruhumu köreltti tabi yazarken. Ama yarından itibaren İtalya'daki son 10 günümü Cey'le birlikte dolaşarak geçirmeye hazırlanıyorum. O yüzden şimdilik bu kadar kesip, gidiyorum.
Ankara'ya dönünce görüşürüz.

amaideas agus call

Bu seferki yumurtadan da Charlie Brown çıktı  En son 11 Mart'ta, Ramazan'ın başladığı gün, pazartesi günü yazmışım (Aradaki ekinoks ...