22 Eylül 2016 Perşembe

Roma'dan yorgunlukla

Burdayım, Roma'dayım. Sadece ses vermek istedim çünkü hala açıp da buraya yazabiliyor muymuşum diye parmaklarımı, klavyemi, zihnimi bir yoklamam gerekiyor gibi geldi. Eylülün 5'inden beri burdayım, Roma'nın merkezinden uzak sayılabilecek, göçmenlerle dolu bir mahallesinde 3 odalı bir evin bir odasındayım. Bu 16 günde neler yaşadım, neler gördüm, ne hissettim... Ah bir bilseniz ne çok istedim her akşam oturup da klavyenin başına anlatayım hepsini. Ama öyle bir sele kapılıp gitmişçesine geçirdim ki günleri. Ama yavaş yavaş bir düzene oturacak diye umut ediyorum. Yoksa çok daha cangıllı mı olacak bilmiyorum tabi ama, halledeceğiz. Bir şekilde bu sorumsuzca bıraktığım boşluğu telafi edip, üstüne bir de günlük düzeni oturtacağım ve umarım, umuyorum hep beraber manyakçasına hatırlanacak günler yaşayacağız. Siz orada ekranın başında, ben burada kilometrelerce ötede.
Vallahi bakın ya, halledeceğim. O iş bende.

28 Ağustos 2016 Pazar

değişmeyen

En başından uyarımı yapayım gene. Bu yazı az biraz uzun ve çok biraz karmaşık, dallı budaklı, oradan oraya ve buraya, öyle bir her şeyden bahsetme yazısı olacak.
En son otobüsteyken, alelacele yazmıştım buraya. Sonra neler neler. Bir kere hayatımla, hayatla, kendimle ilgili tüm düşüncelerim alt üst oldu. Daha önce aynı şey bir kere daha başıma gelmişti, henüz Neverland ortalarda yokken, üniversitenin o meşum ikinci senesinde. 20 yıllık tüm varlığım o sene tamamen yerle bir olmuş, yerine kocaman bir enkaz kalmıştı. Toparlamam yıllarımı aldı sanırım, toparlayabildim mi emin de değilim. Açıkçası hala o enkazın içinden ele avuca gelir bir şeyler inşa etmeye çabalıyor da olabilirim. Her neyse. Şimdi bu geçirdiğim kabaca tahminen 3 haftalık zaman diliminde yine aynı şey oldu. Bir kere ben, kendimi gördüğüm şey değilmişim. Hani bahsediyorum ya, bahsettim mi ya da size de ya da sadece kızlara mı demiştim acaba, neyse kafam gidip geliyor. Hah işte şöyle bir şeyden bahsediyorum. 30 yıldır bir balon oluşturmuşum, beni çepeçevre saran. O balonun içinde bir dünya yaratmışım, dışarıyı görüyorum evet ama balonun çeperinden. Dışarısı da beni görüyor ama bana dokunamıyor. Dokunmaya çabaladığı her seferinde hayretler içinde kalıp, kaçıyorum. Muşum yani, onu fark ettim bu son birkaç sene içinde. İşte bu balonun içinde yarattığım dünyada bir de kendimi görüşüm varmış, bu haftalarda bir de onu anlamış oldum. Ben, en basit haliyle kendimi o küçükken izlediğim filmlerdeki bir Jean-Claude Van Damme, bir Xena, efendime söyleyeyim bir Bruce Willis zannediyormuşum. Vallahi bakın. Yani hobbit boyutlarındayım diye yakınıp durdum evet hep ama içten içe kafamda kendimi istesem hemen şu kanepeden uçan tekme sallayarak inebilir bir şey olarak görüyormuşum. O kadar fazla izlemişim, o kadar içselleştirmişim ki kendimi hayallerle, bir süre sonra kendime söylediğim her şeye inanmışım. 20 yaşındayken insanların o zamana kadar bana söylediği, bana yakıştırdığı, olduğumu sandıkları şeyin yıkılışına şahit olmuştum. 30 yaşına gelirkense kendimi zannettiğim şeyin paramparça oluşuna şahit oldum.
Maceralar bana göre değilmiş. Yani kafamda evet, ama fiziksel olarak atlamak, zıplamak, koşturmak, yok çadırda kalmak, toza toprağa bulanmak, kurumuş otların üzerine uzanıp meteor yağmuru izlemek, kumsallarda sabahlamak, ormanlarda fink atmak türünden şeyler kafamda kurduğum hikayelerde güzelmiş. Deneyim yaşama kısmına geldiğimizde benim pilim bitiyormuş. Ya da şöyle diyeyim, bir film izliyoruz, kahramanlarımız sırf macera olsun diye ıssız yolun ortasında arabalarını durdurup iniyorlar ve hemen yanı başlarındaki ormana dalıveriyorlar. Ormanda ağaçlardan süzülen güneş ışınlarını izliyorlar, sarmaşıkları takip ediyorlar, şırıl şırıl akan nehirden su içiyor, balıkların parlak gümüşi hareketlerini izliyorlar, şelaleden atlıyor, derede yıkanıyorlar, ağaçtan topladıkları elmaları yiyorlar, yüzleri gözleri pırıl pırıl, saçları kuaförde doğal bir ahenk verilmişçesine salınıyor, aman yarabbi bu ne huzur bu ne güzellik..Hah işte ben bu hissi seviyormuşum izlerken. Ama gerçekte ne oluyor biliyor musunuz? Kafamda bu görüntüyle ben iniyorum o arabadan, ormanda iki dakika yürümeme kalmıyor üstüm başım yapış yapış ter oluyor, en rahat dediğim ayakkabı bile ayağımı vuruyor, nefes nefese kalıveriyorum. Zaten en geç yarım saat içinde tuvaletim gelmiş, beni sıkıştırmış oluyor, tansiyonum fırlamış halde aklımda sadece idrar torbam ve dünyadan nefret ediyor oluyorum. Yani işte demeye çalıştığımı anladınız. Ama ben tam olarak ne olduğumu anlamadım. Yani acaba yaşlandım da ondan mı artık rahata kaçmaya meylediyorum yoksa hep bu kadar tembeldim de ekran karşısından okurken izlerken herşey güzel geliyordu, bilemiyorum. Bugün arkadaşım Fer ile telefonda yine o saatler süren konuşmalarımızdan birini yapıyorduk, şey dedi bu sefer, şımarık mıyım şükürsüz müyüm niye böyleyim bilmiyorum. Çalıştığı bir işi var, sabit gelirli, okulunu okuduğu. Tatillerini hep değerlendiriyor, boş vakitlerinde de istediği şeyleri yapıyor, yeni şeyler öğreniyor. Diğer arkadaşlarımız evlenene ve çocuk yapana kadar hep beraber maceralı tatillere de çıktık, her sene en az bir kez bir şehirde toplaştık falan, 20li yaşlarda yapmamız gerekenleri de yaptık yani. Ama o da şu noktada bir şeyler yanlış diyor. İşe gitmek istemiyorum dedi, ama sonra kızıyorum kendime bu işi yapabilmek için ne kadar uğraşan insanlar vardır dışarıda diye dedi. Öyle. Sokakta binlerce insan var. Açta, açıkta. Ne durumlarda. Misal daha birkaç gün önce, abim yengem yeğenim şu hamburgercilerden bir tanesinde oturduk, sırf ben o gün evde pişen taze fasülye yemeğini istemedim canım hamburger çekti diye. Bir gömülmüşken yemeklerimize hemen bahçenin dışında bir çocuk belirdi. Dileniyordu, 10-12 yaşlarında. Bahçenin içinde arsızca yemeklerini yiyen insanlara, bize bakarak. Abim aldı çocuğu, birlikte içerden bir menü de ona aldılar. Elinde paketiyle çıktı çocuk, otur burada ye dedik ama. Sonra kalktık, arabaya binerken bir baktık arabanın yanındaki kaldırıma çökmüş, elektrik kutusunu kendine siper etmiş, orada yiyor. Yeğenimin elinden tutuyordum, bir yeğenime baktım, bir çocuğa bakamadım başımı kaldırıp da. Yerin dibine girdim oracıkta. Benim elinden tuttuğum yeğenime annesi babası anneannesi babaannesi dedeleri doğduğundan beri tonlarca oyuncak giysi alıyor, her gün bir lokma daha yesin gözünün içine bakıyoruz, iki gün beklemiş yemek aman midesini bozar diye hoop çöpe, sabah süt ısıtıyoruz cezvede kalan içemediği kalan sütü hoop döküyoruz. O çocuksa orada utana sıkıla herkesten saklanarak yiyor hamburgeri. Böyle bir dünyada arkadaşımın izinler iptal edildi geri geldi falan diye işine ayaklarını sürüyerek gitmesi ya da benim sırf eksi birinci katta çalışıyorum yok aşırı disiplin var yok başımdaki adam salağın teki diyerek işi bırakmaya ne hakkım nasıl bir hakkım vardı, bilemiyorum.
Şimdi her gözümü kapattığımda orada beliriyor o çocuk. Kazıda geçirdiğim günler arkeolojinin bana göre olmadığını anlamamı gayet net bir şekilde sağlamıştı zaten ama üzerine bu da tuz biber oldu. Sanırım evrenin bir tür bana ders verme şekli bu. Ben memur yaşantısının disiplininden şikayet edip kaçtım, kazıya bir gittim memurdan beter bir düzen var. Üstüne memurken tüm gün oturabiliyorsunuz (gerçi benim durumumda oradan oraya koşturmak, evrak götürmek getirmek, misafir almak yol etmek, maillere telefonlara cevap vermek, arızaları çözmek, sunucuları kontrol etmek şeklinde tamamen koşturmacayla geçiyordu ama sonuçta oturmak diyebiliriz) ama kazıda 8 saatin üstünde ayakta dikiliyorsunuz, güneşin alnında, tozun toprağın içinde. Hiç de o Stargate'teki, Indiana Jones'taki, Relic Hunter'daki, Tomb Raider'daki sahneler oluşmuyor. Aksine adeta bir Survivor yaşıyorsunuz. Babama her konuda karşı çıktım şu zamana kadar ama tek bir şeydeki haklılığını anladım. Ben senin masa başı bir işte daha iyi olacağını düşündüğüm için ona yönlendirdim dedi telefonda babam. Haklıymışsın dedim. Sonuna kadar haklıymışsın. Evet ben de isterdim bir Lara Croft olmayı ama elimdeki malzeme bu. Bu hastalıklı, zayıf bedeni maceradan maceraya koşturmaya çalıştıkça tıkanıyorum.
Bir de döngü meselesi var tabi. İçimdeki bu devamlı kaçma hevesi. Şimdi gittim mesela yine yeni bir ortama girdim, insanlarla tanıştım, muhabbet kurdum, samimi oldum, sevdim sevildim, yeni dostluklar edindim falan ya, hah işte yine bastırdı o kaçma dürtüsü. Bir an önce buradan da kaç, bu insanlardan da kaç, unut, unuttur, hiç olmamışsın gibi olsun, başka bir yerde yeniden başla dürtüsü. Çünkü buraya da kendimi ait hissedemedim. Hep bir tam anlamıyla kendimi o ortama, o hayata verememe hali. Hep bir, bir şeyler saklıyorum, dibine kadar kendim olamıyorum durumu. Hep bir karşımdakilerin gözlerinde o beni sevmeye başladıklarını, ruhlarına dokunmaya başladığımı görmemle birlikte duyduğum o vicdan azabı. Ama ben sizden neler saklıyorum ki, ama ben burada ne arıyorum ki ile gelen o vicdan azabı ve arkamı dönüp, son sürat kaçma isteği. Hep bir geç kalmışlık. Keşke en başından olsaymışım burada diye içim içimi yedi. Sanırım her gittiğim yerden kaçma isteğimin temelinde bu var. Köklenmiş olmuyorum orada. Hep sonradan gelen, hep yeni gelen oluyorum ve her yerde oturmuş olan o düzenin içine kaynamaya çalışıyorum. Ama hep eğreti hissediyorum ve neden en başından ben de orada değilmişim, şimdi bu insanlar gibi olabilirdim eksikliğiyle kopuveriyorum oradan da. Başka bir yere gidip, kök salabileceğim bir yer bulabilirim belki umuduyla, kaçıyorum. Şimdi de öyle oldu. Bu kez de denediğim hayata ait olamadım.
Döngü dedim ya. Büyüyememe döngüsü. Neverland'de gerçek anlamda kalma durumu benimkisi. O balon var ya o balon, hah işte o balonun içinde ben hiç büyümemişim. Yolculuğum devam ederken ben bazı noktalarda bir takılı kalmışım. İlerliyorum gibi yapmışım ama her defasında o noktalara dönmeye, bakmaya, dikilmeye devam etmişim. Süper Mario gibi, o noktalardaki o kutuları patlatmadan yoluma devam edememişim aslında. Ama o kutuları patlatmak için dönmeye çabaladığım her seferinde etraftaki herşey değişmiş, zaman geçmiş. Sonsuz bir döngü içinde devamlı kafamda takılı kaldığım o noktalara dönüp duruyormuşum. O noktalar orada olduğundan doğru düzgün ilerleyemiyorum, nihayet bir noktayı tamamlamaya döndüğümde ise artık ne o noktanın değeri kalıyor, ne de ben oyunda, yolculukta olmam gereken yerde ve güçte olmuyorum. Geçtiğim haftalar içinde benden tam 10 yaş küçük bir genç insanla, o kadar çeşitli yaşlardaki gençlerin arasında bir onunla en iyi anlaşıp, muhabbetinden zevk aldığımı fark edince beynimde şimşekler çaktı. Ben akıl yaşı olarak bir noktada çakılı kalmışım, santim ilerlememişim. Bunu ezici bir şekilde söylemiyorum o arkadaşın aklına ya da o yaştakilerin aklına bir şey söylemek olarak değil. Demeye çalıştığım kafamın işleyiş şekli, hayata bakışım, hayal kuruşum, düşünüş tarzım bir 10-15 yıl öncemde, benim öncemde, kalmış. Yıllar geçmiş ama ben çakılı kalmışım orada. Bunun, bu büyümeme durumunun fiziksel görünüşten çok daha fazla bir sebebi olduğunun farkına vardım artık. Benim aklım büyümüyor ki. Ben dünyayı algılayamıyorum ki bir türlü. O balonda kendimi korumakla, kendi dünyamda hülyalara dalmakla o kadar meşgulmüşüm ki herşey, yıllar öylece akmış üstünden şeffaf balonun.
Şu an kafam her zamankinden daha allak bullak. Büyümeliyim, ama nasıl yapacağımı bilmiyorum. Ardıma hiç bakmamalıyım artık, ama herşeyi yine bitirmemiş, kapanmamış halde bırakamam. Rüzgarda savrulmayı, sürüklenmeyi bırakmalıyım, ama kendimi sabitleyebileceğim hiçbir şey yok (ahh Desmond brother..). Yani Roma'ya gitmem ne işe yarayacak ki. Bu kafamı değiştirmeyecek. Sadece dünyayı, gerçek dünyayı gördükçe biraz daha şaşıracağım ve vaaay böyle şeyler de varmış diyeceğim her seferinde, o kadar. Sonra yine balonuma çekileceğim. Şansım varsa bu saflığım ve salaklığıma rağmen başıma kötü bir şey gelmez bu arada umarım. Bir de en fazla kendi kendime bir yerleri bulmayı, bir yerlere gitmeyi, işte işlerimi halledebilmeyi falan öğrenmiş olurum, o yani. Ama bu balon, bu kafam, hep yerli yerinde olacak. Ben büyümeyeceğim, o çocuk da o hamburgeri hep o kaldırımda saklanarak yemek zorunda kalacak. Hiçbir şey değişmeyecek.

8 Ağustos 2016 Pazartesi

Benjamin Button değil ben bizzat kendim

Hey ! Noldu nerde kaldım ben ? Şu an otobüsteyim, Kayseri'ye gidiyorum ve telefonun ufacık ekranından yazıyorum. Daha az önce tüm otobüsü kendime güldürmeyi başarmış olarak yolculuğa devam ediyorum. Şöfor tuvalet için bir benzinlikte durdu. Ben de peşi sıra koşturdum fırsat bu fırsat ben de gideyim diye. Tuvaletlerin önündeki merdivenlere kapaklandım. Şöfot amca endişelendi bekleriz yahu acele etme koşturma diyor bir yandan.
Kazıya gidiyorum. Bakalım bu gece kampın yolunu bulup da sağsalim bir varabilecek miyim bilmem. En son taşıttan indiğim noktadan sonra iki km yürüme yolum var. Sırtımdaki çantayla çok zevkli olacak.
Roma'ya uçak biletimi 5 eylüle aldım. Kalacak yer için bir ev sahibiyle yazıştık buradan birlikte gideceğim arkadaşla. Yani bulabileceğimiz en ucuz odayı tuttuk ama gidip de anahtarı alana kadar ben kendimi rahat hissetmeyeceğim.
Şu yaştan sonra giriştiğim işlere bakın. 3 haftadır abimlerde kanepede yatıyordum. Şimdi büyük ihtimalle koğuş gibi bir yerde kalmaya gidiyorum. Bahara kadar da sadece faceden yazıştığım ama henüz yüzünü görmediğim biriyle aynı odayı paylaşacağım. Sanırım benim de payıma düşen bu, hayatı tersten yaşamak.

Kazıdan güzel şeylerle yazmak umuduyla..

29 Temmuz 2016 Cuma

çünkü bazen odadaki tabancayı en yakın arkadaş taşımak zorunda kalır

Şimdi, durup dururken buraya koymak istedim bunu. Zamanında okurken kaydetmişim, mutlaka göstermeliyim size de diye. Çünkü okurken nasıl da birden bire gözlerimden yaşların boşalmasına, hıçkırarak ağlamaya başlamama sebep olduğunu çok net hatırlıyorum. Ama neden o anda da şimdi de bu cümlenin beni bu kadar vurduğunu anlayamıyorum. Yani bu cümlenin dışında kocaman bir aşk hikayesi dönüyor mesela, ona çarpılmış yamulmuş olmam lazım falan diyor insan ama o beni zerrece etkilemezken bu cümle, bu cümleye gelen cümleler..Ne bileyim, bu da böyle birşey işte.

Zamanında “asla söylemeyeceksin” deyip mektup yutan, ama gelinlik denerken “sır ne olacak, söyleyecek misin?” diyen Nihan’ı da anlıyorum, çünkü bazen odadaki tabancayı en yakın arkadaş taşımak zorunda kalır.

(Ranini Tv'deki Kiralık Aşk'ın sezon finali bölümüne dair inceleme yazısından bu cümle.)

18 Temmuz 2016 Pazartesi

nell'oscurità

Çok, çok karanlık.
Güneş doğacak mı?
Güneş doğsa bile ne getirecek?
Keşke benim zamanımda olmasaydı. Keşke benim zamanımda olmasaydı. Keşke benim zamanımda olmasaydı.
Nelere üzülmüşüm değil mi? Nelerle bocalamışım. Ne çok vakit kaybetmişim.
Bilseydim bu kadar daha karanlık olacağını.

1 Temmuz 2016 Cuma

Arthur Conan Doyle'dan "Baskerville'lerin Köpeği"

"Çorak manzara, yalnızlık duygusu ve görevin gizemiyle aciliyeti, hepsi kalbimi titretiyordu." diye yazıyor kitabın arka kapağında. Hatırlarsanız (bilmem hatırlar mısınız), eski işyerimin tek sevdiğim yanı olan devasa kütüphanesinde kendimi kaybettiğim zaman diliminde Doyle'un tüm Sherlock külliyatını okumuştum. Hatta senelere yayılan basımlardan dolayı oldukça seçici bir şekilde, planla programla okumuştum hikayeleri. "Baskerville'lerin Köpeği" de daha küçükken İngilizcesini, külliyatı okurken de çizgi roman şeklindeki basımını okuduğum Sherlock hikayesiydi. "Baskerville'lerin Köpeği"nde bu sefer İngiltere kırsalına gerilim dolu bir yolculuğa çıkıyoruz Doktor Watson ve Sherlock Holmes ile. Dehşet dolu bir geçmişe sahip Baskerville ailesinin son üyesi de korkutucu ama gizemli bir ölümle bu dünyadan ayrılınca, bir arkadaşı Sherlock ve Watson'a konuyu araştırması için gelir. Çünkü ölen Baskerville'den sonra tek bir hayatta kalan aile üyesine ulaşılmıştır ve genç Baskerville malikaneye geldiğinde onun da başına aynı şeylerin gelmesinden korkulmaktadır.
Hikaye orijinalinde 1902 yılında yayınlanmış. Doyle 1894 tarihli "The Memoirs of Sherlock Holmes"un son öyküsünde Sherlock'u öldürdükten sonra 8 yıl boyunca yazmayıp, sonra "The Return of Sherlock Holmes" kitabında Sherlock'un kendini ölü gösterdiğini ve geri döndüğünü yazmış. Baskerville roman olarak "The Sign of the Four" ile "The Valley of Fear" arasında yer alıyor. İlki 1914'te olmak üzere çılgınlar gibi uyarlamaları yapılmış. Bizim bilebileceklerimiz Benedict Cumberbatch ve Martin Freeman'in yer aldığı BBC dizisinin "The Hounds of Baskerville" bölümü ve Jonny Lee Miller ile Lucy Liu'nun yer aldığı dizi Elemantary'nin "Hounded" bölümü.
Neyse, en iyisi Cumberbatchli bir fragmanla bırakayım sizi.



Böylece 10 kitaplık gotik serimi bitirmiş ve huzura ermiş oluyorum.

Gotik Serisi:
1-gotik edebiyatın başlangıç noktası, Horace Walpole'un "Otranto Şatosu"
2-Friedrich Schiller'in Hayaletgören'i
3-Ann Radcliffe'ten "Sicilya'da Bir Aşk Hikayesi"
4-Friedrich de la Motte Fouqué'nin "Undine"si
5-E.T.A.Hoffman'ın "Gece Tabloları" 
6-ilk dişi vampir, Joseph Sheridan Le Fanu'dan Carmilla

7-Robert Louis Stevenson'dan "Dr.Jekyll ve Mr.Hyde ve Diğer Fantastik Öyküler"
8-Grazia Deledda'nın "Sardinya Efsaneleri"

Harper Lee'den giderayak "Tespih Ağacının Gölgesinde"

Söylemek istediğim o kadar çok şey var ki. Ama hepsi de öylesine düzensiz, sırasız, alakasız biçimde dolanıyor ki aklımda, klavyenin üstündeki parmaklarımın tüm bu düşünceler bütününden şöyle eni konu okunabilecek, bir şeyler ifade edebilecek biçime getirebilmesi mümkün değilmiş gibi geliyor. Harper Lee'nin yazdığı - her iki - kitapla da bana neler yaptığını anlatabilmemin bir yolu yok belki de.
4 yıl önce okumuşum "Bülbülü Öldürmek"i, şimdi Neverland'e baktığımda gördüm. Cey'in doğumgünü hediyesi olan kitabı raftan alıp baktığımda o yazısı karşılıyor beni ilk sayfada. "25 oldun ama ne mutlu ki hayalgücünü kaybetmedin sen." diye okuduğumda içime oturuyor yine, tıpkı Harper Lee'nin yazdıkları gibi ilerleyen sayfalarda. Ülke çamurlu bir yokuştan aşağı son sürat yuvarlanıyorken, ben o hayalgücümün 29 yaşımda hala peşimi bırakmayan o hayalgücümün, kafamdaki şeytanların beni sürüklediği yerdeyim, sürükleniyorum. "Bülbülü Öldürmek"te beni Scout'la birlikte ağaçların tepesinde fındık kavsuklarının üzerindeki yazlara götüren Lee, bu kez de ben 29'uma gelmişken Scout'u 26 yaşında bir Jean Louise olarak önüme getiriyor. Ben artık beni sarıp sarmalayan o kabuğu yırtıp, parçalayıp, "ev" kozasından çıkmaya, kendimi büyütmeye çabalarken Jean Louise, tüm o "ev" kavramından bağımsızlaşmış olduğunu düşünen Jean Louise ise eve dönüyor ve aslında hiç de büyümediğini, o kozayı hiç delmediğini fark ediyor. Çünkü,
"...şimdi sen, bir vicdanla doğmuş genç bayan, yaşamının bir yerlerinde onu bir deniz kabuğu gibi babanın vicdanına yapıştırmışsın. Büyürken, büyüdüğünde, yaptığın şeyden tamamen habersiz bir şekilde, babanı Tanrı ile karıştırmışsın. Onu hiçbir zaman bir erkeğin yüreğini ve bir erkeğin kusurlarını, zaaflarını taşıyan bir erkek olarak görmedin - kabul ediyorum, görmen gerçekten zor olurdu, çünkü çok az hata yapıyor, ama o da hepimiz gibi hata yapıyor. Sen duygusal anlamda sakattın, ona dayanıyor, aradığın yanıtları ondan alıyor ve kendi yanıtlarının mutlaka onun yanıtlarıyla örtüşeceğini varsayıyordun.Sonra bir gün, tesadüfen onu vicdanının - tabii senin de vicdanının - tam da antitezi olan birşeyi yaparken gördüğünde, bunu sözcüğün gerçek anlamıyla kaldıramadın. Bu seni bedenen hasta etti. Hayat senin için yeryüzündeki cehenneme döndü. Kendini öldürmek zorundaydın ya da ayrı, bağımsız bir varoluş sürdürebilmen için o seni öldürmek zorundaydı."
Jean Louise gibi ben de adeta bir tanrı gibi baktığım Atticus'u öldürmek zorunda kaldım. "Atticus'la çoğu yerde aynı düşündüğümü, aynı tepkileri verdiğimi gördüm. İçimdeki Atticus'la tanıştım. Eğer olsaydı öyle bir ihtimal, günün birinde aynen onun gibi bir ebeveyn olmak istedim." diye yazmışım 4 yıl önce. Meğerse ben de tıpkı o 6 yaşındaki Scout gibi vicdanımı, yargılarımı Atticus'a yapıştırmışım. "Tespih Ağacının Gölgesinde"yi okurken de o sonsuz güvenimin çıktığı o gökdelenin çatısından pat diye düşüp milyonlarca parçaya ayrılmasını izledim. Bu yüzden nefret ettim zaten kitaptan, Harper Lee'den, Atticus'tan. O kozayı parçalamak içerden bakınca tek bir darbeye bakıyor gibi geliyorken, o kozanın kendim olduğunu anladım. Delip geçmek için, parçalamak atmak için kendimi önce parçalamam, öldürmem gerekiyormuş. Günün birinde olur da bir çocuk yetiştirmem gerekirse aynen Atticus'un Scout ve Jem'i yetiştirdiği gibi, onun davrandığı, konuştuğu gibi bir ebeveyn olmak istemiştim o zaman onunla tanıştığımda. Hatta o güne kadar aklımda olan düşünceye uyuyor, bunu destekliyordu. İnsanlar belli bir seviyeye, akıl mantık gücüne, yetkinliğine, anlayışına sahip olana kadar, olmadıkça çocuk da yapmamalı diyordum. Sonra ortada böyle bizler gibi bir sürü ne yaptığını, ne olduğunu bilmeyen, zarar ziyan insanlar çıkıyor diyordum. Bunu da yerle bir etti "Tespih Ağacının Gölgesinde". Şimdi her şeyin ne kadar da gri olduğunu görebiliyorum. Öylesine mükemmel olup, o mükemmeliyetimin sarsılmaz küresinde bir çocuk yetiştirmenin yanlışlığını görebiliyorum. Çocuklarımızın da bizim de ayrı ayrı hatalarımız, doğrularımız, gelgitlerimiz olmalı ve onları bırakmalıyız ki o bağlayıcı vicdanımızdan, bilincimizden kendilerini büyütebilsinler, kendi kendilerine birer insan olabilsinler.
Şimdi ben de kendimi ve tanrılarımı öldürerek, zor olan yoldan, Jean Louise gibi gitmeye çabalıyorum:
Hemen hemen aşıktı Hank'e. Yo, olanaksız bu, diye düşündü: ya aşıksındır ya değilsindir. Aşk bu dünyada sarih olan, su götürmeyen tek şey. Sevginin pek çok çeşidi var, tamam, ama hepsinde de "ya seviyorsun ya da sevmiyorsun" önermesi geçerli.Jean Louise kolay bir çıkış yoluyla karşılaştığında, mutlaka zor yolu seçen biriydi. Şu anki kolay yol, Hank'le evlenmek ve kendine baktırmaktı. Birkaç yıl sonra, çocuklar beline geldiğinde, asıl evlenmesi gereken adam ortaya çıkacaktı. Kalp yoklamaları, telaşlar, alevlenmeler ve kızgınlıklar, postanenin basamaklarında uzun bakışmalar; kısacası herkesin payına bolca düşecek bir bedbahtlık. Bütün o harala gürele ve alicenaplık bitince, geriye kalan tek şey, Birmingham taşra kulübü tarzı bir başka küçük, pespaye gönül macerası olacaktı, bir de Westinghouse marka son model mutfak aletleriyle dolu, kendi elinle inşa ettiğin, sana özel bir cehennem. Hank bunu hak etmiyordu.Hayır. Jean Louise şimdilik evde kalmışlığın taşlı patikasında ilerlemeyi seçecekti.

Yol

Saat gecenin bir kırk üçü. Otobüs molasından yazıyorum. Evden çıkana kadar yetiştiremediğimden. Temmuzun 11'ine kadar yokum. Bu arada önceden hazırlayıp kaydettiğim iki kitap yazısını paylaşacağım şimdi. Çok uykusuzum, uzun zamandan sonra ilk defa çift koltuklu eski usül bir otobüsle uzun yol gidiyorum, herkesle dipdibeyim ve önümdeki ergen irisi koltuğun yataylaşma limitlerini zorluyor. Ve tam anlamıyla bir aile bayramı geçirmeye gidiyorum. Babamla ve tüm akrabalarımla geçireceğim 10 gün için bana acıyın ve şans dileyin.
Haa bir de Aşti'de hiçbir şey patlamadan çıktım şimdilik. Bakalım geri dönüşe.

26 Haziran 2016 Pazar

Homefront (2013)

Eski DEA ajanı Phil Broker, son görevinde işlerin biraz yoldan çıkmasıyla yaşadığı trajediden sonra küçük kızı Maddy ile birlikte hayatına yeni baştan, küçük bir kasabada başlamaya karar verir. Ama Maddy de Phil de küçük bir kasaba için pek normal tipler değildir. Eh bu kasaba da öyle en masum küçük kasaba portremize uyan bir yer değildir. Maddy'nin okulda kavga ettiği çocuğun annesi ve babası Phil'in üstüne gelince, sonra da Phil'den güzelce ağızlarının payını alınca çocuğun uyuşturucu bağımlısı annesi, Phil'in üstüne uyuşturucu üreticisi-satıcısı abisi Gator'ı salar. Gator'un da kendine ait planları devreye girince, Phil ve Maddy yine belayı peşlerine takmış olurlar.
İşte bu en sevdiğim türden filmlerden. Sağlam aksiyon, çelik gibi bir başrol, motivasyonu olan ve zeki görünen ama sonradan salak kalan kötüler, melek gibi güzel kadın yan rol, şeytanımsı seksi kadın yan rol ve habire dövüşler yumruklar tekmeler, savrulmalar...Ciddiyim ya. Hakikaten bayılıyorum böyle filmlere. İnsanı mutlu ediyor, eğlendiriyor, tamamen başka bir dünyada güzelce vakit geçirtiyor. Ben filmi en son yaptığım otobüs yolculuğunda izledim köye giderken. Kamil Koç'un sınırlı film seçenekleri içinde en makulu bu gibiydi bana göre. Aslında Jason Statham'a çok önyargılı yaklaştığımı fark ettim bu filme izleyince. Etrafımda bu adamı pek beğenen, böyle bir karizmatik hatta yakışıklı falan bulan insanlara denk geldikçe sinir olmuştum adama. Hayır yani ne buluyorsunuz ne buluyor olabilirsiniz diyerek. Şimdi de onlar gibi düşünmüyorum ama bir sempati duymaya başladım. Yani ben de öyle dövüşmek istiyorum ya! Adama çok saygı duydum ha. Bir de filmde ciddi anlamda rol yapma kırıntısı gösteriyordu, inanamadım. Normalde aksiyon starları tek tiptir, tekdüzedir, kamera karşısına geçer dövüşür, sert sert bakar, çıkarlar. Ama Statham'ın suratında bu filmde birşeyler vardı ya. Chuck Logan diye bir adamın kitabından bizim Slyvester senaryolaştırmış hikayeyi, her şey doğal olarak yılların tecrübesiyle tık tık tık yerine oturuyor. Bilindik o matematiğin içinde aslında her bir oyuncu bir değişik geldi bana bu sefer. Yani artık hep bir alışmışım herhalde daha anormal, daha bağımsız, daha farklı işlerde görmeye bu oyuncuları. Böyle en eski, en temel formülün içinde görünce bir değişik geldiler. Winona Ryder, Rachelle Lefevre, Kate Bosworth...Ama bu James Franco ile hala anlayamadığım bir şeyin içindeyiz. Spider Man'de görüp aşık olmuştum ben bu adam. Sonra Freaks and Geeks ile Tristan+Isolde ile izleye izleye doyamamıştım. Ama sonra bir noktada bir şey oldu. Bu böyle birşeyler yapmaya, herşeyi yapmaya başladı. Nasıl olduğunu anlamadan bir bakmışım nefret ediyorum, önüme çıkınca kazara, mazallah geçireceğim tokatı o derece nefret ediyorum. Gıcık oluyorum ya. Her gördüğüm yerde, filmde hep bizimle dalga geçiyormuş gibi hissediyorum. Hep o kendisi eğleniyor ve bizi kekliyor ifadesi var suratında. Ama bu filmi izlerken ona bile dayanabildim, teşekkür ederim Statham abi.
Diyeceğim o ki film iyi, güzel. Çok sıkıldığınız, ne yapacağınızı bilemediğiniz bir vakitte açın izleyin, içiniz ferahlasın. Yani bana öyle yapıyor, siz illa yok Fransız sineması izlerim yok Fellini'den geçemem diyorsanız o da sizin eğlence anlayışınız.

25 Haziran 2016 Cumartesi

l'ingenuo e i problemi e questo mondo


(Dvorak eşliğinde okursanız daha az sıkıcı olur diye umuyorum.)

Hakikaten benim evlat edinilmem ne bileyim böyle bir koruyucu aile olsun veyahut da vasi falan olsun o tür bir şeylere falan ihtiyacım var. Bu dünya üstünde böyle tek başıma dolaşmamam lazım. Resmen bu yaşa kadar nasıl hayatta kaldığıma şaşırıyorum, o derece. Ben bu dünyanın işleyişini, işlerin yürüyüşünü, hayatın nasıl ilerlediğini neden bir türlü çözemiyorum, neden ayak uyduramıyorum, neden yapamıyorum yahu neden? Bugün bilgisayarı servisten alayım diye çıktım evden. Çıkmadan da telefon ettim ama telefonu bir türlü açmadılar. Dedim herhalde telefonlara bakılmıyor olur ya. İnatla çıktım evden. Otobüsle yolu yarılamıştım ki arıza teslim formunu yanıma almadığımı hatırladım ki o olmadan bilgisayarı vermeyiz demişlerdi. Hatırladığım anda kendime küfürler eşliğinde otobüsten indim, karşıya geçtim, yeni otobüs bekledim, eve döndüm. Formu alıp evden çıktım, yine otobüs beklemek üzere durağa gittim ama bu arada kalp krizi geçiriyordum az kalsın çünkü durup dururken tam da benim geçeceğim yoldaki trafik ışıkları çalışmıyordu. Halbuki bir öncekiler çalışıyordu. Hayatta beceremediğim şeylerden biri de bu karşıdan karşıya geçme meselesi zaten. Her zaman ışıklardan, üst geçitlerden geçerim çünkü mesafe-hız hesaplama algım eksilerdedir. E bir zahmet ölmemek için de tüm önlemleri alıyorum. Ama böyle zamanlarda ışık bozuksa ya da en kötüsü ışık ve geçit olmayan yerlerde geçmek zorundaysam kalakalıyorum. Olduğum yere çöküp ağlayasım geliyor, geçemiyorum. Her neyse, bir önceki ışıkta durduğu için arabalar geçebildiğim karşıya da otobüse binebildim. Servisin olduğu yere gittim, o da ayrı bir dert zaten, sanayi gibi bir yerin kıyısında, güneşin altında yürü de yürü. Ama bir gittim kapı duvar. Haftasonu kapalı olmasın mı? Bundan daha mantıklı ne olabilir değil mi? Ama benim kafam işte. Gerisingeriye otobüs beklemeye döndüm, eve geri döneceğim. Bir süre salak salak köprünün altında bekledikten sonra arkada, biraz mesafe uzakta asıl durağın olduğunu ve insanların orada beklediğini fark ettim, neyseki. Sonra otobüse bindim ama o da biraz gittikten sonra bozulmasın mı? İn, başka otobüs bekle, ona bin, eve geri dön derken akşam 5'te eve tüm günümü otobüslerde dikilerek, güneşin altında yürüyerek, sersefil halde geçirdikten sonra dönebilmiş oldum. Şahaneyim.
Haa tabi bilgisayar bozuldu ona ne diyorsunuz. Ben göbek atıyorum nasıl mutluyum yarabbim. Bu nasıl kader ya. Bu nasıl bir evren nasıl bir enerji nasıl bir nasıl. Tam ohh sınavlar da bitti, ders dönemini bitiriyorum tamam artık sadece roma'yla ilgili işlerimi hallederim, didik didik ederim her ayrıntıyı hesaplarım falan modundayım pat bilgisayar siyah ekran. Güvenli moddur cmd'dir scannow'dır her bir şeyi denedikten sonra hah herhalde bir format işini görür diyerek umutla servise teslim edince daha da bir belaya battım. 160 dolar diye yuvarlayabileceğim -bakınız kdvsi eksik bir de ba ba ba- bir rakam önerdiler harddisk bozukmuş! Kabul edersem yapacaklardı, etmedim ama öldüm öldüm dirildim allahım napabilirim diye. Elimde bilgisayar mühendisliği diploması var ama arka kapağı açsam bulamam şimdi hangisi ney. Evet utanıyorum ama bu uzun hikaye. Neyse işte son çare sorup soruşturayım nedir ne değildir dedim. Eski işyerinden arkadaşlardan bir sürü yardım önerisi geldi. Bu da ayrı bir hüzünle karışık mutluluk meselesi oldu benim için. Böylesine yardım görünce çok mutlu oldum be. Gerçi daha bir şey yaptırabilmiş değilim, bilgisayarımı alabilseydim arkadaşa götürecektim. O değil de, asıl bundan sonraki aşamada hard disk nasıl değişecek nerden bulurum sonra nasıl formatlayacağız hepsi ayrı bir uğraş. Çarşambaya da bilet aldım köye gideceğim diye, bayram kalabalığı girmeden biletimi kapıp gideyim demiştim ama bu bilgisayar ne zaman nasıl olacak, daha onunla uğraşmam lazım (Şu an normalde abimlere kullanmaları için verdiğim emektar bilgisayarımı aldım da abimden onunla idare ediyorum. Bu benim tüm visual studio debuglarımı xilinxlerimi ilk müzikleri keşfedişimi msnde gecelerce sabahlara kadar muhabbetlerime şahitlik etmiş hp bilgisayarım. En son artık 5.senesinde ısınıp ısınıp pat diye kendini kapatmaya başlayan bilgisayarım. Şu an misal altında iki üstünde bir tane buz kalıbıyla duruyoruz, klavyenin yarısını kapatıyor buz kalıbı, çok eğleniyorum yazarken.).
Roma'da ev kalacak yer bulma konusu ise ayrı bir derdim. Hayata küsme nedenim. Okulun yurdu bir şeysi yok. Bazı web sitelerine yönlendiriyor. Misal uniplaces. Orada kriterleri girip aratıyorum, aaa bir bakıyoum hibenin hepsini sadece oda kirasına vermem gerekiyor görünüyor. Tabi başka yollar da var. Mesela şimdilik hostel ayarlayıp, orada okulun panosundan gazete ilanından falan öğrenci evinde yer arayabilirim. Çok daha ucuz olur ama ben kendimi biliyorum, beceremem. Bir diğer yol, face'de falan gruplar buldum orada insanlar ilan veriyor ya da şöyle bir şey arıyorum diye yazıyor iletişiyorlar anlaşıyorlar. Ama bunlara da nasıl güvenebilirim bilemedim. Yani bir yandan acayip korkuyorum, diyorum ki tanıdığım bildiğim birileri olsa keşke şöyle gönül rahatlığıyla gitsem hatta işte türk olsa da birlikte kalacağım insan/insanlar falan. Bir yandan da diyorum ki kendini büyütmek, değişmek için gidiyorsun tam olsun bari git o ilandaki gibi iki italyan kız bir fransız erkeğin olduğu evdeki odayı tut. Her şey çok karanlık. Her şey dert şu an. Hayır hiç benimle gidecek kimseyi de bulamadım ki azcık güvende hissedeyim.
Zaten roma'daki okul da alabildiğine sallıyor beni. Daha kabul mektubunu bile yollamadılar. Hoş zaten benim de pasaportum yok. O da ayrı bir dert. Bu defter harcından muaf olmak için önce bir form doldurdum, sonra onu bölüm başkanına uzun uğraşlar sonucu iki günde ancak imzalatabildim. Sonra enstitüye imzalatmak için bıraktım, orası da iki günde imzaladı. İki imzalı formu aldım bu sefer de ana kampüsteki merkez öğrenci işlerine bıraktım ki orası da vergi dairesine yazı hazırlasın. Pazartesi bir ihtimal o yazı hazır olursa yazıyı da alıp, vergi dairesine gideceğim. Oradan da başka bir yazı alıp, emniyetten pasaport randevusu alacağım. Haa bir de bu işlerin hepsi böyle tek cümlede olmadı. Enstitüden aldığım formu defterdarlığa götürdüm, orası yok bize değil vergi dairesine dedi, vergi dairesini aradım, o kişi öbürünü öbürü diğerine bağladı, tamamen farklı bir kağıt beklediklerini anlayınca bu sefer ab ofisini aradım çökmüş halde. Valla ordaki kadının hakkını nasıl öderim bilmem. Ondan tam olarak ne yapmam gerektiğini öğrenince dedim ki ben yapmayayım valla. Ödeyeyim 87,5 tl'yi, nasıl olsa battı balık yan gider. Hatta gitmekten vazgeçeyim ne olacak kısmet değilmiş derim. Yook dedi kadın, sen şimdi git git öğrenci işlerine, ödeme o parayı daha çok para ödeyeceksin bu erasmus bitene kadar oralara sakla paranı diye diye ikna etti beni, kalktım güneşin altında yürü yürü merkez öğrenci işlerine. Orada karşılıklı iki koridorda resmen çember çizdikten sonra her bir odaya girip çıkıp sorduktan sonra bıraktım formu ki yazıyı hazırlayabilsinler.
Bir de bu insanların yardımını, güler yüzünü, sempatisini görünce yaşadığım şaşkınlık hali var tabi. Hayır gerçekten saçma bir durumdayım. Yani ben kendimi çok saf biliyorum, hemen herkese güvenirim diye kızarım hatta kendime. Hemen güvenir, güleryüz gösteririm. Ama ne hikmetse, insanlardan iyi davranış görünce de şaşkınlıktan ölüyorum. Hayır yani hemen güveniyorsam safça, iyilik yaptıklarında neden şaşırıyorum değil mi? Anlamadım valla. Misal enstitüdeki Mustafa abi. Önceki hafta o belgeleri imzalatıp yollama aşamasında çıldırdığım vakitte resmen melek gibi indi önüme. O kadar işinin arasında geç dedi şuraya, taratalım dedi belgeleri, çıktı aldırdı,..Var ya nasıl anlatırım bilemiyorum resmen o birkaç saat ağlayacaktım ellerine kapanıp, abi sen ne iyi insansın diye. İşte böyle şeyler olunca çok şaşırıyorum.
Ben nasıl kalacak yer bulacağım ya? Tüm o bavullarla çantalarla havaalanından termini'ye oradan kalacak yere nasıl gideceğim ya?

22 Haziran 2016 Çarşamba

Gone With The Wind (1939)

1861'de ABD'nin güneyinde zengin toprak sahibi ailelerin arasında, yemeler içmeler, eğlenmeler, partiler atmosferinde başlıyor film. O'Haraların şımarık büyük kızı Scarlett çevresinde ne kadar erkek varsa hepsini kendine aşık etmiş halde, parmağında oynatıyor. Ama bu kendini beğenmiş, gıcık, kimseye yüz vermez halinin arkasında Scarlett, Wilkesların oğlu ağırbaşlı Ashley'e delicesine aşık. Tüm bu parti ortamı Scarlett'in, Ashley'nin Melanie Hamilton ile evleneceği haberini alması ve bu güney kasabası insanlarının da güney ile kuzeyin savaşa girdiği haberini almasıyla değişiveriyor. 1877'ye kadar Scarlett'in, Ashley'nin, Melanie'nin ve bu arada olaya dahil olan Charleston'dan orayı ziyarete gelen Rhett Butler'ın yaşadıkları etrafında Amerikan İç Savaşı'nı izliyoruz.
"Gone with The Wind" esasında Margaret Mitchell'in ilk defa 1936'da yayınlanan romanının adıymış. Hatta roman da adını Ernest Dowson'ın "Non Sum Qualis eram Bonae Sub Regno Cynarae" diye bir şiirinin bir dizesinden almış (insanlar nelerle uğraşıyor hey yarabbim). Neyse işte zamanında büyük olay olan filmi ben uzun zamandır izlemek istiyordum, öyle ya Casablanca'yı izlemişim e bunu da artık izlemenin vaktidir diyordum. Diyordum da neye kalkıştığım hakkında en ufak bir fikrim yoktu. 3 saat 58 dakika yazıyor açar bakarsanız IMDb'de. Şaka yapıyor zannediyorsunuz en başta, bir yanlışlık olmuştur diyorsunuz. Sonra aklınızın bir ucundan o uçsuz bucaksız, bitmeyen "Lawrence of Arabia" çölleri geliveriyor, olabilir olabilir sürebilir diyorsunuz ama hala o sürenin gerçekliğini kavrayamıyorsunuz. Üstüne bir de sonradan düzeltmiş bilmem ne versiyonu olan daha da uzun halini açmışım ben. Hayır bir Miğfer Dibi savaşını olsa izlerim o kadar saat ama rüzgar gibi geçen 4 saatte mi geçer arkadaş! (Tamam gençler heyecan yapmayın GoT'un da malum en son savaş sahnelerini izledim, efsaneviymiş orası ayrı, hakkını veriyorum ama benim için yüz yıl da geçse ne o ne Braveheart ne başkası. Her daim Miğfer Dibi olacak.) Ne yaptım biliyor musunuz, her gün yarım saat izleyip kapattım. Harbiden diyorum ya. Bir kere çöktü üstüme o sürenin sıkıntısı çünkü. Böyle böyle günlere yayarak izledim bitirdim. Ama kafamda deli sorular. Bu millet zittin sene önce tee 1939'da falan nasıl oturup da izledi bunu sinemada. Ben hala ordayım ya. Yani Amerika'da sinemaya da gittikti, gördüm olayı, yer falan yok istediğin yere geçip oturuyorsun, ara falan da yok istediğin zaman zırt pırt gir çık kimse karışmıyor kapı falan da yok. Eh ama hep mi böyleydi bu, hayır hep böyleyse bunların sinema kültürü düşünsenize 4 saat boyunca benim gibi bir tip misal, 15 dakikada bir tuvalet ihtiyacı ile 4 çarpı 60 bölü 15'ten 16 kere tuvalete gider film boyunca. Her bir gidişinde de 5 dakika harcasa en iyi ihtimalle, 4 çarpı 60 eksi 16 çarpı 5'ten filmin yalnızca 160 bölü 60 yani 3,3 saatini falan izleyebilmiş olacak. (vallahi mazur görün elimde değil, son bir yıldır ömrüm boyunca çalışmadığım kadar sözel ders çalıştım öğk geldi artık yeminle, az biraz sayı işlem görmek istiyorum resmen integrallerin arasında yüzmek istiyorum o derece)
Kafanızı yeteri kadar ütülediysem asıl diyeceklerimi diyeceğim. Filmin savaşın başlamasından Sherman'ın Denize İlerleyişi dedikleri kısma, yani savaşın bitti gibi olup, Scarlett'in evine dönmesi ve etrafı mahvolmuş, kendini ve ailesini en derin yoksulluğun, açlığın içinde bulmuş olmasına kadar herşey şahane aslında. İnanılmaz derecede muhteşem sahnelerle adeta dantel gibi gidiyor buraya kadar. Ama bundan sonrasında beni ne yalan söyleyeyim baydı. Tüm film bu bölüm gibi olsaydı inanın 4 saat 5 saat demez ayıramazdım gözümü ama, bu noktadan sonrası ne bileyim sanki hikaye için de gereksiz gibiydi. Yani tamam kadın yazmışsa kitap olsun diye yazmış, sonuçta "coming of age" hikayesi olsun diye. Scarlett'i tamamen şımarık, dünyayı kendi etrafında dönüyor sanan, yediği önünde yemediği arkasında bir yaklaşık 16 yaş ergeni olarak alıp, başından bir dolu evlilik geçmiş, çocuğu olmuş, ailesini evini herşeyi yeniden inşa etmiş, dünyaya meydan okumuş, güçlü bir kadın haline getiriyoruz. Ama bunu filmde izlemek istemedim ben. Ne bileyim, keşke o toprağın üstüne çöküp, güneşe doğru ellerini kaldırıp yeminini ettiği noktada bitseydi film.
Yalnız Vivien Leigh değil de Olivia De Havilland çok zarif, pek güzel kadınmış vakt-i zamanında.

amaideas agus call

Bu seferki yumurtadan da Charlie Brown çıktı  En son 11 Mart'ta, Ramazan'ın başladığı gün, pazartesi günü yazmışım (Aradaki ekinoks ...