28 Ağustos 2016 Pazar

değişmeyen

En başından uyarımı yapayım gene. Bu yazı az biraz uzun ve çok biraz karmaşık, dallı budaklı, oradan oraya ve buraya, öyle bir her şeyden bahsetme yazısı olacak.
En son otobüsteyken, alelacele yazmıştım buraya. Sonra neler neler. Bir kere hayatımla, hayatla, kendimle ilgili tüm düşüncelerim alt üst oldu. Daha önce aynı şey bir kere daha başıma gelmişti, henüz Neverland ortalarda yokken, üniversitenin o meşum ikinci senesinde. 20 yıllık tüm varlığım o sene tamamen yerle bir olmuş, yerine kocaman bir enkaz kalmıştı. Toparlamam yıllarımı aldı sanırım, toparlayabildim mi emin de değilim. Açıkçası hala o enkazın içinden ele avuca gelir bir şeyler inşa etmeye çabalıyor da olabilirim. Her neyse. Şimdi bu geçirdiğim kabaca tahminen 3 haftalık zaman diliminde yine aynı şey oldu. Bir kere ben, kendimi gördüğüm şey değilmişim. Hani bahsediyorum ya, bahsettim mi ya da size de ya da sadece kızlara mı demiştim acaba, neyse kafam gidip geliyor. Hah işte şöyle bir şeyden bahsediyorum. 30 yıldır bir balon oluşturmuşum, beni çepeçevre saran. O balonun içinde bir dünya yaratmışım, dışarıyı görüyorum evet ama balonun çeperinden. Dışarısı da beni görüyor ama bana dokunamıyor. Dokunmaya çabaladığı her seferinde hayretler içinde kalıp, kaçıyorum. Muşum yani, onu fark ettim bu son birkaç sene içinde. İşte bu balonun içinde yarattığım dünyada bir de kendimi görüşüm varmış, bu haftalarda bir de onu anlamış oldum. Ben, en basit haliyle kendimi o küçükken izlediğim filmlerdeki bir Jean-Claude Van Damme, bir Xena, efendime söyleyeyim bir Bruce Willis zannediyormuşum. Vallahi bakın. Yani hobbit boyutlarındayım diye yakınıp durdum evet hep ama içten içe kafamda kendimi istesem hemen şu kanepeden uçan tekme sallayarak inebilir bir şey olarak görüyormuşum. O kadar fazla izlemişim, o kadar içselleştirmişim ki kendimi hayallerle, bir süre sonra kendime söylediğim her şeye inanmışım. 20 yaşındayken insanların o zamana kadar bana söylediği, bana yakıştırdığı, olduğumu sandıkları şeyin yıkılışına şahit olmuştum. 30 yaşına gelirkense kendimi zannettiğim şeyin paramparça oluşuna şahit oldum.
Maceralar bana göre değilmiş. Yani kafamda evet, ama fiziksel olarak atlamak, zıplamak, koşturmak, yok çadırda kalmak, toza toprağa bulanmak, kurumuş otların üzerine uzanıp meteor yağmuru izlemek, kumsallarda sabahlamak, ormanlarda fink atmak türünden şeyler kafamda kurduğum hikayelerde güzelmiş. Deneyim yaşama kısmına geldiğimizde benim pilim bitiyormuş. Ya da şöyle diyeyim, bir film izliyoruz, kahramanlarımız sırf macera olsun diye ıssız yolun ortasında arabalarını durdurup iniyorlar ve hemen yanı başlarındaki ormana dalıveriyorlar. Ormanda ağaçlardan süzülen güneş ışınlarını izliyorlar, sarmaşıkları takip ediyorlar, şırıl şırıl akan nehirden su içiyor, balıkların parlak gümüşi hareketlerini izliyorlar, şelaleden atlıyor, derede yıkanıyorlar, ağaçtan topladıkları elmaları yiyorlar, yüzleri gözleri pırıl pırıl, saçları kuaförde doğal bir ahenk verilmişçesine salınıyor, aman yarabbi bu ne huzur bu ne güzellik..Hah işte ben bu hissi seviyormuşum izlerken. Ama gerçekte ne oluyor biliyor musunuz? Kafamda bu görüntüyle ben iniyorum o arabadan, ormanda iki dakika yürümeme kalmıyor üstüm başım yapış yapış ter oluyor, en rahat dediğim ayakkabı bile ayağımı vuruyor, nefes nefese kalıveriyorum. Zaten en geç yarım saat içinde tuvaletim gelmiş, beni sıkıştırmış oluyor, tansiyonum fırlamış halde aklımda sadece idrar torbam ve dünyadan nefret ediyor oluyorum. Yani işte demeye çalıştığımı anladınız. Ama ben tam olarak ne olduğumu anlamadım. Yani acaba yaşlandım da ondan mı artık rahata kaçmaya meylediyorum yoksa hep bu kadar tembeldim de ekran karşısından okurken izlerken herşey güzel geliyordu, bilemiyorum. Bugün arkadaşım Fer ile telefonda yine o saatler süren konuşmalarımızdan birini yapıyorduk, şey dedi bu sefer, şımarık mıyım şükürsüz müyüm niye böyleyim bilmiyorum. Çalıştığı bir işi var, sabit gelirli, okulunu okuduğu. Tatillerini hep değerlendiriyor, boş vakitlerinde de istediği şeyleri yapıyor, yeni şeyler öğreniyor. Diğer arkadaşlarımız evlenene ve çocuk yapana kadar hep beraber maceralı tatillere de çıktık, her sene en az bir kez bir şehirde toplaştık falan, 20li yaşlarda yapmamız gerekenleri de yaptık yani. Ama o da şu noktada bir şeyler yanlış diyor. İşe gitmek istemiyorum dedi, ama sonra kızıyorum kendime bu işi yapabilmek için ne kadar uğraşan insanlar vardır dışarıda diye dedi. Öyle. Sokakta binlerce insan var. Açta, açıkta. Ne durumlarda. Misal daha birkaç gün önce, abim yengem yeğenim şu hamburgercilerden bir tanesinde oturduk, sırf ben o gün evde pişen taze fasülye yemeğini istemedim canım hamburger çekti diye. Bir gömülmüşken yemeklerimize hemen bahçenin dışında bir çocuk belirdi. Dileniyordu, 10-12 yaşlarında. Bahçenin içinde arsızca yemeklerini yiyen insanlara, bize bakarak. Abim aldı çocuğu, birlikte içerden bir menü de ona aldılar. Elinde paketiyle çıktı çocuk, otur burada ye dedik ama. Sonra kalktık, arabaya binerken bir baktık arabanın yanındaki kaldırıma çökmüş, elektrik kutusunu kendine siper etmiş, orada yiyor. Yeğenimin elinden tutuyordum, bir yeğenime baktım, bir çocuğa bakamadım başımı kaldırıp da. Yerin dibine girdim oracıkta. Benim elinden tuttuğum yeğenime annesi babası anneannesi babaannesi dedeleri doğduğundan beri tonlarca oyuncak giysi alıyor, her gün bir lokma daha yesin gözünün içine bakıyoruz, iki gün beklemiş yemek aman midesini bozar diye hoop çöpe, sabah süt ısıtıyoruz cezvede kalan içemediği kalan sütü hoop döküyoruz. O çocuksa orada utana sıkıla herkesten saklanarak yiyor hamburgeri. Böyle bir dünyada arkadaşımın izinler iptal edildi geri geldi falan diye işine ayaklarını sürüyerek gitmesi ya da benim sırf eksi birinci katta çalışıyorum yok aşırı disiplin var yok başımdaki adam salağın teki diyerek işi bırakmaya ne hakkım nasıl bir hakkım vardı, bilemiyorum.
Şimdi her gözümü kapattığımda orada beliriyor o çocuk. Kazıda geçirdiğim günler arkeolojinin bana göre olmadığını anlamamı gayet net bir şekilde sağlamıştı zaten ama üzerine bu da tuz biber oldu. Sanırım evrenin bir tür bana ders verme şekli bu. Ben memur yaşantısının disiplininden şikayet edip kaçtım, kazıya bir gittim memurdan beter bir düzen var. Üstüne memurken tüm gün oturabiliyorsunuz (gerçi benim durumumda oradan oraya koşturmak, evrak götürmek getirmek, misafir almak yol etmek, maillere telefonlara cevap vermek, arızaları çözmek, sunucuları kontrol etmek şeklinde tamamen koşturmacayla geçiyordu ama sonuçta oturmak diyebiliriz) ama kazıda 8 saatin üstünde ayakta dikiliyorsunuz, güneşin alnında, tozun toprağın içinde. Hiç de o Stargate'teki, Indiana Jones'taki, Relic Hunter'daki, Tomb Raider'daki sahneler oluşmuyor. Aksine adeta bir Survivor yaşıyorsunuz. Babama her konuda karşı çıktım şu zamana kadar ama tek bir şeydeki haklılığını anladım. Ben senin masa başı bir işte daha iyi olacağını düşündüğüm için ona yönlendirdim dedi telefonda babam. Haklıymışsın dedim. Sonuna kadar haklıymışsın. Evet ben de isterdim bir Lara Croft olmayı ama elimdeki malzeme bu. Bu hastalıklı, zayıf bedeni maceradan maceraya koşturmaya çalıştıkça tıkanıyorum.
Bir de döngü meselesi var tabi. İçimdeki bu devamlı kaçma hevesi. Şimdi gittim mesela yine yeni bir ortama girdim, insanlarla tanıştım, muhabbet kurdum, samimi oldum, sevdim sevildim, yeni dostluklar edindim falan ya, hah işte yine bastırdı o kaçma dürtüsü. Bir an önce buradan da kaç, bu insanlardan da kaç, unut, unuttur, hiç olmamışsın gibi olsun, başka bir yerde yeniden başla dürtüsü. Çünkü buraya da kendimi ait hissedemedim. Hep bir tam anlamıyla kendimi o ortama, o hayata verememe hali. Hep bir, bir şeyler saklıyorum, dibine kadar kendim olamıyorum durumu. Hep bir karşımdakilerin gözlerinde o beni sevmeye başladıklarını, ruhlarına dokunmaya başladığımı görmemle birlikte duyduğum o vicdan azabı. Ama ben sizden neler saklıyorum ki, ama ben burada ne arıyorum ki ile gelen o vicdan azabı ve arkamı dönüp, son sürat kaçma isteği. Hep bir geç kalmışlık. Keşke en başından olsaymışım burada diye içim içimi yedi. Sanırım her gittiğim yerden kaçma isteğimin temelinde bu var. Köklenmiş olmuyorum orada. Hep sonradan gelen, hep yeni gelen oluyorum ve her yerde oturmuş olan o düzenin içine kaynamaya çalışıyorum. Ama hep eğreti hissediyorum ve neden en başından ben de orada değilmişim, şimdi bu insanlar gibi olabilirdim eksikliğiyle kopuveriyorum oradan da. Başka bir yere gidip, kök salabileceğim bir yer bulabilirim belki umuduyla, kaçıyorum. Şimdi de öyle oldu. Bu kez de denediğim hayata ait olamadım.
Döngü dedim ya. Büyüyememe döngüsü. Neverland'de gerçek anlamda kalma durumu benimkisi. O balon var ya o balon, hah işte o balonun içinde ben hiç büyümemişim. Yolculuğum devam ederken ben bazı noktalarda bir takılı kalmışım. İlerliyorum gibi yapmışım ama her defasında o noktalara dönmeye, bakmaya, dikilmeye devam etmişim. Süper Mario gibi, o noktalardaki o kutuları patlatmadan yoluma devam edememişim aslında. Ama o kutuları patlatmak için dönmeye çabaladığım her seferinde etraftaki herşey değişmiş, zaman geçmiş. Sonsuz bir döngü içinde devamlı kafamda takılı kaldığım o noktalara dönüp duruyormuşum. O noktalar orada olduğundan doğru düzgün ilerleyemiyorum, nihayet bir noktayı tamamlamaya döndüğümde ise artık ne o noktanın değeri kalıyor, ne de ben oyunda, yolculukta olmam gereken yerde ve güçte olmuyorum. Geçtiğim haftalar içinde benden tam 10 yaş küçük bir genç insanla, o kadar çeşitli yaşlardaki gençlerin arasında bir onunla en iyi anlaşıp, muhabbetinden zevk aldığımı fark edince beynimde şimşekler çaktı. Ben akıl yaşı olarak bir noktada çakılı kalmışım, santim ilerlememişim. Bunu ezici bir şekilde söylemiyorum o arkadaşın aklına ya da o yaştakilerin aklına bir şey söylemek olarak değil. Demeye çalıştığım kafamın işleyiş şekli, hayata bakışım, hayal kuruşum, düşünüş tarzım bir 10-15 yıl öncemde, benim öncemde, kalmış. Yıllar geçmiş ama ben çakılı kalmışım orada. Bunun, bu büyümeme durumunun fiziksel görünüşten çok daha fazla bir sebebi olduğunun farkına vardım artık. Benim aklım büyümüyor ki. Ben dünyayı algılayamıyorum ki bir türlü. O balonda kendimi korumakla, kendi dünyamda hülyalara dalmakla o kadar meşgulmüşüm ki herşey, yıllar öylece akmış üstünden şeffaf balonun.
Şu an kafam her zamankinden daha allak bullak. Büyümeliyim, ama nasıl yapacağımı bilmiyorum. Ardıma hiç bakmamalıyım artık, ama herşeyi yine bitirmemiş, kapanmamış halde bırakamam. Rüzgarda savrulmayı, sürüklenmeyi bırakmalıyım, ama kendimi sabitleyebileceğim hiçbir şey yok (ahh Desmond brother..). Yani Roma'ya gitmem ne işe yarayacak ki. Bu kafamı değiştirmeyecek. Sadece dünyayı, gerçek dünyayı gördükçe biraz daha şaşıracağım ve vaaay böyle şeyler de varmış diyeceğim her seferinde, o kadar. Sonra yine balonuma çekileceğim. Şansım varsa bu saflığım ve salaklığıma rağmen başıma kötü bir şey gelmez bu arada umarım. Bir de en fazla kendi kendime bir yerleri bulmayı, bir yerlere gitmeyi, işte işlerimi halledebilmeyi falan öğrenmiş olurum, o yani. Ama bu balon, bu kafam, hep yerli yerinde olacak. Ben büyümeyeceğim, o çocuk da o hamburgeri hep o kaldırımda saklanarak yemek zorunda kalacak. Hiçbir şey değişmeyecek.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Bahar Ekinoksu - "Old must be left; New must be adopted; Life must be celebrated"

Ostara veya Eostre veya Eastre, Germen bahar ve şafak tanrıçası. O dönemin akademik yazılarında kendisinden yalnızca bir kez bahsediliyor - ...