Benim bir sürü kalemim var. Kitaplığımdaki çeşitli boy ve ebatlardaki birkaç kalemlik içerisinde yine çeşitli boy ve renklerde kalemler. Bir de her daim elimin altında olsun diye bilgisayar masasının üstüne koyduğum bir kalemlikteki kalemlerim var.
Bir tanesiyle olan ilişkime cidden karar veremiyorum artık. İşin içinden çıkamıyorum. Çok eski bir kalem bu. en güzel yazılarımı onunla yazdım, en içimden gelerek yazdıklarımda onun payı var. Ama yine bu yüzden en çok yıprattığım da o. Kullanırken kıymetini bilemediğim, hep hırpaladığım, farkına varamadığım ama sonra yokluğunda hep onu aradığım kalemim. Elime en iyi uyum sağlayan, en rahat ettiğim, yazması en kolay gibi görünen o.
Bana iyi gelmediğini düşündüğümden, birbirimizi de iyice hırpaladığımızdan, bırakmıştım onu. Uzunca bir süre inat ettim, kullanmadım. Başka kalemler denedim. Çok uzun yazamadım hiçbiriyle, onunla yazdıklarım kadar. Okunacak birşeyler bile olmadı diğerleriyle yazdıklarım. Sonra bir gün yine aldım elime, kendisi geliverdi hatta. Sevindim, hiç olmadığı kadar sevindim. İçimde anlam veremediğim bir umut doğdu. Neler yazardım şimdi onunla diye ilhamla doldum. Ama cümlelerimin arasında teklemeye başladı. Kırılıp durdu ucu. O kırıldıkça, hata yaptıkça ben yıldım. Gene de geri döndü bana. Ben de açıp biraz ucunu, yazmaya geri döndüm her defasında.
Ama o da kırılmaya devam etti. Hep tam hızımı almış, yazılarıma onunla ilhamlar katarken, o hep bir yerde bozdu. En "hah tamam şimdi eminim, bozmayacak" dediğim anda bir bozukluk yaptı. Ve ben gene yıldım. Elimden atmaya çalıştım onu. O gene geri döndü.
Aksi gibi tüm bunlar yüzünden kendimden emin de olamaz oldum. Tam onun hakkındaki fikirlerim otururken, o bozuldu, ben fikirlerimi değiştirdim. Bir an onun en sevdiğim, bana en uygun olan kalemim olduğuna karar vermişken, öbür anda aslında diğer kalemleri de denemem gerektiğini düşündüm hep. O her yazıya uygun bir kalem değilmiş gibi geldi çoğu kez. Daha uygun kalemler aramak istedim. Elime daha rahat gelen olacağını düşünmedim ama daha süslülerini aradım. Daha güzel görünenlerini. Ama hiçbiri elime onun kadar rahat gelmedi, uymadı.
Şimdi diyorum ki eğer o en sevdiğim kalemim olsaydı, başka başka kalemler denemek ister miydim? Peki başka kalemler denedim ve hala daha denemek istiyorum ama bu arada neden elim hep onu arıyor? Bu onu benim için vazgeçilmez mi yapıyor? Aklımda hep onun olması diğer kalemleri onun yerine koyamayacağım anlamına mı geliyor?
Bir de tabi kalemin davranışlarından kendime anlamlar çıkarmamam gerek. Sonuçta kalem.
Değil mi?
Hepimize bayram olsun bu üç gün. İyi bayramlar ;)
30 Ağustos 2011 Salı
27 Ağustos 2011 Cumartesi
Rupert Grint'li, bebekli, reddedilişli rüyalar
Böyle anlatıyorum, anlatıyorum şöyle rüya gördüm böyle rüya gördüm diye ama yanlış anlamayın. Öyle çok rüya gören bir insan değilim. Genellikle bomboş uyurum. Sadece böyle arada, artık kendine göre sebep bulan aklım bir şeyler gösterir, ben de izlerim.
Birkaç gün önce gördüğümden bahsedeyim önce. Daha bu Pottermore'a giriş mektubum gelmemişti, bekleme halindeydim. Rüyamda yanımda iki arkadaşımla birlikte - rüya arkadaşları yine, tanımıyorum yoksa - bir alışveriş merkezindeydim. Ama o her zamanki ışıl ışıl, elektrik dolu görüntüde değildi bu AVM. Loştu, yarı karanlıktı. Etrafta çok insan yoktu, hatta hemen hemen hiç insan yoktu ama çocuklar vardı. Ara ara görünüp, kayboluyorlardı. Biz de yürüyorduk öyle amaçsız. Sonra bir bebek buldum ben. Normal, insan evladı işte. Kaybolmuş gibiydi, annesi babasından ayrı kalmış herhalde diye düşündüm. Kucağıma alıp, ailesini bulayım dedim. Bebek kucağımda oralarda öylece dolaşmaya başladım. Bebek de bu arada hiç ağlayan sızlayan kusan bebeklerden değildi. Sevimliydi, usluydu, iyiydi yani.
Ben öyle dolanırken Rupert Grint'e rastladım. Beni görünce durup, muhabbet etmeye, kucağımdaki bebekle oynamaya başladı. Üstünde bir tişört vardı giydiği, onu çıkarıp benim bebeğe verdi. Tişörtün üstünde de "Bugün benim doğumgünüm. Doğum günüm kutlu olsun." yazıyordu. Rupert'ın üstünde gördüğüm tişört iki saniye sonra bebeğin üstündeydi ve cuk diye oturmuştu yani. O arada kafamda ufak bir şaşırma oldu, olmadı desem yalan olur. Birşeylerden şüpheleniyordum ki, o bölümden uyandım.
Dün gece içinde bulunduğum rüya ise sinir bozucuydu. Yine yanımda iki kişi var (Bu 3'e tamamlama huyumu da anlayamadım. Nedir yani kutsal üçleme, kitap üçlemesi, film üçlemesi, baba-oğul-kutsal ruh mu, tövbe tövbe.). Biri uzun ince bir erkek, diğeri de kim olsa beğenirsiniz : Şu Kavak Yelleri'ndeki Halil tiplemesi var ya, kıvırcık saçlı, ufak tefek, işte o. İkisi de arkadaşımmış bunların ve kapısı direkt dışarıya açılan tek göz oda bir evdeyiz. Uzun tip bilgisayarın başında ayakta birşeyler yapıyordu. Halil de yatağın bir kenarında oturmuş, çerçöp birşeylerle uğraşıyordu. Ha bir de beni sinir ediyordu anladığım kadarıyla. Ben de yatağın üstünde oturuyorum. İçeri bir incik boncukcu geldi o ara. Bakındık birkaç şeye. Bunlar illa al al ısrar ettiler. Bir sürü kolye, bileklik, boncuk falan aldım. Hepsini yatağın üstüne yığdık. Aradan birkaç tane beğendiğim var mı diye bakıp, denemeye çalışıyorum bileğime falan geçirip. Ama hiçbiri beğendiğim şeyler değil. Muhabbet de ediyoruz bu arada. Bunlar bana diyorlar ki "neden onu da çağırmıyorsun, arasana. Söylesene, biliyor mu o?". Sinirleniyorum, "ya saçmalamayın söylemem işte, niye arayacakmışım" diye söyleniyordum. Yere oturduk Halil'le, sırtımıza yatağa yaslayarak. Elimizde iskambil kartları vardı.
Belirli birşey oynamıyorduk, karıştırıyorduk daha çok. Bu ikide birde gıcık etmek için bana sırnaşıyordu. Sonunda bunlar birbirlerini gaza getirdiler, önce Halil çevirdi numarayı telefondan. Bu sırada ben ha bir gayret o boncuklu bileklikleri denemey çalışıyorum. Ama mutlaka kopuyorlar ve o incecik boncuklar pıtır pıtır dökülmeye başlıyordu. Sinirim daha da arttı tabi. Uzun olan giriş konuşmasını yaptı, sonra öbürüne verdi. Öbürü de telefondakine - ki bu telefondaki de bizim Tom, daha önce anlatmıştım hani - "niye gelmiyorsun, buraya gelsene, bak senin hakkında böyle böyle hissediyor, şöyle düşünüyor, şunu istiyor" falan diye ne var ne yoksa anlattı. Beynimden vurulmuşa döndüm, telefonu elinden nasıl alırım diye odada dört döndüm. Bir yandan da Halil'e bağırıyorum, "aldırdın bana bu şeyleri, hepsi kopuyor, ortalık boncuk oldu, hepsi senin suçun" diye. Sonra telefonu Halil aldı gene eline, Tom ona birşeyler dedi. Söylediklerini iletti Halil Tom'un. "Ama o seni sevmiyormuş ki, gelemezmiş. Üzüldü bak, keşke sevsem dedi ama işi de varmış, gelmiyormuş." Üzüldüm ben tabi, üzüntüden de fazla utandım. O an öyle onlara olan sinirim bile kalmadı. Sadece yatağın üstünde öylece oturdum kaldım. Boncuklar vardı her yanda. Sonra da uyandım işte.
Şimdi düşünüyorum da, üçlüden en çok Harry'yi severim. Bebekleri kucağıma alma huyum yoktur. Kavak Yelleri izleyicisi değilim. Bileklikler hakkaten hiç benim tarzım değildi. Ama Tom meselesini bilemiyorum.
Birkaç gün önce gördüğümden bahsedeyim önce. Daha bu Pottermore'a giriş mektubum gelmemişti, bekleme halindeydim. Rüyamda yanımda iki arkadaşımla birlikte - rüya arkadaşları yine, tanımıyorum yoksa - bir alışveriş merkezindeydim. Ama o her zamanki ışıl ışıl, elektrik dolu görüntüde değildi bu AVM. Loştu, yarı karanlıktı. Etrafta çok insan yoktu, hatta hemen hemen hiç insan yoktu ama çocuklar vardı. Ara ara görünüp, kayboluyorlardı. Biz de yürüyorduk öyle amaçsız. Sonra bir bebek buldum ben. Normal, insan evladı işte. Kaybolmuş gibiydi, annesi babasından ayrı kalmış herhalde diye düşündüm. Kucağıma alıp, ailesini bulayım dedim. Bebek kucağımda oralarda öylece dolaşmaya başladım. Bebek de bu arada hiç ağlayan sızlayan kusan bebeklerden değildi. Sevimliydi, usluydu, iyiydi yani.
Ben öyle dolanırken Rupert Grint'e rastladım. Beni görünce durup, muhabbet etmeye, kucağımdaki bebekle oynamaya başladı. Üstünde bir tişört vardı giydiği, onu çıkarıp benim bebeğe verdi. Tişörtün üstünde de "Bugün benim doğumgünüm. Doğum günüm kutlu olsun." yazıyordu. Rupert'ın üstünde gördüğüm tişört iki saniye sonra bebeğin üstündeydi ve cuk diye oturmuştu yani. O arada kafamda ufak bir şaşırma oldu, olmadı desem yalan olur. Birşeylerden şüpheleniyordum ki, o bölümden uyandım.
Dün gece içinde bulunduğum rüya ise sinir bozucuydu. Yine yanımda iki kişi var (Bu 3'e tamamlama huyumu da anlayamadım. Nedir yani kutsal üçleme, kitap üçlemesi, film üçlemesi, baba-oğul-kutsal ruh mu, tövbe tövbe.). Biri uzun ince bir erkek, diğeri de kim olsa beğenirsiniz : Şu Kavak Yelleri'ndeki Halil tiplemesi var ya, kıvırcık saçlı, ufak tefek, işte o. İkisi de arkadaşımmış bunların ve kapısı direkt dışarıya açılan tek göz oda bir evdeyiz. Uzun tip bilgisayarın başında ayakta birşeyler yapıyordu. Halil de yatağın bir kenarında oturmuş, çerçöp birşeylerle uğraşıyordu. Ha bir de beni sinir ediyordu anladığım kadarıyla. Ben de yatağın üstünde oturuyorum. İçeri bir incik boncukcu geldi o ara. Bakındık birkaç şeye. Bunlar illa al al ısrar ettiler. Bir sürü kolye, bileklik, boncuk falan aldım. Hepsini yatağın üstüne yığdık. Aradan birkaç tane beğendiğim var mı diye bakıp, denemeye çalışıyorum bileğime falan geçirip. Ama hiçbiri beğendiğim şeyler değil. Muhabbet de ediyoruz bu arada. Bunlar bana diyorlar ki "neden onu da çağırmıyorsun, arasana. Söylesene, biliyor mu o?". Sinirleniyorum, "ya saçmalamayın söylemem işte, niye arayacakmışım" diye söyleniyordum. Yere oturduk Halil'le, sırtımıza yatağa yaslayarak. Elimizde iskambil kartları vardı.
Belirli birşey oynamıyorduk, karıştırıyorduk daha çok. Bu ikide birde gıcık etmek için bana sırnaşıyordu. Sonunda bunlar birbirlerini gaza getirdiler, önce Halil çevirdi numarayı telefondan. Bu sırada ben ha bir gayret o boncuklu bileklikleri denemey çalışıyorum. Ama mutlaka kopuyorlar ve o incecik boncuklar pıtır pıtır dökülmeye başlıyordu. Sinirim daha da arttı tabi. Uzun olan giriş konuşmasını yaptı, sonra öbürüne verdi. Öbürü de telefondakine - ki bu telefondaki de bizim Tom, daha önce anlatmıştım hani - "niye gelmiyorsun, buraya gelsene, bak senin hakkında böyle böyle hissediyor, şöyle düşünüyor, şunu istiyor" falan diye ne var ne yoksa anlattı. Beynimden vurulmuşa döndüm, telefonu elinden nasıl alırım diye odada dört döndüm. Bir yandan da Halil'e bağırıyorum, "aldırdın bana bu şeyleri, hepsi kopuyor, ortalık boncuk oldu, hepsi senin suçun" diye. Sonra telefonu Halil aldı gene eline, Tom ona birşeyler dedi. Söylediklerini iletti Halil Tom'un. "Ama o seni sevmiyormuş ki, gelemezmiş. Üzüldü bak, keşke sevsem dedi ama işi de varmış, gelmiyormuş." Üzüldüm ben tabi, üzüntüden de fazla utandım. O an öyle onlara olan sinirim bile kalmadı. Sadece yatağın üstünde öylece oturdum kaldım. Boncuklar vardı her yanda. Sonra da uyandım işte.
Şimdi düşünüyorum da, üçlüden en çok Harry'yi severim. Bebekleri kucağıma alma huyum yoktur. Kavak Yelleri izleyicisi değilim. Bileklikler hakkaten hiç benim tarzım değildi. Ama Tom meselesini bilemiyorum.
Hep en akıllı olandı Rawenclaw için en iyisi.
Maili açtığımdan beri geçen saatlerin nasıl olduğunu anlatamam, tarif edemem. Pottermore'un ekimde kapılarının açacak dünyasının beta versiyonuna daldığımdan andan beridir deli gibiyim. Refleks olmasa nefes bile almayacağım herhalde. İlk kitabı olduğu gibi yaşadım. Tabiki eksiklikleri çoktu, zayıf kaldığı yerler vardı teknolojinin ama olsun. Bu kadarı bile en azından şimdilik yetti. Privet Drive 4 numarayı dolaştım, hayvanat bahçesinde kaybolan cama dokundum, baykuş postasının mektuplarını yakalamaya çalıştım, kayaların üzerindeki kulübede Hagrid'le karşılaştım. Diagon Yolu'na gidip, Gringotts'taki Galleonlarımla birinci sınıflar için gereken okul malzemelerini aldım. Kazanım, iksir malzemelerim, kitaplarım tamamlanınca Ollivander'dan bir asa seçmeme, asamın beni seçmesine hak kazanmış oldum. 10 inchlik porsuk ağacından tek boynuzlu kılı çekirdekli oldukça esnek bir asam oldu. Binbir Çeşit Baykuş Dükkanı'ndan kendime bir cüce baykuş almayı da unutmadım. Sonra hepsiyle birlikte kendimi King's Cross'a Peron Dokuz Üç Çeyrek'e attım.
Hogwarts ekspresi yuva gibiydi. Ama Hogwarts'ın büyük holüne geldiğimde daha da yuvamda hissettim. Profesör McGonagall karşıladı, dosdoğru Seçmen Şapka'ya götürdü. Büyük Salon'da tabureye oturup, şapkanın sorularını en içinden geldiği şekilde yanıtladım. O da benim, kendime olan tüm güvensizliklerime rağmen, bir Rawenclaw olduğuma karar verdi. "Rawenclaw kısmetin belki, Oradakilerin hiç çıkmaz sesi, Mantıktır onlarca önemli olan, Öyle kurtulurlar tüm sorunlardan." Rawenclaw ortak salonunun olduğu kuleye çıktım. Diğerlerini buldum, benim gibi olanları. Arkadaş bile edindim. Tüm kaleyi keşfe çıktım, felsefe taşını korumak için altın anahtarı yakaladım, doğru iksirleri buldum ve satranç tahtasından geçtim. Sonunda taşı da kendimi de kurtardım ve arada iki başarısız iksir yapma girişimimle birkaç orta seviyeli sihir denemesinden sonra kendimi nihayet Ankara'daki odama döndürebildim.
İlk baştaki o sonsuz, bitmeyecekmiş gibi gülücükler saçtıran mutluluğum şimdi hüzne döndü. 13 yaş daha genç olup, Hogwarts'dan o kabul mektubumu getiren baykuşun penceremi tıklatmasını istiyorum. Gerçek olmasını istediğim Rawenclaw kızlar yatakhanesindeki yatağım. Birazdan kalkıp, uzanmak zorunda kalacağım yatak değil.
Hogwarts ekspresi yuva gibiydi. Ama Hogwarts'ın büyük holüne geldiğimde daha da yuvamda hissettim. Profesör McGonagall karşıladı, dosdoğru Seçmen Şapka'ya götürdü. Büyük Salon'da tabureye oturup, şapkanın sorularını en içinden geldiği şekilde yanıtladım. O da benim, kendime olan tüm güvensizliklerime rağmen, bir Rawenclaw olduğuma karar verdi. "Rawenclaw kısmetin belki, Oradakilerin hiç çıkmaz sesi, Mantıktır onlarca önemli olan, Öyle kurtulurlar tüm sorunlardan." Rawenclaw ortak salonunun olduğu kuleye çıktım. Diğerlerini buldum, benim gibi olanları. Arkadaş bile edindim. Tüm kaleyi keşfe çıktım, felsefe taşını korumak için altın anahtarı yakaladım, doğru iksirleri buldum ve satranç tahtasından geçtim. Sonunda taşı da kendimi de kurtardım ve arada iki başarısız iksir yapma girişimimle birkaç orta seviyeli sihir denemesinden sonra kendimi nihayet Ankara'daki odama döndürebildim.
İlk baştaki o sonsuz, bitmeyecekmiş gibi gülücükler saçtıran mutluluğum şimdi hüzne döndü. 13 yaş daha genç olup, Hogwarts'dan o kabul mektubumu getiren baykuşun penceremi tıklatmasını istiyorum. Gerçek olmasını istediğim Rawenclaw kızlar yatakhanesindeki yatağım. Birazdan kalkıp, uzanmak zorunda kalacağım yatak değil.
26 Ağustos 2011 Cuma
POTTERMORE'A GİRİYORUM HOBAAAA!!!
Baykuş postam tam bir saat önce girmiş penceremden, bekliyormuş usulca bir kenarda. Acayip mutluyum şu an, manyak derecede heyecanlıyım ve beklemeyin beni şimdi, biraz Diagon Yolu'na biraz King's Cross'a biraz Privet Drive'a biraz Hogsmeade'e bolca da Hogwarts'a bakınıp geleceğim ;)
“Well, that is his loss, not mine,...”
Oruç başıma falan vurmuş olabilir.
Ya da bu dünyada adil olmayan birşeyler var ama çözemedim.
24 Ağustos 2011 Çarşamba
Jane Austen Uyarlamaları Dosyası 6 : Northanger Abbey
Northanger Abbey, Jane'in Persuasion'la birlikte 1817 sonunda yayınlanan son romanı. İlk satın alan yayıncı tarafından basılmaya uygun görülmeyip, Jane'in erkek kardeşine gerisingeriye satılan roman, daha sonra Persuasion'la birlikte basılmış ve yayınlanmış.
Jane'in artık romantizm veya en derin aşk ilişkileri peşinde olmadığı, açık açık eleştirinin ve toplum analizinin dibine vurduğu kitabıdır. Kendi dilinde, kendi tarzında edebiyat eleştirisi yapar bir anlamda döneminin romanlarına gömülmüş saf genç kız Catherine Morland'ın hikayesiyle. Aşk romanlarını, korku-gerilim romanlarını, bunları okuyanları, okumayanları ve gençlerin hayal dünyalarını eleştirir. Kendiyle bile dalga geçer çoğu yerde. Diğer tüm kitaplarında onu yakın bulursunuz kendinize evet, zaten o yüzden okursunuz çoğunlukla ama Northanger Abbey'de artık tamamen aradaki kurguyu bırakıp, sizinle konuşur Jane. Doğrudan ya da kendi kendiyle konuşur gibi size seslenir.
İlk başlarda oldukça severek okuduğum bir roman Northanger Abbey. Hem eğlenceli hem de akıllıcadır. Ama içindeki aşk hikayesini daha geçenlerde filmi ikinci kez izleyene kadar bile algılayamamıştım.Bir türlü o dalgacı, şakacı, pek umursamaz Henry Tilney'nin nasıl olup da sonunda bizim saf mı saf masum mu masum Catherine'imize aşık olduğunu çözememiştim. Arkadaşım benim sadece eşitler arasındaki aşklara inandırıcı gözüyle baktığımı, sadece onların olabilirliğine ihtimal verdiğimi söyledi. Hakikaten mantıklıydı bu çözüm. Catherine'le devamlı dalga geçermiş gibi görünen, ondan yaşça büyük ve belli ki daha da akıl ve kültür sahibi Tilney'nin aslında onun bu masumluğuna, temiz düşüncelerine, hayal dünyasında gezinen gerçekliğine aşık olmuş olabileceğini düşünmemişim.
Neyse işte bu barındırdığı pek de göze batmayan aşk hikayesinden mi yoksa çok fazla trajedi yaşanmamasından mı bilemem, bugüne kadar sadece iki kez uyarlanmış Northanger Abbey. İlki BBC'nin 1987 çevrimi tv filmi, ikincisi de ITV'nin 2007 tarihli tv filmi.
![]() |
Catherine Morland'larımız |
İlk Catherine'imiz Katharine Schlesinger esasında bir miktar gereken masumiyeti gösterse de dönemin genç bekarlarını bile etkileyemeyecek derecede çirkin görünüyor. Bu arada en baştan söyleyeyim de, bu 87 versiyonu tam bir parodi. Abartmıyorum, bildiğiniz 80lerin modasını yansıtır şekilde aşırı makyajlı, aşırı detaylı elbiseli, Austen atmosferinden zerre nasibini almamış bir garip film. O yüzden karşılaştırmasını yaptığımız her karakter için neredeyse aynı şeyleri söyleyeceğim, hatta söylemeyeceğim bile. Sadece göstereceğim, siz anlayacaksınız. O yüzden direkt 2007 Catherine Morland'ına geçiyorum ki kendisi Felicity Jones'un fiziğinde vücut bularak harikalar ortaya koyuyor. Okurken nasıl aklınızda canlanmışsa aynen ekranda görebiliyorsunuz Catherine'i.
![]() |
Henry Tilney'lerimiz |
Henry Tilney'lerin ilk Peter Firth, gerçekten çirkin, şişman ve yaşlı. Bunun yanında J.J.Field tam anlamıyla kafamızda canlandırdığımız Tilney olmasa da güzel bir portre sunuyor. Hatta dedim ya, aşk hikayesini anlamamı büyük oranda onun oyunculuğu sağladı. Bu açıdan yakışıklı, zarif, dalgacı ve olgun görünüyor. Tam bir Tilney.
![]() |
General Tilney'lerimiz |
General Tilney olarak ilki Robert Hardy ki kendisi Cornelius Fudge'ımızdır, ikincisi ve daha ürküncü Liam Cunningham.
Bay ve Bayan Allen rolünde 87'de Googie Withers ve Geoffrey Chatters çok saçmalar. 2007'de Slyvestra Le Touzel ve Desmond Barrit çok daha anlamlı oynamışlar.
![]() |
John Thorpe'larımız |
Her iki uyarlamada da saçmaladıkları kısım John Thorpe rolündeki aktörün seçimi. Jonathan Coy da William Beck de gerçek hayatlarında normal insanlar olabilirler bilemem ama burda resmen ucube imajı çizme yarışındalar. Ürkütücüler, saçmalar ve rahatsız ediciler. Kitapta anlatılan karakter her ne kadar biz bilinçli insanları sinir etse de, Catherine gibi saf bir genç kızı etkileyebilen bir yapıda olmalı. Tamamen yanlış anlamışlar.
Başta da dediğim gibi, prodüksiyon açısından ve her açıdan 1987 versiyonu tam bir rezalet. Oyuncusundan, kostümüne, makyajına, diyaloglarına ve hayal sahnelerine kadar. Northanger manastırı bile yanlış seçilmiş mekan olarak. Bunun yanında 2007 yapımı oldukça başarılı. Her açıdan tatmin edici. Ama gene de o 1987 Northanger Abbey'sini de bir açın bakın derim ben. O kadar parodi gibi bir Austen uyarlaması nasıl başarılır görmek için.
23 Ağustos 2011 Salı
The Conspirator (2010)
John Wilkes Booth, 14 Nisan 1865'te Amerika'nın 16.başkanı olan Abraham Lincoln'ü, Ford's Tiyatrosu'nda başının arkasından bir kurşunla öldürdüğünde herhalde gayet mantıksızca bir şekilde güneyin Konfederasyon ordularının bir şansı olduğunu veya olacağını düşünüyordu. Bu yaptığı, mantıksızlığının dışında tarihe adını yazdıracağı bir olaydı da. Amerika'nın suikastle öldürülen ilk başkanı yaptı Lincoln'ü, bu suikastin devamında ilk kadın idamının da gerçekleşmesine yol açmış oldu.
Robert Redford'un James Mcavoy ve Robin Wright'ın rol aldığı bir Amerikan İç Savaşı dönemi filmi çekeceği haberleri nete düştüğünden beri setten fotoğraflarla, görüntülerle film hakkındaki merağımızı gidermeye çalışıyorduk. Ama ne yaparsak yapalım, okyanusun bu tarafında, hele ki Avrupa'nın dışına denk gelen bu topraklarda o dönemle ilgili bildiklerimiz bir hayli az. O yüzden James D.Solomon ve Gregory Berstein'ın senaryosunun ne anlattığını anlayabilmek için öncelikle tam da bahsettiğimiz tarihlerde Amerika topraklarında neler olduğunu bilmemiz gerek.
İşte filmimiz de bu savaşa ait bir görüntüyle açılıyor. Kuzeyliler cephesinde savaşan Frederick Aiken, yaralıların toplandığı savaş alanında arkadaşı Nicholas Baker'ın gömleğinden tutmuş, bir fıkra anlatıyor. İkisi de ölümcül yaralanmış vaziyette, siperde sırt üstü yatıyorlar. Her taraf cesetlerle, yaralılarla ve kanla dolu. İlk görüntüler bize ilk mesajı da veriyor: Burada olağanüstü bir kıyım oldu. Önemli gördüğümüz bir dava uğruna canımızı verdik.
Böylece 14 Nisan akşamı devletin ve ordunun ileri gelenleri ile birlikte bizim Aiken ve arkadaşı Baker ile William Hamilton, kutlama daveti için kulüpte yerlerini alırlar. Ama devletin başkanı bu sırada tam karşıdaki tiyatro binasında karısıyla birlikte bir oyun izlemektedir. Savaş nerdeyse bitmiştir, anlaşma sağlanmak üzeredir ve yeni bir ulus kurulmaktadır. Ama güneyin öfkeli komplocuları Booth ve onunla birlikte hareket eden Lewis Payne ile George Atzerodt yerlerini alır. Booth kapıda açtığı delikten Lincoln'ün kafasına ateş eder ve tiyatro sahnesine atlar, bağırır "Sic Semper Tyrannis (Her zaman zorbalar için)". Bu sırada Payne, Dışişleri Bakanı William H.Seward'ı bıçaklamış, Atzerodt da Başkan Yardımcısı Andrew Johnson'ı öldürmeye çalışmıştır. Sadece Booth başarılı olur ve zaten bir tek de o kaçabilir.
Film suikastları tüm ayrıntısıyla başarılı bir şekilde göstermesinin yanında Lincoln'ün vurulduktan hemen sonra insanların omuzlarında tiyatronun karşısındaki Alman bir berberin evine taşınması da o kadar incelikli çekilmiş ki, o anda olayın ne kadar dışında bir insan olursanız olun herşey bir anda kafanıza dank ediyor. Aiken'ın taşınan Lincoln'ü takip eden gözleriyle birlikte siz de bazı şeylerin nasıl bir anda tam da tersi şeylere dönüştürülebileceğine tanık oluyorsunuz.
Suikastin hemen ardından Savaş Sekreteri gibi bir görevde olan Edwin Stanton hemen duruma el koyup, esasında olan birçok şeyin de yerine getirilmesini sağlıyor. Yani en azından filmin açıklıkla anlattığı bu. Hemen suçlular ve şüpheliler yakalanıyor. Savaşın bitmesine yakın barışın hayaliyle umutlanmış bir ulusun şimdi istediği acil bir intikam duygusu. Bunun için de aceleyle generallerden kurulu bir askeri mahkeme ile suçluların yargılanmasına başlanıyor.
Ama ufak bir sorun ortaya çıkıyor. Sanıklardan biri olan 40lı yaşlarındaki bir dul Mary Surratt, Maryland senatörü ve avukat olan Johnson'dan kendisini savunmasını istiyor. O da yanında çalışan çömez avukat Frederick Aiken'a veriyor işi. Bundan sonra filmin de anlattığı Aiken'ın dava süresince yaşadığı aydınlanma durumu.
James Mcavoy, sonradan Washington Post editörü olacak olan Frederick Aiken rolünde öylesine mükemmel ki, Becoming Jane'den bu yana yaptıklarıyla, artık yapamayacağı, altından kalkamayacağı bir rol yok gibi görünüyor. En başta inandığı değerlere olan bağlılığı, savunmak istemediği şeylerin ortasına düştüğünde yaşadığı bocalama, ardından inançlarını sorgulaması ve nihayetinde gerçekte "devletin" ne olduğunun suratına çarpılmasıyla içine düştüğü o inanılmaz çaresizlik...
Diğer yandan sessizce, etrafında dönenleri izleyen ama gene de mücadele eden fedakar anne halinde Robin Wright, hala tartışılan Mary Surratt'a hayat veriyor. Kızı Anna Surratt olarak Evan Rachel Wood en az onun kadar iyi. Ve tüm ölümcül kararları alan Edwin Stanton rolündeki Kevin Kline'ı tanımak mümkün değil. Öylesine çarpıcı bir şekilde o taş sertliğindeki adamı canlandırıyor ki, film çıkışında ondan nefret etmemiş çok az kişi vardır.
Gene de kötü adamların, masumların, kurbanların ya da katillerin olmadığı bir film bu. Öyle bir hikaye çünkü. İddia makamının avukatı Joseph Holt'un da tek bir cümleyle özetlediği gibi "Savaşın olduğu yerde hukuk yoktur." Yüzyıllar geçse de hala "özgürlük ve insan hakları" için savaşan bir devletin, taa en başından buna nasıl başladığını, bunu nasıl elde ettiğini gösteren bir hikaye bu. Adaletin aslında olmadığı bir hikaye.
![]() |
Senatör Johnson ile Frederick Aiken |
1861 yılında ABD Başkanı olarak göreve başlayan Lincoln, ilk olarak köleliği kaldırma sözü verdiği için köleliğin kaldırıldığını açıkladı. Ama 19. yüzyılın ortalarında Amerika Birleşik Devletleri'nin güneydoğu bölgelerinde büyük çiftliklerin ağırlıkta olduğu ve tarıma dayanan bir ekonomi yerleşmişti. Bu çiftliklerde özellikle pamuk, tütün ve şeker kamışı yetiştirilmekte ve gereken iş gücü Afrika'dan kaçırılıp getirilen siyah ırktan oluşan kölelerden sağlanmaktaydı. ABD'nin diğer bölgelerinde ekonomi sanayiye yönelmiş ve kölelik ortadan kalkmıştı. ABD'nin batı kesiminde hala yeni eyaletler kurulmaya devam ediyor ve bu yeni eyaletlerin çoğunda kölelik yasaklanıyordu. Bu ortamda güney eyaletleri köleliğin eninde sonunda güneyde de yasaklanacağından endişelenmekteydiler. Bu da güneyin yaşam tarzını kökünden tehdit ediyordu. Köleliği kaldırmaya söz vererek seçime katılan başkan adayı Lincoln, seçimi kazanınca güneyli 7eyalet (South Carolina, Mississippi, Florida, Alabama, Teksas, Georgia ve Louisiana) yeni başkanın köleliği kaldıracağına kesin gözle bakarak hemen ABD'den bağımsızlığını ilan ettiler. Bu eyaletler Jefferson Davis'in başkanlığı altında Amerika Konfedere Devletleri adı altında yeni bir devlet kurdular. Kısa bir süre sonra buna 4 eyalet (Virginia, Arkansas, North Carolina ve Tennessee) daha katıldı. Bu toplam 11 eyalet Amerikan İç Savaşı'nda güneyli konfederasyon tarafını oluşturdular. Ülkenin geri kalan kısmı (özellikle kuzeydoğu kısmı) da kuzeyli union "birlik" tarafını oluşturdular. Bir süre sonra iki devlet arasında savaş patlak verdi. (http://tr.wikipedia.org/wiki/Amerikan_%C4%B0%C3%A7_Sava%C5%9F%C4%B1)
Amerikan İç Savaşı'nın ilk yıllarında hiçbir taraf üstünlük sağlayamadı. Her iki taraftan da birçok kayıplar oldu ve her iki taraf da zaman zaman askeri başarılar elde etse de baskın çıkamadı. 1863 yılının Temmuz ayında gerçekleşen Gettysburg Muharebesi önemli bir dönüm noktası oldu. Güneyden 75 bin, kuzeyden 82 bin askerin katıldığı bu kanlı savaşta her iki taraf da askerlerinin yaklaşık üçte birini kaybettiler ama kuzeyliler tartışmasız bir üstünlük sağladı. En sonunda 9 Nisan 1865 tarihinde kuzey orduları güneyli ünlü komutan Robert Edward Lee'nin ordularını birkaç koldan sardılar ve teslim olmaya mecbur bıraktılar.
![]() |
Aiken'ı uzun süre beklemiş olan Sarah Weston rolünde Alexis Bledel |
![]() |
Frederick Aiken rolünde James Mcavoy |
![]() |
Anna Surratt rolünde Evan Rachel Wood |
![]() |
Dönem filmi canavarı James |
![]() |
Suikastten yargılanan Mary Surratt rolündeki Robin Wright |
![]() |
Edwin Stanton ve kurmayları hasar tespitinde |
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }
En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...
-
Şimdi yaptığım salaklığı anlatacağım. Bir süredir bahsetmeyi düşünüyordum zaten. Konu benim gerizekalılığım ve alt geçitte mendil satan ufa...
-
20li yaşlarındaki Kim Sol Ah (esas kızımız kendisi) bir tasarım şirketinde çalışıyor, tüm gün oturup müşterilere, firmalara, şirketlere f...
-
Çoook eskiden, şimdinin Polinezya diye adlandırılan adalarından birinde, ada halkının şefinin sevimli mi sevimli kızı Moana, babasının t...