28 Mayıs 2023 Pazar

Bir Seul Macerası Bölüm III - Namsan Kulesi, Myeongdong, Sungnyemun, Ikseondong

Odamdan ilk sabah manzarası, azcık gri Seul

 Seul'deki ilk sabahımda erkenden uyandım. Bu yolculuğa çıkmadan önce kendimi zorlamayacağım, yormayacağım diye karar vermiştim ya, ilk günlerin heyecanıyla onu biraz unutmuş olabilirim. Ama güzel ve derli toplu görüneceğim, hazırlanmadan odadan çıkmayacağım kararımı unutmadım çok şükür. 7 buçuk gibi uyandığımda gökyüzü önce bir griydi. Seul'deki havanın hemen hemen hep böyle olduğunu böylece ilk sabahımdan görmüş oldum. Sanki buradaki o açık, berrak gökyüzü hiç oluşamıyor gibi hava ne kadar güneşli olursa olsun. Aç bile hissetmiyordum, zaten ilk 3-4 gün kendimi hiç aç hissedemedim. Yeni bir ülkeye, yeni bir şehre her ayak bastığımda oranın kendine özgü kokusunu alırım hep. O ilk anda aldığım koku ile kazınır o şehir beynime. Seul'de de aynı şey oldu. New York'ta aldığıma çok benzer bir koku karşıladı beni. Gene de tam olarak NY ile aynı değildi, daha dayanılabilirdi. Kötü değildi yani aslında, NY'daki ciddi ciddi kötü bir kokuydu benim için (Avrupa'dan hiç bahsetmiyorum bile, direkt sidik kokuyor bence hangi şehre gitseniz). Büyük ihtimalle bu koku ve yolculuğun heyecanı, stresi ilk günler midemi alt üst etmiş olabilir. Yolculuk boyunca çantama attığım şeyleri otelde atıştırarak yaşadım o günlerde. O ilk sabah da biraz uçak ekmeği kemirdim, önceki gece check-in yaparken otelin hediyesi olan yakwhadan yedim. Güzelce hazırlandım, saçlarımı yaptım, yüzüme bir şeyler sürdüm, takım giydim. Heyecanlı hissetmiyordum, korkmuş olacağımı düşünürdüm ama hiç bir şey hissetmiyordum. Sanki hep orada yaşıyormuşum, dışarı çıkacakmışım gibi bir hava vardı üzerimde.

T-money kartım

9 buçuğa doğru otelden çıktım. Otelin Hangang-daero'ya bakan kapısından çıktığım yerde solumda hemen bir CU gördüm, hani 24 saat açık olan market-bakkal tarzı "convenience store"lardan biri. Kapıda dokunmak için bir yer var, ona dokununca kendiliğinden açılıyor. İçeri girdim, Kore'de girdiğim ve gördüğüm convenience store minicikti. Kasada gençten bir kız vardı, T-money kart istediğimi söyledim. Hemen arkamı işaret etti, sıra sıra asılı kartlardan bir tanesini aldım. Kartın kendisi 4000 won=60 lira. İçine 50000 won yükleyeyim dedim, yaklaşık 754 lira. Kartın parasını kredi kartıyla ödeyebiliyorsunuz ancak içine yüklenecek parayı nakit vermeniz gerekiyor. Bu ilk günkü ilk alışverişimde nasıl olsa naktim var diyerek hepsini nakit ödedim. Kasiyer kız çok tatlıydı, girerken falan Korece merhaba demiştim, kartı falan aldıktan sonra dedim ki doğru telaffuz edebiliyor muyum? Süper söylüyorsun dedi.

Sokağa çıktığımda karşılaştığım Seul

Başladım Namsan'a doğru yürümeye. Hangang-daero üzerindeydim önce. Bir gökdelenden çıkmıştım zaten, yürüdüğüm cadde boyunca yine gökdelenler vardı. Solumda akan trafiğe baktım, sağımdaki tepesini göremediğim binalara baktım. Çok farklı hissedeceğimi düşünmüştüm, çok yabancı, çok değişik gelecek diye düşünmüştüm ama yürürken hiç de öyle hissetmedim. Hiç yabancı bir yerde gibi değildim. Alakası yoktu görüntüyle ama Türkiye'de yürüyormuşum gibi bir hisle yürüdüm. Hava hafif serin bir rüzgarla üşütüyordu, aslında gökyüzünde bulutların arasında gidip gelen güneş vardı. Huam-ro'ya dönmem gereken yerde önce bir şaşırdım, bir gökdelene girecek gibi oldum. Bu ilk günlerde harita ve yollar ile baya bir cebelleştim. Çok basit olmasına rağmen bir türlü anlayamadım. Saat daha 10 olmamıştı ama sanki ofislerinden çıkan, ellerinde kahvelerle sohbet ederek yürüyen ofis çalışanı kılıklı insanlar vardı yolda hep. Huam-ro'ya dönüp, yokuş yukarı çıkmaya başladım. Bu yol üzerinde minik restaurantlar ve kafelerin önünden geçiyordum. Daha çok erken olduğu için kimsecikler yoktu ama kokuları alabiliyordum, midem yine bulanmaya başladı. Kötü olduğu için değil, o yabancılık ve tuhaflık hissini beynimle değil midemle algılıyordum belli ki. Huam-ro'dan Suwol-ro'ya çıktım. O noktada Namsan parkının yeşillikleri ve sur duvarlarının bir kısmı görünür oldu. Parkın girişinden patikaya daldım. Çiçeklerin ağaçların düzenlenmesiyle uğraşan görevliler vardı, onların arasından geçtim. Çiçeklerin güzelliğine ağzım açık bakakaldım. Sonraki günlerde de gezerken gördükçe anladım ki estetik duygusu, temizlik, düzenlilik, derli toplu olmak hep özen göstermenin sonucu. Ankara'da çiçek yok mu, yol kenarlarına parklara dikmiyorlar mı? Dikiyorlar. Ama daha dikerken bile bir özen olmadığı için bu ülkede hiçbir şey güzel görünmüyor. Hiçbir şey insana zevk vermiyor. Böyle çirkinlik içinde, yok etmek için yaşıyormuşuz gibi.

Yi Si Yeong'un Namsan Parkı'ndaki heykeli

Patikadan çıkmaya başladıkça sanki hayatımda ilk defa yeşillik, ağaç, çiçek görüyormuşum gibi hayran hayran yürümeye devam ettim.Bu erken saatte köpeğiyle gezenler, spor kıyafetlerini geçirmiş nineler dedeler ile karşılaştım bol bol. Genişçe bir düzlüğe ulaştığımda iki heykel gördüm. Sağ taraftakinin önünde kalabalık bir genç grubu kahkahalarla oturuyordu. Önce sol taraftakine yöneldim. Bu heykel, Yi Si Yeong'a aitti (이시영). 1868-1953 arasında yaşamış, 1948'den 1951'e kadar Güney Kore'nin başkan yardımcılığını yapmış ki bu vesileyle ilk başkan yardımcısı olmuş oluyor.

Namsan Parkı'ndaki Kim Gu heykeli

Sonra biraz çekinerek sağdaki heykele doğru yürüdüm. Sosyal fobimi üstümden atma amacıyla tek başıma çıktığım bu gezide daha ilk günde o kadar da dışa dönük olamayabilirdim değil mi? Çok yanaşamadan uzaktan baktım bu heykele o yüzden. Bu heykel ve çevresi daha büyüktü. Kim Gu, diğer adıyla Baekbom'a aitti. 1876-1949 arasında yaşamış çok önemli bir isim Kim Gu. Japon işgali döneminde bağımsızlık hareketinin önderlerinden biriymiş ve 1926-1927 arasında geçici hükümetin başkanlığını yapmış, neredeyse tüm hayatı boyunca Kore'nin bağımsızlığı için savaşmış, hapse atılmış, işkence görmüş, 26 yılını Çin'de sürgünde geçirmiş. Ancak tabi görüşleri herkes tarafından sevilmemiş olacak ki 1949'da Koreli bir teğmen tarafından öldürülmüş. O teğmeni 90larda Kim Gu'nun hayranı olan bir otobüs şöförü öldürmüş gerçi. Tarih aslında acayip zevkli bir şey, çünkü mesela sonradan ortaya çıkan gizli belgelere göre de bu teğmen Amerikan gizli servisinin bir ajanıymış. Oysa ki ilk sorgulamalarda tek başıma hareket ettim demiş, yıllar sonra ise Kim Gu'dan hemen sonraki başkanın emriyle yaptığını bulmuşlarmış. Olaylara gelin olaylara.

üzerinde yazanların neden yazdığını ve
burada neden durduğunu çözemediğim kaya

Kim Gu'nun heykelinden uzaklaşınca önce büyük büyük taşların olduğu bir minik alana geldim. Taşların üzerinde uzun uzun Korece metinler vardı. En büyüğündekini Google Lens ile çevirmeye çalıştığımda "Human Mind Connection Theory" yazdı. Bunun ne ile ilgili olduğuna ve neden oraya kocaman bir kaya parçasının üzerinde yazılı olduğuna dair bir şey bulamadım. Taşların olduğu noktadan sağa bakınca ise başka bir heykel karşıladı beni, arkasında bir de müzesiyle. Heykeli görür görmez aa ama ben tanıyorum bu insanı diye yavaş yavaş yaklaştım, sonra altındaki ismi görünce ışıklar yandı kafamda. Meşhur Ahn Jung Geum'dan başkası değildi bu, bu seyahatten döndükten sonra II. Ankara Kore Film Festivali'nde açılış filmi olarak izleyecektim hayatını. 1879-1910 arasında yaşamış bir Kore bağımsızlık savaşçısı olarak 1909'da Japon başbakanına suikast düzenleyip öldürmüş, sonucunda yakalanıp, ertesi yıl idam edilmiş. Yukarıda bahsettiğim Kim Gu da bir dönem Ahn'ın babasının evinde kalmış.

Ahn Jung Geum heykeli

Ahn Jung Geum heykelinden itibaren asıl tırmanışım başladı. İlk günkü ilk hedefin Namsan Kulesi'ne ya da diğer adıyla N-Seul Kulesi'ne çıkıp, önce şehri bir kuşbakışı bütünüyle seyredip, ardından Myeongdong gibi turistik yerlerine gitmek, Cheonggyeoncheon boyunca yürümek ve ilk günde neredeyse tüm şehri yürüyerek gözden geçirmekti. Evet ilk gün için oldukça hevesli ve aç gözlü düşünmüşüm. Kulenin olduğu tepeye doğru tırmanmaya başladığımda bile daha yolun başında çoktan terlemiş, nefes nefese kalmıştım. E haliyle Ankara'daki yaşantımın geneli bilgisayar başında oturmaktan oluşuyor. Saçlarım nemden ve esintiden Hagrid'e dönmüştü. Terlediğim için üstümdeki ceketi çıkarıp, elime aldım, cekette ter lekesi oluşmasın diye. Bu sefer de terden ıpıslak olduğum için üşümeye başladım. Tepeye doğru bir dolu merdiven ve patika çıktım. Manzara şahaneydi, orman, park şahaneydi. Gökyüzü güzel görünüyordu, ceketli gömlekli ofis çalışanlarına da rastlıyordum, batonlarıyla ninelere de. Benim gibi turistler de vardı tek tük, çocuk grupları da. Söylene söylene çıkmaya devam ettim, mutluydum gerçi, tatlı bir söylenmeydi bu. Suyum bitmişti bu arada, hemen sol tarafta içecek otomatları gördüm. Kore'deki teknoloji ile ilk imtihanımda başarısızdım, su alamadım otomatlardan. Neyse kimse görmedi rezil olmadım diyerek hiçbir şey olmamış gibi uzaklaştım. Azcık yukarıda hemen bir kafe gördüm neyse ki. Oradan yine nakit 1000 won vererek suyumu aldım. Bu sırada o meşhur aşk kilitlerini görmeye başlamıştım. Merdivenlerin bir yanında minik minik gözetleme çıkıntıları (denize uzanan iskeleler gibi hani) yapılmış, o iskelelerde tüm demirler, her yer kilitlerle ve not kağıtlarıyla dolu. İnsan fotoğraflarda görünce o kadar da etkili gelmiyormuş, gerçeğini görünce manyaklığın derecesini anlıyorsunuz. Ki bu rastladıklarım asıl aşk kilitleri asma noktası bile değildi. Kuleye çıkan yolun her bir yerinde, kulenin etrafındaki en ufak en saçma yerlerde bile kilitler asılıydı.

Namsan İşaret Tepecikleri

İşaretçi askerlerle

Ben tepeye çıkar, kuleye falan da çıkarım da sonra inerken Beacon Mound Lightning Ceremony'sine bakarım diyordum kafamda. Beacon Moundlara ulaşmam bir saat sürdü tabi. Namsan Kulesi'nin hemen eteğinde işaret tümsekleri var, beacon moundlarla kast ettiğim bu. Joseon Hanedanlığı döneminde, başkent bugünkü Seul'e taşındıktan sonra 1394'te Kral Taejo zamanında Namsan'daki bu işaret tepecikleri kurulmuş. Şehri istilalar korumak için bir çeşit mesaj sistemi bu. Gündüzleri bu tepeciklerden duman, geceleri ateş görününce diğer noktalardakiler de haber alıyor ve şehrin orasından burasına at üstünde ulak yollamaktan daha hızlı haber verilmiş oluyor. Şehrin 4 ana dağına - Bugaksan, Ingwangsan, Naksan ve Namsan - yapılıyor bu tepecikler. Normal zamanlarda bir tane ateş, bir düşman ufukta göründüğünde iki ateş, düşman sınıra yaklaştığında 3, düşman sınırı geçtiğinde 4 ve sınırda düşmanla çarpışma başladığında 5 ateş yakılıyormuş. Namsan'daki bu beaconlar 1894'e kadar kullanılmış. Namsan'ın 5 ayrı yerinde yer alan bu tepecik grupları zaman içinde yok olmuş. Benim seremonisini izlediğim beaconlar 1993'te aslına uygun olarak yeniden inşa edilmiş. 2007'den beri pazartesiler haricinde her gün 12'de bu eski zaman geleneği yeniden canlandırılıyor turistler için. Ben o noktaya ulaştığım saat 11'e 5 falan vardı. Önce bir amca geldi elinde çantalarla. Hopörlör yerleştirdi, ses sistemini ayarladı, ardından Joseon askerleri gibi giyinmiş askerler geldi, amca ses kaydını açtı. Törenden bahseden kayıtla birlikte askerler yerlerini aldı. Önce bunu izledik, sonra amca dedi ki kalabalığa resim çektirebilirsiniz askerlerle. Hemen önce atladım, amca askerle resmimi çekti. Asıl ateş yakıp, duman çıkarma töreni 12'de olacaktı, o yüzden kuleye doğru devam ettim.

Namsan'dan Seul'u dinliyorum gözlerim açık

Namsan (N-Seul) Kulesi

Namsan Kulesi'nin etrafındaki oturma yerleri

Kulenin etrafından önce bir pavilion karşıladı beni. Altında insanlar oturmuştu, onu geçip devam edince bir yanda ince uzun Namsan Kulesi göğe uzanırken onun önü sıra boyunca alabildiğine şehir manzarası vardı. Şehre karşı oturma yerlerinde insanlarla birlikte oturdum. Gökyüzü çok da berrak değildi, manzaram griydi ama mutluydum. Bir orada oturdum, bir burada, Etrafta yürüdüm, her şeyin fotoğrafını çektim. Kafelere baktım, kulenin girişine baktım her şey çok karmaşık geliyordu. Beacon törenine yetişmeliyim diye kuleye çıkmamaya karar verdim, gerçekte aç ve yorgun olduğum için üşenmiştim. Hem de planıma göre Namsan'da günün yarısını geçirmemiş olmalıydım, geri kalıyordum. Saat 12'ye gelmişti, hemen beconların yanına indim. Asıl töreni izledim, sonra geri inmeye başladım. Ama o çıktığım dağı inemeyeceğimi biliyordum. Neyseki inişe geçtiğim noktada cable car biniş yerine rastladım. Teleferik işte. İnsanlar sıraya girmiş, biniyordu. Bileti nereden alıyorum diye görevli çocuğa sordum, hemen yandaki makineyi gösterdi. Ahh hayır dedim yine mi makine. Bilet makinesiyle de cebelleştim bir süre. Ödeme için kartımı çıkarmak için cüzdanı açtığımda kredi kartımı otelde bıraktığımı fark ettim. Maaş kartımla denedim, makine korece yazılar çıkardı, hata verdi. Allah allah dedim, herhalde ben beceremedim. Neyse nakit alayım, nakitle biletimi aldım iniş için. 11000 won=166 lira. Teleferiğin içi baya geniş, herhalde 20 kişi bindik. Cama yapışıp, manzarayı izleyerek indim. 5 dakika bile sürmedi sanırım, içeride bir de güzel k-pop şarkıları çalıyor tabiki.


Teleferikten indiğim noktada bir miktar daha merdiven indim, asansör de vardı yanda ama sıra beklemek istemedim. Oradan yürüyerek mi metroyla Myeongdong'a gittiğimi hatırlayamıyorum. Myeongdong şehrin neredeyse en turistik yeri. Tüm bilindik mağazalar sıralanıyor bu sokaklarda, ortada da o meşhur sokak yemekleri standları. Tam öğle vaktiydi, acayip bir kalabalıkla birlikte girdim Myeongdong'a. Açlıktan ve yorgunluktan bayılacak gibi olduğumdan ilk hedefim en turistik yerdi, Isaac Toast'tan tost alıp yiyecektim. Bu tostçuya şehrin hemen hemen her noktasında rastlıyorsunuz, tabi ilk günden bunu bilmiyordum, çok değişikti benim için. Hevesle ara sokaktaki bu minicik yeri buldum. Önce kasada siparişi söyleyip, ödeyip, sıra numarası alıyorsunuz, sonra sıra numaranızı sesleniyorlar tostunuzu alıyorsunuz. Burada da önce maaş kartımı uzattım, kasadaki kız denedi denedi olmadı. Burası çok ufak, büfe gibi bir yer ya herhalde ondan dedim, nakit verdim gene. Chili Shrimp seçtim menüden(4600 won=69 lira), madem buradayım benim için en değişik olabilecek şey deniz ürünü diye düşündüm. Diğer insanlarla birlikte ara sokakta, duvara yaslanarak bekledim. Tostun görünüşü lezzetli bir kere onu söyleyeyim, ama sosu falan çok. Ekmek ıslanıyor, bir kağıt içinde, poşete koyuyorlar yemek çok zor. Zaten sokakta ayakta dikilerek yiyorsunuz, ekmek olmuş hamur, sos her yere bulaşıyor. Lezzeti de yedikçe anlıyorsunuz ki çok da aman aman bir şey değil. Az ileride birkaç basamak gördüm, oraya çöküp, yemeye çalıştım ben ama üstümü başımı batırmadan mümkün değildi. Bir de midem hala alt üst durumdaydı, büyük bir açlık ve hevesle ısırdım tostu ama iki üç ısırıktan sonra poşete geri koydum. Dedim ki terledim zaten, kredi kartımı da bırakmışım, bu maaş kartı herhalde ayarı olmadı yurtdışında geçmiyor. Metroyla kolayca otele dönebilirim, üstümü değiştiririm, tipimi düzeltirim, tostumu yerim döke saça, kartımı alırım geri çıkarım.

Hevesle otele döndüm. Saat 3'e falan gelmişti. Aklımda kredi kartımı odada alıp, öğlenden sonra yapacaklarımın heyecanıyla, sabahtan beri maaş kartımın hiçbir yerde geçmemiş olmasının rahatsız edici düşüncesi dolu halde asansöre bindim. Başka bir katta kapı açıldı, 40lı yaşlarında olabilecek 180 boylarında bir adam bindi. Adam selam verdi, nerelisin falan diye sordu. O Miami'denmiş, haa dedim ben de Orlando'ya gitmiştim dedim adama. Artık nasıl bakıyorsam kafamda tüm o düşüncelerle Merak etme benden sana zarar gelmez benimle güvendesin gibi bir şeyler dedi, ikimiz de asansörün birer köşesindeydik. Gülümsemeye çalıştım, allah allah diye adama bakıyorum. Kısa süre içinde katıma geldim zaten indim asansörden. Odamda güzelce tostu yemeye çalıştım, gene midem kabul etmedi. Üstümü başımı düzelttim, kredi kartımı aldım, aynı hevesle ve umutla fırladım. Metronun altından otelin girişine gökdelenin bodrum katından geçiyordum ya, hah işte oralardaki kafelerden birine daldım. Kartımı denemek için. Su istedim bir tane, önce kredi kartımı verdim. Olmadı, çekemedi kasiyer. Sonra bir umut maaş kartımı uzattım, tabiki gene olmadı. Sonunda nakit verip, suyu aldım ama titriyordum. Hem sinirden hem şaşkınlıktan hem de umutsuzluktan. Başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü resmen. Gerisingeri odama çıktım. Her şey bitti diye düşünüyordum. Bu kadarmış. Havalimanında bozdurduğum para burada 10 gün ancak su alıp, yürümeme yeter, 10 gün boyunca bu odadan çıkmayayım bari dedim. Uçak bileti bakayım dedim, dönüş biletimi hemen yarına çekebilir miyim diye planlamaya başladım. Tüm dünya üzerime yıkıldı tabiki. Ben böyle en ufak elime kıymık batsa kolum kopmuş gibi şalteri indiriyorum çünkü. Hayat bana bunu neden yapıyordu, lanetler okumaya başladım. Hem kendime, hem kaderime, hem Vakıfbank'a. Bu sene içinde Vakıfbank'ın başına bir şey gelmezse iyidir, o kadar beddua ettim. Türkiye'ye küfrettim, kendime küfrettim. Orada o öğleden sonra otel odasındaki masada oturup, lanetler ettim. Durup iki saniye düşünmedim. Çözüm bulmaya çalışmadım. Bankayı aramam gerekiyordu, ama Kore hattımda dışarı arama yoktu. Güya Vodafone'u kullanmayacak, o parayı vermeyecektim. Mecburen Vodafone hattımı geri taktım, Vakıfbank'ı aradım. Müşteri hizmetleri görevlisi sistemde bir hata mesajı görünmediğini, bu yüzden de bir şey yapılamayacağını söyledi. Şimdi düşününce o da haklıydı diyorum çünkü cidden karttan işlem yapmaya çalıştığımda hata oldu diye mesaj düşmüyordu, sadece Kore'deki o pos cihazlarından işlem olmuyordu yani. Görevliye tekrar tekrar dedim ki bakın ben şu an başka bir ülkedeyim, hadi elimde hiç para yok, ne yapacağım ben şimdi? Onun yapabileceği bir şey yoktu. Yakınmak için kızlara mesaj attım, önerdikleri her şeye umutsuzlukla baktım. O arada abim aramıştı, tam da tutturdu, o haldeyken konuşmam büyük hataydı çünkü. O da bir şeyler önerdi, onun da moralini bozdum. Peşi sıra annem de arayınca salıverdim. Anneme ağladım, bağırdım, onu da üzdüm bir dolu. Herkes beni oh nihayet mutlu olacağı bir şey yaptı, bir yere gitti diye yol edip, aynı umutla görmeyi bekleyerek aramıştı ama ben Türkiye'de neysem orada da o olmuştum. Annemin telefonunu kapatıp, oturdum ağladım. İçim dışıma çıktı ağlamaktan. Gözlerim yumruk yemiş gibi şişti, kan çanağına döndü. Sonunda kendimi toplayıp, dışarı çıktım. Kızlar para çekmeyi dene demişti, onu yapmaya karar verdim ama zerre umudum olmadan.

Önce farkında olmadan sabahki çıktığım kapıdan çıkmışım, solumda CU'yu görünce ayıldım. Kaybedecek neyim var diye daldım CU'ya, bu sefer kasada  sabahki kız yoktu, yaşlı bir amca vardı. Yanında da başka bir genç kız. Bir su aldım, kasaya geldim. Yüzüm ağlamaktan şiş ve kızarık, kafam allak bullak. Nereden kaçtı bu demişlerdir. Kartımı uzattım korka korka. Amca pos cihazına tuttu, cihaz bir şeyler dedi, ekranında bir şeyler yazdı. Aha dedim bu da olmuyor, niye denedim ki. Sonra amca ekrana kartın kenarıyla çizikler attı, bastı etti. Suyumla kartımı verdi. Olmadı mı dedim, şaşırdı, yoo oldu al bakalım dedi. O an amcanın boynuna atlamamak için çok büyük savaş verdim kendimle. Yüzümden anlamış olabilir, o da gülümsedi. Nefesim kesilmiş halde CU'dan çıktım. Amcanın sihirle bir şeyler yapıp, kartı çalıştırdığına emindim, başka açıklaması olamazdı. O zaman dışarıda dolaşır dolaşır gelir bu CU'dan bir şeyler alır yerim diye kafamda planlar hayaller oluşmaya başladı.

Yine de bir atm bulup, para çekmeyi denemeliydim. Dolaşırken gördüğüm en yakın atmler metronun altındakilerdi. Hiç ihtiyacım olacağını düşünmediğim için bakmamıştım bile. Metronun altına girdim, labirent gibi zaten. Yürümeye başladım rastgele, o gördüğüm atmlerden biri denk gelecekti mutlaka. Sonunda bir tane göründü, hemen denedim. İngilizce seçsem bile dili, yine de ne kast ettiğini anlamak mümkün değildi cihazın. Güç bela çözüp, çekmeye çalıştığımda hata verdi. Birkaç kere deneyip aynı hatayı alınca gene ağlamaklı oldum, yürümeye devam ettim. İkinci atmde de aynı şeyler oldu. Üçüncüde de. Metronun altında manyak gibi her atmden para çekmeye çalışıp, ağlamaklı suratıyla yürüyen bir manyak. Sonunda bir tanesinden çekmeyi başarabildim. Sanırım Nonghyup (NH) Bank'ın atmsiydi. 50000 won çektim, 4800 won da işlem ücreti aldı. Yürüdüm, başka bir tane NH atmsine daha denk geldim, ondan da denedim. Yine aynı miktarı çekebildim. Daha fazlasına izin vermiyordu. En azından bu şekilde idare edebilirdim, sevinmem gerekirdi. Ama kafamda belirli bir hayalle yola çıktım ve o hayalin ortasına hiç hesap etmediğim bir şeyler düşmüş oldu ya, hala onun mutsuzluğu içindeydim. Çok paraya ihtiyacım olmayacağını ya da hesabımda çekecek param olduğunu biliyordum. Bundan önceki tüm yurtdışı seyahatlerimde öyle bir şeyler almış, alışveriş yapmış bir insan da değildim. Gittiğim yerlerde hep daha çok bir şeyler yaşamak, görmek düşüncesiyle geziyordum. En fazla yediğime içtiğime para harcamışımdır yani diğer ülkelerde, eve döndüğümde bavulumu boşaltınca aklıma gelir o kadar yer gezdim hiçbir şey almamışım diye. Seul'e de bir şeyler almak için gitmemiştim sonuçta, yaşamayı hissetmek için gitmiştim. Tek bir şeye söz vermiştim yalnızca, en sevdiğim albümü alacaktım. Kendim için bir tek bunu yapacaktım. E böyle baktığımda, atmlerden nakit çekerek 10 gün geçirebilirdim gayet de normal bir şekilde. Ama işte o kredi kartının elimde olmasına o kadar alışmışım ki bunca yıl, her nakit para uzattığımda bir yerde sanki tüm hesabımı boşaltıyormuşum gibi hissediyorum. Sanki nakit harcarsam para bitecek, kart kullanırsam bitmeyecekmiş gibi geliyor. Paranın bitmesi mevzusundan da çok aslında yine zincirlere vurulmuşum, iplerle bağlanmışım gibi hissediyor olmaktı sorun. Ben her nefes almaya, özgür olmaya çalıştığımda bir şeyler beni bağlıyor, suyun altına geri çekiyor gibi hissettiriyordu. Bu ülkede doğup büyümenin bana kazandırdığı sayısız şahane duygudan yalnızca biri işte. İliklerime kadar işleyip, ne yapsam, ne kadar uzağa gitsem de kurtulamadığım.

Sungnyemun (Namdaemun)

Neyse yine de somurtarak metronun altından çıktım. Amaçsızca yürümeye başladım. Seul'deymişim, tatile gelmişim, ne kadar şanslıymışım...hiçbiri yoktu aklımda. Somurtarak, kederimin içinde yuvarlanarak yürümeye başladım. Sejong-daero boyunca yürüdüm. Cadde büyüktü, boştu, arabalar akıyordu. Yürüdüm. Sonra ileride, tablo gibi bulutların altında Sungnyemun'u gördüm. O anda o olduğunu bilmiyordum tabi, muhteşem bir şey belirdi diye ağzım açık bakakaldım. Kore'nin 1 numaralı milli hazinesi olan bu kapı, 2008'deki yangına kadar ülkenin en eski ahşap yapısıymış. Şehir surlarında Joseon döneminde inşa edilen 8 geçit kapısından biri. Diğer bir adıyla Namdaemun. "Mun" kapı demek Korecede. Namdaemun, büyük güney kapısı anlamına geliyor, bence güneyde yer almıyor ama varmış bir bildikleri herhalde diyorum. Sungnyemun ise özel onurlandırma, sahibini onurlandırma kapısı gibi bir anlama geliyor, tam çeviremedim. 1398'de inşa edilmiş, hani yukarıda da bahsettim ya Kral Taejo zamanında. Alt kısmı taş örme, üstünde pagoda tarzında ahşap bir yapı var. O saate kadar yalnızca gökdelenleri, büyük caddeleri, turistik ara sokakları ve Namsan'ı görmüştüm. Beni bu ülke ile ilgili asıl cezbeden şeye - tarihe - dair bu derece direkt bir şey görmemiştim. O an orada bu kocaman kapı, o renkler, o taşlar bana neden burada olduğumu hatırlattı. Ne için geldiğimi, neden burayı seçtiğimi.



Etrafında dolaşıp, sonra olduğu yere geçtim. Girişinden geçip, içinde dolaşabiliyorsunuz. Ücretsiz olarak gezilebiliyor, bir tarafta görevli de var, audioguide da alabiliyorsunuz. Ben tabi gittiğimde 5'i geçmişti saat. Pazartesiler haricinde sabah 9 akşam 6 arasında açık. Dolaşıp, hayran hayran bakıp nihayet kendime gelince yürümeye devam ettim. Sejong-daero üzerinde dümdüz devam ettim, insanlar belirmeye başlamıştı, işten çıkanlar, gezmeye başlayan turistler...Yol üstünde sokak satıcıları da yavaş yavaş belirmeye başlamıştı. Bir bungeoppang (붕어빵) büfesi gördüm, hiç düşünmeden yanaştım. Bungeoppang dediğim şey şöyle: Pankek hamuru düşünün, ona balık şekli veriyorsunuz, içine bir harç malzemesi dolduruyorsunuz, sonra da waffle makinesinde pişiriyorsunuz. İç malzemesi geleneksel olarak kırmızı fasülye ezmesi oluyor ama başka başka da olabiliyor. Ben mesela bir tane kırmızı fasülyeli aldım, diğer iki tanesini beyaz muhallebi gibi bir dolgusu olandan aldım. Bir tane istediğimi söyledim, bungeoppangların büyüklüğünü görünce. Elimden büyüklerdi amcanın yaptıkları çünkü, hiç bu kadar büyüğünü görmemiştim. Amca yeni yaptım 3 tane al gibi bir şeyler dedi, yok dedim bir tane istiyorum. Sonunda 3 tane aldım, çünkü amca 3 tane almalısın mı dedi yoksa tek satılmıyor 3lü satılıyor mu demeye çalıştı ısrarla ve ben mi anlamadım bilmiyorum. Anlaşamadık çünkü, anlaşmış gibi yaptık. Elimde 3 tane kocaman bungeoppangın olduğu kağıt keseyle yürümeye devam ettim. Bir yandan yemeye başladım ama ne fayda. Midem o kadar güzel bir şeyi bile kabul etmiyordu, zorladım, bir tanesini bitirip, diğerini de ısırdım.


Bungeoppanglarımı yiyerek ve insanları inceleyerek yürümeye devam ettim. Bu sefer de haritamda işaretlediğim başka bir turistik yerde buldum kendimi: Cheonggyeocheon. Burası şehrin ortasında, böyle yaklaşık 11 km boyunca akan bir nehir aslında. İki yanı düzenlenip, oturulacak, gezilecek turistik bir hale sokulmuş. Üzerinde tam 22 köprü var, etrafında bir dolu gezilecek mekan yer alıyor. Pek pembe planıma göre bu ilk günümde Myeongdong'da yemek yedikten hemen sonra bu nehir boyunca yürüyecektim. Bunu hatırlayıp kendi kendime güldüm, sonra nehrin kenarına indim. Fotoğraflardaki kadar etkileyici görünmüyordu. Belki akşamları ışıklandırmayla güzel olurdu. Önce biraz yürüdüm, sonra baktım insanlar kenarındaki taşlara oturuyor, ben de bir yer bulup oturdum. Güneş batmak üzereydi, insanlar yürüyordu, oturmuş muhabbet ediyorlardı. Bungeoppanglarımdan ısırdım, nehre bakındım. Çok romantik olabilecek bir haldeydim ama minik sinekler her yerdeydi, rüyalarımdan sıyrılıp, kalktım. Nehir kenarında ancak birkaç köprü boyunca yürüyebildim, çünkü biraz aşağıda kalıyor nehir normal yola göre, böyle koyuğa girmişim gibi hissetmeyi sevmiyorum. Bir dolu yer işaretlemiştim bu nehrin kenarında, hiçbiri aklıma gelmedi. Yukarı çıkıp, yürümeye devam ettim. Hava kararmaya yakındı, nereye gittiğime bakmadan yürüyordum. Nasıl ve nereden yürüdüm bilmiyorum, bir anda resmen o dizilerde izlediğim gibi bir yerlere düştüm. İnsanlar işten çıkmış, yol kenarında muşamba ile örtülü minik yemek büfelerine oturuyorlar. O muşambaları, o höpürdeterek yenilen noodleları gördüm ya, gerçeklikle tüm bağım koptu. Gülümseyerek aralarında dolaşmaya başladım, 2016'dan beri hayata biraz olsun katlanmamı sağlayan o dizilerde, o hikayelerin içindeydim.


Sonra nasıl olduysa bir ara sokağa döndüm ve yine o dizilerdeki, internette bol bol fotoğrafları dolaşan kafelerle dolu minik labirent gibi sokaklarda buldum kendimi. Haritaya bakmıyordum, sadece yürüyor ve kafamı dağıtmaya çalışıyordum. Ama o an düştüğüm yer o kadar güzeldi ki artık neredeyim diye bakmamın vakti gelmişti. Meğer bir başka turistik cennete, Ikseondong'a gelmişim yürüye yürüye. Böyle labirent gibi daracık sokaklar düşünün, her bir karışında tek katlı birbirine bitişik kafeler, mekanlar var. Renkler ışıklar sevimlilikler birbirine karışmış. İnsanlar tek sıra halinde çoğu zaman, her gördüğüm şeye bakmak, her kafeye girmek istedim. Ama çok tuhaf ve çalkantılı bir gün olmuştu, sabahtan beri yürüyor, tırmanıyordum. Odada bir minik ekmek parçası kemirmiş, chili shrimp tostun üçte birini yemiş, iki tane de bungeoppang yemiştim akşamın 7'sine kadar. Bir yere oturmaya karar verdim, haritamda işaretlediğim bir yerler vardı mutlaka buradan. Şu meşhur içinde tren yolu olan kafe var ya, Nakwon, madem ona gireyim dedim. 30 kere dolaştıktan sonra o minicik sokaklarda, sonunda bina numaralarını tek tek kontrol ederek bulabildim. İçeri girmek mümkün değildi, herkes durmuş kafenin ortasından geçen raylarda poz vermeye çalışıyordu. İnsanları yararak içeri daldım, oturacak yer yok gibi görünüyordu. Kendi kendine dolanan pasta dilimlerinden oluşan bandın arkasından çalışanlara sesimi duyurmaya çalıştım, nasıl sipariş veriliyordu diye. Oturuyormuşum önce, onlar geliyormuş herhalde öyle demeye çalıştı. Etrafıma bakındım, bu kalabalıkta kimse gelmezdi, oturamazdım da. Hayalkırıklığıyla çıktım. Hava kararmak üzereydi, dar sokaklarda gerisin geri yürümeye başladım, belki de otele dönsem daha iyi olurdu. CU'dan ramyeon alır, odamda yer, ne kadar salak bir gün geçirdiğime hayıflanırdım. Sonra bir camın ardından sehpaların etrafına bağdaş kurup oturmuş iki kız gördüm, karşılarındaki sehpa boştu. Direkt içeri daldım. Tam da hayal ettiğim gibi yerde bağdaş kurup, oturacaktım. Sikmul Cafe&Bar diye bir yere girmişim, bakmamıştım ismine falan. İçerisi aşırı güzeldi. Dekorasyon acayip hoşuma gitti. Cam kenarındaki o yere gözüm takılmamış olmasaydı, oturacak çok hoş noktaları da vardı ama o cam kenarında oturup, dışarıyı izlemek istedim. Çalışanların sıcak karşılamasına güvenerek anksiyetemi kenara itebildim ve nasıl sipariş verildiğini sordum. Önce çok anlamadım ama sonra kafam uyandı. Kasanın yanındaki menüden alıyorum, yerime geçiyorum. Menüden karar verince kalkıp, kasadan sipariş veriyorum. Saatlerce baktım menüye bir türlü karar veremedim, canım hem her şeyden istiyor hem de midem istemiyordu. Sonunda sıcak bir Wedding Imperior çayı istedim, bir de scone. Scone'u doğru düzgün yiyemedim gene gerçi de, çok lezizdi ya. Midem öyle olmasa vallahi de çok iyiydi. Ve bunları da kartımla ödeyebildim. Çay 7000 won=105 lira, scone 5500 wondu=83 lira.

Sikmul Cafe&Bar'da pek İngiliz scone'umla ve Wedding Imperial çayımla

Orada öyle bağdaş kurup, çayımla sconeumla oturdum. Hava karardı, gece ışıltılarıyla turistleri izledim camdan. Karşı sehpadaki iki kızı dinledim, ne dediklerini anlamıyordum. K-pop hevesiyle gelmiş iki Hintli kıza benziyorlardı. İçerisi çok loştu, tüm günün yorgunluğu, duygusal iniş çıkışları, açlık hepsi üstüme çökmüş halde uzunca bir süre oturdum. Neredeyse serilmiş uyuyacaktım. Üstüme acayip bir uyku çöktü. Biraz uyukladım ama sonra aklıma yabancı bir ülkenin yabancı bir şehrinde olduğum, tanıdığım hiç kimse olmadığı geldi. Hoş, tanıdığım bir şehirde tanıdıklarım olduğunda bile gelin beni alın eve götürün diyebilen bir insan değilim. Otele yine kendim dönmeliydim. Hiç istemeyerek çıktım Sikmul'dan, o kadar hoş bir mekandı ve o kadar rahat etmiştim ki. Ikseondong'dan çıkmaya yakın bir fal yeri gibi bir şey gördüm. Böyle sokakta duvar boyunca burçların simgelerini koymuşlar, altlarında para atılacak yerler var. Para atıp, duvardan top çıkarıyorsunuz. O topun içinden de falınız çıkıyor. Bir yanda zodyak burçları bir yanda çin burçları var. Aynısından Namsan'da da görmüştüm sabah ama ne kadar atacağımı nasıl atacağımı çözememiştim, soracak kimse de yoktu. Bu sefer azimle bakındım ve çözdüm. Parayı atıp, fal topumu aldım. Çin burcumunkini aldım tabiki, oralara kadar gitmişim kim ne yapsın zodyak burcunu. Google ile çevirmeye çalışınca evlere şenlik oluyor kağıtta yazanlar, Papago ile daha metin gibi oluyor ama gene de ne dediği belli değil.


Metroya doğru yürürken sokaklar insan kaynıyordu. Cuma akşamıydı, her yer ışıl ışıldı. Cidden herkes sokaklar boyunca sıralanmış o muşambalı yerlerde yiyor, içiyordu. Bir gün biraz daha cesur ve biraz daha gerçek içimdeki ben olabildiğimde bunu da deneyeceğim diye kendime söz vererek otele döndüm.

27 Mayıs 2023 Cumartesi

yine Tom'lu rüyalar

 Dün gece yine Tom vardı rüyamda. Bu sabah demek doğru gibi aslında. Çünkü rüyadan uyandım ve sabah olmuştu. Tom'lu rüyaları burada yalnızca çok eski olanlar bilebilir. Onunla konuştuğum, konuşmadığım, görüştüğüm, görüşmediğim tüm yıllar boyunca düzenli aralıklarla rüyalarımda belirmeye devam etmişti hep birlikte hatırlarsak. Sonra uzunca bir süre gelmedi, çünkü ben iyileştiğimi hissediyordum. Kendiliğinden, öylece (hayatımdaki herkesi hayatımdan çıkarmamın ve pandeminin ortasına düşmemizin de etkisini yadsıyamam). Ardından böyle ara ara, ufak, eğlendirici bile olabilecek şekillerde belirdi rüyalarımda. İyileşmemin ardından, rüyalarım da iyileşmişti. Böyle ayda yılda bir geliyordu artık, hiç etkilemiyordu. Ama tüm bu zaman boyunca anlamıştım, bilinçaltım bana hep onunla mesajlar gönderiyordu. Onun şekline bürünüp, kendimle konuşuyordum rüyalarımda. Bazen o ilk haline dönüveriyordu, onu ilk tanıdığım haline. Okul merdivenlerini tırmanıyorduk mesela, mutlu uyanıyordum. Anlıyordum ki o ara hayatımda mutlu hissetmeye ihtiyacım var. Büyük hali beliriyordu mesela bazen, dövüp, kızıp, tüm hıncımı çıkarabiliyordum. Anlıyordum ki o ara bir şeyler birikmiş içimde, rahatlamaya ihtiyacım var. Artık oymuş gibi bile gelmiyordu rüyalarımda beliren, onun görüntüsünde başka bir şey.

Dün geceki oydu ama. Birlikte dolaştık orada burada. En iyi olduğunu düşündüğüm halinde değildi görüntüsü; büyümüş, o biraz vazgeçmiş biraz ne yapacağım telaşlarındaki haliydi. Benden çok uzak artık diye hissetmeye başlamamdan hemen öncesindeki hali. Yürüdük, konuştuk, etrafa bakındık. En sonunda dedim ki ona...Gerçek hayatımızda sesli olarak söyleyemediğim ama bir keresinde elini geri koyarak söylemeye çalıştığım şeyi açık seçik söyledim. Çünkü tam da o zamandaki gibiydi durumu rüyamda da. Yani bir kitabı okurken, bir filmi izlerken, hikayenin bize direkt söylemediği, dış sesin karışmadığı ama bildiğimiz, bir şekilde bildiğimiz bir gerçek vardı. Rüyada da biliyorduk işte. Çünkü gerçeğinde de o, o halinde, o yaşındayken durum oydu. Ama senin...var dedim. Karşımda durdu, dondu, gözlerimin önündeki görüntü yavaşladı, dalgalanmaya başladı, rüya etrafımda dönmeye başladı ve pat diye uyandım. Kötü hissederek. Uzun zaman sonra yine rüyamda belirip, beni önce çok iyi, sonra da çok kötü hissettirdiğini bilerek.

Seul'den döndükten hemen sonra da görmüştüm. Yani görmemiştim bile aslında. Rüyamda kendisi yoktu, görüntüsü yoktu. Seul'den yeni döndüğüm için tabiki bu sefer rüyamın seti bir geleneksel kore evi, sarayı tarzında bir yerdi. Şu Alchemy of Souls'daki Lee Jae Wook var ya, onun dizideki hali bir masada oturuyor, fırçayla kağıda bir şeyler yazıyordu. Ben de önünde dikiliyor, konuşmasını bekliyordum. Onunla yaşayabileceğimi söyledi o evde, konumuz oydu. Rüyaların hep ortasından dalıyorum ben genelde. Yani rüyayı görmeye başladığımda sanki bir hikaye çoktan başlamış ve geçmişi varmış da ben hikayenin 8.bölümünde falan diziyi izlemeye başlamışım gibi oluyor. Neyse işte, onunla yaşayabileceğimi ama önce annesiyle konuşması gerektiğini söyledi. Odadan çıktım, evdeki başka biriyle konuşmaya başladım. Onun annesi de pek şeydir falan diye anlatmaya başladı, annesinin ismini söyledi Lee Jae Wook'un. Annesinin ismi, benim Tom'un annesinin ismiydi. O ismi duyunca benim rüyada yine bir şey koptu, etraf dalgalanmaya, ben de rüyadan uçmaya başladım. Nefes nefese uyandım, annesinin ismini duymak bile beni şoka sokmuştu.

Tüm bunlar bu ara neden oluyor bilmiyorum. Bilinçaltım ne söylemeye çalışıyor bu sefer bilmiyorum. Sanki artık her mutlu hissettiğim, ne kadar mutsuz olduğumu unutup, bir akıntıya kapılmışım gibi yaşadığım zamanlarda beliriyor özellikle. Beynimde bir tür fren mekanizması gibi hareket ediyor. Birkaç gün mutlu olduk ooo, olmaz, o zaman hemen bizim şu eski Tom frenini ortaya çıkarmalıyız ki kendimize gelelim gibi. Ruh halimiz bir süredir baya stabil, olmaz, böyle devam edemeyiz, çıkarın Tom'u! Gibi.

20 Mayıs 2023 Cumartesi

Bir Seul Macerası Bölüm II - Yola Çıkmanın Korkutuculuğu

“Time to leave now, get out of this room, go somewhere, anywhere; sharpen this feeling of happiness and freedom, stretch your limbs, fill your eyes, be awake, wider awake, vividly awake in every sense and every pore.” diye yazmış Stefan Zweig "Postacı Kız" kitabında (kitap oldukça karanlık ve üzücü bir hikayeyi anlatıyor ama biz bu satırlara odaklanalım). Evin kapısından her çıkışımda bu duyguyla doluyorum sanırım. O eşikten adımımı attığım anda tüm varlığımla alarm durumuna geçiyorum bir yandan da. Yolculuğun yorgunluğunun büyük bir kısmı da aslında bu alarmda olma durumundan geliyor, her an her şeye dikkat kesilme, her an tetikte olma, her şeyi görmeye, her şeye karşı kendini savunmaya çalışma. Bu yüzden de mutluluk benim için her zaman büyük bir panik ve diken üstünde olma hissiyle ele ele geliyor. Evin dışına çıktığımda mutluyum ama hep endişeli ve tetikteyim.

19 Nisan sabahı da aynı panik duygusuyla çıktım evden. 7 ay önce aldığım için biletleri sanırım aklıma getirmemeye çalışmıştım ne kadar uzak ve ne kadar yabancı bir yere doğru yola çıkıyor olduğum gerçeğini. Gitmeme son birkaç gün kala vurdu gerçek, sonsuz bir panik duygusuyla işin içinden sıyrılmaya dair planlar dönmeye başladı kafamın içinde. Biletleri iptal edebilir miydim, oteller zaten ödenmemişti iptal edebilirdim, vize de yoktu zaten masraf yapmamıştım. Her şeyi iptal eder, hiçbir şey olmamış gibi yapabilirdim. Tıpkı biletlerini alıp, sonra akşam olup hava karardığı ve anksiyetem tavan yaptığı için evden çıkamayıp gitmediğim tiyatro oyunlarında olduğu gibi (hay allahım bir de taksitlendirmişim aylarca gitmediğim oyunların biletlerini ödedim). O son birkaç gün, resmen dağın tepesinden itilmiş bir taş parçası gibi serbest düşüşle yuvarlandım yolculuğa doğru.
Çarşamba sabahı aslında işe gitmek üzere çıktım evden görünüşte. İşe gittim zaten. Yine 6'da kalkıp, işe gittim. Tek farkı yanımda bu sefer boyum kadar bavulum vardı. Servise bavulla bindim, tüm gün bavul odada yanı başımda durdu. Planım öğle yemeğinden sonra çıkıp, Aşti'ye gitmekti, oradan Havaş'a binecektim. Ama tabiki işler yoğundu, bir türlü çıkamadım. Bir de odadakiler niye bu kadar erken gidiyorsun, uçağın akşam değil mi, bir saat önceden gitsen yetişirsin diye dırdır etti. Kendimi beğenmişlik yapmak istemiyorum ama gerçekten hislerim iyidir. Bir şeyi nasıl yapmam gerektiği aklımda beliriyorsa, o genellikle doğrudur. Öyle yapmam gerekir. Başka türlü yapmak zorunda kalırsam kesin sorun çıkar. Hele hele İNSANLARI DİNLERSEM KESİN SORUN ÇIKAR. Bunca yıllık hayatımın özeti işte bu: Herkesin hayatıma karışması. Herkesin fikirlerini üstüme üstüme dürtüklemesi. Dedim ki bakın buradan çıkacağım Aşti'ye gideceğim, bu bir. Aşti'de Havaş bulacağım, o kalkmak için bekleyecek, sonra havalimanı 3 günlük mesafede zaten (abartıyorum tabiki, normalde yarım saat kadar sürüyor 40 km yol), önümüz bayram tatili herkes yola çıkıyor. Bavul benim kadar var, iki santim itebilmem bile 10 dakikamı alıyor, tüm o güvenlikleri geçip, teslim edip, kapıyı bulacağım. Beni salın. Yok. İşte burada benim yine people pleaserlığım hortluyor, kimse kolumu bağlamadı, yok yok yetişirsin dur sen dur sen biz bırakırız deyip durdukça durdum. Öğlende çıkarım dediğim ofisten 4'ten sonra ancak çıkabildim. Havaş'ta zar zor yer bulabildiğimde saat 5'e gelmişti (Bu arada Havaş bileti 37 lira. Artık pos cihazıyla geziyor görevli, kartla ödeyebiliyoruz). En son boş koltuğa koşup ben oturdum, hemen arkamdan gelenler ayakta kaldı koridorda. İçerisi tıklım tıkıştı. Yola bir çıktık, arabalar ilerlemiyor, trafik arap saçı olmuş. Saat 6 buçukta havalimanındaydım. Havaş'ta yanımda oturan çocuk uçağını kaçırdı mesela. 


Bir de Havaş'ta o kadar vakit geçirirken aklıma saçmasapan bir şey takıldı. Daha önceki yolculuklarımda Havaş, havalimanına gelince önce Dış Hatlar'da inecekleeer diye bağırıyordu sürücü, Dış Hatlar kapısının önünde duruyorduk. Beş dakika daha gidip, bu sefer İç Hatlar diye bağırıyordu, orada da İç Hatlar'a gidecek yolcular iniyordu. En son yurtdışına 2019'da gittim ya, kafamdan tamamen silinmiş. Aklıma takılmasın mı ben hangisinde ineceğim diye. Tamam önce Ankara'dan İstanbul'a giden uçağa bineceğim ama sonuçta biletimi Ankara-Seul olarak aldım. Bazen gerçekten bu dünyada nasıl tek başıma yaşayabildiğime hayret ediyorum. Mucize. Yaşayacak parayı da koskoca bir kurumun tüm bir ağ bağlantısını yöneterek kazanıyorum, bu daha büyük bir sır. Durup, Havaş'ta saatlerce oturduğum yerde hangi kapıda ineceğim diye panik yaptım. Bir zamanlar diferansiyel denklemleri çözmüş bu beynimle, havalimanında iç hattan mı gidiyorum dış hattan mı diye panik içinde çözüme ulaşmaya çalıştım. O arada kızlara mesaj atıp sormuştum, Gönül'ü dinlemeye karar verdim. Sonuçta aramızda gerçek bir çocuk doğurup büyüten tek kişi olarak onun sözü daha bu dünyaya uygun olmalıymış gibime geldi. İç hatlarda inerim pekala dedim. Ama sonra Havaş, bir yerde durdu. Eskisi gibi dış hatlar iç hatlar diye bağırmadı. Herkes indi. Bir baktım, dış hatlar kapısı iki santim ötede, iç hatlar da önümde. Bu dünya benim gibi saflar için çok zor bir yer.
Bavulumu verdiğim check-in kısmında, önce o minik kiosklardan görevlinin yardımıyla - ki çok tatlı bir kızdı - check-in yapmaya çalıştım. Kiosk sapıttı, ekran falan dondu. Panikle asıl bavul verilen kısma koştum. Neyse ki kiosktan koltuk seçme işini yapabilmişim. Normalde hep koridor tarafında otururum, çünkü hem çok tuvalete gidiyorum, hem de zor çıkabildiğim yerleri sevmem. Ama işte o an durumun heyecanıyla Seul uçağında cam kenarı seçtim, görevli kızın da etkisiyle. Bavul teslimindeki görevli diğer kızlar da çok sevimliydi, çok yardımcı oldular, Seul'e gittiğimi görünce bizim yerimize de gez eğlen dediler.

Bu sırada yoldayken o kadar içimden söylenmiş olmalıyım ki evrene delice mesajlar göndermişim, uçağım bir saat rötar yaptı diye ekranlarda yazmaya başladı ben her şeyi halledip, kapıların olduğu kısma girdiğimde. Bir yandan delirdim, İstanbul'da inip, Seul uçağına yetişmem için daha az zaman kalıyor diye. Kendimi sakinleştirmeye çalışıp, önce D&R'da biraz kitap bakındım. İlk defa görünce direkt üstüne atladığım Hilary Wilson'ın "Hiyeroglifleri Anlamak" kitabını aldım (ki ilk defa görmem çok normal aylardır doğru düzgün kitap bakmıyorum, yıllardır da neredeyse yılda bir tane kitap okuyorum). Bir de tam bu yolculuğa denk gelmesi kader gibi olan bir kitap buldum: Hong Gildong'un Hikayesi. Joseon Hanedanlığı döneminden bir halk kahramanı gibi biri, onun yarı masal yarı destan gibi olan halk öyküsü. Havalimanındayken hep böyle çok kitap okuyasım gelir, sanki oturup uçakta bir dolu kitap okuyabilecekmişim gibi bir hisle dolarım ama tabi hiç okuyamam. Bunlara da öyle oldu nitekim. Hong Gildong'un 37 sayfasını ancak okuyabildim. (Bu arada yolculuk masraf sayacımıza eklemek için için: Kitaplar 100 lira)

Rötar bitsin diye beklemek için bir kafenin içine oturdum sonra. Bir çay aldım, 40 lira. Bir su aldım, 27 lira. Oturduğum yerin ismi Bomonti'ydi sanırım. Çantamda önceki günden kalma kandil simitleri vardı, onu açtım yemeye başladım. Bir yandan güneşin batışını izledim. Rötardan dolayı bekledim de bekledim. Genelde kimsenin olmadığı yerleri ararım oturmak için, insanlar burunlarını çekip duruyorlar çünkü (burun çekmek kadar tiksindiren çok az şey var beni). Bu yüzden birkaç kere yer değiştirmek zorunda kaldım. Bazı kafelerde olduğu gibi prizli çalışma masaları tarzında yerler yapmışlar havalimanında da bu arada, onları ilk defa gördüm.
Ramazan paketi

Ramazan paketinin içindekiler: sandviç, hurma-zeytin, hazır çorba

Sonunda İstanbul'da havalimanında uçaktan inip, dış hatlara aktarma yaptığımda saat gece yarısına gelmişti. Üç sıralı, kocaman uçakla geldim ilk defa Ankara'dan İstanbul'a. Sanırım zenginlik böyle bir şey diye düşünmeden edemedim, öyle ya normalde hep en ucuz bileti bulmaya çalıştığımdan Anadolu Jet ile ya da Pegasus'la yolculuk ediyorum. THY ile uçunca böyle oluyormuş vay be dedim (kendime sözlerim arasına bir yenisini daha ekliyorum, bir gün kesinlikle businessta da yolculuk edeceğim). Bir de o uçak bile tıklım tıkıştı, tek bir boş yer yoktu. Koridor tarafında oturdum, yanımda ilkokul çağındaki oğluyla bir kadın vardı. Koltukların arkasındaki ekranlarda izleyebilecek, dinleyebilecek çok seçenek vardı (işte yine zenginlik :p ). Evde National Geographic'ten takip ettiğim Antik Mısır'ın Kayıp Hazineleri'ni buldum, bir bölüm ona bakmaya çalıştım.
İndiğimizde uçaktan fırlayıp, geç kalacağım çok kalabalık olur sıra olur diyerek koşturdum. Pasaport kontrolünden geçen bir ben vardım, her yer boştu. Bu arada yurtdışı uçuşuna giderken biliyorsunuzdur inanılmaz derecede saçma bir ayrıntı var: Yurtdışı Çıkış Harcı. Bunun mantığını gerçekten bilen varsa açıklayabilir mi? Hani pasaport alıyoruz tamam, ona bir de vize alıyoruz o da tamam ama bir de kendi ülkemiz bizden son dakikada dur doyamadım azcık daha para kopartacağım senden diyerek bir de bunu alıyor ya. Hah işte, ilk defa ödediğim miktar 15 lira falandı yüzyıllar önce. Şimdiki 150 liraydı. Tabiki ben yine aylar öncesinden internetten ödemiştim, ne olur ne olmaz bunların sistemine güvenmiyorum diye de çıktısını almıştım yanıma. (Şuradaki Harç ve Değerli Kağıt Bedeli linkinden ödeyebiliyorsunuz.)

İstanbul inanılmaz kalabalıktı, o saatte o kocaman havalimanında iğne atsam yere düşmüyordu. Kapı numaram da henüz belli olmadığından oturacak yer arayarak dolandım. Bu arada sabah 6'da kalkıp, tüm gün ofiste çalışıp, bir de uçak yolculuğu yaptığım için artık enerjimin son kırıntılarındaydım. Sarhoş gibi dolanıyordum. Ankara-İstanbul uçağında ramazan paketi diye bir kutu vermişlerdi. İçinde sandviç, hurma gibi bir şeyler vardı. Canım istememişti, o çantamda duruyordu. Yorgunluktan ve uykusuzluktan bayılacak gibiyken Starbucks'ın önündeki alanda uyuklayan uzanan insanları gördüm. Direkt oraya yöneldim, normalde Starbucks gitmeyi tercih ettiğim bir yer değil günlük yaşantımın içinde (çünkü kendi ülkesinde uygun bir şekilde kahve alınabilen bir kahveci zinciri, bu ülkeye gelince saray kahvecisi gibi olmuş durumda). Ama bu yolculuğum sırasında yolum hep bir şekilde ona düştü maalesef. Bir boş masa bulup, oturdum. Uyuklarken off aman bir şeyler içeyim ne olacaksa olsun dedim. Bir cesaret kalkıp, bir kahve aldım. Bu arada cüzdanımı ve telefonumu elime almıştım ama çantamı masada bırakmıştım. İki adım ötede bile olsa yine de kahvemi beklerken içim içimi yedi, gözüm hep masadaydı. Çünkü Türkiye'de yaşamak böyle bir şey, bu ülkede büyümek böyle bir şey. Her an o çanta oradan kaybolabilir ve kimse de hesabını soramaz, her an birileri birilerine saldırabilir mesela ve sonra elini kolunu sallaya sallaya gidebilir. Bu ülkede her gün, her an böyle hissederek yaşıyorum.
İşte o mocha :(

Kahveyi aldım, ama tam 175 lira ödedim. Kasada kartımı uzatırken içimden kendime küfrederken uykum da açıldı birazcık. Kapı numarası belli olunca baktım ki kapıma en uzak noktayı seçmişim oturmak için. Havalimanında bir baştan bir başa yürüdüm gecenin bir yarısı. Her yer ışıl ışıl, her yer insanla dolu. Havalimanında değil de sanki Manhattan'ın en ışıklı caddesinde yürüyorum. Mağazalar, kafeler, her milletten insan...Uçağın olduğu kapıya geldiğimde karşılaştığım manzara, bu yolculuğun gerçekliğini ilk defa bu denli açık bir şekilde yüzüme vurdu. Oturma yerlerindeki herkes Koreli'ydi. Amcalar teyzeler, çocuklar, herkesin Korece konuşmaları kulaklarımdayken orada panik içinde oturdum. Ne yapıyorum ben dedim içimden defalarca. Ne yapıyorum ben?
Uçak yine - tabiki - üç sıralı devasa uçaklardandı. Dedim ya yukarıda, bir heves, sanki kendimi bilmiyormuşum gibi, cam kenarındaki koltuğuma oturdum. Koridor tarafında Koreli bir amca vardı, ortamız ne büyük şans ki boş kaldı. Amcayla çoğunlukla işaretleşerek anlaştık, ilk başta ortadaki koltuğa ikimiz de eşyalarımızı koymak üzere anlaştık mesela. O koydu, bana işaret etti, ben de koydum. Kulaklığı nereye takacağıma eblek eblek bakarken o gösterdi. Ben bir çok şeyi panikle yapmaya çalışırken, kurcalarken ya da ne bileyim yemeklerle içeceklerle savaşırken hep yardım etti. İnince kontrol edilecek kağıtları dağıttıklarında kalemini verdi ben hiç sormazken, doldurayım diye (ben hala o kalemin nasıl uçakta olduğunu düşünüyorum gerçi, çünkü bildiğim kadarıyla kalem gibi şeyleri sokmuyorlar, hatta ben de o yüzden alamıyorum hep). Aslında yerimiz de çok iyiydi, tam orta kısımda acil çıkış kapılarının olduğu koltukların bir arkasıydı. Hemen önümüzde tuvaletler vardı. Bu amcanın valla hakkını ödeyemem, tüm gece tuvalete gittim. Tüm gece adamı iki dakika uyutmadım. İkide bir omzuna dokunup, uyandırdım. 10 saatlik uçuşu adama eziyete çevirdim. Cidden çok utanıyorum ama yapacak bir şey yok. Salak gibi aklıma da gelmedi, gel amca yer değiştirelim bak ben uyutmayacağım seni demek. Ben zaten uyumuyorum. Mümkün değil. Bu yaşıma kadar hiç bir otobüs yolculuğunda bile uyumadım.

Bu uçuşta da yine zengin hissettiğim anlar vardı tabi. Önce bir menü kağıdı dağıttılar mesela. Oradan yemek tercihimizi yaptık, ona göre yemek aldık. Fotoğraflarını çekmeye çalıştım ama çok karanlıktı. Tepemde ışık olduğu, ekranda fener olduğu falan hiç aklıma gelmedi tabiki. Ne yediğimi hatırlayamıyorum. Sabaha doğru da kahvaltı servisi olduğunu hayal meyal hatırlıyorum çünkü uykusuzluğum neredeyse 30 saate doğru koşturuyordu. Tüm uçuş boyunca böyle hayalle gerçek arasındaki çizgide dolandım durdum. Hiçbir şey izleyemedim, bir 37 sayfa kitapta okuyabildim o kadar. Açıkçası tam bir eziyetti Çok uykum var ama uyuyamıyorum. Hiçbir şeyle oyalanamıyorum. Koltuktayım, rahat edemiyorum. İçerisi havalandırmadan dolayı buz gibi, bulduğum her şeyi üstüme giydim. Neyse ki bu üşüme huyumu bildiğimden yanıma üç tane ceket mont gibi şey almıştım. Hepsini giydim. Bir de bu uçuşlarda THY battaniye ve yastık veriyor. Onlar biraz teselli oluyor neyse ki. Daha önce New York'a uçarken çok güzel bir metal kutuda verdikleri malzeme setini ise bu sefer makyaj çantası tarzında bez bir torbada verdiler. İçinde çorap, göz bandı, diş fırçası macunu, dudak balmı vardı.
Uçaktan indiğimde artık tam sarhoştum. Uykusuzluk, yorgunluk, evin dışında alarm halinde geçirilmiş 30 saat. Seul saatiyle akşam 6, buraya göre 20 Nisan öğlen 12 civarındaydı. Uçaktan inip, kocaman koridorda herkesle birlikte yürümeye başladım. O ilk koridorda yer yer görevliler durmuş, elimizdeki, uçakta doldurmamız için verdikleri kağıtlardan bir tanesine, sanırım covid ile ilgili olana bakıyorlardı. Bavulda bulamadığıma göre o noktada o kağıdı bizden almış olmalılar, hiç hatırlamıyorum çünkü verdim mi. Şu an bakınca kağıt yığınına masamın üstündeki, bir tek Arrival Card yazan küçük sarı kağıt benimle geri gelmiş. Oradaki görevlilere yaklaşırken Amerikalı olduğunu düşündüğüm bir amca bu iş bitti bitti pandemi sona erdi diye anlatmaya çalıştı görevlilere, eşi de yok dur aman ne yapıyorsun diyerek kolundan çekiştirdi.

O adımı atlatınca sanırım pasaport kontrolüne girdim. Nispeten sıra beklemedim fazla, orada pasaportu ve K-ETA'yı gösterdim, bu kısımda hiç sorun yaşamadım. Bavulumu biraz fazla bekledim, bir de gelmeyecek kesin karıştı başka şehre gitti ya da Ankara'da kaldı diye panik yaptım. Bavulu alıp, nihayet çıkış kapısına geldiğimde bu sefer başka bir görevli sırası daha vardı. Orada da başka bir kağıda bakıyorlardı sanırım. Doldurduğum kağıtları çantamdan çıkarırken hepsini yere saçtım, eşyalarımı da saçtım, görevli aman aman yeter ki geç de boşver diye yol etti beni. Bu sırada yerden neleri toplamışsam artık, şu an kağıtların arasında Benjamin Meltzer diye birinin American Airlines bileti ve bavul etiketi var. Dallas'tan Incheon'a gelmiş görünüyor :)
Bavulla birlikte kapıdan çıkmadan hemen iki adım ötede Exchange yazısını gördüm o anda. Planım o aşamada çevirmek değildi ama yazıyı görünce ani karar verdim. Görevli kız bezgindi, önce 100 doları uzattım. Çevirip verdi, 126900 won. Sonra ne olur ne olmaz dedim diğer 100 doları da uzattım. Böylece cebimde 253800 won ile havalimanının ortasına çıktım. Çıkar çıkmaz da bu sefer telefon hattı yerleriyle yüz yüze geldim. Daha önceki yazıda bahsettiğim o hatların hepsi yan yanaydı. Önü ana baba günü gibiydi. Zar zor yanaşıp, benimkinin görevlisine kırık İngilizcemle ama ben internetten almıştım ben de mi sıra bekleyeceğim dedim (çünkü Türk kafası, bir yerde sıraya girersem kesin beni ezerler, kesin herkes önüme geçer, kesin ortamın tek salağı ben olurum). Kız bana soğukça yandaki kiosktan numara alacaksınız dedi (herkes bana gülümseyemez ama değil mi). Bu ilk edindiğim izlenimin Koreliler hakkında yanılmama sebep olduğunu daha sonraki günlerde anladım. Bana soğuk gelen bu ilk halleri, aslında konuşmaya ve yardım istemeye başlayınca ne kadar sıcak oldukları gerçeğiyle değişiyor. O kızda da mesela, sıram gelip hattımı verirken aynı şey oldu. Aslında o ilk konuşması soğuk değildi, sadece ben biraz fazla hassasım.

Kiosktan sıra numarası alıp, bekledim. Beklerken havalimanının wifi'ına baktım, bağlandım, gayet de güzel çalışıyordu. Bir minik poşeti içinde sim kart, telefonu açmak için bu iphoneların falan minik iğnesi oluyor ya ondan, bir de hediyelik Seul magneti geldi sıram gelince. Kız tarif etti, bunu böyle tak, iki kere kapat aç telefonu, hemen burada dene ki sorun çıkarsa bakalım. Zar zor anladım. Yeminle. Ben İngilizce'yi de unutmuşum. Kenara geçip, telefona takıp denedim. Bu aşamada şunu söylemem gerekiyor, telefonunuzun yurtdışında kullanım için olan ayarlarını açmanız gerekiyor. Kızın dediği gibi iki kere yeniden başlatmadan kart kendine gelmedi. Sonra gayet güzel çekti ve 10 gün boyunca işimi çok iyi gördü.

Sim kartı da aldıktan sonra tek iş AREX'i bulmak kalmıştı. Hızlı treni yani. İşaretleri aradım, yazılara baktım. 31 saat olmuştu uykusuzluk. Aslında çok da açık olan yolu zor buldum. Alt kata iniyorsunuz temelde. Bu alt kata inince ilk defa Seul'de olduğumu hissettim, duvarlardaki ekranlarda K-pop idollerinin ışıltılı videoları dönüyordu, ağzım açık bakarak bavulumu sürükledim. Sonunda AREX yazan yeri bulduğumda saate baktım, akşam 7 civarıydı. Ben internetten 21:48'deki trene bilet almıştım. Çünkü pasaportta falan saatlerce bekleyeceğimi, havalimanının içinde yolumu bulamayacağımı düşünüyordum. Güvenlik gibi olan bir görevliye nereden bineceğimi sordum, sonra da bileti nasıl değiştirebileceğimi. Önce kiosklardan yapabileceğimi anlatmaya çalıştı, sonra baktı ki ben çok perişandım, beni kendisi bilet görevlisinin olduğu yere götürdü. Görevlinin yeri boştu, güvenlik gitti onu da buldu. Bilet görevlisi telefondaki maile baktı (biletin olduğu), iki saniye içinde yeni bilet çıkarıp, verdi. Hemen 10 dakika sonrasına olan tren için. Haydi koş koş diye yol etti beni. Biletimdeki QR kodunu bilet cihazına okutup, turnikeden geçtim, alt kata indim. 19:28 treni bekliyordu, bindim. Bavulu vagonların girişindeki yerlere bırakıyorsunuz. Sonra yerimi bulup, oturdum. AREX'te de wifi vardı bu arada ama tabiki benim süper hattım takılıydı. 20:11 civarında Seul merkezindeki istasyona varmıştım. İstasyonda gerçekten bocaladım. Trenden inince herkesin gittiği çıkış yönüne doğru gitmeye çalıştım. Önce istasyon binasının tam ortasına çıktım. Sonra Naver Maps'i açtım, otele gidişe baktım. Çok kısa bir yürüme mesafesi, zaten oteli bunun için seçmiştim. Ama bir saat istasyondan çıkamadım. Elimde harita, bir oraya bir buraya yürüdüm. Ortada bir information desk vardı, oradaki görevliye sordum haritayı göstererek, oteli göstererek. Güzelce anlattı ama o İngilizce kelimeler bana Çince gibi geldi, adamın suratına bakıp durdum. Bir daha bir daha tekrar eder misiniz dedim her defasında, hiçbirinde de anlamadım. Sonunda ayıp olmasın diye anlamış gibi yapıp, çıkışların birine yöneldim. Saat artık akşam 9'a gelmişti. Naver Maps'i sonraki günlerde anlayacaktım. Aslında çok da açık, çok da basit şekilde her şeyi gösteriyor tarif ediyor. Ama o ilk akşamda bunları anlamaktan acizdim. İstasyondan çıktım, hava kararmıştı. Kafamı kaldırıp, etrafıma baktım. İşte o an, Dorothy'nin sesi kafamın içinde yankılandı, Toto we are not kansas anymore...Bir bilim kurgu filminin, bir ütopik hikayenin içine düşmüş gibiydim. Şehir kocamandı, gökdelenler ışıltılar içinde karşımdaydı. Bir dolu insan koşturuyordu, yürüyen merdivenlerden inenler çıkanlar, mağazalara girenler çıkanlar ve o kocaman binalar, gecenin kopkoyu karanlığı içinde ışıl ışıl. Bavulu durdurdum, olduğum yerde çakılı kaldım. İlk defa ve sanırım son defa, korktum.
Kendimi toparlayıp, oteli bulmaya zorladım. Ne yöne gideceğim hakkında hiçbir fikrim yoktu. İleride iki görevli amca gördüm yine, onlara yanaşıp, sormaya çalıştım. Tek kelime İngilizce bilmiyorlardı, gerçi zaten İngilizce anlatan görevlininkini de anlamamıştım ya. Bu iki amca konuşamamalarına rağmen bana tarif etmeye, yardımcı olmaya çalıştılar. Asansöre binip, aşağı inmem gerektiğini anladım. İstasyondan çıkmıştım, metronun altına girmem gerekiyordu. Gerekiyormuş yani, bir türlü algılayamıyordum. Otel hemen şurada görünüyordu haritaya göre, neden gidemiyordum? Aşağı inince, yürümeye başlayınca fark ettim metronun altına girdiğimi. Çok karmaşık geldi o akşam, bir ton yol yürüdüm bavulu sürükleye sürükleye. Meğerse metronun altından direkt otelin olduğu gökdelene aşağıdan bağlanan bir giriş varmış. Bir dolu yerden geçip, sonunda otelin ismini gördüm bir tabelada. Birkaç tabela ve birkaç kalın cam kapı, bir dolu koridor, koridorlar boyunca sıralanmış restaurant kafe ve mini golf oyunu alanı sonrası otele çıkan asansörlere ulaştım. Lobiye çıktığımda artık tükenmiştim. Lobideki görevlilerden biri kız, biri erkekti. İkisi de çok şık, çok özenli görünüyordu. Erkek olan görevli işlemimi yaptı, halime gülümsedi, bana her şeyi tane tane anlatmaya çalıştı. Gene anlamadım. Yani böyle ruhum bedenimden çıkmış, iki milim havada duruyor, konuşulan şeyin İngilizce olduğunu ve ne söylendiğini anlıyor ama yerde duran bedenime anlamsız geliyordu. Aslında onu dinlemiş ve anlamış olsaydım ya da en azından verdiği kağıda bakmak aklıma gelseydi, oteldeki 5 günüm çok daha anlamlı geçebilirdi. Neyse. Oda kartımla birlikte hediye olarak iki minik yakwha da verdi, tadına bayılıyorum bu bisküvilerin.

Sonunda odama çıkıp, kendimi yatağa attığımda hiçbir şeyin farkında değildim. Odaya doğru düzgün bakamamıştım bile. Baygın gibi yattım. Ertesi sabah 7'de gözlerimi açana kadar her şey bir hayal olarak göründü gözüme.

15 Mayıs 2023 Pazartesi

Bir Seul Macerası Bölüm I - Kendim için Bir Şey Yapmanın Paniği


“The most courageous act is still to think for yourself. Aloud.” demiş Coco Chanel. Dışarıdan öyle görünmeyebilir ya da aileme sorsanız mesela hiç de öyle değil diyebilirler ama ben bütün hayatımı kendim dışında herkes için düşünerek yaşadım. İsteyerek değildi tabiki, bunu ancak birkaç yıl önce anlayıp, teşhis edebildim ve çözmeye çalışıyorum ama sonuçta  durum buydu. Bu yüzden, bu son birkaç yıllık "iyileşme" aşamasındayken, geçen sene Eylül ayında bir gece Insta'da bir haber gördüm. THY'de kampanya vardı, yüzde 25 indirim olduğunu söylüyordu. Biliyorsunuz kampanyalar daha çok Pegasus'ta olur, THY'de indirim görmeye hiçbirimiz alışık değiliz. Yataktaydım, uyumak üzereydim, öylesine bilet sayfasını açıp, uzun süredir görmek istediğim için Seul'e olan gidiş dönüş biletlerine baktım. Normalde daha fazlaya gelen biletler, bu indirimle 20 bin civarına iniyor görünüyordu. Tarih 17 Eylül cumartesi, saat 22:57. 18'inde kampanya bitiyor yazıyordu. Yattığım yerden doğruldum. Telefonun ekranına bakmaya başladım. Bu bir işaret olabilir miydi? O günden tam 7 ay sonrasına gidiş dönüş bileti alabilir miydim, bir (gidiş dönüş) uçak biletine 20 bin verebilir miydim? Bir yandan arabanın kredisini öderken, bir yandan her gün bankanın oradaki ayakkabı boyacısı amcayı görürken, her öğle arasında yürüdüğüm yolun üzerinde bir köşede oturup, elindeki çiçek buketlerini satmaya çalışan yaşlı teyzenin halini bilirken, ülkenin ekonomisi her gün hepimizi ekonomi doktorası yapmış hale getirirken kendim için, bu ne kadar daha zamanım kaldığını bilmediğim hayatta kendi istediğim bir şeyi yapabilmek için cesaret edebilir miydim? Etmeli miydim? Dahası tek başıma yapacaktım bu işi. Kimseye benimle gel demeye dilim varmadı. Hem varmadı hem istemedim. Hayatımda neredeyse ilk defa istemiyorum diyebildim kendi kendime. Ben bunu kendi başıma yapmak istiyordum. En sevdiğim insanlar bile söz konusu olsa da yanımda bu defa insan istemiyordum. Başka biriyle oturup plan yapmak istemiyordum, karşımdaki dünyanın en uyumlu ya da en sessiz insanı bile olsa gene de kendim dışında birinin isteklerini de gözetmek istemiyordum. Özellikle geçen kıştan beri aklımda minik, böyle sevimli bir umut dolanıyordu. Belki her şey düzelirse baharda gezmeye giderim Kore'ye diyordum. Görülecek, yapılacak şeylere rastladıkça bir deftere not alıyordum. Cherry blossom zamanına hep düşünüyordum, hazirandan itibaren çünkü yağmur mevsimi oluyor oralarda. Gerçi Mayıs ayı daha iyi olur diye düşünüyordum ama o zaman da blossomlar olmazdı. Tabi bunların hepsini öyle kendi kendime düşünüp, yine hayatımdaki pek çok şeye yaptığım gibi aksiyona geçmiyordum. Gerçek anlamda oturup da haydi gideceğim diye bir şeyler yapmıyordum. Bir an o saatte bir deli cesareti geldi, bilet almaya çalıştım. Tabiki bir dolu sorun çıktı, sayfa yüklenmedi, internet hata verdi, kredi kartım hata verdi, limitim yetmedi. Gece yarısına kadar uğraştım. İşaretleri yanlış anlıyorum demek ki deyip, telefonu bir kenara attım. Ertesi gün, pazar günü, bu sefer bilgisayarın başına oturdum ve aldım. Saat 11:54'tü, 20 Nisan akşamı Seul'de olmak üzere bilet almıştım. Sonra aylarca taksit taksit bu biletleri ödedim ama olsun.
Sonraki bir iki hafta içinde otellere bakıp, bir otel ayarladım kendime. Yaklaşık 10 yıldır bu işi Booking.com ile yapıyorum. Şimdi baktığımda hesabıma ilk rezervasyonum Orlando'daki otel içinmiş 2012'de. Seul için kalacak yer bakarken tabiki ilk aklıma gelen şeyler şöyle en gelenekselinden bir hanok'ta kalmaktı ki buna "hanok stay" deniyor. Aralarda da böyle "temple stay" dedikleri şeylerden yaparak tapınak tapınak gezmek ve hatta dizilerde gördüğümüz o pek meşhur hamamda gecelemelerin deneyimini yaşamaktı. Ama haliyle tek başıma yaptığım geldi aklıma bu seyahati. Alabildiğine düzgün, güvenli ve konforlu bir "otel" bulmak istedim. Şu yaşıma kadar kaldığım yerlere bakıyorum da, hep öğrenci kafasıyla gittiğim ve çoğu zaman çok da kötü olan yerler. Bir Milano'da Cey'le normal bir otelde kaldım sanırım hayatım boyunca. Bir de hayal meyal hatırlıyorum ama Nihan'la New York'da kaldığımız yer biraz daha otelimsiydi. Sizi bilmem ama ben büyürken biz hiç öyle yaz tatiline, kış kayağına giden bir aile olmadık. Her yaz sadece köye gidilir, fındık toplanırdı. Tatil yapmak ya da otelde kalmak gibi şeyler ancak üniversiteden sonra öğrendiğim şeyler oldu. Ki neredeyse 30 yaşıma kadar da tatil yapmak yeni bir ülke şehir göreyim, sırtımda çantamla haldır haldır dolaşayımdan oluşuyordu. Bu yüzden bu "otel"de kalmak lafını bu kadar büyütmemi anlayabiliyor musunuz? Benim için ne kadar olağanın üstünde bir durum olduğunu?
Oteli çok uçuk olmamakla birlikte (ki maaşımla neye yetebileceğim belli zaten) belirli bir miktarın altına düşmeyecek şekilde baktım ki o miktarın altındakiler ortak banyolu yatakhaneler oluyordu yani. Booking'de filtrelerimi yerleştirdim - özel banyo tuvalet, özel oda, çift kişilik yatak - haritayı açtım ve en merkezi görünen yerlere baktım. İlk düşündüğüm şuydu: Uçaktan Seul saatiyle 6 gibi ineceğim. Havalimanından çıkmak saatler alacağı için hava kararmış, akşam olmuş olacak. Havalimanından şehre bir saatte gitsem (daha henüz nasıl ve ne ile gidilebildiğine bakmamıştım), en kötü ihtimalle akşam 9-10 gibi şehir merkezinde kendi başıma olacağım. Bu yüzden en kolay ve güvenli şekilde gidebileceğim bir yer bulmalıydım. Ayrıca tabi şehrin merkezi bir yerinde, gezilecek görülecek yerlere de kolaylıkla ulaşılabilecek bir noktada olmalı. Four Points bu Sheraton Josun'u buldum, ana tren istasyonunun hemen dibinde yer alıyor görünüyordu (Booking linki burada). Hem de daha önce internette, instada, youtubeda, dizilerde, filmlerde duyup da tanıdık gelen turistik yerlere yakındı. Önce tüm 10 gün için buradan bir oda ayarladım. Seyahatin tamamını 10 gün gibi bir süre olarak ayarladığımı söylemeyi unuttum tabi. O ilk haliyle otel de yaklaşık 20 bin civarında tutuyordu. Gidince check-in yaparken otel tarafından kredi kartından çekiliyor bu miktar. Bunu düşünerek iyi bari onu da bankanın uygulamasından taksitlendiririm dedim. Ertesi gün öylesine yine Booking'de dolanırken tamamen buna kader diyorum artık, önüme bir hanok tarzı ev çıktı. Seochon Guesthouse (Booking linki burada). Fotoğraflar çok keyifliydi, yorum yazanlar çok keyifliydi. Ulan dedim çıktık bir yola, artık korku cesaret ne varsa. Oteli 7 güne indirdim, 3 günü de bu evden ayarladım. Bu durumda otel 7 geceliğine vergilerle falan 17 bine, hanok da 3 geceliğine 6 bine geldi görünüyordu bu 7 ay öncesindeki ayarlamada (tam fiyatları ödediğim andaki haliyle söyleyeceğim anlatırken). Şimdi bu söylemek istediğim şu, bu uçak bileti ve kalacak yer fiyatlarını benimkilerden çok çok daha ucuza getirebilirsiniz. THY, bu uçuşun en pahalılarından biri neredeyse mesela. Ben tamamen kampanyayı gördüğüm için ve bunun bir işaret olduğunu düşündüğüm için atladım :) Yoksa iyi bir takiple, pek çok bilet sitesinden araştırarak ve uçuşları iyi ayarlayarak çok daha ucuza getirebilirsiniz. Kalacak yer konusunda ise ben artık 30'umu aştığım ve 20'lerimde gerçekten acayip sefil koşullarda çok kötü yerlerde kaldığım için tamamen bonkör davranmak istedim kendime. Uzakdoğudaki yerlerin Avrupa'daki kadar kötü olacağını da düşünmüyorum gerçi. Yani - görmedim bilmiyorum ama - Seul'de de ortak banyolu yatakhane tarzı genç işi yerlerde kalmanın Avrupa'daki bataklıklardan çok daha iyi olacağını düşünüyorum. Bu şekilde kalma işi de ucuza gelebilir. Bir de sadece hostel de değil, başka başka evler, airbnb, hamamlar saunalar vb. yöntemler de bulunabilir. Gençseniz ve vaktiniz de tahammülünüz de çoksa, az olan paranızı yetirebilirsiniz.
Sonrasında yapılacak ilk iş, gitmek için neler gerekli diye araştırmak oluyor tabi. Bizden vize istenmediğini biliyordum ancak tam olarak nedir nasıldır yine de bakmam gerekiyordu. Bunun için yapılacak ilk şey (hayır google'ı açıp Güney Kore'ye nasıl gidilir diye yazmak değil:p ) Güney Kore'nin Türkiye büyükelçiliğinin web sitesine bakmak (linki burada-->Kore Cumhuriyeti Büyükelçiliği). Bir de İstanbul Başkonsolosluğu'nun web sitesi var, onun da linki şurada-->Kore Cumhuriyeti İstanbul Başkonsolosluğu. Tüm buralardan iyice incelediğimde gördüm ki benim gibi 5-10 günlüğüne gidip gezip gelecekler için bir vize başvurusu yapmak, vize almak falan gerekmiyor. İki ülke arasındaki anlaşmalar sayesinde Güney Kore'ye pasaportumuzla gidip, 90 güne kadar kalabiliyoruz. O yüzden önce bir pasaport almak gerekiyor haliyle. Benim en son hatırlıyorsanız (hatırlamayanlar için blog postu-->stupidita)Amsterdam macerasında trende bıraktığım sırt çantasının içinde puff olduğu için pasaportum, birkaç ay sonra da pandemi ile dünya kapandığı için senelerdir bir pasaportum yoktu. Ekim ayının 3'üne pasaport başvurusu için randevu aldım. Normal bordo pasaport başvurusuydu. Bu başvuruları İl veya İlçe nüfus müdürlüklerine yapıyoruz (benim gibi yaşlılar varsa diye özellikle belirtiyorum çünkü mesela ilk pasaportum için emniyete gitmiştim). Başvuru günümde nüfus müdürlüğü manyak kalabalıktı. Bir de sıra alma olayı çok tuhaftı. Çankaya İlçe Nüfus Müdürlüğü'ne gitmiştim. Normalde edevletten belirli bir zamana randevu almış oluyorsunuz, ben de 13:40'a almıştım. Müdürlüğe gidince bir de girişteki kiosktan sıra numarası almak gerekiyormuş. Öyle de saçma bir sistem. Direkt mesela saat 13:40 olunca ekranda ismim yazsa ve içeri girsem daha normal olmaz mı? Devlet kurumlarının her zaman bir değişik mantığı oluyor. Çünkü bir de o içerideki cihazdan sıra numarası almak için sıraya girmek gerekiyor, cihaz da ayrıca randevu saatinize belirli bir süre kalmışsa sıra numarası veriyor daha öncesinde vermiyor. Teyzelerle amcalarla beraber hepimizin kafası yanmıştı tabi. Erken geldiysen sıra numarası alamıyorsun. Ama sıra numarası alabileceğin süre içindeysen de bu sefer cihazın önünde ve binanın girişinde acayip sıra olduğundan dolayı sıra numarası alabildiğinde randevu saatinin üzerinden iki saat geçmiş oluyor. Böyle bir kıyametin içinde o gün orada pasaport başvurusu yapabildim, hala inanamıyorum. Bir yandan da işe geri dönmeye çalışıyordum, neyse.
3 Ekim'de başvurusunu yaptığım pasaport, 26 Ekim'de geldi. Şimdiye kadar en uzun süre beklediğim pasaporttu herhalde. İlk pasaportumun bir hafta içinde geldiğini hatırlayınca...Sanıyorum hep beraber ülkeden dışarı çıkmaya çalışıyoruz diye düşündüm. O tarihte 10 yıllık pasaport ücreti olarak 1478,30 lira, defter bedeli olarak da 225 lira ödemişim. Bugün baktığımda bu ücret 3295,50 lira ve 501 lira olarak görünüyor, iyi almışım (web sitesi şurası).
Pasaportu da aldıktan sonra gördüğüm bir diğer nokta şuydu: K-ETA diye bir şey. Güney Kore tamam bizden vize istemiyordu ama ülkeye girecek bu şekilde vizesiz girecek herkesten bu isimde bir sisteme kaydolmasını istiyor görünüyordu. Resmi web sitesinin linki-->Korea Electronic Travel Organization. Ayrıca cep telefonuna indirilebilen uygulaması da var. Web sitesi Türkiye'den biraz geç açılıyor, yüklenmesi zaman alıyor. Telefon uygulaması da aşırı hızlı çalışmıyor açıkçası. Burada Apply For K-ETA'ya girerek başvurmanız gerekiyor. Ne zaman gelip gideceğinize, nerede kalacağınıza, ne yapacağınıza vb.'ne dair bilgileri doldurmanızı istiyor sistem. Yani aslında tam olarak bir vize başvurusunda belirttiğiniz bilgileri veriyorsunuz. Sonunda da bir ödeme alıyor ki web sitesinde de belirttiği üzere 10000 won bu, 145 lira gibi bir miktar yapıyor bize. Ben başvurup ödediğimde yanlış hatırlamıyorsam 80 lira gibi bir şey ödemiştim. Kendi ülkemden pasaport almak için ödemek zorunda kaldığım miktarların yanında bunu görünce sinirden gülmeye başlamıştım başvuru yaparken. Bu K-ETA başvurusunu uçuşunuza 72 saat kalana kadar yapmanız gerektiğini söylüyor sistem, çünkü başvuruyorsunuz sonra bir de onaylandı veya onaylanmadı diye geri cevap geliyor. Onaylanmazsa ödediğiniz miktarı geri vermiyorlar ve başka bir şeyler yapabilirsiniz sanırım ama onu araştırmanız gerek.
K-ETA'yı da hallettikten sonra bir de Q-code diye bir şeyle karşılaştım. Bu da pandemi döneminden miras kalan kontrollerden biri olarak görünüyordu. Bunu da uçuşa belirli bir gün kalana kadar aşılı, sağlıklı, belirtisiz falan olduğunuza ikna etmek için yapıyorsunuz ancak zorunlu değil, çünkü uçaktayken size bununla ilgili 3 ayrı kağıt verip doldurmanızı istiyorlar. Havalimanında girişte  teslim ediyorsunuz ya da bakıyorlar. Ben tabiki önceden internetteki web sitesinden doldurup, çıktısını yanıma almıştım ama hiç çıkarmaya bile şansım olmadı çantamdan. Uçakta dağıttıkları o kağıtlardan kontrol ettiler (Q-Code'un web sitesi de şurası-->Quarantine Covid19 ).
Uçak bileti, kalacak yer, pasaport, K-ETA. Bu 4 adım ilk yapılacaklar. Ben bunları Kasım ayı dolmadan bitirmiştim. Sonrasında gezi planlamasına geçmeden kendi adıma emin olmam gerekenler arasında gördüğüm bir diğer adımı kontrol ettim: Havalimanında bavulumu aldığım andan, oteldeki odamda kendimi yatağa atana kadarki o ilk akşam için detaylar neler olacaktı?
İlk düşünmem gerekenler tabiki uçak yere inince anneme nasıl haber verebileceğimdi :) Bu adımda tecrübeme dayanarak şunu söyleceğim, THY'nin yurtdışı uçuşlarında wifi'a bağlanabiliyorsunuz. Koltuk numaranız ve miles&smiles bilgilerinizle çok basit bir şekilde bağlantı kurabiliyorsunuz. Gerçi bu seferki beni biraz zorladı, havada uzun saatler boyunca bağlanmadı, açmadı falan ama sonuçta böyle bir şey var, haberiniz olsun. Neyse, Incheon'da havalimanında indiğimde alabileceğim bir telefon hattı araştırdım. Çünkü her ne kadar internet, Kore'de her yerde wifi var, her yerde internet var diyenlerle dolu olsa da gitmeden böyle bir bilgiye güvenip de yola çıkamazdım. Ayrıca Türkiye'de kullandığım hat Vodafone'un Kore'de geçerli olan tarifesi Her Şey Dahil Pasaport Dünya, günlük olarak 199,90 lira fatura kestiği için sanki bir hat almak daha mantıklı olacak gibiydi. Çünkü Vodafone'un da çekip çekmeyeceğinden emin olamazdım (içimdeki başak ve oğlak burçları el ele vermiş koşuyordu). Araştırınca şu üç şirkete ulaşıyorsunuz: SK Telecom, LG, KT. Birçok web sitesinden alınabileceği gibi direkt bu şirketlerin web sitelerinden de önceden satın alabiliyorsunuz sim cardları. Ben KT'den yani Korea Telecom'un kendi web sitesinden prepaid yani ön ödemeli, 10 günlük sim card aldım. Bunu alırken hangi terminalden, hangi gün ne zaman teslim alacağınızı seçiyorsunuz. Bu sebeple de önce hangi terminale ineceğimi buldum. Incheon Havalimanı'nın resmi web sitesi şurada. Siteden yakın zamandaki İstanbul uçuşlarına bakınca hepsinin Terminal 1'e indiğini de gördüm. Böylece Terminal 1 olarak seçtim sim kartı teslim alma noktamı. Yine bu havalimanının web sitesinden haritaya bakınca da  KT'nin teslim alma yerlerini buldum. 10 günlük sınırsız internetli ve sadece ülke için aramalar dahil olan sim kart kendi web sitesinde 34600 won tuttu. Diğer, turistler için olan web sitelerindeki fiyatların hepsi bundan fazlaya geliyordu. Yani şu an 504,58 lira ediyor, günlük 50 liraya sınırsız ve de çok iyi çeken internetim olmuş oldu (Vodafone ile günlük 200 liraya gelecekti). Bu hat alma işini havalimanında da yapabilirsiniz ki hemen hemen herkes öyle yapıyordu gördüğüm kadarıyla. Ama dediğim gibi bu benim fazla planlılığım. Bir de tabi hat almak istiyorsanız yani. Yoksa açık wifi'lara güvenip de işinizi halledebilirsiniz. Mesela Incheon'daki wifi'ya direkt bir şey sormadan istemeden bağlanabiliyorsunuz, çok da iş görüyor ama tabi o kadar yıllık firewallcu olarak böyle açık ağlara da amaan bağlanın be dememem gerek sanırım :D Benim aldığım KT'nin web sitesi şurası.
Tamam bavulu aldım, hattı aldım, annemi aradım diyelim. Sonra otele nasıl gideceğim sorusu vardı. Incheon havalimanından şehir merkezine birkaç yolla gidilebiliyor. Hemen hemen her ülkede olan şeyler bunlar. Tren var, otobüs var, taksi var. Araştırdığımda, daha önceki seyahatlerimden edindiğim tecrübelere de dayanarak (JFK'de iner inmez ne idüğü belirsiz adamın arabasına taksi diye atlamak da buna dahil:p ) benim için en mantıklı ve rahat yolun tren olduğunu düşündüm. Tren dediğim AREX ismindeki hızlı tren. Bunun da iki çeşidi var yalnız, biri pek çok durakta duran, diğeri direkt merkeze giden durmadan giden. Aralarında az bir fiyat farkı var. Bir de tabi gitme süresi. AREX'in web sitesi burada. Web sitesinden bineceğiniz tarihe ve saate göre biletinizi satın alabiliyorsunuz, yerinde almaktan az biraz daha ucuza geliyor ama yine telefon hattı gibi bunu da havalimanında AREX kiosklarından kolaylıkla alabilirsiniz. Yani demeye çalıştığım benim gibi her şeyi 7 ay önceden internetten halletmenize gerek yok. Her şey kolay. İnternetten satın aldığınız biletin QR'ını telefondaki mailden cihazlara taratıp da trene binebiliyorsunuz ya da benim gibi çıktısını da alabilirsiniz garanticiyseniz. Bilet bu express tren için 9500 won. Express Train 43 dakika, all stop train 59 dakika sürüyor. İnternette bazı yerlerde bu express trene de toplu taşıma kartı ile binilebildiği yazıyordu ama yerinde görevlilere kaç kere sordum, böyle bir şey olmadığını, sadece bu tren için alınmış biletle binilebiliyor dediler.
Bu arada aklıma nakit para konusu geldi. İlk bakışta havalimanından otele gidene kadar paraya ihtiyacım olmayacak gibi göründüğünden düşünmemiştim ama olur ya şehir merkezinde bulamam edemem dedim. Şu havalimanında exchange yerleri var mı diye kontrol ettim. Tabiki var da, neresinde kolay yerde mi becerebilir miyim diye gene de emin olmak istedim. Gitmeden havalimanı haritasında yerlerine baktım ama gittiğimde de gördüğüm kadarıyla gayet kolaylıkla ortalıktalar. Bu yüzden ne olur ne olmaz diyerek yanıma bir 300 dolar aldım nakit, havalimanında 100'ünü won'a çeviririm, acil bir şey olursa dursun diyerek.
Gezi planlamasını da yavaş yavaş yaparım zaten önümde dünyanın zamanı var dedim. Gün içinde internette gezinirken, instada bakınırken falan rastgeldiğim şeyleri defterime kaydetmeye devam ettim. Geziyi 10 günlük yaparım diyerek gidiş dönüş biletlerimi almıştım ama o 10 güne ne sığdıracağımı, nasıl bir gezi olacağını hiç düşünmemiştim. Yukarıda anlattığım ön hazırlık olarak sayılabilecek şeyleri bitirip, gitme zamanını beklemeye başladığım günlerde - ki bu gidiş günümden neredeyse 4 ay öncesine denk geliyor - aklımda sadece tek bir düşünce vardı: Mutlu olmak istiyorum. Sadece mutlu hissetmek istiyordum. İlk kez yurtdışı gezimi yaptığımda 21 yaşındaydım. O zamandan bu zamana geçen 15 yılda 22 şehir gezdim ve çoğunda harçlıkla yaşayan bir öğrenciydim. Türk Lirası'nın nispeten değerli olduğu zamanlarda bile cebimde doğru düzgün para yoktu. Bu gezilerimi hatırladığımda anladım ki hep her şeyi görmeliyim çünkü kısıtlı zamanım var, her şeyi yapmalıyım çünkü bir daha şansım olmayacak kafasıyla kendimi heder etmişim. O kadar çok şeyi görmek ve yapmak istiyordum ki bu gezileri aslında neden yaptığımı tamamen gözardı etmişim. Mutlu olmak içindi. Aslında temeldeki en birinci güdüm mutlu olmaktı. How I Met Your Mother'ın ilhamı olan bara gitmek istiyordum mesela çünkü diziyi izlerken hissettiğim o mutluluğu, o keyfi orada da hissetmeyi umuyordum. Versailles Sarayı'nın koridorlarında koşuşturmak istiyordum, çünkü okuduğum onca kitapta, izlediğim onca filmde o koridorlarda hayal edip kendimi mutlu hissetmiştim, aynısını yaşamak istiyordum. Oysa bir geziye çıkınca bu mutluluk hissinden tamamen vazgeçip, sadece başarmaya odaklanıyordum. Orayı da görmeliyim, buraya da gitmeliyim, bu elimdeki listenin hepsinin üzerini tek tek çizebilmeliyim diye gezdiğim şehirlerin hemen hemen hepsinde aç bilaç, sersefil koşturup durdum. Yağmurlarda ıslandım, kar fırtınalarında yolumu zor buldum. Gezideyim, tek hedefim listemi tamamlamak diye kendimden tiksinecek hale gelene kadar saçım başım dağılmış, üstüm kokarcaya dönmüş, yüzüm gözüm görünmez halde dolandım. Oysa hiçbir zaman istediğim bu değildi. Kendimi mutlu hissetmemin en üst sıralardaki şartlarından biri de kendimi beğeniyor olmamdı sonuçta (benim bunu fark etmem uzun yıllarımı aldığı için tabi). Yavaş yavaş olmasa da kendi hızımda gezmek istiyorum dedim bu sefer. Yataktan kalktığım gibi gözlerimde çapaklar müze gezmeye gitmek istemiyorum dedim. Saçıma fön çekip, makyaj yapıp çıkmak istiyordum otelden ya hayatımda bir defa. Ütülü şeyler gitmek istiyordum gezerken. Öyle ya yeni bir şehir görüyorum, hiç tanımadığım insanların arasına giriyorum. Bu sefer de sırt çantamla, kot pantolonumla dolanmak istemiyorum dedim. Gerçekten, gerçek anlamda, o şehirlere gitme sebebimin provasını yapmak istiyordum. Aslında her birinde yaşamak, oradaki hayatı solumak,  birkaç günlüğüne de olsa hayatım bambaşkaymış, ben bambaşka bir insanmışım gibi yürümek istiyordum gezdiğim şehirlerde.
İşte bu düşüncelerle plan yapmaya çalıştım. 20-30 Nisan arasında 10 günüm vardı elimde. Bir de kocaman olmasa da pek çok güzel şeyle dolu bir ülke. Önce ilk elim tabiki trenle otobüsle falan hangi şehirlere gidebilirim, 10 güne ne kadar şehir sığdırabilirim'e gitti. Sonra sarstım kendimi, ne yapıyordum yine? Belki şansım olurdu olmazdı bilemiyordum ama sanki bir tek hakkım varmış gibi davranmayacaktım bu sefer. Seul'e gidecektim, sadece Seul'de, hayal ettiğim gibi, sanki orada yaşıyormuşum gibi 10 gün gezecektim. Buna karar verdim. Belki sıkılırdım, görecek şey kalmazdı, olabilirdi. Olsundu. Bu sefer kendimi hissederek, şehri dinleyerek, insanların arasına karışarak yaşayacaktım. Planlamaya başladığım andan Ankara'da geri dönüş uçağından inene kadar aklımda bu düşünceyle hareket ettim.
O kadar beklettim, yine de ancak giriş yapabildim hikayeme ama söz, gerisini daha çabuk getireceğim.

6 Mayıs 2023 Cumartesi

“Travel does not exist without home....If we never return to the place we started, we would just be wandering, lost."

 


Sağ salim dönmeyi başardım. Bunu haber vermek istedim. Bu sefer saçmasapan bir şey yapmadan, kendime de başka bir şeye de zarar vermeden dönebildim. Tabi yine ufak tefek ya da orta boyutlu salaklıklar yaptım. Çünkü salaklıklar benim bir parçam. Ama en azından son seferindeki devasa salaklığı tekrarlamadım. Ki bu benim standartlarımda büyük bir başarı.

Pazartesi öğlene doğru, 11'de falan girdim eve. Sadece kendime bir demlik çay demleyip, iki üç bardak içebilene kadar ayık kalabildim. Sanırım bu çelik demlikte demlenmiş çay, bu ülke sınırları dışına çıktığımda özlediğim tek şey oluyor her seferinde. En Türk özelliğim de bu herhalde. Ya da tek. Bilemedim. Sarhoş gibiydim eve girdiğimde, çay demlemek refleks gibiydi. Öncesinde ne Seul'den İstanbul'a 10 saatlik uçuşta, ne de sonrasındaki Ankara uçağında uyuyamadım. Uyumayı beklemiyordum gerçi, benim normalim bu. Hiçbir araçta uyuyamıyorum. Şöyle bir hesap yaparsam, 30 Nisan'da Seul'de saat sabah 8'di uyandığımda (burada 30 Nisan gecesi 2). Önceki gece yan odada gergedanlar misali horlayan teyzeden ötürü çok da sağlıklı bir uyku da uyuyamamıştım zaten ama o kısımları detaylı anlatırım. O akşam 23:35'te uçağa bindim. Burada saat 17:35'ti. İstanbul'a indiğimde 1 Mayıs gecesi 4 falandı. Evde de bir iki saat uyanık kalabilmişsem, yaklaşık 35 saatlik uykusuzluktan sonra bu yaşlı ve minik bedenim şalteri indirdi.

Ertesi sabah 4'te uyandım tabi. 8'de de işe gittim. O kadar dünyanın öte ucundan gel, yarım gün dinlen işe git. Hayır bir de ofiste öylece oturabilsem, goygoy yapabilsem, iki çay içip ortalıkta dolaşabilsem. Direkt sabahtan oturdum çılgınca çalışmaya. Daha bir gün önce Myeongdong sokaklarında 72 milletten insanın arasında elimde şişe geçirilmiş kızarmış tavuk parçaları, davul çalanlara eşlik ediyor olduğum geldi bir an aklıma ama hiç de inandırıcı gelmedim kendime. Rüya görüyordum herhalde dedim, hayal etmiş olmalıyım dedim. Çünkü o kadar gün, o kadar kilometreyi ben yapmamışım gibi, her şey bıraktığım noktadaydı. Salı günü çalışmaktan da bitap düşmüş halde eve geldim, gene bayılmışım uykudan. Bugüne kadar her gün, iş yerinde manyaklar gibi çalışıp, eve girip yatağa attım kendimi. Bavulu bir ara olduğu gibi halının üstüne devirdim. Her akşam eve girince bir iki parça bir şey alıp yığının üstünden azaltmaya çalıştım ama olmadı. Evin her yerinde bir eşya yığını vardı bu sabah kalktığımda. Mutfakta adım atılmıyordu, banyoya zar zor yanaşabiliyordum. Her yerde bir şey var. Sabahtan beri bir yandan toplamaya, bir yandan temizlik yapmaya çalışıyorum. Bu saat oldu, halının üstünde evin bir ucundan öbür ucuna tek kişilik bir patika yol açmayı başarabildim.

Tekrar ediyorum, benim böyle 8-5 mesaili bir iş için uygun bir kişiliğim yok. Enerjim de yok. Benim evde yazı yazıp, sonra böyle bir kaç aylık gezilere çıkıp, geri gelip yine yazılarımı yazmam gerek. Neden zengin bir ailede doğmadım değil mi? Evet, ben de sorguluyorum bunu.

Neyse, döndüm, anlatacak çok şey var. Gösterecek çok şey var. Bu seferki seyahatten sonra döndüğümde diğerlerinden dönüşlerimdeki gibi hissetmedim, daha tuhaftı, hala daha tuhaf. Tek başına seyahat hem süper, hem değilmiş. İnsan daha birinden dönmeden öbürünü aklında planlamaya girişiyormuş ama oraya geleceğiz. Sadece şu lanet olası maaşlı işimden kurtulabilirsem azıcık, yazacağım.

16 Nisan 2023 Pazar

ansia e paura

 Çarşamba akşamı uçağım var. Hatırlıyorsanız taa 7 ay önce bir bilet almıştım. Seul'e gidiyorum. Gezmeye. Mantıklı bakarsam sadece yıllık iznimden aldığım bir 10 günde, gidip tatil yapacağım. Evet, aslında tam olarak böyle. Ama benim kafamın içinde, benimle yaşamak çok zor. Böyle normal bir şeyi bile çılgınca büyük bir olaya çeviriveriyorum. 7 ay önceden bilet almamdan anlayabilirsiniz bunu.

Peki 7 ay önce almam bir işe yaradı mı? Tabiki hayır. Çünkü içimdeki o iki kişilikten biri, evin kapısından adımımı attığım anda hangi yöne kafamı çevireceğimden itibaren her bir saniyenin planını düşünmekle meşgulken diğeri, nasıl olsa 7 ay var ya ohoo ben o zamana her şeyi düşünmüş halletmiş olurum aç şu diziyi de izleyelim haydi diyor. Sonuç olarak dehşete kapılmış haldeyim. 72 saatten az kaldı uçağa binmeme ve bir dolu şey unutmuşum gibi geliyor, doğru düzgün plan yapamadım, nereye nasıl gideceğime karar veremedim, nerede ne yiyeceğim ne içeceğim oturtamadım. Dehşete kapılmış haldeyim. Korkudan anksiyete ataklarıma düştüm. 7 ay hemen geçti. Hemen geçmedi tabi ama hep işim vardı, hep çok meşguldüm, nasıl olabilir bu? Hele bu son birkaç hafta delirecektim. İş yerinde hala her an haldır haldır iş yapıyoruz, bir dakika boş kalıp da gün içinde böyle iş yerindeki iş dışında bir şeyler düşünemiyorum. Bırakın ilgilenebilmeyi, DÜŞÜNEMİYORUM. İki haftadır haftasonlarımda ara sınavlar vardı. Birkaç akşam biraz bir plan çıkarmaya çalıştım, aylardır rastladıkça bir deftere notlar alıyordum, onlara bakarak. İşin içinden çıkamadım. Tek başıma gidiyorum, niye tek başıma gidiyordum ki ben?! Her şeyi düşünmek zorundayım. Oysa ben her şeyi düşünmek zorunda kaldığım bir hayattan çok bıkmamış mıydım yahu? Çok korkuyorum. Uçağa binerken bir şeyleri kesin unutmuş olacağımdan mesela. Aaa ama şöyle bir belge lazımdı siz getirmediniz mi diyecekler diye. Önümde 7 ay vardı ama ben cahil cahil oturdum. Uçağa binebilsem bu sefer indiğimde aaa maalesef eksik getirmişsiniz size alamıyoruz ülkeye diyecekler. Bir şekilde pasaporttan güvenlikten geçsem şehre giden trene binemeyecekmişim gibi, çünkü ne telefon hattını alabileceğim ne paramı bozdurup, toplu taşıma kartından alabileceğim gibi. Orada öylece bavulumla, havalimanında eblek eblek dikilecekmişim gibi. Aşırı korkuyorum.

Bir yandan da her şeyi sal diyorum. Diyor yani içimdeki öbürü. Sal gitsin, halledersin, bir şeyi anlamadın mı dur bak düşün, olduğun yerde dikil, ne olacak. Her şeyi görmeye çalışma, her şeyi yapmaya çalışma. Tatilin bu sonuçta. Dinlenebilirsin, hiçbir şey yapmadan gökyüzüne bakabilirsin. Diyor. Ama işte, alıştığım şey bu değil ya. Şimdiye kadar hep koşturdum ya. Koşmak kanıma işlemiş. Kendim koşmasam, beynim neden koşturmuyoruz diye kendini yeyip bitiriyor. O kadar para veriyorum, o kadar yol gidiyorum bir daha ne zaman görebileceğim belli değil her şeyi görmeli, her şeyi yapmalıyım diyorum bir yandan da. Ama işte, yapmamalıyım aslında. Daha önce gittiğim gezdiğim her ülkede böyle yaptım. Sonuç ne oldu? Rezil rüsva bir halde gezdim. Kendimden zerre memnun olmadan dolandım durdum. Yılın 12 ayı harıl harıl çalışıyorum, işe gidiyorum, üstüne bir de kendime gezmeye gitme şansı yarattığım yerlerde eziyet ediyorum.

Bilmiyorum. Bu gitmeden önceki son yazım. Açıp bakıyorum da Amerika'ya gitmeden önceki yazdıklarıma, şu anki halim ile alakası yok. Tam 10 yıl sonra yine dünyanın bir ucuna gidiyorum. Sadece mutlu olmak istiyorum. Azıcık mutlu.

3 Nisan 2023 Pazartesi

Mart Çetelesi

 George Philip Reinagle'in 1826 tarihli eseri - First Rate Man-of-War Driven Onto a Reef of Rocks, Floundering in a Gale

 Cumartesi sabahı kalktığımda şöyle düşündüm. İki hafta sonraki açıköğretim ara sınavlarına çalışmamı tamamladım, mutfak toplu sayılır, dolapta - en azından buzlukta - bir dolu şey var, abimlere hafta içi gelirim dedim, önceden verilmiş bir sözüm de yok...Ohh dedim içimden. Böyle inanılmaz bir rahatlama geldi. Bu iki gün, oturup, güneş vuran çalışma masama oturur, güzel güzel seyahat planımı çıkarırım, haritalara dalarım hevesle, incelerim de incelerim dedim. Çünkü nereden baksam bir süredir ilk defa bu kadar bir şeyler yapmaya mecbur olmadığım bir iki güne sahip olamamıştım. İçimde kendimin de inanamadığı bir mutlu rahatlık vardı.

Sonra mesaj geldi. Koordinatörümden. Ben ofise geçiyorum isteyen gelsin. E ama istemiyorum ne olacak dedim içimden. İstemiyorum ama gitmem gerekiyor ne olacak? Neyse detaya girip, yeniden moralimi de bozmayacağım ama sonuç olarak haftasonumu, o iki günümü, ofiste geçirdim. İki gündür bir yandan evdeki işleri koştur koştur yapmaya çalıştım, bir yandan da iş yerine koşturdum. İki arada bir derede ütü yaptım, çamaşır koydum yıkandı, hafta içine yemek yaptım. Benim dışımda ofise gelenler tamam belki benden daha çok çalıştı, belki değil kesinlikle geceli gündüzlü daha çok çalıştı o iki gün ama hepsi evlerine gittiğinde önlerine yemek hazır geldi, çayları kahveleri önlerindeydi, çamaşırları yıkanıp ütülenmiş, odaları toplanmıştı, bulaşıklarla uğraşmadılar. Ahh çemkirmeye geçmeyecektim güya. Bugün de sabah yataktan mesajlarla fırladım. Tüm gün sorunlarla uğraştık ofiste. Başım çorba. O kadar fazla oturduğum yerde koşturdum ki kulaklarım uğulduyor. Hani böyle hiç bir an sabit durup, söyle sakince nefesinizi dinleyemediğiniz günler olur ya öyle olduğu için. Oysa Nisan başladı. Mart gözden geçirmemi yapacaktım. Ama tabi 1 Nisan sabahı o mesaj geldiği için.

Mart ayında 7 yazı yazmışım. Hiç fena değil. Mart'a ders çalışarak başlamışım. 1 Mart günü öğle arasında yine bir kafede ders çalışıyordum mesela. Söylemekten utanıyorum ama büyük bir salaklıkla 9 ders aldım da bu dönem. Çok zekice bir düşünceyle dedim dönem başında kendi kendime, hızlı hızlı böyle alıp dersleri geçersem 4 yıldan önce bitirebilirim belki tarihi. Böylece 40 yaşıma gelmeden almış olurum diplomayı. Evet, önüne geçilemez zekam ve ileri görüşlülüğüm yine iş başındaydı. Böyle günlerce her gün, öğle arasında kitabımı defterimi toplayıp kütüphaneye ya da kafelere gittim. Azimle, hevesle ders çalıştım. Hava önceleri güzel gibiydi, hep bulutluydu gerçi. Ağaçlar tomurcaklanmaya başlamıştı ayın 10'u civarı. Kuşlar ötmeye başladı, ben yine ders çalıştım. Çılgınlar gibi o 9 derse çalıştım. Ayın 3.haftası annemlerin yanına gittim. Otobüste bile ders çalıştım. Köyde bir hafta hemen hemen her gün fırtına ve yağmur vardı. Bir gün açtı hadi hakkını yemeyeyim. İşe döndüğüm son hafta kar yağdı. Buz gibiydi. Gerçek BUZ.

Sanditon'ın 2.sezonunu izledim, 3.sezonun yarısındayım. Akhilleus'un Şarkısı kitabı aylardır elimde dolanıyor, galiba yarısındayım. Mandalorian'ın 3.sezonu başladı, onu izliyorum haftalık. Özel bölümler haricindeki Run BTS bölümlerini bitirdim nihayet. Film izlemedim, gerçek anlamda kitap da okumadım. Sanırım sadece dizi izledim. Ve ders çalıştım. Ah evet, onu söylemeyi unutmuş olabilirim.

Önceki gece uzun zaman sonra ilk defa rüya gördüm. Kabustu gerçi ama olsun, rüya. İskeleye bağlı duran bir geminin içinde durmuşum, iskelede dikilen kuzenimin ve arkadaşlarının fotoğrafını çekiyorum, onlar da poz veriyor. Neden ben de iskelede durmuyorum, orası rüya mantığı zaten. Hayır bir de kuzenim vermiş elime makineyi, onların fotosunu çekmemi istemiş. Anlayacağınız yine hayır diyemediğimden b.ka battığım bir durumdayım. Sonra birden gemi sarsılmaya, iskeleden uzaklaşmaya ve batmaya başladı. İçerisi de bir yandan su dolarken sırt üstü düştüm. Ayaklarıma bir şeyler dolandı, ayaklarım sıkıştı. Yüzüm suyun üstünde, gözlerim tavana bakıyorken gemi önce yan yattı, sonra alt üst olmaya başladı. Ben debelenip, kurtulmaya, suda doğrulmaya çalıştım. Neden kıyıdaki hiç kimse beni kurtarmaya gelmedi? Neden geminin içinde başka kimse yoktu? Debelendim, debelendim...En son ayaklarımı bacaklarımı biraz olsun kurtarabilip, oynatabilmiştim ki uyandım. Rüya tabirlerine bakınca bunlar bu ara karar vermeyin anlamına geliyor gibi görünüyor. Kötü kararlar olurmuş. Oysa hayatımın o kadar karar vermediğim, o kadar karar vermekle karşı karşıya olmadığım bir zamanındayım ki...Bence bilinçaltımın karar vermekle alakası olmadığı çok belli. Benimkisi daha çok kendini sırt üstü düşmüş, batıyor gibi hissediyor. Ve yine tüm bunlar - rüyanın başında kuzenim ve arkadaşlarının fotosunu çekmeye evet demiş olmam gibi - kendi iradem dışında, başka insanlar yüzünden oluyormuş gibi hissediyor. Herhalde yani. Sanırım öyle düşünüyor bilinçaltım.


“Yes, but it’s, you know—every year, you’re all, ‘March! This is going to be great! Start of spring!’ But it’s definitely not, right? Because there will be a weird, freak snowstorm, and it’s like winter’s started all over. Unexpected things happen in March.”

Previously on Neverland { 29.06 - 26.07}

 Yaz gelince, üstümde güneş parlamaya başlayınca bana bir her şeyi yapabilirim hissi geliyor her sene. Çoğunlukla. Tabi bu his, gün içinde b...