16 Nisan 2023 Pazar

ansia e paura

 Çarşamba akşamı uçağım var. Hatırlıyorsanız taa 7 ay önce bir bilet almıştım. Seul'e gidiyorum. Gezmeye. Mantıklı bakarsam sadece yıllık iznimden aldığım bir 10 günde, gidip tatil yapacağım. Evet, aslında tam olarak böyle. Ama benim kafamın içinde, benimle yaşamak çok zor. Böyle normal bir şeyi bile çılgınca büyük bir olaya çeviriveriyorum. 7 ay önceden bilet almamdan anlayabilirsiniz bunu.

Peki 7 ay önce almam bir işe yaradı mı? Tabiki hayır. Çünkü içimdeki o iki kişilikten biri, evin kapısından adımımı attığım anda hangi yöne kafamı çevireceğimden itibaren her bir saniyenin planını düşünmekle meşgulken diğeri, nasıl olsa 7 ay var ya ohoo ben o zamana her şeyi düşünmüş halletmiş olurum aç şu diziyi de izleyelim haydi diyor. Sonuç olarak dehşete kapılmış haldeyim. 72 saatten az kaldı uçağa binmeme ve bir dolu şey unutmuşum gibi geliyor, doğru düzgün plan yapamadım, nereye nasıl gideceğime karar veremedim, nerede ne yiyeceğim ne içeceğim oturtamadım. Dehşete kapılmış haldeyim. Korkudan anksiyete ataklarıma düştüm. 7 ay hemen geçti. Hemen geçmedi tabi ama hep işim vardı, hep çok meşguldüm, nasıl olabilir bu? Hele bu son birkaç hafta delirecektim. İş yerinde hala her an haldır haldır iş yapıyoruz, bir dakika boş kalıp da gün içinde böyle iş yerindeki iş dışında bir şeyler düşünemiyorum. Bırakın ilgilenebilmeyi, DÜŞÜNEMİYORUM. İki haftadır haftasonlarımda ara sınavlar vardı. Birkaç akşam biraz bir plan çıkarmaya çalıştım, aylardır rastladıkça bir deftere notlar alıyordum, onlara bakarak. İşin içinden çıkamadım. Tek başıma gidiyorum, niye tek başıma gidiyordum ki ben?! Her şeyi düşünmek zorundayım. Oysa ben her şeyi düşünmek zorunda kaldığım bir hayattan çok bıkmamış mıydım yahu? Çok korkuyorum. Uçağa binerken bir şeyleri kesin unutmuş olacağımdan mesela. Aaa ama şöyle bir belge lazımdı siz getirmediniz mi diyecekler diye. Önümde 7 ay vardı ama ben cahil cahil oturdum. Uçağa binebilsem bu sefer indiğimde aaa maalesef eksik getirmişsiniz size alamıyoruz ülkeye diyecekler. Bir şekilde pasaporttan güvenlikten geçsem şehre giden trene binemeyecekmişim gibi, çünkü ne telefon hattını alabileceğim ne paramı bozdurup, toplu taşıma kartından alabileceğim gibi. Orada öylece bavulumla, havalimanında eblek eblek dikilecekmişim gibi. Aşırı korkuyorum.

Bir yandan da her şeyi sal diyorum. Diyor yani içimdeki öbürü. Sal gitsin, halledersin, bir şeyi anlamadın mı dur bak düşün, olduğun yerde dikil, ne olacak. Her şeyi görmeye çalışma, her şeyi yapmaya çalışma. Tatilin bu sonuçta. Dinlenebilirsin, hiçbir şey yapmadan gökyüzüne bakabilirsin. Diyor. Ama işte, alıştığım şey bu değil ya. Şimdiye kadar hep koşturdum ya. Koşmak kanıma işlemiş. Kendim koşmasam, beynim neden koşturmuyoruz diye kendini yeyip bitiriyor. O kadar para veriyorum, o kadar yol gidiyorum bir daha ne zaman görebileceğim belli değil her şeyi görmeli, her şeyi yapmalıyım diyorum bir yandan da. Ama işte, yapmamalıyım aslında. Daha önce gittiğim gezdiğim her ülkede böyle yaptım. Sonuç ne oldu? Rezil rüsva bir halde gezdim. Kendimden zerre memnun olmadan dolandım durdum. Yılın 12 ayı harıl harıl çalışıyorum, işe gidiyorum, üstüne bir de kendime gezmeye gitme şansı yarattığım yerlerde eziyet ediyorum.

Bilmiyorum. Bu gitmeden önceki son yazım. Açıp bakıyorum da Amerika'ya gitmeden önceki yazdıklarıma, şu anki halim ile alakası yok. Tam 10 yıl sonra yine dünyanın bir ucuna gidiyorum. Sadece mutlu olmak istiyorum. Azıcık mutlu.

3 Nisan 2023 Pazartesi

Mart Çetelesi

 George Philip Reinagle'in 1826 tarihli eseri - First Rate Man-of-War Driven Onto a Reef of Rocks, Floundering in a Gale

 Cumartesi sabahı kalktığımda şöyle düşündüm. İki hafta sonraki açıköğretim ara sınavlarına çalışmamı tamamladım, mutfak toplu sayılır, dolapta - en azından buzlukta - bir dolu şey var, abimlere hafta içi gelirim dedim, önceden verilmiş bir sözüm de yok...Ohh dedim içimden. Böyle inanılmaz bir rahatlama geldi. Bu iki gün, oturup, güneş vuran çalışma masama oturur, güzel güzel seyahat planımı çıkarırım, haritalara dalarım hevesle, incelerim de incelerim dedim. Çünkü nereden baksam bir süredir ilk defa bu kadar bir şeyler yapmaya mecbur olmadığım bir iki güne sahip olamamıştım. İçimde kendimin de inanamadığı bir mutlu rahatlık vardı.

Sonra mesaj geldi. Koordinatörümden. Ben ofise geçiyorum isteyen gelsin. E ama istemiyorum ne olacak dedim içimden. İstemiyorum ama gitmem gerekiyor ne olacak? Neyse detaya girip, yeniden moralimi de bozmayacağım ama sonuç olarak haftasonumu, o iki günümü, ofiste geçirdim. İki gündür bir yandan evdeki işleri koştur koştur yapmaya çalıştım, bir yandan da iş yerine koşturdum. İki arada bir derede ütü yaptım, çamaşır koydum yıkandı, hafta içine yemek yaptım. Benim dışımda ofise gelenler tamam belki benden daha çok çalıştı, belki değil kesinlikle geceli gündüzlü daha çok çalıştı o iki gün ama hepsi evlerine gittiğinde önlerine yemek hazır geldi, çayları kahveleri önlerindeydi, çamaşırları yıkanıp ütülenmiş, odaları toplanmıştı, bulaşıklarla uğraşmadılar. Ahh çemkirmeye geçmeyecektim güya. Bugün de sabah yataktan mesajlarla fırladım. Tüm gün sorunlarla uğraştık ofiste. Başım çorba. O kadar fazla oturduğum yerde koşturdum ki kulaklarım uğulduyor. Hani böyle hiç bir an sabit durup, söyle sakince nefesinizi dinleyemediğiniz günler olur ya öyle olduğu için. Oysa Nisan başladı. Mart gözden geçirmemi yapacaktım. Ama tabi 1 Nisan sabahı o mesaj geldiği için.

Mart ayında 7 yazı yazmışım. Hiç fena değil. Mart'a ders çalışarak başlamışım. 1 Mart günü öğle arasında yine bir kafede ders çalışıyordum mesela. Söylemekten utanıyorum ama büyük bir salaklıkla 9 ders aldım da bu dönem. Çok zekice bir düşünceyle dedim dönem başında kendi kendime, hızlı hızlı böyle alıp dersleri geçersem 4 yıldan önce bitirebilirim belki tarihi. Böylece 40 yaşıma gelmeden almış olurum diplomayı. Evet, önüne geçilemez zekam ve ileri görüşlülüğüm yine iş başındaydı. Böyle günlerce her gün, öğle arasında kitabımı defterimi toplayıp kütüphaneye ya da kafelere gittim. Azimle, hevesle ders çalıştım. Hava önceleri güzel gibiydi, hep bulutluydu gerçi. Ağaçlar tomurcaklanmaya başlamıştı ayın 10'u civarı. Kuşlar ötmeye başladı, ben yine ders çalıştım. Çılgınlar gibi o 9 derse çalıştım. Ayın 3.haftası annemlerin yanına gittim. Otobüste bile ders çalıştım. Köyde bir hafta hemen hemen her gün fırtına ve yağmur vardı. Bir gün açtı hadi hakkını yemeyeyim. İşe döndüğüm son hafta kar yağdı. Buz gibiydi. Gerçek BUZ.

Sanditon'ın 2.sezonunu izledim, 3.sezonun yarısındayım. Akhilleus'un Şarkısı kitabı aylardır elimde dolanıyor, galiba yarısındayım. Mandalorian'ın 3.sezonu başladı, onu izliyorum haftalık. Özel bölümler haricindeki Run BTS bölümlerini bitirdim nihayet. Film izlemedim, gerçek anlamda kitap da okumadım. Sanırım sadece dizi izledim. Ve ders çalıştım. Ah evet, onu söylemeyi unutmuş olabilirim.

Önceki gece uzun zaman sonra ilk defa rüya gördüm. Kabustu gerçi ama olsun, rüya. İskeleye bağlı duran bir geminin içinde durmuşum, iskelede dikilen kuzenimin ve arkadaşlarının fotoğrafını çekiyorum, onlar da poz veriyor. Neden ben de iskelede durmuyorum, orası rüya mantığı zaten. Hayır bir de kuzenim vermiş elime makineyi, onların fotosunu çekmemi istemiş. Anlayacağınız yine hayır diyemediğimden b.ka battığım bir durumdayım. Sonra birden gemi sarsılmaya, iskeleden uzaklaşmaya ve batmaya başladı. İçerisi de bir yandan su dolarken sırt üstü düştüm. Ayaklarıma bir şeyler dolandı, ayaklarım sıkıştı. Yüzüm suyun üstünde, gözlerim tavana bakıyorken gemi önce yan yattı, sonra alt üst olmaya başladı. Ben debelenip, kurtulmaya, suda doğrulmaya çalıştım. Neden kıyıdaki hiç kimse beni kurtarmaya gelmedi? Neden geminin içinde başka kimse yoktu? Debelendim, debelendim...En son ayaklarımı bacaklarımı biraz olsun kurtarabilip, oynatabilmiştim ki uyandım. Rüya tabirlerine bakınca bunlar bu ara karar vermeyin anlamına geliyor gibi görünüyor. Kötü kararlar olurmuş. Oysa hayatımın o kadar karar vermediğim, o kadar karar vermekle karşı karşıya olmadığım bir zamanındayım ki...Bence bilinçaltımın karar vermekle alakası olmadığı çok belli. Benimkisi daha çok kendini sırt üstü düşmüş, batıyor gibi hissediyor. Ve yine tüm bunlar - rüyanın başında kuzenim ve arkadaşlarının fotosunu çekmeye evet demiş olmam gibi - kendi iradem dışında, başka insanlar yüzünden oluyormuş gibi hissediyor. Herhalde yani. Sanırım öyle düşünüyor bilinçaltım.


“Yes, but it’s, you know—every year, you’re all, ‘March! This is going to be great! Start of spring!’ But it’s definitely not, right? Because there will be a weird, freak snowstorm, and it’s like winter’s started all over. Unexpected things happen in March.”

28 Mart 2023 Salı

The Heavenly Idol [성스러운 아이돌] (2023)

 


Tanrıça Redrin'in iyilik dolu ve sadık hizmetkarı, yüce rahip Rembrary, şeytanın ordusuna karşı amansız savaşında nihayet şeytanın ta kendisiyle yüz yüze gelir. İki büyük güç, kötülüğün gücü ve iyiliğin gücü karşı karşıya geldiğinde gökle yer yerinden oynar ve Rembrary birden kendisini bambaşka bir dünyada, bambaşka biri olarak bulur. Rembrary'nin ruhu ile dünya gerçekliğindeki başarısız, unutulmuş bir erkek idol grubunun üyesi olan Woo Yeon Woo'nun ruhu yer değiştirmiştir. Rembrary bu saçma sapan dünyadan bir an önce kurtulup, kendi dünyasındaki insanları şeytanın savaşından kurtarabilmek için yol ararken bir yandan da bir idol olarak ödüller kazanabilmek için çabalamak zorunda kalır. Ancak bu dünyada da şeytan peşini bırakmamıştır, o da Rembrary gibi, başka birinin bedeninde bu dünyada kendi gücünü kullanmaya başlar. Rahip Rembrary, bir yandan şarkı söyleyen, dans eden, tv showlarına katılmaya çalışan bir idol olmaya, bir yandan şeytanın bu dünyadaki kötülükleriyle mücadele etmeye, bir yandan kendi dünyasına geri dönmeye çalışırken hem kendisiyle hem de insanlarla ilgili bilmediği şeyler öğrenmeye başlar.

"The Heavenly Idol" orijinal adıyla 성스러운 아이돌, ki bu da "kutsal idol" olarak çevriliyor, Güney Kore'nin tvN kanalında 15 Şubat - 23 Mart 2023 arasında yaklaşık birer saatlik 12 bölüm olarak yayınlandı. Sin Hwa Jin'in aynı adlı web romanından uyarlanmış. Web romanı da internette yayınlanan roman işte. Gerçi webtoonlardan falan ne farkı vardır bilemiyorum. Biri resimli biri resimsiz midir artık kim bilir. Neyse.


A Business Proposal'dan sonra Güney Kore dizisi izleyicisi camiası olarak (böyle bir camia var tabi gülmeyin :D ) hepimiz ikinci çiftin başrol oynadıklarını dizileri görmeyi bekliyordu. Seol In Ah'nın başrol olduğu dizi Oasis, Mart'ın başında başladı (ona henüz göz atamadım, sırasını bekliyor). Kim Min Gue ise The Heavenly Idol ile başrol olarak ekranımızda göründü sonunda. A Business Proposal'daki ciddi, karizmatik ve güçlü duruşlu karakterinden sonra burada iki ayrı karakterde izleme şansımız oldu. İçi dışı iyilikle dolu, yardımsever rahip Rembrary olarak ve başarısız hayatından bıkmış sinir bozucu Woo Yeon Woo olarak bu kez komedinin dibine vurmuş olarak izledik. Onun karşısında kadın başrolümüz Go Bo Gyeol'u ben ilk defa izlemiş oldum. Daha önce izlediğim bazı dizilerde ufak rollerde yer alıyormuş ama hiç dikkatimi çekmemişti (Minyon olmasının bununla ilgisi olmadığını düşünmek istiyorum :) ). Zaten böyle hemen dikkatleri çeken, parlayan bir havası da yok. Böyle de kötü bir oyuncu demişim gibi oldu, öyle demeye çalışmadım. Çok sakin, çok nötr bir duruşu var oyuncunun. O yüzden de sanırım, başrollerin aşk hikayesi çok fazla göze batar şekilde değildi ya da hikayenin tüm gidişatı içinde çok önemliymiş gibi gelmedi. Güzel bir dokunuştu, sevimli bir halleri vardı ama o kadar. Çift olarak ilişkiye başlamalarından çok, ilk etaptaki birlikte halleri, maceralara atılmaları, birbirlerine takılmaları daha heyecanlı ve "kimya" barındırıyordu mesela. Ama bu minicik kadına yazılan karakter, cidden bunca yıldır izlediklerim arasında kenara not ettiğim, kalbime o en yakınlardan biriydi. Şeytan, insanların akıllarına girip, içlerindeki kötülüğü açığa çıkardığında herkes mutlaka başkalarından nefret ederken, başka insanlara zarar vermeye çalışır, bir şeyler kazanmaya çalışırken başrol kadın karakterimiz kendinden nefret ediyor. Şeytan aklına girip, bilinçaltındaki kötü düşünceleri açığa çıkardığında görüyoruz ki onun kötü düşünceleri, tüm nefreti, tüm meselesi kendiyle. Başkalarına zarar vermiş olduğunu düşündüğü için kendinden nefret ediyor. Herkes başkasını öldürmeye çalışırken o sadece kendisini öldürmeye çalışıyor.

Dizi aslında konusuna baktığımızda alabildiğine hafif, böyle pofuduk bir fantastik öğeli romantik komedi gibi görünüyor. Öyle de zaten ama yukarıda da azcık bahsettiğimden görebileceğiniz gibi alttan alttan pek çok acı verici şeye, yaraya dokunuyor. Depresyonun, anksiyetenin en kötü hallerini görüyoruz mesela ama ortam o kadar pembeli fantastik ki o kadar takılmıyoruz. Eğlence dünyasının, idol yaratma evreninin ne kadar saçmalıkla, gurur kırıcısı, ruh sömürücü şeyle dolu olduğunu görüyoruz ama her zorluk bir şekilde tatlıya bağlanıyor ya üzüntümüz geçiveriyor. Şeytanın bile duygularını görüyoruz, aslında onu kötülük yapmaya iten şeyin içten içe hissettiği sevgi dolu duygular olduğunu görüyoruz.

İşte kötü olan, işte şeytan

Şeytan demişken, dizide "kötü olan" diye çevirmişlerdi gerçi de, karakteri canlandıran Lee Jang Woo'yu da ilk defa izlemiş oldum ve böylesine saçma bir senaryoda aslında gayet de karikatürize edip, çok da emek vermese bile oynayabileceği bir karakterde neden ve nasıl bu kadar büyük, bu kadar iyi oynamış hayran kaldım desem yeridir. Daha önce minik yan rollerde olduğu bir diziyi bile izlememişim, o kadar yabancıyım kendisine. Ama bir insan bir rolde bu kadar karizmatik, bu kadar duygusal nüanslı, bu kadar kendini parçalayarak nasıl oynar? Bir de yani 12 bölümcük süren, saçmalıklı fantastikli bir rom-comda. Diziye saçma diyorum ama kötü manada değil yani bu arada. Hani saçma olduğunu bilirsiniz, senarist de oynayanlar da çekenler de bilir ve hep birlikte kendinizle eğlenirsiniz, çok da ciddiye almazsınız ama yine sonuna kadar onlar diziyi yaratırkenki kalitelerinden, siz de izlerkenki keyfinizden ödün vermezsiniz ya, hah işte tam da ondan bu dizi. Kostümler - fantastikli bölümleri kastediyorum - dandik, dekorlar dandik, görsel efektler öyle yanar dönerli falan. Ama yine de insan takılmıyor bunlara. Çünkü dizi de o kadar ciddiye almıyor, biz de. 

Pontifex Rembrary - yüce rahip olunca kötü bir mullet kesimi saçınız oluyor

Deli ama iyi niyetli şirket başkanımız

Başrol Rembrary ile bıcır bıcır oradan oraya koşturan grup menajeri kızımızı izliyoruz (yukarıda bahsettiğim başrol kızımız). Yıllar sonra yine taş gibi bir karizma ile arz-ı endam eden bir başka Grim Reaper bulmuşuz ona bakıyoruz (Park Sang Gam'ın canlandırdığı Gam Jae). Başrolümüzün üyesi olduğu idol grubu "Wild Animal"ın birbirinden ilginç ve eğlenceli üyelerinin hikayelerini izliyoruz mesela. Kasy'nin, Jung Seo'nun, Tae In'in, Hae Gyeol'un her birine en azından birer bölümde değinilmiş olması, Rembrary'nin onların hikayeleriyle bir yandan da karakter olarak gelişmiş olması çok güzel detaylardı. Grubun şirket müdürünü canlandıran Ye Ji Won'u mesela Thirty But Seventeen(2018)'den sonra ilk defa izleme şansı bulduğum için ayrıca mutlu oldum (ahh o dizi de kalbimde yaralardan bir tanesi, bir türlü anlatamadım, bir türlü yazamadım 5 sene oldu, 2018'in yazını geçirdiğim hikayeydi). Oradaki Jennifer gibi ikonik bir karakterden sonra kadını burada birden böyle egzantrik bir şirket başkanı olarak görünce afalladım tabi. Tüm dizinin karikatürü de sen ol demişler ona, istediğin gibi saçmala, oradan oraya ayıl bayıl kaş göz yap demişler. Komik olmasına komik de, izlerken bazen yormuyor değil. Daha geçende Crash Course in Romance'te çocuklarının eğitimine takık, gestapo gibi bir anneyi canlandıran Jang Young Nam ablayı da mesela kısa ama eğlenceli bir rolde, ölüler dünyasının tanrıçası olarak izliyoruz.

Bahtsız ama sevimli grubumuz Wild Animal

Dizi kendini ciddiye almıyor dedim ya, aslında çok da ciddiye alınması gereken mesajlarla dolu olmasına rağmen ortamı karartmamak adına yapıyor bunu. "İdol"lük gibi bir kültürün neredeyse toplumun temelini oluşturduğu çok zorlayıcı bir sistemin içinden bir hikaye anlatıyor. Bu kültürün tamamen dışından bir karakterin, Rembrary'nin, her şeyin saçmalığını ve mantıklılığını adım adım keşfedişine eşlik ediyoruz. Hikayenin genel dekorunu oluşturan bu olmasına rağmen aralarda çok minik minik eleştirilerle ekrana getirip, geri Rembrary'nin hikayesiyle devam ediyor. Wild Animal grubunun üyeleriyle birlikte dünyanın bir ucunda, hayata yeni başlayan çocuk yaştaki gençlerin sırf bir idol olmak, ünlü ve başarılı olmak için neler çektiğini, neler yaşadığını gösteriyor aslında ama asıl sorunumuz bu olmadığı için o kadar da ciddiyetle yapmıyor. Bu idollerin fanı olma durumunu anlatıyor sonra, neden böyle bir şeye ihtiyaç duyduğumuzu, bunun neden aslında çok da temel bir insan ihtiyacı olduğunu görüyoruz hikayenin içinde yer yer. Bu konu ile ilgili daha iyi, yani daha çok bu konuyla ilgili başka diziler de var aslında. İzleyeli yıllar olan ama bir türlü onu da yazamadığım Her Private Life(2019) dizisinde mesela direkt bunun üzerinden ilerliyordu konu.

Neyse demem o ki The Heavenly Idol gayet keyifli, sevimli, eğlenceli böyle çok fark etmediğinizde, detaylara takılmadığınızda çok da hafif, öyle kısacık 12 bölümde izleyip, bitirebileceğiniz tatlı bir hikaye. Bu yılın, bitirdiğim 2.dizisi olarak yerini alıyor. Sene sonunda muhasebemizde yine görüşeceğiz.

16 Mart 2023 Perşembe

We were in that in-between place, the twilight between childish things and grown-up things.

 


Dün ofise birlikte çalışılan firmalardan birinden bir kadın geldi. Daha önce görmüşüm ama hatırlamıyordum. İlk defa muhabbet etme ve benim açımdan tanışma fırsatımız oldu. Alabildiğine dışa dönük ve konuşkan, girişken bir insandı. Konuşmaya başladığımızda içimden kocaman bir his dürtüyordu, dişinde kesin bir şey var. Çünkü o girmeden hemen önce bir şeyler yemiştim. Ama işte bir türlü elim aynaya gitmedi. İçimdeki ses dürtüp durdu, elimi bir şey tuttu. Dişimde bir şey olduğuna dair o kocaman hisle konuşmaya gülüşmeye devam ettim. Sonunda kadın gittiğinde lavaboya gittim. Lavabodaki boy aynasında kendime baktım. Dişimde kocaman bir şey duruyordu. Üstüme başıma baktım, teneffüsün bitiş zili çalmış da bahçedeki tek kale maçtan apar topar fırlayıp, sınıfa girmişim gibi duruyordum. Sabahları uyanamadığım için saçlarımı hafta başından beri taramıyorum, kafamın üstünde ve yüzümün etrafında gevşek bir lastikten fırlayan bir püsür şeklinde sallanıyor. Ayağımda tozdan siyaha dönmüş spor ayakkabılar var. Lastikli bir kot pantolon ve kolları büyük gelen bir hırka. Saçımı taramadığım gibi yüzümü de yıkamıyorum. Sabahları evden fırlayarak çıktığım için aynaya bakmıyorum, kaşlarımın ortası Frida gibi. Az önce konuştuğum kadını düşündüm. Büyük ihtimal benim yaşlarımda. Şıkır şıkır görünüyordu. Saçları güzelce bağlanmış, yüzünde doğal bir makyaj var. Giysileri düzgün, yani 30lu 40lı yaşlarındaki bir kadından bekleyebileceğiniz normallikte ve güzellikte. Neşeli bir şekilde konuşuyor, kendini açıklıkla ve rahatlıkla ifade edebiliyor, mutlu ve sağlıklı görünüyordu. Gerçekten temelde, böyle core seviyesinde bir terslik olmalı bende. Çünkü bir işim var, bir maaşım var, faturalarımı ödeyebiliyorum, dışarıda bir şeyler yiyebiliyorum, tüm gün bilgisayarın başındayım dünyayı görebiliyorum, dünyayı kendi gözlerimle de gördüm, 10 ülkede 18 ayrı şehir gördüm, yüzlerce insanla tanıştım, bir dolu okula gittim çok ayrı alanlarda çok ayrı derslere girdim. Beynimde birbirinden bağımsız bir dolu bilgi var. Ama yine de 36 yaşında normal bir işe sahip, normal bir şekilde yaşayan bir kadın gibi giyinemiyorum, görünemiyorum, konuşamıyorum. Az önce ağzımın bir tarafına bir beypazarı kurusu attıktan sonra iş arkadaşıma bir şeyler anlatmaya başladım. Bir yandan çiğnemeye çalışıp, bir yandan hörül hörül sesler çıkardığımı fark ettiğimde geç olmuştu. Ben ne yapıyorum yahu diye içimden bir şey bağırırken susup, geri yerime geçtim.

Akşam tvyi açmıştım çamaşırları düzeltirken. Bir dizinin orta yerine denk geldim. Adam, kadını bir yemeğe götürüyor. Sonra başka bir "davet"e gidiyorlar, sonra başka bir sahnede kadın ofisinde oluyor falan gibi şeyler. Aklıma gelen şuydu, lan şimdi durup dururken mesela, bir böyle yemeğe gitmem gerekse giyecek bir şeyim yok. 30 küsür yaşında, kendi başına yaşayabilen bir insanım ama herhangi bir akşam yemeğine, ne bileyim öyle bir davete, normalde bir şirket ofisine çalışmaya gidebilecek gibi bile görünecek bir halim yok, giysim de yok. Bunca parayı neye harcamışım, neye harcıyorum o halde? Başımı çevirince kitap rafında duran Hermione asasıyla göz göze geldim o anda. Sonra duvara yaslanmış tahta kılıçla selamlaştım.

Geçen gün T. dedi ki seçimde sandık görevlisi olalım. İçimde, bu cümleyi ilk duyduğumda oluşan ilk düşünceler şöyleydi: Kim ben mi benim yaşım yetiyor mu olabiliyor muyum bana yaptırırlar mı bu AMCALARIN TEYZELERİN yaptığı bir şey değil mi?! Sonra ne düşündüğümün farkına varıp, kendi kendime içimden tekrarladım, ulan sen de artık o teyzelerdensin. Hala nasıl geliyor biliyor musunuz? Sanki gidip, ben sandık görevlisi olmaya geldim dediğimde olmaz çocum sen daha küçüksün deyip eve geri göndereceklermiş gibi.

Yaşam koçu mu bulmam gerekiyor, stil danışmanı mı, ayurveda uzmanı mı, artık ne menem bir şeyler bilemedim.

14 Mart 2023 Salı

"Where the fear has gone there will be nothing.Only I will remain."

 

Bu videoda anlatılanlar hayatımın yaklaşık ilk 30-32 yılını çok güzel özetliyor. İlk 20 yıl neden ama böyle oluyor neden böyle diyerek geçirdim. Sonraki 10 yıl herhalde ben de böyle tuhaf insanım, tuhafım demekten ulan bende bir sorun var çözemiyorum'a uzanan yolculuğumun sonu birkaç ay içinde tamam be yetti artık diyerek hayatımdaki herkesten kurtulup, hiçbir canlı ile iletişime geçmemek evresinden sonra gelen aydınlanmanın sonucu bu videoda acayip açık bir şekilde görülüyor.

Hiçbir şeyi beğenmeyen, her şeyi (ama her-bir-şeyi) eleştiren, her an neye bağırıp parlayacağını bilemediğim bir babadan ölümüne korkarak ve tüm hayatı, tüm varlığı bana bağlıymış da en ufak bir ters hareketimle dağılıp gidecek diye diken üstünde, bakmaya kıyamadığım bir annenin arasında büyümenin sonucunda hayatımın ilk 30 yılını tam da bu videoda anlatıldığı gibi, bir "people pleaser" olarak geçirdim.

O, herkesi hayatımdan çıkarıp, sonra yavaş yavaş hayata geri dönme aşamasından beridir de başarmaya çalıştığım buydu. Kendimi düzeltmeye, bu anne ve baba ile büyümenin yol açtığı hasarı düzeltmeye çalışıyorum. Çok az yol alabildim ama en azından yol alıyorum.

Çok büyük sorunlara sahip her insanın her birinin evlenip, çocuk yapmış olması ne kadar acı değil mi?

8 Mart 2023 Çarşamba

Crash Course in Romance [일타 스캔들] (2023) - Hiç Beklemediğim Bir Şey


Banchan (banchan[반찬--->meze gibi düşünün, Güney Kore'de normal yemek yemeye oturulduğunda böyle bir dolu yancı yiyecek geliyor, onların ismi) dükkanı işleten Nam Haeng Seon, bir tür otizm sendromuna (spektrumuna?) sahip erkek kardeşi Nam Jae Woo ve liseye giden kızı Nam Hae-E ile sakin, normal bir hayat yaşarken bir gün yolu "1 Trilyon Won'luk Adam" lakabına sahip yıldız öğretmen Choi Chi Yeol ile kesişiyor. Ünlü bir dershanenin daha da ünlü bir matematik hocası olan Choi Chi Yeol stresten ve çalışma disiplininden ötürü yeme bozukluğuna yakalanmış, bir bakıyor ki sadece Nam Haeng Seon'un yemeklerinden yiyebiliyor çıkarmadan. Nam Haeng Seon'un da kızının dersleri iyi ama azcık yardıma ihtiyacı var, onun da başarılı olmasının yolu Choi Chi Yeol'un derslerine katılmasından geçince bu ikilinin kaderi birbirine dolanıyor. Karakterleri çok farklı olan bu iki insanın birbirleriyle didişmeleri de başlıyor böylece.


"Crash Course in Romance" ya da orijinal adıyla "일타 스캔들" (One Shot Scandal gibi bir şey oluyor çevirince), Güney Kore'nin tvN kanalında (ve Netflix'te) 14 OCak ile 5 Mart 2023 arasında 16 bölüm olarak yayınlanan bir dizi. Bu seneye başlarken aldığım kararla, her yeni başlayan diziyi açıp, en azından neymiş diye bakıp, izleyip izlememeye karar verdiğim için rastladım bu diziye. Bu sene başlayan ilk dizilerden biriydi. Başrollerdekileri daha önce hiç izlememiştim, konusunu da okuduğumda pek bir ilginç de gelmemişti. Ama işte bir kere karar verdim, uyacağım demiştim. İlk iki bölümün yayınlandığı hafta açıp izlemeye başladım. Hiçbir beklentim yoktu, herhalde 15 dakika sonra sıkılıp kapatırım ama açmadım demeyeyim diyordum. Ama o iki bölümü izledim, eğlenerek ve merak ederek izledim. Çünkü önümde, göreceğimi tahmin ettiğimden çok daha farklı bir hikaye vardı. Konusunda da yazdığı gibi iki yetişkinin birbirleriyle tanışma ve romantik bir ilişkiye başlama hikayesi gibi görünüyordu dışarıdan bakınca. İzlemeye devam ettikçe, dakikalar geçtikçe bunun hiç de o hikaye olmadığı ortaya çıktı.



Onların didişmelerinden romantizme dönüşen hikayelerinin oluşturduğu temelde aslında ciddi ciddi bir ülkenin eğitim sisteminin ve bu sistemin ortaya çıkardığı kültürün kocaman bir eleştirisiydi izlediğim. O kadar kötü bir rekabet ortamı var görünüyor ki ülkede, lisedeki çocuklar manyakça, yemeden içmeden sadece ders çalışıyor. Okuldaki dersleri, hocaları sallamadan deli gibi dershanelere koşuyorlar, dershane hocalarını kovalıyorlar (bir dakika bir dakika, çok tanıdık geldi bu bana...allah allah...). Anneler tamamen kendi hayatlarını unutmuş, sınavlara hazırlanan çocuklarının dersleri ve hocalarıyla ilgileniyorlar, dershanelere kayıt için sıralara giriyorlar, derste çocuklarının iyi bir sırada oturması için sabahtan gelip yer tutuyorlar. Okulda habire sınavlar ve sıralamalar yapılıp duruyor, habire herkes sıralamaya girmeye çalışıyor. Anneler tüm gün sadece dersler, sıralamalar, hangi hocadan ne ders aldırsam peşinde. Tamam hepimiz, bu ülkede de böyle bir dönemi yaşadık. Böyle bir dönemden kendi payımıza düşeni aldık, bizden sonrakiler de almaya devam etti. Ama ben en kötü zamanımda bile burada bu tür bir manyaklık yaşandığını düşünmüyorum. Yani evet, sabahtan akşama kadar okula giderdik, okuldan çıkar dershaneye koşturur, gece yarılarına kadar bir de orada ders yapardık. Bitmiş bir şekilde eve dönüp, gene ders çalışır, ertesi sabah aynı döngüye geri girerdik. O birkaç sene böyleydi, evet. Ama bu izlediğim gibi de değildi ya sanki. Bu kadar değildi. Tamam bu bir dizi diyeceksiniz, tüm ülke biz de kahvaltıya Firdevs Hanım gibi katılmıyoruz sonuçta, gerçekliğimiz bu değil diyeceksiniz ama yine de bir anlamda bu dizinin anlattıklarının o kadar da gerçekten uzak olduğunu düşünmüyorum.


Bu eğitim sistemi eleştirisinin yanında ayrıca bir de lise-gençlik hikayesi bu. Aslında lisedeki bir grup arkadaşın hikayesi mesela, diziyi izleyen çoğu kişinin daha keyifle ve merakla takip ettiği hikaye oldu bölümler boyunca. Çok az ekran süresine sahip olsalar da Hae-E, Dan Ji, Geon Hu, Seon Jae ve Soo Ah'nın yer aldığı sahneler, anlattıkları hikaye cidden çoğu bölümde taşıyıcı oldu. Yetişkinlerin salak saçma davranışlarından, entrikalarından, kötülüklerinden çıkıp onların mücadelelerini izlemek daha güzeldi. Gerçi senarist onların hikayesine istediğimiz özeni ve detayı vermedi ama olsun.


Diziyi izlerken bir yandan da eleştiriler yükseldi. Dedim ya, başrolleri daha önce izlememiştim. İlk defa gördüğüm ve bu dizi sayesinde tanıştığım Jeon DoYeon, ilk bölümlerde hiç gözüme batmadı. Hatta aaa ne kadar sevimli bir kadın dedim izlerken. Ya da yer yer, vaay güzel karakter yazmışlar dedim. Nasıl bu kadar zayıf, ipincecik hey allahım dedim. Diğer başrol Jung Kyung Ho'yu ilk defa bir dizi içinde izliyordum. Asıl o zayıflıktan ölecek gibiydi, resmen iskelet olarak ortalıkta dolaşıyordu. Ama bu bile gözüme batmıyordu çünkü oynadığı karakter, yıllardır dur durak bilmeden çalışıp, çok zengin ve başarılı bir kurs öğretmeni olacağım diye kendine zerre bakmamış ve üstüne bir de ne yese çıkarıyor, kabus görmeden uyuyamıyor. Öyle olunca görüntüsü tam da cuk olmuş gibi geliyordu. Oysa insanlar yaşlarına takmış. Kadın başrolümüz Jeon Do Yeon, dizi devam ederken 49 yaşından 50 yaşına geçti. Erkek başrolümüz Jung Kyung Ho ise 39 yaşında olduğundan aralarındaki bu yaş farkına takanlar oldu, Jeon Do Yeon'un yaşlı göründüğünü söyleyecek kadar ileri gidenler oldu. Ama izlerken kadın bana hiç de öyle yaşlı gelmedi ki ben fiziki görüntüye, yaşlılığa şişmanlığa dünya üstündeki milyonlarca insandan daha fazla takık olmama rağmen. Güney Kore'nin en kelli felli, en efsane oyuncularından bir tanesi olduğunu da bu sayede öğrendiğim Jeon Do Yeon, Jeon Jyung Ho ile gayet de başarılı bir çift oluşturdu dizi boyunca. İlk yarıyı kaplayan didişmeleri ve birbirlerine alışmaları süresince zaten çok eğlencelilerdi, sonrasında ilişkileri başladığında ise zaten öyle diğer romantik dizilerdeki kadar bir araya geldikleri, romantizm yaşadıkları bir hikaye yoktu önümüzde. Hikayenin uğraşacak kötüleri, çözecek düğümleri ve sırları, halledilecek meseleleri vardı. Dolayısıyla aralarında 10 yaş olan bu iki oyuncunun başarıyla canlandırdıkları bu iki karakterin romansında izleyiciyi rahatsız edecek, göze batacak hiçbir şey yoktu. Ayrıca da kadının hiç yaşlı bir görüntüsü yok. Sadece biraz birden kilo kaybetmiş gibi görünüyor. Kemikli bir yapısı da olunca yüzü, diğer aynı yaştaki veya daha yaşlı oyuncularınki gibi durmuyor. Mesela bu dizideki bir diğer efsane oyunculardan Jang Young Nam da onunla aynı yaşta ama o kadının yüzü, bedeni onunki kadar kemik olmadığından böyle durmuyor. Üşenmedim tüm oyuncuların yaşlarına baktım. Dizinin casting'i çok da iyi yapılmış. Anneler genelde 40'lı yaşlarında, öğretmenler de 40ların başı, 30ların sonu. Öğrenciler 20-23 arasında değişiyor ki lise öğrencilerini oynamak için gayet de ideal. Asistanlar 20lerinin sonunda. Her şey aslında tam. 


Jeon Do Yeon ablanın yaşına lafı etmekten bıktıkları noktada bu sefer karaktere giydirilen şeylere taktılar. Vay efendim neymiş onlar öyle deli babaanne gibi giydiriyorlarmış, bunları kendisi mi seçiyormuş. Açıkçası başka birçok dizide çok daha saçma ve kötü giydirilen, hem de moda diye gösterilerek giydirilen bir dolu karakter izledik. Burada Jeon Do Yeon'un canlandırdığı Nam Haeng Seon, (buradan itibaren açık açık spoiler, isterseniz sonraki paragrafa kadar okumayın) milli takımda hentbol oynayan bir genç kızken sorumsuz ablasının minik kızını kapılarına bırakıp kaybolması ve restaurant işleten annesinin vefatı ile bebek yaştaki yeğeninin ve otizmli genç erkek kardeşinin tüm sorumluluğu üstüne kaldıktan sonra tüm hayatını, kariyerini, hayallerini bırakıp onları yetiştirmeye kendini adayan bir kadın. 20'lerinin başında bir anda kendini çok farklı çok daha zor bir hayatın ortasına fırlatılmış olarak bulmuş. 30'larının sonuna kadar böyle yaşamış, hiç sevgilisi olmadan birden kendini anne pozisyonunda çocuk yetiştirirken, hiç deneyimi olmamasına rağmen birden kendini bir eve para getirmek ve o evi çekip çevirmek zorunda kalan bir aile reisi olarak yine de sporcu azmiyle, hayata pozitif bakış açısıyla ayakta kalmış. Aslında şöyle görülebilir, tıpkı 20'lerinin başında birden komaya girmiş ve 10 yıl sonra bedeni büyümüşken aklı o yaşta kalmış bir şekilde uyanmak gibi. Aradaki, olması gereken deneyimleri yok, adım adım öğrenmesi gereken hayat yok. Birden bire hepsini öğrenmiş kabul edilmiş gibi, o seviyeden oyuna başlıyor. Bu yüzden aslında giysilerinin diğer annelerden farklı olması, davranışlarının onlar gibi olmaması çok normal. Ha birde çirkin olmamış yani, o kadar zayıf olunca insan ne giyse yakışıyor zaten.


Kaldı ki başrolün giysilerine gelene kadar tüm hikayenin çözümlenme kısmında ortaya çıkan çok büyük sorunlar izleyenlerin gözüne batmıyor mu anlamadım. Hikayenin ana kötüsünü zaten ortalarda baya bir belli etmişlerdi, sonrasında bu kötünün kötülüğü biz izleyiciye açık edilip, karakterler hala anlamamışken karakteri neredeyse tamamen değişti. Canlandıran oyuncu ilk başta acayip karizmatik bir karakter çiziyordu, kötülüğü belli olmaya başlayınca da bu çizgide devam edebilirdi mesela. Hadi bunu oyuncunun karakteri yorumlama biçimi olarak kabul edip, geçebilirim ama senaryonun yaptığına ne demeli? Tüm bir dizi boyunca gölgelerden gölgelerden kapüşonuyla bizi geren bu karakteri 15.bölümde böyle sırf ahanda böyle kurtulduk demek için yalapşap halletti senaryo. Oyuncu da aynı şekilde hissetmiş olmalı ki en ufak bir çabası yoktu ruh göstermek için. Zaten bu 15.bölümde bir tuhaflık vardı. Sanki 14 bölüm boyunca diziyi çeken kamera arkası ekip ve sonrasında düzenlemeyi yapan ekip, bu bölüm için tatile gitmiş, başka bir ekip emaneten bu bölümü yapmaya başlamış gibiydi. Bölümün ortalarından sonra biraz düzeliyordu, herhalde asıl ekip yemekten dönmüş olmalı. Hele bir de bu başrolümüzün kankası rolündeki ablanın aşk ve erkek arayışını sonunda saçma ötesi bir biçimde başrolün erkek kardeşinde bitirdiler ya, inanılacak gibi değildi. Yani başrollerin gerçekte aralarında olan 10 yaşlık farktansa, bu iki karakterin akıl yaşı olarak aralarında 20 yaş olması daha rahatsız ediciydi bence. Yani Mucize Doktor değil ki bu arkadaşım, öyle romantik ilişki yaşayacak. Tövbe tövbe.

İki başrol ile çok bilinen ve kalburüstü oyuncular olmalarına rağmen yeni tanışmamın yanında yukarıda da bahsettiğim Jang Young Nam gibi, Lee Bong Ryun gibi, Kim Sun Young gibi hemen hemen her izlediğimiz dizide yan rolde olan ama aslında hikayeyi en çok onların oluşturduğunu bildiğimiz ahjummaları da yine izleme şansım oldu. Hele asıl ahjummaların ahjumması Kim Mi Kyung'u flashbacklerle de olsa izledik ya, o bile güzeldi (gerçi Healer'dan sonra artık her başrolün annesi rolünde HER dizide görüyoruz ama neyse. Kimse de çıkıp bir Healer'daki gibi rol yazmıyor ahjummaya). Genç oyuncularla da - haliyle - yeni tanışmış oldum. Özellikle onlar çok iyi işler çıkardıkları için sanıyorum bundan sonra onları izlemek, takip etmek keyifli olacak.


Anlayacağınız beni her anlamda şaşırtan bir hikaye izledim. Hiç sarmayacağını düşünürken kendimi izlerken buldum. Geçirdiğimiz o kötü zamanlarda, en karanlık günlerimizde sığınabileceğim bir liman oldu bu hikaye benim için. Yönetmen ve senaristin daha önceki işleri de bu türden sıcak sevimli aile-mahalle-arkadaş ortamlarını içerdiğinden zaten yine aynı havayı veren güzel bir hikayeydi. Ortalarından sonra yer yer teklese de en sonunda yine bana neden bu tür hikayeleri izlediğimi ve sevdiğimi göstermiş oldu. Eğer hayatta yeterince zorluk ve acı çekersek, sonunda her şeyin düzeleceğini ve büyük mutluluklara kavuşabileceğimizi, hak ettiğimiz güzelliklerin sadece bir sonraki köşeden az ileride olduğunu, sabredip, sahip olduğumuz güzelliklerin de değerini fark ederek, o mutlu günlere doğru azimle yol almamız gerektiğini hatırlatır bu hikayeler. Der ki, sonunda her şey çok güzel olacak.

4 Mart 2023 Cumartesi

Your Place or Mine (2023) - 2000'lerin başındaki güzel günlerimize bir güzelleme


 40'larında olduklarını tahmin ettiğimiz Debbie ve Peter, neredeyse 20 yıldır kankalar. Ama yapışıklık derecesinde kankalar yani, böyle tüm gün telefondalar, tüm hayatlarını birbirlerine anlatmakla meşguller. Debbie, Kaliforniya tarafında yaşıyor. 13 yaşında bir oğlu var, boşanmış, bir okulun muhasebesinde (öyle bir şey işte) çalışıyor. Peter ise New York tarafında, böyle büyük büyük şirketlerle uğraşan businessçı bir şey (vallahi böyle soyut işleri kafamda oturtamıyorum). Debbie'nin New York'ta alacağı muhasebe temalı bir eğitim çıkınca ve pek alerjik, üzerine titrediği oğluşuna bakacak kimseyi bulamayınca Peter atlıyor Debbie'nin oğluna bakmak için Kali tarafına onun evine geliyor, Debbie de bir haftalık eğitim sırasında Peter'ın New York'taki evinde kalıyor. Bu bir haftada ikisi de hem birbirleri hem de kendileri hakkında yepyeni şeyler öğreniyorlar.

"Your Place or Mine" daha öncesinde filmografisinde rom-comların da olduğu ama en önemlisi Devil Wears Prada'yı Lauren Weisberger'in kitabından senaryolaştıran Aline Brosh Mckenna'nın yazıp, yönettiği bir romantik komedi. Hepimizin iç geçirerek yad ettiği rom-comların altın çağından sonra böyle ara ara bir rom-comlara yeniden özgürlüüük diye bir denemelere girişiliyor ya artık, hah işte bu seneki denememiz de bu. Özellikle Reese Witherspoon ile Ashton Kutcher gibi, o altın çağdan kalan hazinelerin bir araya gelip haydi bir özleyenlere şöyle bir kıyak geçelim demiş olmalarından ötürü bu kadar heyecanlandırmıştı beni. Reese abla filmin haberlerini ilk paylaşmaya başladığından sevinmiştim.



İlk görüntüler de oldukça umut vericiydi. Film de şimdi hakkını yemeyeyim çok iyi bir flashback sahnesi ile başlıyor. 2000lerin başında yaşamış, o günlerde genç olmuş bir insana, gençliğinde bir dolu umudu ve kişiliği olup da bu lanet olası dünya sayesinde hepsini yitirip sadece para getirdiği için sıkıcı ve sabit işlerde çalışmak zorunda kalmış, 2020lerde anksiyeteli Y Kuşağı olarak dalga geçilen o nesildenseniz yüzünüze kocaman bir gülümseme ile kıkırdamalar oturtuyor. Tabi günümüze döndüğümüz kısımda her iki karakterimizin de halini görünce aynı gülümseme, yılların geçtiği hızla kayboluveriyor. Bu açıdan film, jenerasyonun halini vaktini, duygularını, düşüncelerini çok iyi yakalamış yazım açısından. İki karakterin de hem kendi yaşamlarındaki hallerini, hem de sonrasında birbirlerinin yaşam alanlarında yaşadıkları o bir haftadaki halleri de eğlenceli bir şekilde izleniyor. Aslında bu kısımlarda yaşananlar tamamen o bildiğimiz, klasik Amerikan rom-comlarından aşina olduğumuz imkansızların olması, hayallerin coşması falan filan gibi şeyler. İzleniyor yani, keyifli.


Ashton Kutcher'ı 2000lerin başındaki halinden cidden hatırladığım için filmde anlamış oldum, bazı adamlar hakikaten yaş almalı tipleri, duruşları, karakterlerinin oturması için. Şimdiye kadar nerede görsem hep Kelso'ydu benim için, öyle de davranıyordu. Oysa bu oldukça basit, hafif rom-comda bile tamamen değişmişti. Reese ise bildiğimiz Reese, instagramında nasılsa filmde de öyle. Yani evet hiç oyunculuk gerektirmeyen bir hikayede, hiç çaba sarf etmeden repliklerini de söyleyebilirlerdi. Reese abla her zamanki gibi, hemen hemen hiçbir şey hissettirmiyor. Gene de film böyle böyle bize oldukça keyifli, detaylı bir hikaye inşa edip, sonunda helele hülele diyerek bitiriyor. Bir noktaya kadar inşa edip edip, bize haa hikayenin bu kısmını biraz daha açacaklar galiba ama nasıl açacaklar süre de bitmek üzere derken cidden hiçbir şeyi açmayıp, o tatmin hissini hiçbir türlü vermeyip, alın bitti de gitti deyiveriyor.

Neyse, en azından eğlenceli.


Previously on Neverland { 26.05 - 28.06 }

 En son müzik dinlemenin içinde kaybolmuşum gibi görünüyor değil mi? Bir ayı geçmiş en son yazalı. Aslında baya hızlı ve çetrefilli bir 34 g...